"Boşluk"
0%
4 Şubat
İçim ölüyor gibi hissediyordum, bilmem kaçıncı kez... Tenim ateşler içinde yanmasına rağmen ruhumda bir yerler buz tutmuş gibiydi… Soğukluk bütün hücrelerime yayılıyor, içimde kıpırdayan her şey durdurulamaz bir hızla donmaya başlıyordu… Önceleri kasıklarımda bir sancıydı. Sonra sancının kendisi bile acımaya başladı.
Bir kadının içinden akan kanın sıcaklığıyla, o boşluğun soğukluğu arasında kaç santigrat derece fark vardır bilmiyordum. Ama sanki ölümle yaşamın savaşı, içimdeki dünyada çatışmaya başlamış, beni hiç acımadan tarumar ediyordu.
Bay K beni banyodan çıkarırken kollarını hissetmedim. Kucağında mıydım, sırtımda mıydı bilmiyordum. Bilincim erimiş, yeri kanla dolmuştu. Tek bildiğim, her adımda içimden bir şeyin daha döküldüğüydü. Bir zamanlar bana ait olan ama şimdi… Kaçan bir şey gibiydi.
Sonra aniden, beynim acıdan şoka girmiş gibi, kendini dış dünyaya kapattı. İçimdeki boşluğa düştüm…
Gözümü açtığımda, inliyordum. Alışık olmadığım bir yatakta, aşina olmadığım kokular ve tanıdık olmayan ellerin altındaydım. Sırtımın altındaki yatağın şiltesi soğuktu. Soğukluk plastikten ya da metalden değil, anlamlandıramadığım bir histen geliyordu. Sanki bu yatak daha önce çok fazla insanın üzerine kapanmış, pek çoğunu yutmuş, kimi zaman bedenin dışını, kimi zaman içini sökmüş, yaşanmışlığı tanımış, ölümü tatmıştı. Öyle hissettiriyordu. Berbat hissettiriyordu… Ben hissettiriyordu. Bana ait olmayan, başkasının başına gelmiş bir şeyin içindeydim sanki. Ama ne garip, bedenim benimdi; olan da bana oluyordu.
Göz kapaklarımın arasında sıkışmış gri bir ışık vardı, sanki odada loşlukla parlaklık birbirine karışmış da ben, neyin gerçek, neyin hayal olduğunu ayırt edemez hâle gelmiştim. Sesler çok uzaktan gelmiyor, ama içimden de geçmiyordu. Oradaydılar; tavanla bedenim arasında asılı kalmışlardı. Doktorun sesi, hemşirenin fısıltısı, metalin metalle buluştuğu o kısa titreşimler, lastik eldivenle bir şeylerin silinmesi... Hiçbiri tam olarak dışımda değildi. Bedenimin içinde hissettiğim o boşluğun her köşesine çarpıyordu bu sesler.
Zihnim bulanıktı. Sadece bazı kelimeler kulağıma ilişiyor, orada gelişi güzel bir biçimde anlamsızlığı ile kalıyordu.
“Küçük rahim kasılmaları var. Fundal bölgeye bastırınca içeriye baskı oluşuyor. Parça kalmış olabilir.”
“Beta-hCG seviyesini test edemem ama yaklaşık beş altı haftalık gibi duruyor. Damarları açık tutalım. Sıvı verelim.”
Hiçbir şey anlamıyordum. Bilincim sıfırla bir arasında bir yerdeydi, ne ayılabiliyor ne de tam olarak bırakabiliyordum kendimi... Yarı uyanık bir ölüydüm sanki. Sık sık hissettiğim gibi… Ama tanıdık olmayan bir haliydi bu kez… Yaşamak isteyen bir şey vardı içimde, sanki uyanık olan oydu da direniyordu. Aynı anda hem güçlüydü, hem zayıf… Anlayamadım. Tanıyamadım. Ne bendim, ne benden uzak bir şeydi…
Bir aletin içime girerken çıkardığı ses, ruhumu narin bir porselenin parçalanışı gibi un ufak etti. Metalik sesler… Küçük vakum cihazı… Tuhaf bir sıvı şırıltısı…
Bıçak değil ama bıçak kadar soğuk bir şeyle içim kazınıyordu sanki. Beynimin kendini korumaya almak için yarattığı sis birden dağıldı. Göğsümün ortası yanmaya başladı. Anlamadığım, anlamak istemediğim, konduramadığım şey… En büyük hayalim ve kabusumun ortasında bir yerde duran o kayıptı.
“Rahim boynu tam açılmadan düşük başlamış. Yarım düşmüş bir gebelik… Spontan abortus incomplete.”
Düşük yapıyordum… Düşük yapıyordum… Düşük yapıyordum?
Hayır… Hayır… Hayır…
Kafamı iki yana sallamak istedim mümkünmüş gibi. Çığlık ata ata ağlamak, hamile kalmamın mümkün olmadığını söylemek, bir hata olduğunu haykırmak…
“Parça dokular... Keseyi tamamen boşaltmamız gerek.”
Bir anda duyduğum o kelimeyle yarı yarıya açık olan gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı.
Parça… Parça… Parça mı?
Benim mucizeme kavuşmamın ve elimden alınmasının arasında sadece bir saat vardı. Şimdi yüzünü seçemediğim beyaz elbiseli yabancılar ondan ‘parça’ diye bahsederek, alelade bir et parçasıymış gibi bebeğimi benden söküp alacak mıydı yani?
Benim ve Özgür’ün yarattığı mucizeyi…
Belden aşağımda öyle bir acı hissettim ki… Birkaç saniyelik bir trajediyi, daha yeni idrak etmişken ben, fiziksel bir acıolarak karşılığını buldu sanki vakit kaybetmeden. Hiçbir şey hissetmiyordum. Ama aklım; o an vücudum uyuşuk olmasaydı nasıl bir acı hissederdi daha evvelki acımdan biliyordu. Harita gibi çıkardı, hatırlattı… Mahvoldum. Daha ne kadar mümkünse bu, o kadar mahvetti zihnim beni…
Bir şeyin içime doğru ilerlediğini hissettim. Dışarıdan değildi bu. İçten çekiliyordum sanki. Sanki bir göbek bağım vardı da, o bağ yalnızca bir canlıya değil, benim geçmişime, çocukluğuma, Özgür’e bağlıydı. O bağ şimdi kesiliyordu. Tıbbi bir müdahalede bulunmuyorlardı, içimdeki son yaşama hevesini kesip atıyorlardı sanki. Nefes almak istedim ama göğsümün ortasında bir taş vardı. Konuşmak istedim ama dilim damağıma yapışmış, dilim ağzımın içinde ağırlamıştı. Gözlerimi açmak istedim, göz kapaklarım bir tabut kapağı kadar ağırdı.
Bir an... Bir an sadece, içimden geçen o titremeyle ruhum birkaç saniyeliğine bedenimden ayrılır gibi oldu. Gözümün karardığını, karnımın içine çekildiğini, ruhumun yere düştüğünü hissettim.
‘Durun!’ demek istedim. ‘Yapmayın, almayın onu benden… Gitmesin…’
Ama ağzımdan çıkan tek şey, boğazıma takılmış bir inlemeydi.
Bacaklarımı kıpırdatmak istedim, karnımı korumak için ellerimi oraya götürmek... Vahşi bir hayvan gibi savunmak istedim bebeğimi.
Ama yapamadım…
Yıllardır içinde yaşadığım, aynalarda baktığım, sarmaya çalıştığım, bazen küçümsediğim, bazen övdüğüm bedenim... Bana bir kez daha ihanet etmiş gibi pes etti. En çok istediğim, içimden sessizce sökülüp alınırken sadece uzaktan seyrediyor, hiçbir şey yapamıyordu…
Ve ben bir kez daha korkunç bir Yosun trajedisine yalnızca uzaktan tanıklık edebiliyordum.
Kendi içimdeki yıkımın seyircisiydim. İtiraz edemeyen bir tanık… Etkisiz bir varlık, sessiz bir ortak…
“Tamam.” dedi doktor. “Kanama kontrol altında. Kavitasyonboşaltıldı. Rahim daralıyor.”
Birinin ağzından değil de, hastane raporunun içinden çıkmış gibi bir ses, sanki ben orada değilmişim gibi konuştu. Sanki ben... Kimsenin karnında büyümeyen bir şeydim de... Şimdi başkasının karnından alınan bir boşlukla aynıydım. Üstünde yattığım sedyede kaç bebek doğdu, kaç kadın bebeğini kaybetti… Kaç ruh, kaç bedenle birleşti… Bilmiyordum. Ama o an, sanki o sedyeden geçen herkesin fiziksel ve ruhsal sancıları benim içime akmıştı. İçimdeki boşlukta, öylece içimin duvarlarını yumrukluyorlardı sanki…
Birileri üzerimi örtmeye başladı. Bacaklarım kapanmadan önce, son kez dua ettim. Kaç kez hayal kırıklığına uğramıştı dualarım hatırlamıyordum ama… Bir kez daha yalvardım, kime yalvardığımı bile bilmeden…
Lütfen… Lütfen hala orada olsun. Lütfen… Annesi gibi inatçı olsun, tutunmuş olsun bana… Yosun’um ben. Yaşamak istemediğimde bile başkalarının sırtına yapışır, oraya tutunur büyümenin, hayatta kalmanın bir yolunu bulurum. Tıpkı beni istemeyen annemin rahmine tutunduğum gibi… Tıpkı beni kuru bir aşkla kandıran ve yıllarca bekleten Levent’e tutunduğum gibi… Tıpkı… Özgür’e, Özgür’ün bütün gölgelerine yıllarca sıkı sıkıya tutunduğum gibi…
Gözyaşlarım, donuk suratımdan aşağı doğru süzülürken gördüğüm bir çift göz, duamın yine kimsenin kulağına dahi değmeden bana geri döndüğünün kanıtı gibi, yüzüme acıyarak bakıyordu.
Ve en çok da o sırada fark ettim; ben daha hazır bile olmadan... Bana hiç sorulmadan... İçimden bir çocuk alındı. Büyüyemeden, adını bile duymadan... Kime ait olduğunu dahi bilmeden.
Bebeğim, belki daha ruhu bile üflenmeden ona, kayıp gitti bedenimden…
Belki annesinin zayıf bedeninden bir yıldız gibi kaydı… Belki kendi hayatını güçlükle yaşayan annesine yük olmamak için gitti… Belki… Beni istemedi…
Hangisi bilmiyordum. Bir önemi de yoktu artık.
Ameliyathane ışıkları benim içimdeki son umut ışığıymış gibi sönerken aklımdan geçen son cümleyle sarsıldım.
‘Neden bana hep çok görülüyordu ki azıcık mutluluk…’
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
Loş bir hastane odasında, taş gibi ağır bedenimle, acımla baş başa geçirdiğim belki onuncu saniye belki onuncu yıldı. Bedenimin tam ortasından geçip duran ağrılar olmasa çoktan öldüğümü düşünürdüm… Dakikalardır izlediğim karnımın üzerindeki beyaz gazlı bez, sargı değil de, artık orada hiçbir şeyin olmadığını hatırlatan bir mezar taşı gibiydi.
Nefesinden önce acısını hissettiğim bebeğimin boşluğuna bakarken, boşluğuyla beni içine çekecek gibi oldu birden. Zihnim öyle kötü bir yerdeydi ki… Kendi içimin beni çekip hapsedeceğini düşünmek beni birden dehşete düşürdü. Sanki içim çürümüş, içine düştüğünü öldürüyordu. O an ölmek istemediğimden değil de, kendi içimde ölme fikri zihnimin sancımasına sebep olduğundan, irkildim ve ilk kez korktum ölmekten.
O kadar mı kötüydü içim? O kadar mı yaşanacak bir yer değildi? Ne içime düşen aşklar yaşıyordu, ne içime düşen canlar kalabiliyordu orada… Ben bile yıllarca kendi bedenimin içindeki bir tutsak gibi hissediyordum ya… Belki ondandı. Ben bile kendim hakkında böyle hissettiğim için, kanlı ve canlı bir hapishaneye dönüşüyordum herkes için. Herkes benden kaçıyordu… Kimse bende kalmak istemiyordu…
Benim yüzümden mi bebeğim? Annen kendinde kalamıyor bir türlü diye mi gittin benden? Annenin içi hep boğuk, annenin içi hep sesli, annenin içi hep soğuk diye mi kalamadın? Ben miyim suçlu bebeğim?
İçim eziliyor gibi hissettim bir kez daha. Fiziksel bir acı mıydı, yoksa değil miydi onu bile ayırt edemiyordu puslu zihnim.
İkinci defa yaşıyordum bunu… İkinci kez kaybediyordum bebeğimi… İlkinde bilincim açıkken, korkunç bir kadının çirkin aşkı yüzünden kurban edilmiştik ilk bebeğimle. O da ben de o gece o sedyede yok olmuştuk. Şimdi ise, hamile olduğumu bile bilmeden… Onu daha hissedemeden… Tüm karmaşanın ve kaosun orta yerinde bir çiçek gibi açmış ve bir nefeste solmuştu. Artık üç kişiydik tek bedende, yitip giden…
Sadece bir saat... Bir saat olmuştu mucize ve yıkıma aynı anda şahit olalı. Bir daha anne olamayacağımı bilirken, mucize olmuştu. Bereketsiz saydığım bedenim, içeriden çiçek açmaya başlamıştı. Ama sadece birkaç hafta dayanabilmiş, solup gitmişti hemen... Aşık olduğum sevgilimle mucize yaratmış ve tam da bize yakışır şekilde, hızlıca kaybetmiştik onu da... Bana ilk kez duymayı hayal dahi edemeyeceğim aşk cümleleri söylediği gecenin sabahı... Sanki aciz bedenime çokmuş iki mucize birden gibi, biri bana gelirken diğerinin gitmesi gerekiyormuş gibi…
Gözyaşlarım artık bana hiç sormadan kendi yolunu bularak durmaksızın akarken hıçkıramıyordum bile. Burnumun kenarından yanaklarıma süzülen yaşlar, yastığın kenarına doğru akar gibi değil… Sanki benden kaçıyor gibi ilerliyordu. Gözyaşım bile bana tahammül edemiyor gibiydi. Parçalarım beni tek tek terk etmeye hazırlanıyorsa, bir noktada tamamen yok olmam gerekmez miydi?
Var mıydım ki…
Kabustu belki... Belki birazdan uyanacak, Özgür'ün kollarında ağlayacaktım. Gördüğüm kabusu anlatıp, onun beni yatıştırmak için şakaklarıma minik öpücükler kondurmasına izin verecektim… O bana rüyalar ve kabuslarla ilgili bilimsel açıklamalar yapıp çarpık zihnimi rahatlatacak, kafamın asla basmadığı şeyler anlatacaktı…
‘Lütfen öyle olsun,’ diye dua etmeye başladım, dudaklarım kımıldamadan. ‘Lütfen kabus olsun, lütfen… Bu acıya dayanamam… İkinci kez kaldıramam…’
Kabusumda kapı açıldı. Kafamı çevirmedim. Çünkü göz göze gelirsem o kapıdan girenlerle... Kabusun ta kendisi olduğum yüzüme vurulacaktı. Ama olmayan talihim, bütün duyu organlarımın sonuna kadar açılmasına izin vermiş ve odaya giren o metal kokusundan az evvel içimden bebeğimi, ona ‘parça’ diyerek alan doktorun geldiğini çarpmıştı yüzüme. Kabus değildi… Kabus olsaydı… Kabus olmalıydı… Kabusken bile yeterince acıyordu ama değildi…
Dayanamıyorum…
“Şanslısınız. Enfeksiyon oluşmamış. Zamanında müdahale ettik. Birkaç gün hafif kanama olacak.” Doktor, benim içimle alay eder gibi şanslı olduğumu söylüyordu yanında dikilen Bay K'ye... Kaybımı, bir şans olarak tanımlıyordu…
Ayak sesleri beynimi deler gibi bana yaklaştıkça, yattığım hasta yatağına gömüldüm. Doktor yanıma yaklaşırken temkinliydi. Birkaç saniye beton kadar ağır hissettiğim yüzüme baktı. Gözlerine bakınca midem bulanır sanmıştım ama öyle olmadı. Belki o an, bir kadının gözlerine bakmak, bir kadının yaşayabileceği en büyük acılardan birini yaşarken biraz olsun güvende hissettirmişti. Yaşlı kadın, birkaç saniye dudaklarını içe kıvırıp şefkatle baktı bana. Sonra usulca elini, ateşimi ölçer gibi alnıma koydu. Eli alnıma değdiği an saniyesinde tekrar ağlamaya başladım. Ateşime bakmıyordu. Sanki beynimin içindeki acıyı da tıpkı karnımdaki bebeği söküp aldığı gibi almak istiyordu. Kadın, koyu kahverengi gözleriyle gözlerimin içinden zihnime sızarken, alnıma yasladığı eli yanaklarıma kaydı. Gözyaşlarımı usulca avuç içlerine doldururken,
“Geçecek...” diye fısıldadı usulca. “Güzel kızım benim, söz geçecek...” Kafamı yana eğip, varlığını daha birkaç dakikadır bildiğim o yaşlı kadını; ellerini yanağımdan çekmesin diye yanağımla omzum arasında hapsettim... Az önce o eller içimden kazımamış gibi en çok istediğimi... Benim boşluğumda gezinmemiş gibi... Belki binlerce çocuğu doğurtan bereketli elleri, annemden bile görmediğim şefkati birkaç saniyeliğine bana verdi diyeydi. Belki... Kaybettiğim bebeğime bir tek o dokundu diye... Dakikalarca öyle durdu kadın. “Bazı inanışlarda düşük için içe doğum derler, duymuş muydun hiç?” Hıçkırıklarım arasında, kafamı iki yana salladım. Öyle sıkı tutmuştum ki kadının elini, bir milim oynamadı. Elini çekmeden sedyenin ucuna oturdu. Doktor değil, anne şefkatiyle, “Mezopotamya’da rahim, tanrıçaların geçiş kapısıdır. Ama bazen bu kapı tersine açılır. Yani bebek dışarı değil, içeri alınır. Ters doğum da derler... Yani o sen, kendini baştan doğur diye senin içine doğdu gibi düşün.” Boştaki eliyle saçlarımı okşadı. “Biliyorum zor güzel kızım, ama bedenin de ruhun da bu kadar yorgunken azıcık olsun dirayetli ol. Söz... Söz geçecek.”
Yaşlı kadın, sanki o gidince de ihtiyaç duyacakmışım gibi, birkaç dakika daha saçlarımı okşadı. Ardından odadan ayrıldı sessizce. Bay K, pencere pervazına yaslanmış bekliyordu. Bir süre konuşmadı, ben de ona bakamadım zaten.
“Anıl dışarıda... Seni yormak istemedi.” dedi, fısıldıyormuş kadar sessiz bir tonla. Sanki beni rahatsız etmek istemiyormuş gibi, parmak uçlarında sarf ediyordu kelimeleri. “Ama istediğin an gelirmiş, öyle söyledi.”
Cevap vermedim. Kımıldayamıyordum. Dudaklarımı nasıl aralamam gerektiğini, kelimeleri dilime nasıl yerleştireceğimi bile unutmuştum sanki. Gözyaşlarım, ameliyat önlüğünün yakasını ıslatmış, boynumu üşütüyordu. Bay K, sessizliği bir kez daha bozmaya çalışarak,
“Günseli Hanım benim doğumumu yapan doktor... Annemin de yakın arkadaşı. Ben komaya girdiğimde anneme çok destek olmuş manevi olarak.” dedi, ondan beklemediğim bir yumuşaklıkla. Neredeyse şefkat sanacaktım sesinde duyduğum yumuşak tınıyı. “Aslında emekli oldu on yıl önce. Sadece özel durumlarda kliniğini açıyor.” Demek Günseli’ydiadı… Saç tutamlarımın arasında desteğini hissediyordum hala. Usulca gözlerimi kapatıp bana şefkat gösterdiği o birkaç dakikayı yeniden canlandırdım gözlerimde, çaresizce. “Son on yıldır Hindistan, Endonezya ve Anadolu’da kadın çemberlerine, şamanik doğum ritüellerine ve yas terapilerine katılıyor.” Bay K, pencerenin yanındaki küçük raftan bir kitap seçti ve ellerinin arasına alıp içine göz gezdirmeye başladı. Günseli'nin ‘Kadın Kendini Doğurdu’ adlı kitabıydı bu. Yani… Kapağında öyle yazıyordu en azından. “Travma sonrası bedenle barış, rahimle yeniden bağlantı, düşük sonrası şifa üzerine seminerler veriyor, kitaplar yazıyor...” diye anlatmaya devam etti. Ardından küçük bir gülümseme belirdi dudaklarında. “Başkasına emanet edemezdim seni.”
Yine konuşamadım. Minnettarlığımı dile getirecek halim yoktu, hatta içten içe minnettar hissettiğim için canım sıkıldı. Sonuçta iyimser bir duygu kırıntısıydı, yasımı bölmesine izin vermek istemiyordum.
“Yalnız kalmak ister misin?” diye sordu Bay K, dakikalar sonra. Kafamı hayır der gibi iki yana salladım belli belirsiz bir telaşla. Yalnızlık kaderim gibiydi… Ruhumu aşmıştı artık, bedenimde bile tutunmuyordu hiçbir canlı.
Yalnız kalmaktan nefret ediyorum... Yalnız kalmak istemiyorum... Ölmek istemiyorum... Öldürmek istemiyorum...
“Biliyor musun… Ölmek bile istemiyorum artık Çınar.” dedim birden. Sanki içimde kalan her duyguyu o odada kusup, atmam gerekliymiş gibi... “Ne zaman öyle hissetsem, evren benimle alay eder gibi başka birini alıyor elimden.” Usulca hıçkırdım ama bu bile susturamadı o an beni. “Ben yaşamayı beceremiyorum diye mi yaşatamıyorum içimdeki hiçbir şeyi...” derken ellerimle yüzümü kapatmak zorunda kaldım. Sessiz gözyaşlarım yeniden şiddetlenmişti. Omuzlarım sarsılıyor, dudaklarımdan daha önce duymadığım tiz hıçkırıklar kaçıp duruyordu. “Sanki içime düşen her şey... Her form... Her duygu... Her canlı...” Başımı, bunu reddetmek ister gibi iki yana doğru salladım hızla. “Hemen çürüyor. Yaşatamıyorum.” Bir süre öylece ağladım. Konuşmaya yakın hissettiğim ilk an çıktı son iki kelime dudaklarımdan, hıçkırıklarımla birlikte. “Canım çok acıyor.”
Bay K, iki küçük adımla yanıma gelip yatağın kenarına tünedi. Elini omzuma koyup, kendi bildiği şekilde destek olmaya çalıştı, acemi bir çocuk gibi… Fakat sözleri, toy hareketlerine tezat bir bilgeliğe sahipti.
“Kendini suçlama. Gebelik riskin olsaydı o ilacı sana asla vermezdik. Ama eğer illa bir suçlu arıyorsan beni suçla. Özgür'ü suçla. Levent'i, Hale'yi... Suçlayabileceğin yüzlerce isim var. Ama sen gidip her seferinde bir yolunu buluyor ve kendini suçluyorsun.” dedi, içten içe bana kızarak. Kendimi suçluluk hissimle yıprattığım her anda olduğu gibi…
“Kendimi suçlamak daha kolay... Alışığım.” dedim burnumu çekerek. “Başkalarını suçlamak ya da başkasından duygu dilenip elde edemeyince ağlamak istemiyorum.” Burnumdan keskin bir nefes çektim. “Her hata benim. Her duygu benim içimde... Her şey benim. Ben artık başkasına ait hiçbir şey istemiyorum Çınar.”
“Nefret de, öfke de sana ait olabilir ama... Değil mi?” diye sordu, Günseli’yi taklit edercesine saçımı okşayarak. “Birilerinden nefret etmekten, birilerine öfkelenmekten çekinme.” Hafifçe yüzüme doğru eğildi, benimle göz teması kurmanın bir yolunu bulmak için. “Benden başla istersen... Bana kız. Küfret... O ilacı ben temin ettim. Her ne kadar hamile kalman imkansız gibi düşünsek de, ben bizzat teyit etmeliydim bunu.”
“Öyle söylemişti doktorum...” dedim, solur gibi. “Öyle sanıyordum.”
“Bak yine kendini suçlayacak bir yer yakaladın söylediğim onca şey arasından...” Bay K, buruk bir ifadeyle gülümsedi hafifçe. “Günseli Hanım sevgiyle çözer her şeyi. Sevgi terapilerinin iyi geldiğini söyler bir kayıp sonrası... Ama beni bilirsin. Benim tedavi tekniklerim biraz faklıdır.” Çenemi bir kuş tüyüymüş gibi tutup gözlerimi gözlerine çevirdi. “Sevgiyle kendini iyileştirmeden evvel nefretinle barış.” dedi ve elini çenemden çekip gözlerimin üstüne koydu. “Nefret terapisi diyelim buna. Şu an yaşadığın müthiş acı, en çok kimden nefret etmeni sağlıyor... Düşün bakalım.”
Bay K'nin hipnoz edici sesi kulaklarımdan geçip beynime düştüğü an gözümün önüne tek bir kişinin yüzü geldi;
Annemin.
Gelen geçenin dokunduğu ve başka bir duyguma oynadığı yüzümden, daha kurumamış gözyaşlarım tekrar sicim gibi boşalırken, dudaklarım oynamadı. İç sesim, boşluğumda yankılandı.
Annemden nefret ediyorum. Beni dönüştürdüğü kişiden nefret ediyorum. Kendi anne olamadığı gibi, benim anne olmama da engel oldu. Eğer sağlıklı bir ailem olsaydı... Eğer benim bir gram sevgi için herkesin peşine takılacak biri olmama sebep olmasalardı... Eğer beni sevip, ilk ilgi gösteren adama her şeyimi vermeme yol açmasalardı... Henüz on dokuz yaşında ilk bebeğimi kaybetmezdim belki. Yirmi bir yaşında hamile olduğumu bile anlamayacağım türlü acılara, sırf biraz sevilmek için katlanmazdım...
Annemden nefret ediyorum. Keşke onun rahmine düştüğüm gün, benden kurtulmak istediği an, ben onu zaten çürümeye yüz tutmuş olan içinden zehirleseydim. Belki dünyanın görüp görebileceği en kötü anne-kız ilişkisi hiç var olmasaydı, daha iyi bir yer olurdu burası...
Annemden nefret ediyorum. Beni ayak bağı gördüğü için, herkesin ayağına dolanan ve kimseden kopamayan zayıf birine dönüştürdüğü için beni... Utanmadan bana evrenin en arsız bitkisinin adını koyup, benimle alay ettiği için...
Anne olmayı o kadar çok istiyordum ki... Elimden ikinci kez alınan bu his o an vücudumu sardığında nefret edebileceğim yüzlerce kişi arasından zihnim bir tek annemi seçiyordu. Belki bana anneliği öğretmediği, anneliği tattırmadığı için bedenimin hafızası bu hissi reddediyordu. Belki bana acıyı tattıran ilk kişi annem olduğu için bedenim korkuyordur anne olmaktan... Belki ben onları istesem de, onlar benden korkup kaçıyordu...
“Dayanamıyorum...” Ellerimle Bay K'nin gözlerimin üstündeki elini kavradım. Yüzümden söker atar gibi savurdum onu. Yüzümü yastığa gömüp tekrar hıçkırarak ağlamaya başladım. “Dayanamıyorum... Olmuyor. Hiçbir şey işe yaramıyor.”
Bay K, defalarca şahit olmuştu ağlamalarıma. Yüzlerce kez ağlamıştım yanında... İsimler değişmişti. Yerler, zamanlar… Acıların rengi bazen canlı, bazen soluktu... Ama değişmeyen tek şey, sürekli acı çeken ben ve benimle zerre kadar empatikuramayan hissiz bir adamdı. Konuşmadı. Ben acılar içinde kıvranırken, elimi tuttu sadece.
Birkaç dakika sonra kapının sesini duydum. Ağlama seslerime, çığlıklarıma ve haykırışlarıma karışan bir kapı gıcırtısı... Bay K elimi son kez sıkıp, yanımdan uzaklaştığında gelen kişinin kim olduğunu sorgulamadım bile. Alışıktım herkesi acımla, gözyaşımla rahatsız etmeye. Yabancı ya da tanıdık, mühim değildi.
Odaya giren kişinin kolları vücuduma sarıldığı an incecik kollarından Anıl olduğunu anladım.
“Keşke acını üstüme alabilsem...” Anıl'ın kolları bedenimi sardığında, tırnaklarımı kollarına geçirdim.
“Dayanamıyorum...” Bildiğim tek kelime buymuş gibi, sayıklayıp duruyordum hala. Göğüs kafeslerimiz birbirine değiyordu, kalbinin atışını uyuşmuş kalbimin üstünde hissediyordum. Anıl, birkaç dakika sırtımı sıvazladı hiçbir şey söylemeden. Saçlarımı okşadı. Her hıçkırığımın arasında derin nefesler aldı. Nerede ne konuşacağını bilmeyen bir çocuk gibi, ne diyeceğini seçmeye çalışıyordu o an, biliyordum. Kafamı omzundan çekip, gözlerine baktım. Gözleri kıpkırmızıydı. Ne zaman göz teması kursak böyle anlarda, hemen konuşmaya başlardı ya panikten… Yine öyle oldu. Bir anda, hiç beklenmedik bir cümle döküldü dudaklarından.
“Bugün doğum günüm biliyor musun?” Göz göze kaldığımızda konuşmaya devam edemezmiş gibi, elini enseme atıp yüzümü tekrar göğsüne bastırdı. Usulca saçlarımı okşarken, masal anlatır gibi konuşmaya devam etti. Sanki anlattığı acıları değilmiş de, bir gece masalıymış gibi… Yumuşacıktı sesi. “Annemi tanımıyorum. Nasıl biriydi bilmiyorum. Gözlerim kime benziyor... Huyum suyum kimden geldi, hiçbir fikrim yok. Annesizim, babasızım... Soyu sopu olmayan bi' sokak çocuğuyum ben.” diye fısıldadı Anıl kulağıma, hayatının en büyük sırrını paylaşırmış gibi. “Ama Yosun... Eğer seçme şansım olsaydı, seni annem olarak seçerdim.” Usulca burnunu çekti. “Yemin ederim.”
Dayanamayıp, yüzümü tekrar ona çevirdim.
“Doğum günün mü...” diye sordum, şaşkınlıkla, puslu gözlerimin altından, onun tanıdık yüz hatlarını seçmeye çalışarak. Aklım oraya takılmıştı…“Bugün mü?”
Anıl, başını öne doğru sallayarak beni onayladığında göğüs kafesimin sahip olduğu tüm kemikler aynı anda sızladı… Anıl ile hiç beklenmedik anlarda, çarpık bağlarla birbirine geçen hayatlarımız, mahvımız olmaya yemin etmiş gibi, her seferinde daha acımasız tesadüflerle çarpıyordu yüzlerimize…
“Birkaç dakika önce, beş şubata girdik, resmi olarak doğum günüm… Gel...” diye fısıldadı, kolunu hafifçe bana sarıp hastane yatağında yanıma kıvrılırken. Belimin altında kalan kolunu öne doğru uzattığında, onu hiç görmediğim kadar dikkatli bakışlara, özenli dokunuşlara sahipti. Elini usulca sargı bezlerinin üstüne koydu, arada yalnızca yarım santim bırakarak, sadece avcunun gölgesini değdirdi karnıma, canım acımasın diye. “Kaç sene önce bilmem... Ama doğum günümdü. Sokakta kaldığım dönem... Çocuğum daha. Özgür de yoktu... Bi’ hamburgercide bir çocuğun doğum gününü kutluyorlardı. Annesi köşede oturmuş, gözünü tek bir saniye ayırmadan arkadaşlarıyla oynayan ve eğlenen oğlunu izliyordu. İçeri girdim... O kadının göz hizasına oturdum. Birkaç dakikalığına bana baksın istedim. Bakmadı. Çalışanlar beni mekandan kovmadan önce dakikalarca kadına baktım. Yüzünü ezberledim. Oğluna bakarken nasıl nefes alıyor, gözleri nasıl parlıyor diye... Sonra her doğum günümde o kadını getirdim gözümün önüne.” Acısını saçlarımın arasına saklamak ister gibi, dudaklarını bir anlığına başımın üstüne bastırdı, titreyen dudaklarıyla öptü beni, usulca. “Bugün senin bebeğini kaybettiğini duyduğum an, aynı şeyi hissettim. Duruyoruz anasını satayım... Bakmıyorlar bize. Ne anne, ne baba ne de çocuk olabiliyoruz. Çok görüyorlar bize her şeyi.” Ağlarken sarsılan omuzlarım, Anıl’ın gövdesine çarptığında fark ettim, gözyaşlarımın bir kez daha şiddetlendiğini. Anıl, beni yatıştırmak ister gibi, omuzlarımı okşadı sıkıca. “Ama sana söz, bir gün bir bebeğin olduğunda sen onu o kadın gibi izlerken tam karşına oturacağım. Ve sen bana bakıp, beni iyileştireceksin. Çünkü biliyorum, senin içinde herkese yetecek kadar sevgi ve şefkat var.” Dudaklarının buruk bir biçimde kıvrıldığını, saçlarımın arasında hissettim. Şakaklarımda biriken yaşları Anıl’ın tişörtüne sildim. O yumuşacık sesiyle, “Ağla, üzül bir şey diyemem... Ama biliyorum. Bir gün hem anne olacaksın, hem çocuk... Hem kendi çocuğunu büyüteceksin, hem kendini, hem de bizi...” diye fısıldarken kulağıma, bağırmaya benzer bir hıçkırık kaçtı boğazımdan. Anıl, ses tonunu aynı çizgide tutuyor, saçlarımı ve kollarımı sırayla okşayıp beni teselli etmenin bir yolunu bulana dek, deniyordu. “Doğum günü dileğim bu. Bir gün, hem kendini hem bebeğini hem de beni baştan doğurman.” Anıl, kollarımı tutup beni hafifçe yüzünün hizasına kaldırdı, yaşlı gözlerime gözlerini dikerek, ağladığımın farkında değilmiş kadar içten, tatlı bir gülüşle, “Söz, uslu bir çocuk olacağım.” dedi bana alttan bir bakış atarak. Ellerinin arasında hafifçe titredim, Anıl beni kollarına çekip başımı omzuna yasladı tekrar. Yerim orasıymış gibi… Saçlarımı okşadı, ağır ağır. Birkaç uzun dakika boyunca, sessizce ağladım oracıkta. Sonra aniden, aklıma gelen ve bir noktada yüzleşmem gerektiğini bildiğim o korkuyla, başımı kaldırdım. Sesimi sabit tutmaya çalışsam da, her şeyimle titriyordum. Varımla yoğumla çabaladım, o cümlenin ağzımdan çıkabilmesi için…
“Bebeğimi gömmek istiyorum Anıl… Minicik de olsa… Tırnak ucu kadar da olsa… Lütfen. Çöp gibi atmasınlar… Söyle olur mu?” dedim, hıçkırıklarımın arasından. Anıl, başını yana eğerek, bana nasıl perişan bir duruma düştüğünü ilk kez açık eden o bakışını attı.
“Yosun… Düşünme öyle şeyler lütfen.” diye fısıldadı, pürüzlü sesiyle.
“Anıl ne olur… İlk bebeğim gibi olmasın. Ne olur en azından özlediğimde gideceğim bir yer olsun…” Ellerimle tişörtünü avuçladım ve yalvardım ona… En azından bu kadarına hakkım olmalıydı. En azından… Kaybımın bir yeri olmalıydı, hiçbir şeye sahip olamamıştı, bari bir adrese sahip olsun istiyordum…
“Yosun daha birkaç haftalık bir şey… Daha bebek bile diyemiyor doktorlar.” dedi Anıl, çekingen bir tavırla.
“Ne demek daha bebek bile diyemiyorlar?” diye bağırdım yatakta dikilirken. Karnım acıdı, iki büklüm oldum. Dişlerimin arasından konuşmaya devam ederken, Anıl beni tutup uzanmamı sağlamaya çalışıyordu. “Bebeğim o benim! Tek bir hücre bile olsa benim bebeğim! Özgür’le benim…” diye konuştum acıyla dişlerimi sıkarak. Anıl beni geri yatırıp kollarının arasına çekti. Bu kez sargılarımın üstüne dokundu, orayı iyileştirmek ister gibi, yavaş yavaş okşayarak.
“Özür dilerim…” diye fısıldadı kulağıma doğru, sanki uyutmaya çalıştığı bir bebekmişim gibi hafifçe sallıyordu bedenimi. “Buluruz bir çaresini tamam… Ağlama.”
Hıçkırıklarla sarsılan bedenim, bebeğimi her şeyiyle kaybetmekten korkan titrek ruhum, pes etti biraz sonra… Onun yumuşacık sözleriyle yatıştım, kollarında uyuyakaldım.
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
“Onu bana verin…” diye fısıldadı Yosun, gözleri yavaş yavaş uykuya teslim olurken. “Ben de toprağa…” Son kelimesi yokluğa karıştı, Yosun, hayatının en derin uykularından birine doğru yola çıkalı birkaç dakika olmuştu, ama uykusunda bile acı çekiyordu.
Anıl, oturduğu yerde çakılı kaldı, uzun dakikalar boyunca. Ne zaman ki Yosun’un yüzündeki kaslar biraz olsun gevşedi, onun da içi bir nebze rahatladı. Gözleri, Yosun’un gevşemiş mimiklerinde gezindi ezberler gibi. Yalancı bir huzur vardı orada, geçici bir bilinç kaybı… Anıl sıkıntılı birkaç nefes aldı üst üste. Kımıldamıyordu. Gözlerini dahi kırpmıyordu. Sadece… Yosun’a karşı geçmişte ve şu anda hissettiği her duygu birbirine karışıp düğümlenmiş gibi, yaşlarla parıldayan gözleriyle ona bakıyordu. Tek bir damla düşmüyordu oradan, Anıl’ın gözleri, sanki ihtiyaçları varmış gibi hepsine tutunuyordu sıkıca. Onun gizli gizli ağlayışları… Bazı dönemlerde her gece… Gözlerinin biraz daha su kaybı yaşamaya tahammülü kalmamış gibiydi.
Nefesini tutarak ayağa kalktı. Yosun’a doğru, onu rahatsız etme ihtimali olmayan bir mesafede eğildi. Gözlerini kapatıp bir saniyeliğine iyi hissetmeye çalıştı, konuşurken ağlamaktan korktuğu için.
“Sen önce kendini büyüt aptal kız… Şuna bak, küçücük kaldın. Önce kendi karnını düzenli olarak doyurmayı öğren…” Kendi kendine güldü. Ardından içi acımış gibi yüzünü buruşturdu gözleri bir kez daha kapanırken. “Şaka şaka… Süper bir anne olurdun, küçük gördüğümden değil… Sadece… Özür dilerim… Artık sana iyi bakacağım hep. Ölene kadar düzgün beslendiğinden emin olacağım. Ve belki bir gün… Yeniden anne olmaya karar verirsen… Onun amcası değil dayısı kimliğini taşıyacağım, senin için. Özgür bok yesin ne yapayım.” Bir kez daha güldü Anıl, uzanıp Yosun’un alnına, kuş tüyü kadar hafif bir öpücük bıraktı ve parmaklarının uçlarında ayrıldı odadan.
Kasvetli hastane koridorunda yürümeye başlayalı birkaç saniye olmuştu henüz. Telefonuna düşen onlarca cevapsız arama vardı. Anıl, daha fazlasını kaldıramayacakmış gibi, tükenmiş bir nefes verdi, omuzları hafifçe çökerken. Tam da bu sırada telefonu çalmaya başladı. Arayan Bora’ydı. Anıl hızlı birkaç adımla bulduğu ilk boş odaya girdi ve tüm sesleri dışarıya hapsederek, kapıyı arkasından kapattı.
“Efendim.” dedi, yüzündeki karmaşık ve yoğun ifadeye tezat, özellikle uykuluymuş gibi çıkardığı ses tonuyla.
“Oğlum neredesiniz siz?” diye sordu Bora, rahatlama ve endişe karışımı ses tonuyla.
“Ya siktir git, uyuyorum arama beni!” dedi Anıl sahte bir huysuzlukla. “Gecenin bir vakti deli mi sikti sizi bi’ Özgür bi’ sen…” Gözlerini kapatıp güçlü durmaya çalışırcasına sessiz nefesler aldı. Rol yapmak o kadar zordu ki o an… Her an huysuzluğuna gözyaşları karışacak gibiydi. Derin bir nefes alması gerekti olduğu yerde.
“Özgür Oylum ile yemeğe gitti de aklı sizde kaldı be oğlum, evden kimse açmayınca… Yosun’u da çok merak etti, hasta mıymış biraz ne, öyle bir şey-“
“İyi iyi. Alt tarafı biraz kabız olmuş, abartmasın. Sıcak bir şeyler içti uyudu. Uyuyoruz! Saat kaç! Kapat artık.”
“Tamam be ağlama! İyi uykular, biz itiz zaten çalışırız sabaha kadar!” dedi ve sonunda telefonu kapattı Bora. Anıl rahat bir nefes aldı.
O kasvetli koridorda yürürken gözlerinden geçen koyu gölgeler, bir noktada görüşünü bulandırdı. O ana dek, Anıl’ın aklındaki tek şey Yosun’un bitap düşmüş hali ve onun kaybıydı. Ama şimdi… Anıl’ın gözlerinden bir damla yaş şakaklarına doğru yuvarlandı. Elinin tersiyle sildi hızlıca. Özgür… O da bebeğini kaybetmişti… Haberi bile yoktu… Hiçbir zaman öğrenmesin diye dua edecekti o gece. Sevdiği herkesi tek tek kaybeden bir adam; sonunda hayatını geri kazanmaya çalışırken bir de bununla sınanmamalıydı. Ama Yosun... Öğrenmesiyle kaybetmesi bir olan, zaten yıllardır anne ve annelik konusunda defalarca kez sınanan Yosun… İki bebeğinin kaybını da daima göğüs kafesinde taşıyıp, nereye giderse yanında götürmek zorunda olacak Yosun… Anıl’ı doğursaydı keşke. Bu anlamsız hayatında gerçek bir şey yapmış olurdu o da. Birinin hasretinin karşılığı olmak, ve gerçek bir anne tarafından sevilerek büyümek… Yosun’a söylediklerinde ciddiydi. İkisinin hayatını da kurtarabilirdi bu ihtimal… Ama kurtarıcı ihtimallerin hepsi… Onların hayatına değmemeye yemin etmiş gibiydi…
Aslında doğru olan Özgür’e her şeyi anlatmaktı ama şu an, belki de ilk kez kollamak istediği kişinin Yosun olduğunu biliyordu. Seçimi ona bırakmalıydı. Yosun bir de bu yükün altına girmek istemezse ona saygı duyacak, çenesini kapalı tutacaktı. Tek bir kez daha herhangi bir şeye üzülecek stres olacak yeri kalmamıştı çünkü genç kızın. Bedeni kadar zayıf olan ruhu… Yeterince yıpranmıştı.
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
Ayak sesleri, kliniğin fayanslarında yankılanırken, gecenin içinden geçen yorgun bir melodi gibiydi. Anıl’ın zihninde aynı isimler dönüp duruyordu. Özgür. Yosun. Özgür. Yosun. Özgür. Yosun. Ve Yosun’un talihsiz şeyler yaşadığı zaman hiç kana sahip değilmiş gibi solan beyaz yüzü. Ve Özgür’ün… Bebeğini kaybettiğini öğrenme ihtimalinde, yüzüne yerleşecek o ifade; hayatı boyunca hiçbir şey hissetmemiş kadar donuk bir yüz ve histen başka hiçbir şeye sahip olmayan, yakıcı gözler… Anıl delirmek üzereydi. Özgür’ün bu duruma vereceği, her etapta farklı olan tepkilerin her birini biliyordu. Önce donuklaşacak, sonra hızlıca umarsız pozlar kesmeye başlayacak Yosun’u teselli etmek için. Ama sonra… Anıl ile yalnız kalacakları bir an olacak. Özgür, eti koparılıyormuş gibi ağlayacak. Anıl onun sırtına vuracak usul usul… Evde üç kişilik bir oyun başlayacak sonra. Hiçbiri, yani en azından Özgür hariç, çok sıkıştırmayacak Yosun’u, sürekli telkin etmek ister gibi davranmayacaklar. Özgür hep yanında yamacında olacak ama onu telkin etmek için değil, özlemiş, çok özlemiş gibi temas edecek sürekli. Sessiz destek… Anıl ve Bay K ise onu rahat ettirmek için her şeyi yapacaklar alttan alta, hatta Anıl, eski günlere geri dönmüş gibi hissetsin diye sırf, boş meselelere gerilip ona laf çaktıracak. Belki ara sıra kayalıklarda oturacaklar ikisi, belki Yosun… Sadece o ara sırada ağlayacak…
Bunları düşünmek gereksiz ve yersizdi aslında. Özgür’ün bilmediği ihtimali düşünmek elzemdi asıl. Onsuz bir şey çözmeye alışık değildi pek. Her zaman onun sağduyusuna güvenmek, Özgür’ün planının önü açık çizgisinde yürümek güvenli gelmişti ona. Ama şimdi… Yosun ne isterse onu yapacağını, onun için gerekirse Özgür’ün beynini ödünç alıp doğru planlar yaratacağını ve yanından hiç ayrılmayacağını biliyordu. Öyle bir bağ hissetmişti ki… Çok aniydi… Dünyaya karşı ikisi gibi… Özgür’ü abartarak seven, onun ruhunun bu kadar büyük bir üzüntüyle yorulmasını istemeyen, ortak bir yolda omuz omuza yürüyen iki geri zekalı, duygusallık timsali insan… Ortak paydaları için… Ve söz konusu Anıl’sa Yosun için, her şey…
Tanıdık kapının önünde durduğunda tek seferliğine güçlü bir nefes aldı. Öyle perişan hissediyordu ki birazdan yapmak zorunda olduğu konuşma için, bir şekilde güçlenmesi gerekiyordu. Omuzlarını sıkarak dikleştirdi, odanın kapısını tam iki kez tıkladı.
Günseli, lambanın altında dosyalarını inceliyordu. Bir kadının yaşadığına, tam bir kadın gibi tanıklık etmiş elleriyle notlarına dokunuyor, her biriyle birer kalp atışı hatırlıyordu sanki. Anıl içeri girdiği anda, Günseli'nin gözleri onunkiyle buluştu.
“Rahatsız etmiyorum umarım... dedi, Anıl, zoraki bir biçimde tok tutmaya çalıştığı sesiyle. Günseli anaç bir tavırla gülümsedi. Önündeki dosyayı hızlıca kapatıp, eliyle sevimli bir işaret yaptı.
“Gel buyur yavrum. Bir şey mi oldu?”
Anıl, odanın ortasına kadar küçük adımlarla yürüdü. Sanki dudaklarının ucunda, birazdan kuracağı cümlenin provasını yaparak kendini hazırlamaya çalışıyordu. Günseli Hanıma kısa bir baş selamı verdi, ardından,
“Bebeği...” dedi pürüzlü sesiyle, kelimeler boğazında ufak çakıl taşları gibi takılı kalmıştı. “Yosun onu... Toprağa vermek istiyor. Sanırım tıbbi atık olarak geçiyormuş... Onu çöp gibi atmak istemiyoruz. Yani Yosun! İstemiyor... Toprağa teslim etmek istiyoruz. Ne kadar ufak olursa olsun... Toz tanesi kadar da olsa, eğer mümkünse...” Anıl ağzından çıkmak zorunda olan kelimelerden sonra iyice kötüleşmişti. Öyle perişan göründü ki Günseli az kalsın ayaklanıp ona sıkıca sarılacaktı. İçten içe, o kadar çok istedi ki bunu… Derin bir sessizliğin içine daldı. Tıbbın sınırlarından çok daha eski, çok daha kadim bir yerden gelen o yoğun duygu gözlerindeydi. İçindeki anaç yanı konuştu bir an için,
“Bebeğin babası mısın sen?” diye sordu usulca. Anıl başını ağır ağır iki yana doğru sallarken, gözlerine dolan yaşlardan biri kaçmasın diye, bilerek yavaş hareket ediyordu sanki.
“Hayır... Ama annesini ve babasını canımdan çok seviyorum. O da benim parçam gibi.” Anıl, her cümlenin noktasıyla birlikte, saniyeler süren bir yavaşlıkla yutkunuyordu. Ancak bu şekilde sağlayabiliyordu, sesi titremeden devam etmeyi konuşmaya. Günseli gülümsedi. Gencecik çocuklardı... Eğer hayatı farklı bir düzlemde ilerleseydi, karşısında zor bela ayakta duran genç çocuğun yaşında bir torunu olması muhtemeldi. İçindeki her hücre cız etti. Dostluk… Tüm kadim öğretilerden öte, bazen aşktan bile daha kutsal görülen kalp birliği… Yapmak istediği şeyin genel geçer bir kuramda yanlış olduğunu biliyordu fakat kendi doğrularıyla yaşamayı öğreneli çok olmuştu.
“Tıbbi olarak bu, prosedüre aykırı. Ama...” diye başladı cümlesine, sonra ellerini masadan yavaşça çekti. “Ama bu iş, bazen prosedüre değil, ruha hizmet eder. Sana korunaklı, koyu bir kutuda vereceğim. Sızması olmayan, içine mumla yıkanmış yumuşacık bezlere sarılı bir kutu... Hem sizin içiniz rahat etsin. Hem de pek de doğru olmayan bir şey yapan benim...”
Anıl’ın gözlerinden kısacık, sönük bir neşe geçti. “Teşekkür ederim…” diye fısıldadı, soluk verir gibi.
Günseli, onu odada tek başına bırakmadan önce, yanından geçerken bir anlığına omzuna dokundu. O bir anlık el teması öyle yoğun, öyle iyi hissettirdi ki Anıl’a, kadın odadan ayrılır ayrılmaz dizlerini kırarak yere çöktü. Yüzünü kollarına gömüp, kısa bir süreliğine ağlamak için izin verdi kendisine. Ama bu kez de, saatlerdir tuttuğu yaşlar dökülmek istemedi, ondan intikam alır gibi. Anıl derin nefesler aldı. Günseli’ninyarım bıraktığı işine devam etmek ister gibi omzunu okşadı yavaş yavaş. Kendini iyileştirmeliydi ki Yosun’a her açıdan yetebilsin, onu iyileştirebilmek için sakince düşünebilsin istedi…
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
Anıl, titreyen bilekleriyle uzanıp Günseli’nin ellerinin arasında tuttuğu küçük kutuyu teslim aldı, kutsal bir emaneti tutuyormuş gibi, ciddi bir tavırla. Onunla birlikte kliniğin beyaz ışıklarının arasından çıktı. Koridorun yolu, bu sefer daha uzun geldi ona. Her adımda ruhunun içinden bir sızı akıyordu, sanki dehlizlerden ince ince boşalan, katranla kaplanmış bir zehir gibi... Göğüs kafesinin içi boştu, adeta elindeki kutu, ruhunun ağırlığını alıp taşıyordu onun yerine. Fakat o da… Tüm ağırlığıyla birlikte taşımak zorundaydı kutuyu. Henüz bütünlüğünü sağlayamamış, bedenleşememiş bir et parçası, nasıl bu kadar yer kaplayabilirdi ki? Sanki koridorun duvarları onunla doluydu, beyaz duvar boyasını aşındırıyor, kocaman ruhuyla, geçtiği her noktaya değiyordu tek tek. Anıl, o ruh hakkında derin düşüncelere dalmış olduğundan mı yoksa boynunda biriken acı onu, gündelik işlevleri düşünemeyecek kadar perişan ettiğinden mi bilinmez, Günseli’ye veda etme faslı, aklından uçup gitti. Öylece indi merdivenleri, sanki Günseli, ona görünmeden belirli bir mesafede eşlik etmesi gereken bir ruhtu. Somut değil soyut bir destek gibi… Anıl yürüdükleri birkaç metrede varlığını dahi unutmuştu…
Açık havaya çıkar çıkmaz, önce soğuk hava çarptı yüzüne, sonra da Bay K’nin varlığı. Aslında, tanıdığı herhangi birini görmeye hazır değildi o an. Hele Yosun’un acısını paylaştığı başka birini… Arabasının yanında, tanıdık boş ifadesiyle dikilmiş şemsiyesini katlıyordu. Anıl’ın varlığını görmekten ziyade hissetmiş gibi, bakışlarını yukarı çıkardı hızlıca. Gözleri önce Anıl’ın yüzüne, ardından elindeki kutuya kaydı. Soru sormadı. Yüzündeki mimiklerin hiçbiri oynamadı. Sessiz nefesleriyle, Anıl’a doğru yaklaştı sadece. Gözleri hiçbir şey anlatmıyor, fakat çok şey anlıyor gibiydi.
Anıl’ın gözlerinin içine baktı uzun uzun, biraz sonra, gözlerini ondan çekmeden, elindeki kutuya uzandı ve nazikçe aldı onun elinden, yükünü paylaşmak ister gibi… Omzunda tuttuğu hırkasını kutuya sardı. Sanki üşümesin diye sakındığı, uyanacağından korktuğu bir bebek gibi… Dikkatlice tuttu onu kollarının arasında. Ardından yavaşça, arabanın açık olan arka kapısından içeriye koydu ve kapıyı nazikçe ittirdi dirseğiyle. Hala Anıl’ın gözlerindeydi, duygusuz bakışları. Ama yaptığı her hareket, o bakışlara tezatla, öyle duygu dolu hissettiriyordu ki Anıl’a… Bir adım geri attı. Dizleri, onu her an yarı yolda bırakabilecekmiş gibi titriyordu. Midesinin içinde çalkalanıp sancıyan zehir, boğazına doğru tırmanırken sendeledi arkaya doğru.
Bay K, keskin bir refleksle Anıl’a doğru adımladı. Bir elini beline, diğerini omzuna koyup onu arabanın kapısına yaslarken oldukça dikkatli hareket ediyordu. Anıl, şoka uğramış gözleriyle, derin bir kabustan uyanmış gibi Bay K’ye alttan bir bakış attı. O ise çoktan Anıl’ın yüzündeki her çizgiye tek tek inceleyip analiz etme işine başlamıştı. Bakışları gözlerinden gergin şakaklarına, oradan kendisinin bile fark etmeden sıkmakta olduğu çenesine ve sonunda düz bir çizgi gibi içe katlanmış, dudaklarına kaydı. Anıl titreyen dudaklarını, ancak bu yolla zapt edebilmişti. Fakat Bay K’nin bunu anlamasına imkan yoktu, değil mi? Anıl, bir anlığına gözlerini kısarken burnundan kesik bir nefes aldı.
“Güçlü taklidi yapmaya gerek yok...” dedi Bay K uzun süren sessizliğinin sonunda. Sesi yumuşaktı, ama o yumuşaklığa tezat, beton gibi sert bir tınıya da sahipti alttan alta. “Bırak kendini.”
Anıl, bir saniye daha dayandı. Ama hemen sonra, onun bile beklemediği bir anda yaşlar boşaldı gözlerinden. Bundan utanmış gibi başını önüne eğdi ve sonra, yine kendisinden hiç beklemediği bir hareket yaptı; alnını Bay K'nin göğsüne yasladı usulca.
“Boktan bir hayatım oldu... Her türlü kötülüğü, acıyı gördüm sayılır.” dedi, sesi neredeyse boğuk bir iç çekiş gibi çıkıyor, Bay K’nin hemen dibinde duran kulaklarına bile zor ulaşıyordu. “Ama neden bilmiyorum, şu an hissettiğim acı hepsinden daha ağır geliyor. Anlamıyorum...”
Bay K, omzunda duran elini sırtına doğru sarıp onu iyice kendine çekti. Gecenin karanlığı, yumuşak bir kadife gibi üzerlerine çekildi. Belinde duran eli, ince gömleğinin kumaşını kavradı istemsizce, sanki üşümesinden korkuyormuş gibi… Sanki… Böyle küçük korkuları hissetmesi mümkünmüş gibi.
“Kendine benzettin muhtemelen... Empatsın sen de. Yosun gibi... Hem Yosun'un acısını emiyorsun sünger gibi... Hem kendi acınla benzer bir tat bıraktığı için damağında, kendi acınla birleşiyor...” Bay K’nin yumuşacık sesi, Anıl’ın kulağına huzur veren bir frekansmış gibi ulaşıyordu. Adam başını hafifçe ona doğru eğmişti. Dudakları bazı kelimelerde, onun saçlarının arasına değiyordu. “İnsan beyni böyledir. Benzer şeyleri yakaladığı an hemen birleştirir. Büyütür... Sen Özgür'e ayrı, Yosun'a ayrı, kendine ayrı üzüldüğünü sanırken, zihnin hepsini birleştiriyor. Zor olmalı...” Omzundaki el, onu hafifçe okşadığında, Anıl’ın sırtından sert bir ürperti geçti. Bu dünyada en son ikisi kalsa bile şefkat beklemeyeceği duygusuz adam, şu an ona öyle güzel kol kanat germişti ki Anıl bir şekilde daha iyi hissetmeye başladığını biliyordu. Ama bilmek istemiyor, o an hissettiği sıcaklığı görmezden gelmek istercesine gözlerini kapalı tutuyordu sürekli. “O yüzden sana ve Yosun'a imreniyorum. Şu an karanlık bir yoldan yürüdüğünüz için lanetmiş gibi geliyor böyle hissetmek... Her duyguyu yoğun, bambaşka yaşamak... Ama bir de iyi hissettiğinizde yaşadığınızı düşünün.”
Son cümlelerle Anıl’ı gerçek dünyalarına geri döndürdü Bay K. Onun kim olduğunu hatırlamasını sağladı. Gözlerini açtığında, donuk bakmaya başlamıştı yeniden.
“İyi bir şey yaşayabilecekmişim gibi şu siktiğiminhayatında...” dedi, söylenir gibi. Bay K, belli belirsiz bir sesle, kısa bir an için güldü.
“Yaşayacaksınız.” diye fısıldadı, onun sesinden duymayı beklemediği, gerçek bir umutla. “Kadere inanmam. Maneviyatla da alakam yok, biliyorsun. İhtimallere, bilime ve mantığa inanırım ben. Ama ikinizin bir gün mutlu olacağına çok inanıyorum.”
Anıl, içinde duygu barındıran, hoş ses tonunu ilk kez duymuştu. Ve ilk kez, Bay K’nin sandığı kadar yaşlı bir adam olmadığını, aslında hala gençlik çizgisinden henüz ayrılmadığı yaşlarını yaşadığını fark etti. Belki sözleri biraz toy gelmişti kulağına. Belki de normalde hep altmış yaşındaki bir insan ukalalığında konuştuğu için hissedebilmişti bu ayırdı. Yüzünü görmüyor oluşunu fırsat bilerek gülümsedi hafifçe.
“Sen diyorsan kesin mutluluk falan yalan olur.” dedi, sahte bir huysuzlukla. Bay K, azıcık geri çekilip onun gözlerinin içine baktı. İkisi de gülümsüyordu ama farkında değillerdi.
“Yalanları sevmiyor muydun?” diye sordu Bay K, başını hafifçe sağa doğru eğerek. Anıl sessiz kaldı. Saniyeler içinde, yüzündeki ifade eski haline döndü. Göğüs kafesindeki cehennem harlanarak yanmaya başladı yeniden ve Anıl… Gözyaşlarının bir kez daha akmaya başlamasından korktuğu için üst üste yutkundu.
“Özgür'e söyleyecek miyiz?” diye sordu birkaç dakika sonra, konuşur konuşmaz ağlamaya başlamayacağından emin olduğu noktada. Omzunda duran el, hafifçe gerildi.
“Yosun karar verecek.” dedi Bay K, net bir tavırla.
“Sence neye karar verecek?”
Bay K, sessizce güldü. Anıl şaşırmış gibi kaşlarını havaya kaldırdı. Bu sırada Bay K, ona yarım adım yaklaşıp, yüzüne daha yakın olduğu bir noktadan,
“Gelecek öngörülerime inanmadığını sanıyordum?” diye sordu, imalı bir ses tonuyla.
“Kafam basmıyor şu an hiçbir şeye. Ondan soruyorum. Götün kalkmasın hemen.” Anıl o an için Bay K ile arasına ördüğü duvarı geri getirdi, içinde yumuşayan hislere karşı gard alır gibi. “Sahte de olsa doktoru değil miydin bu kızın? Psikolojisine hakim olman lazım. Anlarsın sen...” dedi, gözlerini ondan kaçırırken. Bay K, gözünden her şeyi okuyordu sanki rahatsız edici derecede çok şey anlıyor ve biliyordu bu adam!
“Bana sorarsan söylemeyecek. En azından bir süre...” dedi, Anıl’ın konuyu çektiği önemli yola memnuniyetle girerek. Sonra yüzü bulutlandı birden. “Ama umarım söyler. Bu acıyı tek başına yaşamaya çalışmasını istemem.”
Anıl istemsizce başını salladı, içgüdüsel olarak ona katıldığını göstermek istiyormuş gibi. Kendi için bile dayanılmazdı, Yosun’u düşünemiyordu bile… Özgür’ü öyle çok seviyorlardı ki ikisi de, herhangi bir konuyu saklamak bile yeterince zordu. Konu bir de onun da parçası olan bir ruhtu şimdi…
Anıl bir süre sonra yeniden Bay K’ye doğru kaldırdı başını. Dudaklarını büküp kesik bir nefes aldı.
“Teşekkür ederim.” dedi aniden. Bay K, kendisinden beklemediği kadar büyük bir şaşkınlıkla onun yüzüne bakarken kaşlarını çattı usulca. O an ne kendisine ne de Anıl’a anlam veremiyormuş gibi karmakarışık olmuştu zihni.
Aniden hissetmeye mi başlamıştı?
Hayır. Bu mümkün değildi.
Anıl, ona minnet mi duyuyordu? Nefret etmiyor muydu artık ondan?
Bu, ilk sorudan bile daha az mümkün görünüyordu…
Anıl, utandığı anlarda ısınan yanaklarıyla başını aşağı doğru eğdi. Bu histen nefret ederdi. Kendisine küfretti dudaklarını kımıldatmadan.
“Seni pek sevmem, biliyorsun.” dedi sonunda, bir kez daha gardını alarak. Fakat sonra, fark etmeden gülümsedi hafifçe. “Ama... Hiçbir sik hissedemeyen bir adama göre teselli konusunda fena değilsin.”
Daha iyi hissediyordu. O duygularını kendi için kullanmayı beceremeyen adam, ne yapmış ne etmiş, Anıl’a iyi gelmenin bir yolunu bulmuştu. Sözleri… Dokunuşları… Kutuyu elinden aldığı an… Bütünüyle o kadar yumuşak ve dikkatli davranmıştı ki, Anıl ilk kez iyiye yakın bir şeyler hissetmişti ona karşı.
“Teselliyi en iyi benim gibiler verir. Hisler araya girmeyince daha doğru seçiyorsun kelimeleri.” dedi Bay K, anlayışlı bir ifadeyle gülümseyerek. “Hele ki benim gibi sonradan öğrendiysen...” Sessizce iç çekti ve başını yarım santimliğine, Anıl’ın yüzüne doğru eğdi. “Biliyorum bana güvenmiyorsun ama herhangi bir ihtiyacın olursa ve Özgür'ü meşgul etmemek için geçiştirirsen... Bana gel.”
Anıl, içinde bir sarmal gibi dönen yeni hisle, hafifçe sarsıldı. Güven… Daha önce Özgür ile yaşadığı bir anı hatırladı, oldukça benzer, belki daha sığ bir noktada ama yine de onu artık sahipsiz değilmiş gibi hissettiren, ferahlatıcı bir nefes gibi…
“Neden yardım ediyorsun bana?” diye sordu, sinirlenmiş gibi. Ardından ağzından çıkan kelimedeki yanlışlığı fark edip, telaşla düzeltti kendini. “Bize.”
“Babam benim için sizi kullandı.” dedi Bay K ve o an, Anıl’ın belindeki elini çekmiş olsa da omzunda sol elinin asılı kaldığını fark etti. Düşünmeden hareket etti sonra, kolunu uzatıp Anıl’ın omzuna sardı ve yavaşça dönüp hemen yanına, arabaya yaslanarak dikildi. “Sen de beni kullanabilirsin.” dedi Anıl’a yandan bir gülümsemeyle. Ardından imalı bir ses tonuyla, onu taklit etti, fısıldayarak. “Siz de...” Başını yavaşça Anıl’ın başına doğru yasladı. “Dilediğiniz kadar.” Anıl’dan bir tepki bekliyordu. Geri çekilmesine, onu terslemesine yahut dirseğiyle karnına sağlam bir darbe indirmesine kaç saniye kalmıştı?
Anıl beklediği hiçbir şeyi yapmadı. Sanki ilişki dinamikleri hep böyleymiş gibi doğal bir şekilde, Bay K’nin başına yaslanarak durdu öylece. Galiba gerçek anlamda, aklını kaybedecek kadar perişan haldeydi. Ve kim olduğu fark etmeksizin, temassal bir desteğe ihtiyacı vardı. Bay K, bunu ona veren kişi olabildiği için iyi hissetti.
“Neden? Vicdan azabı çekme kapasiten yok diye biliyorum...” diye sordu Anıl biraz sonra. Bay K hafifçe omuz silkti.
“Vicdanım yok, ama aklım var.” dedi olağan bir sesle. “Hiçbir şey hissetmediğimden hayata dair tek bir motivasyonum bile yok. O yüzden sizin duygularınıza şahit olmak, bana birçok şey öğretiyor.” Bay K’nin gözlerinden alaycı bir parıltı geçti. “Hem... Fena mı... Yosun’un ve senin iki dünyaya yetecek kadar duygunuz var. Belki ben de sizden biraz çalarım... Kazan kazan durumu.”
Anıl gözlerini devirdi ve Bay K o ana, yandan bakışıyla şahit oldu. Saçlarına doğru güldü Anıl’ın. Ardından yavaşça ondan uzaklaşıp, hiçbir şey söylemeden arabanın bagajını açtı ve kese kağıdının içindeki hamburger menüsünü çıkarıp Anıl’a uzattı. Yüzüne çekingen bir ifade yerleşti, bugün gerçekten ne kadar genç yaşta bir adam olduğunu ispatlamaya yemin etmiş gibiydi.
“Yosun ile konuşurken duydum, özür dilerim… Klinik çok sessizdi.” dedi, Anıl’dan hala korkuyormuş gibi. Bu sırada Anıl, hayretten büyüyen gözlerini kese kağıdına dikmişti. “Doğum günün kutlu olsun. Acıkmışsındır.”
Anıl hamburger paketini ondan alırken gözleri doldu. Ağzını açıp teşekkür bile edemedi. Kağıdın ucunu açarken Bay K, paketin altını tutarak ona yardımcı oldu. Ardından çekmedi elini. Anıl, onun elinde tuttuğu paketten yavaş yavaş atıştırmaya başladı, ve sessizce ağlamaya… Gözyaşlarının arasında yuttuğu küçük lokmalar, saniyeler boyunca boğazına takılıyor, ama o yemeye devam etmekten vazgeçmiyordu. Doğum günü hediyesiydi sonuçta… Anıl, hıçkırmamak için derin bir iç çekti. Ne tuhaftı… Çocukluğu boyunca kurduğu hayaller, aradığı şefkat ve ilgi… Bir annenin sevgisi yoluyla değil de garip ve hissiz bir adamdan bahşedilmişti ona. Şimdi yemek yediğinden emin olmak istermiş gibi dikkatli bakışlarla onu izleyen kişi, o hissiz adamdı… Ama içten içe kabullenmişti Anıl. En azından tam da o anda Bay K ona iyi geliyordu.
5 Şubat
Sarı, loş lambalarla aydınlanan sokakta, sırtını boş bir duvara yaslamış, telefonundan üst üste birilerini aramakta olan Özgür, omuzları yavaşça çökerken huzursuz bir iç çekti. Bir araması daha cevapsız kalmıştı. Gözlerini bir saniyeliğine kapatıp başka bir numarayı denedi, ısrarla. Birkaç metre ötesindeki yol kenarına çekilmiş olan siyah Audi’nin içinde kapısı açık şekilde, tek bacağı dışarıda oturan Bora, önünde tuttuğu geniş bilgisayar çantasında bir şey arıyormuş gibi, sabırsızca içini kurcalıyor, ara sıra Özgür’e doğru göz ucuyla baksa da kafası daha çok aradığı şeyle meşgulmüş gibi görünüyordu. Arabanın siyah zeminine koyu kızıl ve çiğ beyazla bir takım minimal desenler çizilmişti. Bora’nın el işçiliği olduğu çok açık olan bu desenler, ince sırımlar halinde tavana doğru uzanıyordu. Özgür dudaklarının arasına bir dal sigara yerleştirirken diğer elinde tuttuğu telefonu sıktı hafifçe. Ceketinin cebine atıp başını geriye doğru yasladığı sırada, sigarasını içti usul usul.
Birkaç dakika sonra, arabanın kapısını kilitleyip yanına doğru yürüyen Bora, ‘Bir sıkıntı mı var?’ der gibi, temkinli bir bakış attı Özgür’e doğru. Özgür boş bakışlarıyla, cebindeki tek kullanımlık telefonu çıkarıp ekranı açtı ve Bora’ya doğru çevirdi.
“Anıl’a verdiğin telefonun numarası bu değil mi?” Özgür’ün sesinden okunuyordu, numaranın Anıl’da olduğunu teyit etmesine dahi ihtiyacının olmadığı. Sanki yine de… Kafasının içinde aradığı bir çıkış yoluydu, içten içe ilk kez hata payına sahip olmak istiyordu sanki. Fakat Bora, başını ‘Evet’ der gibi sallayarak numarayı teyit ettiğinde hata payı ihtimalini bir çırpıda yok etti. Özgür, sıkıntılı bir nefes solurken, “Açmıyor…” dedi, pürüzlü sesiyle. İkinci sigarasının ortasından derin bir duman çekti ciğerlerine. “Keşke Yosun'a da telefon bıraksaydık…” Özgür’ün huzursuz ruh halinin aksine Bora oldukça rahat görünüyordu. Yüzünde imalı bir gülümseme oluştu. Çenesini hafifçe öne doğru iterek,
“Yosun'un yanındaki kasıntı lavuğu ara bu kadar özlediysen...” dedi Özgür’ü uzun zaman sonra ilk kez böyle görmenin, ona verdiği ince keyifle. “Neydi adı... Bay…” Hatırlayamamış gibi kaşlarını çattı bir an. Sonra umursamaz bir ifadeyle kaşlarını havaya kaldırıp omuz silkti, ‘Neyse ne’ der gibi.
“Aradım zaten, o da açmıyor.” Özgür’ün gözlerinden geçen kuşku adlı gölgeler, onu her dakika daha çok sıkıntıya sokuyor gibiydi. Yeterince derin bir pislik çukuruna batmışlardı, sanki daha da dibe inmek mümkün değilmiş gibi görünüyordu. Ama yine de… Özgür… Uğruna ölecek kadar sevdiği iki küçük sorumluluğa sahipti. Kimliğine ters yoğunluktaki sevgi ve kimliğinin en büyük parçası olan sahiplenme ve koruma içgüdüsü birbirine dolanmış, Yosun ve Anıl, iki düğüm olmuştu o zor yumruya. Özgür’ün boğazında duruyorlardı.
Bora, anlayışlı bir ifadeyle toparlanan yüzünü ve temkinli gözlerini ona dikerken, yavaşça omzuna vurdu. “Bir şey olmamıştır, saat geç oldu uyumuştur hepsi.”
“Ben çıkarken uyuyordu Yosun zaten ama... Hasta gibiydi, aklım kaldı.” dedi Özgür, ifadesi endişeli değildi, sabit bir şekilde duruyordu, her zaman olduğu gibi. Boş bakışlarından geçen karanlık gölgeler ve dürüstçe dile getirdiği endişesi hariç, onu ele veren bir şey yoktu. “Anıl'ı aradım kontrol etsin diye ama o da görmedi.”
Bora’nın keyifle parıldayan gözlerine dudaklarının kenarında oluşan imalı gülümseme eşlik etti bir kez daha. Özgür’e alttan bir bakış atarken, o ‘Ne oldu?’ der gibi gözlerini kıstı Bora’ya doğru. Bora, gevşek bir ifadeyle gülerek,
“Pınar'dan sonra birine aşık olacağın yüz yıl düşünsem aklıma gelmezdi.” dediğinde, Özgür de, hoşuna gitmiş gibi güldü ve dişlerinin arasında tuttuğu sigarayı, oradan çekmeden yavaşça öne doğru eğdi başını.
“Benim de…”
Bora birkaç saniyeliğine sessiz kaldı. Ellerini pantolonunun ceplerine attığı sırada, dudaklarındaki keyifli kıvrımlar genişledi. Daldığı yarım saniyelik rüyadan uyanmış gibi, başını salladı hafifçe. “Aklıma sen her ortadan kaybolduğunda benim dükkana sarması geldi Yosun’un.” Kaşları hafifçe yukarı doğru kalkarken, “O zamanlar senin takıntılı hatunlardan biri sanmıştım.” dedi gülerek. Ardından dudaklarını büktü. “Vay be…”
“İnatçıdır…” diye fısıldadı Özgür, gözlerinden hayranlık dolu bir ışık geçti. Ardından yüzünde, bulunduğu ortamda daha ilk dakikalarını geçiriyor olmasına rağmen bunalmış gibi, sıkıntılı çizgiler belirdi. “Neyse, bir an önce bitsin şu gece de gideyim yanına. Bünyesi zayıf zaten, bir de şu ilacın etkisi herhalde bağışıklığı iyice düştü.”
Bora, başını ağır ağır sallarken arkadaşının, o ufak tefek tuhaf kıza, sandığından bile daha çok bağlı olduğunu fark etmiş gibi iç geçirdi, sahte bir baymışlıkla. Özgür’ün bu gece üçüncü kez çıkardığı sigara paketinden bir dal da o çekti ve dudaklarının arasına yerleştirdi.
“Nasıl bi' taktik düşündün Oylum için?” diye sordu, Özgür kendisininkinin ardından onun sigarasını yakarken. “Artık yengeye ayıp olur diye, eski usul birkaç taktiği rafa kaldıracağız gibi…”
Özgür boş bulunmuş gibi, burnundan soluyarak güldü. Bora başını hafifçe sallayıp, ‘Boku yemişsin’ der gibi baktı ona. Özgür başıyla kısa bir hareket yaptı sağına doğru, yan yana yürümeye başladılar, sokağın kenarındaki Arnavut kaldırımlarında. Bora, bu gece neden burada oldukları yeni aklına gelmiş gibi ciddileşti birden. Elinde asılı duran telefonu yukarı kaldırıp notlar kısmını açtı ve önce kendi göz gezdirdi hızlıca. Bu, Oylum hakkında buldukları bilgilerle çıkarılmış uzun bir listeydi.
“Kadın 37 yaşındaymış…” dedi Bora, sayıklar gibi bir ses tonuyla. Ardından dudakları yeniden, alaycı bir ifadeyle yukarı doğru kıvrıldı. Sesindeki alaycı tona tezat sahte bir endişeyle kaşlarını çattı. “Tam yirmi üç yaşındaki bir erkek tarafından dolandırılma yaşıymış, tüh…”
“Siktir git…” dedi Özgür, tıslar gibi gülerek. “Hiç o toplara girmeye gerek kalmayacak, merak etme.”
“Niye bu mekan?” Bora’nın sorduğu soruyla başını hafifçe yukarı kaldıran Özgür, geniş kaldırımın diğer tarafında, üzerinde ‘KUYU’ yazan siyah tabelayla karşılaştı. Dudakları belli belirsiz kıvrılırken, “Girişte telefonları alıyorlar. Karanlık konseptli bir yer…” dedi Özgür, sigarasının dumanını üfleyerek. “Karanlıkta duyular daha belirgin olur, yemeklerden daha çok haz alırsın diye yola çıktılar başta. Ama kısa bir süre sonra, nerede pis iş çeviren ya da karısını kocasını aldatan var, buraya doluşmaya başladı.” Bora, anladığını belli eder gibi başını sallarken Özgür göz ucuyla mekanın karanlık girişine doğru baktı. “İlk buluşma için ideal. Hem kimse bizi yan yana göremez. Hem de o… Ben istediğim sürece.”
“Dinleme cihazı, karanlıkta çekim yapan kamera falan çözmek zor değil ama ya... Kadın ünlü. İsterse iki dakikada bağlantılarını kullanıp ayarlar içeride her şeyi. Yine de karanlığa güvenme fazla.” dedi Bora, alnı hafifçe kırışırken.
“Ayarlasın zaten.” Özgür omuz silkerek güldü, alaycı bir tavırla. “Tedbirli geldim, merak etme.” dedi, kendinden emin ifadesiyle, elini cebine attığı sırada. Cebindeki birkaç küçük teknolojik aygıtı, gizlemesi gereken şeylermiş gibi, dışarı çıkarmadan cebinin kalın kumaşının üstünden gösterdi. Bora, ‘Doğru ya’ der gibi gözlerini kapattı, dudaklarını içe katlayıp gülerek.
“Kafa kalmadı ki... Ondan istedin bunları benden demek.”
Bora bir sigara daha yaktı. Özgür bir süre öylece durup mekanı izledi. Bora’nın dumanla bulanıklaşan görüş açısında da, arka arkaya Kuyu’nun önüne çekilen lüks arabalar ve o arabalardan inen şık kadınlar, zengin adamlar ve valelere verdikleri yüklü bahşişler vardı. Geniş verandayı tırmanan her ziyaretçi, Kuyu’nun kapısından geçerken, bilinmez bir karanlık tarafından yutulmuş gibi görünüyordu. Mekanınsarsılmaz zifiri konsepti, oraya attığın ilk adımla gösteriyordu sanki kendini.
Bora sigarasını, yaslandığı elektrik direğinin kenarında söndürürken Özgür’ün yüzünü inceledi uzun uzun. Sonunda dilinin ucunda dolanıp duran soru, dudaklarının arasından çıktığında, başta kendi bile farkında değildi konuştuğunun.
“Ne yapacaksın her şey bitince?”
Özgür, kararlı bakışlarını Kuyu’dan çekmedi.
“Her şey hazır. Yosun ile Anıl'ı yurtdışına götüreceğim.”
Bora kafası karışmış bir ifadeyle dudaklarını bükerken, kollarını göğsünde çaprazladı. “E ne uğraşıyorsun o zaman? Direkt siktir olup gitsenize abi…”
“Olmaz.” dedi Özgür, bakışlarını Bora’ya çevirirken. “Yosun da Anıl da eğer kaçarak gidersek orada huzurlu olamazlar. En azından onların ismini temize çıkarıp, geleceklerini garanti altına almam lazım.” Onaylamaz bir ifadeyle başını iki yana doğru sallarken gözleri boşluğa daldı. “Yoksa dünyanın öteki ucunda bana bağımlı olarak kaçak hayatı yaşarlarsa, yine aynı sikik döngüde kalırlar.” Kararlı gözleri öyle kendinden emin bir matlığa sahipti ki, sanki dünyayı yok etmesi gerekse bile Yosun ve Anıl’ı güvence altına almadan rahat uyku uyuyamayacaktı. “İstedikleri zaman basıp buraya dönebilmeleri lazım. Hem paraları olmalı, hem hukuken bir sıkıntı olmamalı…”
“Sen ne yapacaksın?” diye sordu Bora, birkaç saniye süren düşünceli sessizliğinin ardından.
“Ben başımın çaresine her türlü bakarım.” dedi Özgür, umursamaz ifadesi ve boş bakışları geri dönerken. “Böcek gibi, her taşın altında yaşarım ben. Bilirsin.” Kendinden emin bir tavırla güldü. Ardından gözleri bir anlığına boşluğa daldı tekrar. “Onlar iyi olsun yeter ki…”
Özgür hiç değişmiyordu. Bora, onu tanıdığı günden beri yarım metre bile ilerlememişti, sürekli yerinde sayıyordu, konu; koruması gereken insanları kollamak olduğunda. Özgür’ün canı kıymetli olmamıştı hiç kendi için. Başına açtığı belalar onu endişelendirmemişti hiç, ta ki o bela, sevdiği insanlardan birine zarar verme ihtimaline dönüşene dek. O zaman da yine yalnızca diğerlerini koruyup kollamaya odaklanır, kendini hiçe saymak konusunda oldukça cömert davranırdı. Çocukluğu boyunca korunmayı uman, uzaklardan bir yerden gelecek olan koruyucuyu bekleyen zarar görmüş çocuk, başkaları için o koruyucuya dönüşmüştü. Başına gelenlerden sonra yaşamaya devam etmek zor olmuştu, hayatını yaşanılabilir kılan tek şey o ikisiydi. Ve onları her koşulda koruyabildiğini bilmek. Bir planı işe yaramadıysa başka bir plana geçmek hızlıca, Yosun’u yaşatmak için öldürmek. Anıl’ı başlarına gelen her şeyin sebebine emanet etmek gerekirse… Özgür son kez üç numarayı da art arda arayıp cevap alamayınca Bay K’nin geçici numarasına öfkeli bir bakış attı. Ardından üstünü başını düzeltip telefonu cebine koyarken Bora’ya temkinli bakışlarını attı son kez.
“Ben içerideyken ara ara Anıl'ı yokla. Aklım kaldı şimdi…”
Bora ona güven veren net tavrıyla başını sallarken Özgür gözlerini Kuyu’ya dikmişti bile. Yüzünde, bir avcınınkine benzeyen, tehlikeli ışık parçaları oluşmuştu. Bora hafifçe omzuna dokunduğunda belli belirsiz irkildi Özgür. Öyle bir kitlenmişti ki Kuyu’nun karanlık girişine…
“Dikkat et içeride... Fazla rahatsın bu sefer, sert kayaya toslama aman…” dedi Bora, Özgür’ün böyle anlardaki umarsız tavırlarını alaya alıyormuş gibi, alttan alta onu uyararak. “Oylum abla biraz sakat bi' tip, ne olacağı belli olmaz. Kimliğini çok ifşalama.” Burnundan nefes verirken kıs kıs güldü. “Gerçi adını soyadını verdin kendin, daha ne açıklayabilirsin…”
“Çok da sikimde değil açıkçası... İsterse vesikalığımı alsın dağıtsın herkese.” Özgür omuz silkti. Sanki birazdan giriş yapacağı karanlık mekana, eğlenmeye gidiyordu sadece. Sanki normal bir hayat yaşayan, yirmi üç yaşındaki genç bir adamdı, ufak tefek dertleri vardı. Yosun ile böyle lüks mekanlardan birinde, tesadüf eseri tanışmışlardı hatta. O gece Yosun’un normal hayatındaki normal bir iş yemeği vardı belki, ya da yüksek lisans tezinin teslim tarihi yaklaşmıştı, ondan katılamamıştı Özgür’e… Özgür düz bakışlarını, bir süredir sessizce duran Bora’ya çevirdi.
“Eskiden keyif alırdın birini kandırmadan önce... Oyun gibi gelirdi.” dedi Bora, içten içe yaşadığı burukluğu gizlemeye çalışırcasına gülerek. Yüzüne sahte bir kuşku oturttu ve tek kaşını kaldırdı. “Yaşlandın mı ne?”
“Sıkıldım.” Özgür’ün dudakları bir anlığına, memnuniyetsiz bir ifadeyle büküldü. “Artık böyle oyunlar hoşuma gitmiyor.” Çünkü artık hayal ettiği tek şey normal bir hayattı. Yosun’un ve Anıl’ın güvende olduğu bir hayat. Geçmişlerinin kötü bir kabusmuş gibi havada toz olduğu, yalnızca geleceklerindeki ‘normal’ günleri düşündükleri bir hayat. “Merak etmiyorum kimseyi zaten. Kafalarının içine girmek istemiyorum.” Zihninin parlak kıvrımlarını, küçücük yaşından itibaren, öyle yoğun kullanmak zorunda kalmıştı ki erkenden sıkılıp bıkmıştı herkesi manipüle edebildiği bilincinden. “Kafalarını sikeyimhepsinin…” dedi, bunalmış bir tavırla iç çekerek.
“On sene sonra nasıl bir herif olacaksın acaba…” Bora, ilk kez Özgür’e gerçek duygularını açık eden, alaycılık duvarlarından uzak, dostane bir bakış attı. “On iki yaşından yirmi üçüne her halini gördüm. Ama bu halini ilk kez görüyorum.” dedi, buruk ama mutlu bir gülümsemeyle. Özgür, alışık olmadığı bu yaklaşıma karşın, tuhaf hissetmiş gibi, konuyu olabildiğince hızlı bir şekilde şakaya vurdu.
“Frontal lob gelişmeye başladı benim herhalde.” dedi, alaycı bir ifadeyle, omuzlarını öne doğru atarak güldüğü sırada. “Tilkilikten emekli olacağım iki seneye zaten.” İşaret ve orta parmağını birleştirip, yavaşça alnının kenarına vurdu. “Geliştiği an, tilki kaçar.” dedi ve Bora’ya sahte bir meydan okumaya benzeyen, imalı bir bakış attı. “Size kolay gelsin.”
Bora sessizce güldü. Özgür’ün yüzündeki tüm kaslar normale dönüp, onun o tanıdık, ifadesiz, donuk yüzüne dönüştü, saniyeler içinde. Bora’ya kısa bir baş hareketi yaparak veda etti ve karanlık kuyuya doğru yürümeye başladı…
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
"Kim demiş? Renklerle sevişirsin, gökkuşağı doğar. Geceyle sevişirsin, yıldızlar doğar. Rüzgarla sevişirsin, fırtına doğar. Ölümle sevişirsin, yaşam doğar. Anladın mı? Sen kutsalsın kadınım. Sen istersen, tüm evren çocuğun olur."
teyzeme haber veresim geliyor, biri sevince dans
ediyorum evin ortasında. Galiba kafayı yedim
Yosun:
Özgür: sen düşük yapmışsın
Yosun:
Özgür: sen düşük yapmışsın
" Özgür üç yıl önce kapımı çaldığında ölüyordum", 3 yıl önce 21 yaşındayken nasıl hala 21
" Özgür üç yıl önce kapımı çaldığında ölüyordum", 3 yıl önce 21 yaşındayken nasıl hala 21
laf sokan anılll 😋
ALLAHIN KAHRETTİĞİ ADAMIN DÖLÜ ERİTTİN BİZİ şapşal ya deli adammm💖💖💖💖
Yaralı kalplerinizden öpüyorum çocuk. Yaralı ruhlarınızdan sarılıyorum.
Yaralı gözlerinizden siliyorum geçmişinizi.
Yaralı zihninizden koruyorum içinizi.
Yaralı bedenlerinizden daha da çok seviyorum sizi.❤️🩹🥹
O sıda "bebeği" düşen yosun
Yosun ve anıl gibi bir empat olarak çok sevdiğim bir arkadaşım da yakın zamanda düşük yaptığı için sanki onu okudum. Hem arkadaşıma hem yosuna hem anıla sarılıp resmen annelik yapmak istedim.( ayrıca benim erkek kardeşimin de doğum günü 5 şubat ve 23 yaşında olduğu için ekstra annelik iç güdüsü hissediyorum artık anıla) Özellikle bebeğin düşükle beraber içe doğum kısmı çok etkiledi. O arkadaşıma da anlatmak istiyorum belki yaralarını az da olsa sarabilirim.
Sen ne yaptın büşra
ELLERİNE SAĞLIK GÜZELLER GÜZELİM
Bunları yaşatan anne babalarına ağır boydan giriyorum ve bu bir hiç neyse içimden sovmeye devam
Umarım ki bu kitabın sonunda yosun hem anne olur hem çocuk olur hem anılın annesi olur
Sevgisi onu da çocuk hissettirir benim de dileğim bu
Lütfen anıl ve yosun mutlu olsun ne olur🖤
Çok ağır
Geldik yine kalbimizi deşmeye