"Kuyu"
0%
Gece 01:57
Yerdeki loş ışıklandırma hariç mekan tamamen karanlığa gömülmüştü. Sanki yalnızca, şık masalara giden ince yolda, insanlar attıkları adımları görebilsinler diye dizilmişti yerdeki ince ledler. Ve sanki aylardır yanıyormuş gibi, bitmeye yüz tutmuş, titrek, zayıf ışıklar yayıyordu zemine. Özgür, rehin kutularına yaklaşmadan hemen önce, telefonunun ucunu cebinden yavaşça çekip saati kontrol etti; 01:57. Tam ikide buluşmak için sözleşmişlerdi. Özgür her zamanki gibi birkaç dakika erken giriş yapmıştı buluşma yerine. Kontrolü elinde tutmak için bilmeden geliştirdiği küçük taktiklerden biriydi bu da.
Karanlıkla başlayan her şey, ancak karanlıkta doğar, filizlenir ve bir zifirinin içinde, doğuştan gelen kasvetiyle yaşamına devam eder diye düşünürdü Özgür hep. Seçtiği mekan, belki de bu sebepten, akıl üstünde mantıklı bir seçimdi. Ama aklının altındaki izbe yerde de, doğru hissettiriyordu bir şekilde. Kapısından içeri adımını atan herkesin görüşünü gasp eden, zaman algısını bozan, her birini, derinlerde sıkı sıkıya sakladıkları duygularla yüzleşmeleri için mecbur bırakan o kuyu… O geceye oldukça uygun bir mekandı.
Karanlıktan da öte, bir karanlık vardı içeride. Özgür gibi. Zihni gibi…
Yerin beş kat altındaki bu restoranın adı boşuna verilmemişti. Merdivene attıkları her adımda kendi mezarlarına iniyordu sanki ziyaretçiler. Onlara kişisel olarak hazırlanmış bir ‘kuyu’ gibi… Yeryüzünden kaçmak gibi… Yüzeyde işler karışında kendini yerin altına saklamak ve orada, en baştan köklenmek gibi… Karanlık kuyunun, siyah dallı ağaçları… Bunun geçici bir kaçış, görmemezliğin verdiği sahte bir illüzyon olduğunun farkında değildi hiçbiri.
Gecenin bir vaktiydi, mekanın açılış saati. Girişte telefonlara, saatlere, hatta bazı takılara bile el konulurdu. Karanlığın verdiği güveni, mantıklı bir yerden de önemsiyordu mekanınkonsepti.
Özgür, zaman kavramını sıfırlamayı planlıyordu o gece. Oylum’un zihnindeki her saate, her saatin bağlı olduğu ahlaki düzleme, ve her düzleme bağlı olan kesin doğrularına saldırmak için…
Eksi beşinci katın kemerli kapısı açılır açılmaz yüzüne çarpan koku, yanık vanilya, ıslak keten ve ağır bir sessizlikle karışmıştı. Kemerli kapı, bir kalbin atışını yavaşça yutmuş gibi ardından kapanırken, Özgür’ün gözleri karanlığa alışmak için hiçbir çaba sarf etmedi. Bu onun sahip olduğu ana elementti. Aydınlık, başkalarının dürüstlüğünü gösterirken onun koyu zihninin durmadan ürettiği taktikleri bozar; karanlık ise Özgür’e şekil verirdi. Yahut hali hazırda var olan engebeli şekline girerdi kolayca. Kıvrılır, sabırla bekler, fısıldar ve o koyu zihninin ev sahipleri olan tilkilerini beslerdi.
İlk adımını attığı an karanlığın bir parçasıymış gibi rahat adımlarla, adeta bir gölge gibi süzüldü içeri. Ayakkabılarının sert tabanı her adımda zeminin dokusunu okuyordu sanki. Her sessiz dokunuş, onu mekânın hafızasını okuyan bir şamana dönüştürüyor gibiydi. Sezileri öyle kuvvetli, zihnini ruhuna bağlayan kalın urganlar öyle sivri hislere sahip, gözleri öyle açıktı ki, duvarların ötesini bile görebiliyormuş gibi hissediyordu. Masalarda oturmuş yemek yiyen, sohbet eden, kirli işlerini el altından halleden her insanı tanıyor, hepsinin zihnini aynı anda okuyabiliyordu sanki. Önceden olsa göğsünün orta yerinde duran ukala kibrini pekiştirirdi bu güç, şimdi hafiften canını sıkmaktan başka bir işe yaramıyordu. Duvarın sol tarafına asılmış, aynaya benzer dikdörtgen panoda göz gezdirdi; kendi yansımasını değil, aynanın ona verebileceği tüm açıları analiz etti tek tek. Eğer biri onu uzaktan izlemeye kalkarsa, duvar onu ele verecekti. Tehlike doğuran karanlık köşe aynası: Birinci kayıt noktası.
Tuhaf biçimlere sahip olan masalar, masaların orta yerine yerleştirilmiş tek bir mum… Titreyen yirmi üç sarı mum ışığı… Öylesine değil, akılcı bir planla. Ortamı aydınlatacak güçte olmasa da sahip olduğu gizlilik oranını bozacak kadar güçlü. Kuyu’nun yanılsaması… Bir gölge hareket ettiğinde, kendi çapından kat be kat büyük görünürdü. Bu gölge oyunu, insanların üstünde psikolojik baskı yaratmak için ideal bir seçenekti. Özgür, kısa bir not geçti zihnine; İnsanları büyük göstermek isteyen mekanlar, onlara güvenmez aslında. Ama güvenilmez olduklarını anlamalarını da istemez, zengin ziyaretçilerinin.
Masaların ortasından gelen zayıf, sarı ışıklar elbette metrekarelerce büyüklükteki alanı aydınlatmaya yetmiyordu. Mekan tamamen karanlığa gömülmüş gibiydi, göz gözü görmüyordu. Ama böyle bir konsepti bile isteye yaratan kişi, elbette kılıfını da hazırlamıştı. Mekanın girişinde önce üstünüzdeki telefon, saat gibi her şeyi rehin kutularına bırakıyor, sonra onun yanında, kişiye özel hazırlanmış başka bir kutuda bulunan özel gözlüğü alıp takıyordunuz. Bu, gözlük şeklindeki özel cihaz, ısı ve mesafe gibi verileri hesaplayıp zihinsel bir harita çıkarıyor, onu kullanan kişiye yön tayini kazandırıyordu. Ama bu, görmek anlamına gelmiyordu elbette. Sadece yönünü bulmaya yardımcı oluyordu bu cihaz, karşısında oturduğu insanın yüzü dahil hiçbir şeyi görmüyordu hala, mekandaki hiç kimse. Görerek değil sezerek buluyorlardı, buluşmak üzere sözleştikleri insanların masalarını.
Garsonlar ise kızılötesi görüş sistemli lenslerle donatılmıştı. Konuşmaları tamamen yasaktı. Kuyu’nun sahip olduğu her detay, karanlığa ve sessizliğe hizmet ediyordu. Siyah duvarlarda yankılanan fısıltılar, bardak tıkırtıları ve gergin nefesler vardı yalnızca. Birkaç küçük para hışırtısı, bu harmoniye, kendi kirli kimliğiyle eşlik ediyordu. Kuyu’da yapılan gizli alışverişler, yalnızca ‘veriş’ kısmını içeriyordu genelde. İçeriye para sokmak yasak değildi çünkü. Beyaz ya da kara olması fark etmezdi…
Mekânın içine konumlandırılmış masalar bile alışılmış düzende değildi. Kavisli, içe bükük, tuhaf biçimleri, Kuyu’ya has bir hava yaratıyordu. Bazı sandalyeler masalardan uzak, bazılarıysa gereğinden fazla yakındı. Mesafeler de tıpkı insanların görüş açısı gibi, simetrik değil, sezgisel olarak tasarlanmıştı
Özgür, önden rezervasyonunu yaptığı ve en köşede duran masaya yönelirken, kısa bir duraksama anı yaşadı. Omuzlarını belli belirsiz geriye attı. Gözlerindeki kararlılık alacalandı birkaç saniyeliğine. Kuyu… Sadece kendine özgü bir konsepte sahip, lüks bir akşam yemeği mekânı değil, onun tahtına temeller atacağı yerdi. Zihni tarafından doğurulan, Yosun ve Anıl’a gerçek bir hayat vermek adlı planın ilk hamlesini burada yapacaktı. Böyle düşününce, her adımının bir kelebek etkisine yol açma ihtimali, Özgür kadar ifadesiz birinin dahi omuzlarını kaskatı yapmıştı, en azından boş bulunduğu birkaç saniye için. Ayırttığı masaya doğru alttan bir bakış attı. Oylum’un masası, stratejik olarak duvara daha yakın konmuştu. Arka tarafı tamamen kapalıydı. ‘Kaçışı zorlaştırır. Güvende hissettirir. Ve kontrol duygusu, kontrol edilen kişiye sunulan en tehlikeli illüzyondur.’ Özgür, zihnine bu kısa notları aldıktan sonra ayarlamıştı o masayı, özellikle.
Masaya varana kadar toplamda yedi adım attı, bu sırada üç garsonla göz teması kurdu. Her biri imtinayla bakışlarını kaçırdı ondan. Hususiyetle talimat almış oldukları açıktı. Oylum’un, ya da onun adına planlarını yapan kişinin özel ricası olmalıydı.
Sandalyeyi hafifçe çekti. Kumaşın zeminde çıkardığı sürtünme sesi bile planının küçük bir parçası gibiydi. Oturdu. Sol bacağını sağının üzerine attı, ellerini masanın iki kenarına yerleştirdi. Bir an için hiç kımıldamadan oturdu. Dinledi. Sol çaprazda biri öksürdü. Sağdan bir çatal sesi geldi. Bütün sesler ayrı ayrı not edildi zihnine.
Bir mekâna girdiğinde dikkat etmen gereken tek şey, yemek yiyeceğin kişi olmamalıydı, bunu çok önceleri öğrenmişti Özgür. Mekanın acil çıkışları, kaçış rotaları, gölgelere gizlenmiş siluetler, dikkatini çektiğin ve bir sebepten dikkatini çeken insanlar… Hepsi, bir bütün olarak potansiyel hamlelerini belirleyecek, orada var olduğun süreçte sana olumlu yahut (çoğunlukla) olumsuz etkileri olacak önemli öğelerdi. Algılarının yüzde yüzünü açık tutmak konusunda üstüne yoktu Özgür’ün. Çünkü eğer bu beceriyi kazanmasaydı, bu yaşına kadar hayatta kalması bile mümkün değildi.
Masasına doğru yaklaşan garsonu göz ucuyla süzdü. Bileğindeki saatin camı çatlamıştı, tırnakları temizdi ve yeni kesilmişti. Gençti. Fazla genç. Belki bu yüzden bu kadar hızlı hareket ediyordu. Yavaşça masaya doğru eğildi. Yüzünü kaldırmadan, Özgür’ün önüne küçük bir not bıraktı.
Notu açmadı ama mürekkebin hâlâ taze olduğunu anlayacak kadar bir sürede inceledi küçük kağıdı. Yazıldığı an, şu andan yalnızca birkaç dakika önceydi. Notu boş tabağın yanındaki boşluğa koydu. Önce mekânın dilini tam olarak anlamalıydı. İçeri giren her bilgi, atılacak her hamleden önce gelmeliydi.
Bir kadeh şarap geldi notun ardı sıra. Garson, ‘Hanımefendiden,’ demedi. Demesine gerek yoktu. Özgür, şarap kadehini kaldırdı. Göz hizasına getirdi. Rengine değil, yansıttığı ışığa baktı. Kadehi dudağına götürmedi.
Bir eli şarap kadehini tutarken boştaki eliyle notu açmaya karar verdi nihayet. Kıvrılmış kâğıt, garip bir şekilde sıcaktı.
Kelimeler el yazısıyla yazılmıştı; tanıdık değil ama kontrollüydü. Harflerin uçları hafifçe kıvrılmış, özenli bir şekilde, ‘Hoş geldin’ yazılmıştı kısaca. Bu iki kelime, sıradan, tekdüze kullanımından çıkmıştı sanki. ‘Yüzünü biliyorum, seni araştırdım, zaafların dahil her şeyi öğrendim.’ der gibiydi. Çarpık, pasif agresif bir güç gösterisi... Özgür güldü.
Gözlerini kaldırdı. Mekan hâlâ ölüm sessizliğine sahipti. Mumlar titriyor, garsonlar gölgeler gibi kayıp gidiyordu karolu zeminde. Ve… O not bir selamlaşma değil; meydan okumaydı.
Özgür notu işaret parmağını üstüne bastırarak kapattı. Taze mürekkep siyah bir leke gibi harflerin etrafına yayıldı. Rahat bir tavırla arkasına yaslanırken gözündeki sezi gözlüğünü çıkardı yavaşça. Özgür’ün ustalıklı güç gösterisi… Kendisi, ortamı sezmek için o cihaza ihtiyaç duymadığını biliyordu. Kadının da bunu bilmesi gerekti. Özgür’ü hafife almak, hayatında vereceği en talihsiz karar olurdu çünkü. İfadesiz yüzüyle kadehe doğru uzandı. Camdan ağzını kendi dudaklarının arasına yerleştirip küçük bir yudum aldı. ‘Senden korkmuyorum Oylum. Ben şu dünyadaki hiç kimseden korkmuyorum. Bir kadeh şaraptan mı çekineceğim?’ Kadının aklını okuyabiliyordu. Küçük hamlelerle Özgür’ün kafasını karıştırmaya, bu karışıklığın onu korkutmasını umarak, telaşa kapılıp ilk hamleyi yapmasını sağlamaya çalışıyordu. Özgür keyifle kıkırdamak istedi fakat ifadesiz ve rahat yüzünü bunun için bile bozmadı. On beş dakika boyunca oturdu öylece. Ara sıra şarabından küçük yudumlar aldı. Doğal refleksler bile göstermedi, diğer bacağının üstüne attığı ayak bileğini hafifçe sallamak gibi şeyler bile yapmadı. Oylum’un onun bu rahat tavrına karşılık, bir noktada kendini göstereceğini biliyordu. İlk hamleyi onun yapmasını istiyordu, taviz vermemesinin temel nedeni de buydu; oyunlarda ilk hamleyi kim yaparsa, karşısındaki rakibi daha avantajlı bir konuma gelirdi. Özgür’ün elinin altındaki sert tabaka, bir yemek masası değildi sanki ikisine özel hazırlanmış üst düzey bir satranç tahtasıydı.
Kulağına ulaşan topuklu ayakkabının ritmik sesi üzerine, başını öne eğip bir saniyeliğine güldü Özgür. Kimsenin fark etmeyeceği kadar kısa bir sürede kendini toparlayıp arkasına yaslandı tekrar. Oylum masanın başında dikildi. Özgür başını kaldırmadı. Kulağına değen kesik nefeslerin tadını çıkardı bir dakika boyunca. Ardından hafifçe yukarı doğru baktı. “Hoş geldin.” dedi imalı bir ses tonuyla. Acele etmeden ayağa kalktı, ağır adımlarıyla masanın karşı tarafına geçip Oylum’un sandalyesini çekti.
“Teşekkür ederim, pek de centilmensin.” diyerek alaycı bir ifadeyle güldü Oylum. Sandalyesine yerleşirken oldukça nahif bir biçimde hareket ediyordu. Özgür’ün elleri sandalyenin sırtlığında öylece durdu biraz. Sonra istemsizce dudakları kıvrılırken, Oylum’un kulağına doğru eğilip, soğuk bir alaycılıkla,
“Hiç değilimdir aslında. Yanlış gözlem.” dedi. Ses tonu oldukça net, tok ve sinir bozucu derecede duygusuzdu. Oylum burnundan solur gibi güldü. Bu sırada Özgür kendi sandalyesine geçip az önceki rahat oturuşuyla bacak bacaküstüne attı.
Bir dakikalık sessizliğin ardından, Özgür ayakkabısının bağcığını düzeltmek bahanesiyle masanın altına eğildi. Avcunun içini bir anlığına sert yüzeye dayadı. Yüzey… Titreşiyordu.
‘Masa ses aktarıyor…’ Özgür kimsenin onu görmediğini bilerek dudaklarını büktü.
Masaya geri döndüğünde bacaklarını bir kez daha çaprazladı. Ellerini, bileklerinin hizasına kadar masaya yerleştirdi. Duruşu rahat ama baskındı. Masanın egemenliğini elinde tutuyormuş gibi bir kendinden eminlik saklıydı omuzlarında.
Oylum, temkinli bakışlarıyla onun yüzünü incelerken Özgür cebinden kare bir aygıt çıkardı. Çakmak boyutundan büyük değildi, onun işlevini de görmüyordu zaten. Masaya, tam da ikisinin ortasına koyduğunda hafifçe titreşti. Özgür’ün dudakları da eşzamanlı olarak kıvrıldı alaycı bir ifadeyle. “Dinleme cihazın çalışmaz, boşuna prodüksiyon yapmışsın.”
Aygıtın, masanın altına doğru yaydığı frekansla tüm iletken yüzeyler anında devre dışı kaldı. Özgür başını hafifçe kaldırdı, tavandaki yansımalara baktı. Bir ışık noktası diğerlerinden bir milisaniye geç tepki veriyordu. Özgür’ün yüzünde sahte bir takdir ifadesi belirdi. Başını ağır ağır sallayarak, “Güzel kamera... Ama yavaş.” dedi, kaşları hafifçe yukarı kalkarken.
Cebinden yeni bir şey daha çıkardığında, bu seferki minik bir kaleme benziyordu. Özgür acele etmeden kapağını çevirir gibi yaptı, tavandaki ışıklar birkaç saniyeliğine kesildi. Kamerayı kör etti. Aynı anda, girişteki sinyal engelleyiciye eşlenmiş olan ikinci cihaz da devreye girdi.
Oylum, rahat tavrıyla kollarını göğsünde çaprazladığı sırada, alaycı bir ifadeyle kaşlarını büktü.
“Ne şimdi bunlar?”
“Baş başa konuşalım istediğim için seni buraya çağırdım Oylum. O yüzden bizi kaydetmeni istemiyorum.” dedi Özgür, herkesin bildiği bir gerçeği dile getiriyormuş gibi bir rahatlıkla. Arkasına yaslanıp hafifçe gözlerini kıstı. “Ama şimdi masada baş başa kaldığımıza göre, geceye başlayabiliriz." dedi, bir anlığına memnun bir ifadeyle gülümseyerek. “Ha bir de…” Başını hafifçe yana eğdi. Burnuna hafifçe sızan nane notalarıyla gülümsedi. Bir erkek parfümünün kalıntısı… Özgür masaya doğru eğilirken yüzündeki gülüş, meydan okuyucu tavrıyla ışıldıyordu. “Asistanının parfümü çok sert. Söyle, değiştirsin. Üstüne siniyor..."
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
Siparişleri almaya gelen garson eğilmeden, yaklaşmadan, konuşmadan bekliyordu, bir modelmişçesine dik ve hoş bir duruş sergileyerek. Özgür başını, elinde tuttuğu kaliteli menüden kaldırmadan konuştu.
“Sekiz derece soğutulmuş beyaz şarap. Sauvignon Blanc. Gül değil, çimen notalı."
Oylum, bu seçime karşılık herhangi bir yorumda bulunmadı. Ama Özgür onun mikro mimiklerini izliyordu, menünün altındaki koyu bakışlarıyla, zifiri karanlıkta görebilecekmiş gibi… Nefesinin ritmi. Göz kapaklarının titreyişi. Çenesindeki gerilim. Özgür, tüm bu detayların farkında değilmiş, aklı yalnızca menüyle meşgulmüş gibi, rahat bir tavırla garsonla konuşmaya devam etti.
“Başlangıç olarak kuşkonmaz. Ama odunumsu değil; genç filizlerden. Ana yemek için, içi kırmızı bırakılmış, üstü karamelize dana kaburga. Yanına ıslak mantar yatağında patates. Tatlı istemiyoruz.”
Garson, konuşmayı bırak küçük bir baş onayı bile vermedi, Özgür’ü duyduğuna dair. Öylece ayrıldı masadan. Oylum, sahte bir tavırla uyukluyormuş gibi yaparak, Özgür’ün kafasındaki taktiklerden ne kadar sıkıldığını belli ediyordu, kontrollü bir biçimde. Göz kapaklarını hafifçe araladı, sesi buz gibiydi.
“Neydi şimdi bu? Kontrolü eline alarak beni bastırmaya mı çalışıyorsun? Şarap, kuşkonmaz, et... Menüdeki her detayla aklımı yönlendireceğini mi sandın? Bende sökmez bu ucuz numaralar.”
Özgür, Oylum’un sözlerinden hiç etkilenmemiş gibi, tekdüze bir nefes verdi ve gözlerini yavaşça kıstı. “Sauvignon Blanc, Oylum. Gül aromalı versiyonu değil, çimen notalı. Çünkü gül, aşkı hatırlatır. Seninle herhangi bir romantik durumun içine girmek, asla niyetim değil bu gece. Ama çimen... İnsan zihni çimen kokusunu beyin sapında işler. Yani en ilkel bölgede. Gevşeme sinyali verir ama aynı zamanda bir kapanmışlık hissi yaratır. Kapatılmış bir bahçe... Güvenli. Sessiz. Ama çıkış kapısı yok.”
Oylum, yavaşça yutkundu. Özgür bunu da not etti ama üzerinde durmadı pek. ‘Çünkü bir zaafa, gürültüyle değil, fısıltıyla karşılık verilir.’ Sıradan bir akşam yemeğinde, rastgele yemek bilgileri veriyormuş gibi bir rahatlıkla devam etti konuşmasına.
“Kuşkonmaz, düşük dozda serotonin salgılatır. Yani seni mutlu yapmaz. Ama direncini düşürür. Bunu fark etmeden, kendini daha uyumlu hissedersin. İtiraz etmek yerine gözlemlemeyi seçersin. Ve ben zaten onu istiyorum: İzlenmek değil, yargılanmak değil… Gözlemlenmek…” Özgür masaya eğildi. Duruşu değişmedi ama sesi daha içeriye, daha derine döküldü. Sanki kelimeleri konuşmuyordu, dokuyordu. “Dana kaburga, ilkel beynini tetikler. Protein, tatmin sinyali yollar. Ama içi kırmızı; çünkü hafif tehdit taşıyor. Zihnin çelişir: ‘Güvende miyim, kaçmalı mıyım?’ Bu çelişki, senin kontrol sistemini kısa devreye sokar.”
Özgür, tavana doğru kısa bir bakış atarken sahte bir ifadeyle düşünüyormuş gibi yaptı. Ardından tek, kısa, sığ bir nefes çekti dudaklarının arasından. Oylum’a olabildiğince eğilirken boş bakışlarında parlayan örüntüler, masayı domineettiğinden emin olduğunun ve bundan büyük bir keyif duyduğunun göstergesiydi.
“Tatlı istemedim. Çünkü oksitosin salgılatan, güvenli bağlanma anıdır. Ama biz henüz bağ kurmadık. Yani: Sana duygusal alan tanımadım. Çünkü seni hâlâ inceliyorum.” Başını yana eğerek, Oylum’un yüzüne başka bir açıdan baktı. “Bir şefin, pişen yemeğin son kokusunu alması gibi...”
Özgür yavaşça arkasına yaslanırken, konuşmaya başladığı andan beri ilk kez, derin bir nefes aldı. Cümlelerine es vermek ister gibi. Oylum’un beden dili, her şeyi anlatıyordu. Dudakları gergin, gözleri kısık, omuzları hafifçe yukarı doğru çekilmişti. Özgür, soğuk ses tonu ve saydammış gibi boş bakan gözleriyle konuşmaya devam ederken masanın kontrolünü tek başına elinde tutuyordu artık.
“Bu gece kartlarımı açık oynayacağım. Seni manipüle etmek, seninle zihin oyunları oynamak... Sikimde bile değil. Çünkü zaten çoktan avcumun içindesin.”
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
Masadaki envai çeşit yemek, milimetrik bir düzenle ve zarif bir biçimde yerleştirilmişti. Loş bile olmayan mutlak karanlıkta, yalnızca fosforlu çatallar ve kadeh kenarlarında beliren yansımalar, ara sıra görünür oluyor, masalarda sessizce yemek yiyen insanlara, birbirlerini görebilmeleri hakkında anlık bir umut aşılıyor, ama henüz bu isteklerini gerçekleştiremeden yeniden teslim ediyorlardı kendilerini karanlığa. Ortamı olduğundan daha gizemli bir hale getiren sessizlik, yalnızca kaynağı belli olmayan bir yerden gelen o düşük frekanslı klasik müzikle bölünüyordu.
Özgür, Oylum ile tam ortalarına hizalanmış olan peynir tabağının servis çatalını eline aldı. Karakterine tezat, oldukça centilmen bir tavırla, birkaç çeşit peynir ve füme eti, Oylum’un tabağına koydu nazikçe. Sanki ortama ayak uydurmak, zihninde dönen planlar için önemli bir kesişim noktası gibiydi. ‘Oraya ait gibi görün, bu ortamın kontrolünü kolayca elinde tutmak için atacağın küçük adımlardan biri.’ Dışarıdan bir gözle, Özgür ve Oylum şık bir akşam yemeğine çıkmış, hoş bir çiftmiş gibi görünüyordu. Gözlerin görmediği bir karanlıkta olmaları fark etmezdi. Özgür, oyunu kuralına göre oynamaya alışalı çok olmuştu.
Oylum’un usulca güldüğünü duydu. Parmaklarının arasında tuttuğu çatal, refleks olarak ağzına yakın bir yere çıktığında, Özgür oradaki alaycı kıvrımları da gördü, bir anlığına.
“Benimle flört etmeye mi çalışıyorsun?” diye sordu kadın, kibirli bir tonda değildi sesi, fakat temiz bir enerjiyle, kendini oldukça iddialı gördüğünü de açık ediyordu bir şekilde. “Öyle bir niyetinin ya da taktiğinin olmadığını söylemiştin halbuki.” Özgür, omuzlarını hafifçe öne doğru eğerek güldü. Başını ağır ağır iki yana sallarken, hayatının en komik şakasını duymuş gibi bir tavrı vardı.
“Asla. Dünyalar güzeli bir kız arkadaşım var. Öyle bir şeye kalkışmam.” dedi, eğlenen tavrına zıt, net ve tok bir ses tonuyla.
“Öyle mi?" Oylum’un sesi hiç olmadığı kadar meraklı çıkmıştı. Özgür’ün yumuşak karnı diye bir şey vardı, öyle mi? Bu kadar acımasız, zeki, planlı bir suçlu hangi hadle gerçek ilişkiler kurabilirdi ki? Özgür’ün sahip olduğu kör cesaret… Ona karşı oynamayı düşlediği oyun için eline geçen bir joker kartı gibiydi.
“Adını dahi öğrenmeye kalkma.” dedi Özgür aniden, buz gibi bir sesle. “Daha ismi ağzından düşmeden dünyanı başına yıkarım. Sikimde bile olmaz.” Oylum, hayatında hiç bu kadar kısık sesli bir bağırıp çağırmayla karşılaşmamıştı. Özgür’ü duyan herhangi biri, sesinin seviyesine göre, onun Oylum’a yemek hakkında gündelik bir şeyler anlattığını sanırdı. Oysaki dudaklarının arasından çıkan her bir kelime… Yeni bir yangının başlangıcı gibi hissettiriyordu. Bir yandan da ayazda kalmak gibi. Sanki biraz daha konuşsa, Oylum’un kolları titremeye başlayacaktı, fakat aynı anda ateşler yükselecekti ayaklarının altından. Demek sandığından bile daha hassas bir noktadaydı o genç kız… Oylum, bir taraftan Özgür’ün neden kendini bu kadar hızlı bir şekilde ele verdiğini anlayamamışgibi, kaşlarını çatarak düşünmeye başladı. Fakat uzun sürmedi zihninden geçip giden tereddütler zinciri. Özgür’ün zayıf, açık veren, duygusal tepkimelere sahip tarafıyla tanıştığı için keyfi öyle yerine geldi ki, başka açılarda düşünmeyi umursamadı.
Özgür’ü hafife aldı.
Bu sırada o, az evvelki soğuk gerginliğinden tamamen sıyrılmış gibiydi. Masanın ortasında duran mumu önüne doğru çekti.
“Yakışıklıymışsın.” Oylum, yaptığı kısa yorum konusunda oldukça ciddi olduğunu belli eden bir tavra sahipti fakat Özgür onu duymazdan geldi tamamen. Fitilin ucundaki ateşle sigarasını yaktı. “Burada sigara içmek yasak.” Oylum’un sesi bu kez uyarıcı ve buyurgandı. Özgür telaşa kapılmayı bırak, yüzünde tek bir mimik dahi oynamadan omuz silkti.
“Onlar dumanın hangi masadan geldiğini anlayana kadar biter.”
“Bana da ver o zaman bi’ tane.” dedi genç kadın, eğlenceli bir oyunun içine kendini dahil etmenin verdiği ince neşeyle. Özgür, konunun muhatabının onu göremeyeceğini bilse de, alaycı ifadesiyle gülümsedi. Kaşları meydan okur bir tavırla, hafifçe yukarı kalkarken,
“Suç ortaklığı yapmayı seviyorsun demek… Güzel.” dedi, sahte bir etkilenmişlikle. Uzun mumun üstünden Oylum’a sigara paketini uzattı. Fitilin ucunda titreşen ateş, bileğinin iç kısmını yaktı usul usul. Oylum iki parmağının ucuyla sigara dalını çekerken halinden memnun gibiydi.
Sessizce sigaralarını içtiler. Bu, bir çeşit ihlal olsa da herhangi bir görevli yanlarına gelip uyarmadı onları. Kuyu’nun ev sahipliği ettiği suçlardan, kural ihlallerinden en hafifini işlemişlerdi, etrafta gezinen siyah giyimli garsonların sessizce halletmeleri gereken çok daha büyük problemleri olmalıydı.
Özgür, dibi görünmüş izmariti, önündeki, dolu su bardağının içine attı. Oylum bu sırada, çöpüyle ne yapması gerektiğini düşünür gibi etrafına bakıyordu. Özgür’ü taklit ederek, uzanıp kendi izmaritini de aynı bardağa yolladı. Yüzüne vuran mum ışığı imalı bir gülümsemeyle ışıldayan çarpık hatlarını aydınlattı.
Sandalyesine geri dönüp sırtını arkaya doğru rahatça yasladığı sırada, Özgür tabağının birkaç santim ötesindeki meyve tabağına dikmişti gözlerini. Eğilip tek bir nar tanesi aldı parmaklarının arasına. İşaret ve orta parmağının ucuyla, sertçe sıktı. Soğuk ve kaygan… Meyve saliseler içinde infilak ederken, Özgür’ün gözleri, bir anlığına, memnuniyetle ışıldadı.
“Nar sever misin?” diye sordu, dalgın bir ses tonuyla. Oylum, bu alakasız soruya karşın şaşırmış ve sıkılmış gibi kesik bir nefes aldı.
“Boş yapma da sadede gel. Zaten burada oturmuş bir suçluyla yemek yiyerek kendimi yeterince riske atıyorum.” diye söylendi genç kadın. Asabının bozulmaya başlamış olduğunu ele veriyordu yavaş yavaş. Özgür, ona alttan bir bakış attı. Ses tonunu aynı noktada tutarak, sabırla bir kez daha sordu,
“Nar sever misin Oylum?”
“Sevmem.” dedi Oylum, konuyu bir an önce kapatmak istercesine bir hızla. Özgür, burnundan nefes vererek güldü sessizce.
“Tahmin ettim.”
Özgür, birkaç saniye boyunca oturdu öylece. Ardından meyve tabağından bir nar tanesi daha aldı ve parmak uçlarıyla tutup Oylum’un tabağına bıraktı. Tabağa düşen nar tanesinin çıkardığı hafif ses, sanki içeriye, o an orada oturan herkesin hayatını etkileyecekmiş kadar büyük bir sır sızmış gibi ağırdı. Özgür arkasına yaslanırken parmağının ucunu yaladı. Dik bakışları, Oylum’un üstündeydi hala. Genç kadın, onun ne yapmaya çalıştığını anlayamamış gibi bekliyordu, belki ufak bir açıklama, ya da asıl konuya dönmesi ihtimalinin verdiği sıkılgan umutla.
“Sen sadece narı dışarıdan görüyorsun. Beni de öyle.” Özgür sonunda konuşmaya karar verdiğinde hala nardan bahsediyordu. Oylum kollarını göğsünde çaprazlayıp bu mevzunun hangi noktada kapanacağı hakkında, sabırla beklemeye karar verdi. Özgür, dirseklerini masaya yaslayıp hafifçe ona doğru eğilirken, gözlerindeki kararlılık önünde duran mumu titretti. “Senin gözünde alelade bir suçluyum. Kim bilir, ne tür bir psikopatlık dürtüsü itti beni bunları yapmaya?” dedi, gözlerine ulaşmayan, yapay bir gülüşle. Çenesinin ucuyla, Oylum’un tabağında duran nar tanesini işaret etti. “Hadi… Narı açalım birlikte. Bakalım içinden neler çıkacak.”
“Böyle süslü cümlelerle kandıramazsın beni.” Oylum gergin bir tavırla gülümsedi. Adeta dişlerinin arasından çıkıyordu kelimeler. Özgür, ondan hiç etkilenmemiş gibi, küçük dağları ben yarattım enerjisini yaymak istercesine yoğun bir kendinden eminlik takındı.
“O konuda fena sayılmam aslında. Kandırmak istesem… Çoktan yapardım. Yalan söylemekte üstüme yoktur. Ama bu gece…” Özgür önündeki mumu yeniden masanın ortasına yerleştirmek bahanesiyle Oylum’a doğru eğildi ve doğrudan gözlerinin içine baktı. “Yalnızca doğruları anlatacağım.”
Oylum tepkisizdi. Sanki yemeğin en başından beri farklı metotlar deniyordu, Özgür’e karşı bir şekilde baskınlık kurabilmek için. O an D planına geçmişti. Özgür, konuştuğu süre boyunca ağzından hiçbir kelime çıkmadığını sanana dek, ona karşı hiçbir tepki vermeyecekti.
Genç adam, sakin bir akşam yemeği geçiriyormuş gibi ağır hareketlerle, tabağındaki somondan bir çatal aldı ve ağzına atıp uzun uzun çiğnedi. Oylum sıkıldığını belli edecek bir hareket yapmamak konusunda zorlanmaya başlamıştı. Tam tepkisizlik oyununu bozacaktı ki, Özgür konuşmaya başladı usulca.
“Adım Özgür Gencay. Kağıt üstündeki babam bir profesör.” Bıçağıyla yavaş yavaş somondan bir parça daha keserken olağan bir sohbetin içindeymiş kadar rahattı. Sanki yeni yeni arkadaşlık kurmak istediği birine, kendiyle ilgili temel bilgiler veriyordu ve bundan keyif bile alıyordu, neredeyse. “Çocuk psikolojisi alanında epey tanınmış biriydi. Zeki adamdı.” dedi, manidar bir ifadeyle gülerek. Elbette Oylum, o gülüşü ve gülüşte saklı olan geçmiş yaralarını göremedi. Ta ki Özgür, dürüstçe anlatmaya devam edene dek. “Ama zekâsını paraya satan bir ucubeydi.” Yüzündeki tüm kaslar aynı anda gerilip donuklaştı. Hala rahat bir düzlemde ilerleyen ses tonuna tezatla, koyu gözleri, üstüne binen gölgelerle zifiri karanlığa dönüştü. Artık tam anlamıyla Kuyu’nun bir parçası haline gelmişti. “Fonlanan paralı bir uşak... Görevi neydi biliyor musun?” Oylum sessiz kaldı. Özgür de ondan bir cevap bekler gibi değil de, sanki birazdan kuracağı kelimeleri özenle diline oturtması gerekiyormuşçasına bekledi uzun bir süre. Somonundan bir yudum daha aldı, çimen notalı şarabını içti usul usul. “İki kimsesiz çocuğu kendi oğlu gibi büyütmek. Ama her saniyelerini kamerayla kayda alarak.” dedi sonunda. Ses tonu belli belirsiz bir biçimde sertleşmişti. “Kaydetmek. Analiz etmek. Raporlamak. Hepsi ‘bilimsel’ etiketiyle meşrulaştırılarak.”
Oylum tepkisizlik oyununa devam ettiği sürece dinlediği saçmalıklara karşılık, daha fazla dayanamayıp güldü, bıkkın ve alaycı bir kıkırtıyla.
“Hangi filmden çaldın bunları? Ne yani... O dağ başındaki evde işlediğin suçları bu denli uç bi’ hikayeyle masumlaştırıp kurtulabileceğini mi sanıyorsun?” Şarabından sağlam bir yudum aldı. Kesik bir nefesle burnundan soludu. Tüm beden dili, ne kadar sıkıldığını açık eden somut bir bunalıma dönüşmüştü. “Boşu boşuna geldim...” dedi söylenerek. Ardından ellerini sandalyenin iki kenarına yasladı, kalkmaya niyetli olduğunu belli edercesine.
“Erman Erdemli’yi tanıyor musun?” diye sordu Özgür, çivi gibi bir sesle. Bay K’nin pek meşhur ve nüfuzlu babası… Oylum’u yerine geri çaktı. Kadının tüm uzuvları aynı anda duraklamış gibi, kalakaldı öylece. Özgür’ün dudaklarının kenarında bir zafer imgesi kıvrıldı. “Tanıyorsun demek... Güzel.” dedi ve çatalını tabağının kenarına yerleştirip arkasına yaslandı rahatça. “O zaman o adamı bir araştırmanı öneririm. Tek çocuğunun sekiz yaşında geçirdiği kazayı... Komaya girmesini... Sonra o çocuğun birden değişen davranışlarını. Ve o yıldan sonra görevlerinden ayrılan on iki psikoloğu…” Özgür neredeyse kahkaha atacakmış gibi, neşeli bir yüz ifadesine sahipti o an. Neşesi, tehlikeli bir biçimle parlıyordu. “Hiçbir işte çalışmayan ama hesapları hep kabarık olanları. Sonra tüm o parçaları birleştirmeyi dene. Ve öyle gel bana, tekrar konuşalım ‘çaldığım bu film senaryosunu.’”
Oylum huzursuz bir ifadeyle ve gergin omuzlarıyla bacak bacak üstüne attı. Özgür’ün yüzünde, ‘Ha şöyle’ der gibi, kendinden emin, sert bir ifade oluştu. Ceketinin iç cebinden, dörde katlanmış bir kağıt çıkarıp masadaki boş noktadan, Oylum’a doğru itti.
“Burada on ayrı mail adresi ve şifreleri var. Sana her gün aynı saatte bu olayı kronolojik olarak anlatacağım. O zaman anlayacaksın... Korkma.” Özgür, anlattığı şeylerin başka bir insan için karışık mevzular olduğunun farkında değilmiş gibi, düz bir ifadeyle anlatıyordu. Sonra Oylum’un gölgelerin altında gizlense bile allak bullak olduğunu saklayamadığı yüz ifadesini fark edip, hiçbir şey anlamadığını anladı ve kısaca açıkladı: “Her defasında başka mailden yazacağım. Her gün bu on mail adresini de kontrol et. Hangisine atacağım belli olmaz. Bir kere yazıştığımız mail adresini bir daha kullanmayacağız.” dedi ciddi bir tavırla. Dirseklerinden destek alarak, hafifçe öne eğilirken yüzünde şeytani bir gülümseme belirdi. “Sana ülke tarihinin en büyük skandalını ve yirmi yıllık bir dosyayı tek tek açıklayacağım ve anlatacağım.”
“Neden?” diye sordu Oylum, anlamsız bakışlarıyla. Sesi beton gibi sertti. “Ben buraya o yanan evde ölen o iki adam için geldim. O evden kaçan Hale Hanım için... Ne ilgisi var bu anlattığın meseleyle?”
“Çok ilgisi var... Anlayacaksın.” Özgür, şimdi, yemeğin başından beri hiç olmadığı kadar yoğun bir ciddiyete sahipti. Ses tonu temkinli, kontrolcü ve buyurgandı. “Anlayacaksın ve benim hem hukuk önünde hem de basın karşısında aklanmamı sağlayacaksın. Bana yardım edeceksin. Hem ben kurtulacağım. Hem de yirmi yıllık bir suç zincirini adım adım programında işleyip sanki dosyanın çözülmesinin ardındaki zeka senmişsin gibi yansıtacaksın bunu. Hem reytinglerine faydası olur, hem hep görünmeye çalıştığın gibi zeki görünürsün... Hem de hep arzu ettiğin gibi içinde onlarca suçlu beynin olduğu bu olay sayesinde suçlu zihnini daha iyi anlarsın.”
Oylum, Özgür’ün neden bahsettiğini hiç anlamamış gibi rol yapmaya çalıştı. Karnından göğsüne doğru tırmanan korkuyu, kaşlarını çatarak ve boş bakışlarını Özgür’e doğrultarak saklamaya çalıştı. Özgür’ün onu Kuyu’nun eğri büğrü masalarında, net bir şekilde göremediğini unutmuş gibiydi. Tüm beden dili, inkar mekanizmasına göre şekillenmişti.
“Ne demek şimdi o?”
“Annen için yalancı şahitlik yaptığını biliyorum. Annenin birini öldürdüğünü de... İsmini değiştirdiğini, sonrasında suç bilimine yöneldiğini... Hatta zamanında bir suçluyla aşk yaşadığını…” Özgür, alenen onu ailesinden vururken öyle alelade bir mevzudan bahsediyormuş gibi davranıyordu ki Oylum’un kanı dondu. “Sen tek bir cevap arıyorsun... Anneni anlamaya çalışıyorsun… Değil mi?”
“Anlattığın deli saçması kurguya kendini fazla kaptırmışsın belli ki... Analizler falan.” dedi Oylum, gerginliğini gizlemeye çalışarak gülerken. Fakat gülüşü… Bedenindeki tüm gerginliğin toplandığı ana noktaydı artık. Özgür keyifli bir ifadeyle çenesini öne doğru itti hafifçe.
“Sana istediğini verebilirim Esra.” Oylum, gerçek adını Özgür’ün ağzından duyduğu an kolları ve bacakları aynı anda titremeye başladı. Özgür başını hafifçe yana eğerek devam etti alelade konuşmasına. “Sana suçlu beyni nasıl işler, insanlar neden suça sürüklenir öğretebilirim. Sonunda ikimiz de kazançlı çıkmış oluruz. İyi düşün…”
Ortalarında uzayıp giden sessizlik ve soruya benzer son cümlesinin cevapsız kalmasından hiç etkilenmemiş gibi arkasına yaslanıp bir sigara daha yaktı Özgür. Mumu yerine koyarken eline bir damla sıcak mum damladı. Katılaşmasını bekledi öylece. Sonra da soymadı onu oradan, bileğinin üstündeki beyaz bir süs gibi bıraktı. Dakikalar sonra, sıkılmış gibi kesik bir nefes aldı ve Oylum’a son kozunu oynamak için hazırlanırken bacak bacak üstüne attı.
“Dosyada ismi geçen isimlerin çoğu eli kolu uzun, varlıklı ve nüfuzlu tipler. Başın belaya girmesin istersen… Belki kendime başka bir gazeteci bulmam gerekebilir. Baştan onu söyleyeyim de…” dedi, alttan alta tehditkar bir ses tonuyla. Oylum’un kolları huzursuzca kıpırdandı. Özgür, gözlerini hafifçe kıstı. “Korkuyor musun?”
“Hiçbir zaman korkmadım. Hiçbir şeyden…” Oylum’un bir saniyeliğine dahi oyalanmadan verdiği cevap, dudaklarının arasından bir zehir gibi keskin çıktı. “Sana yardım edeceğim demiyorum. Sadece anlattığın deli saçması şeyi merak ettim.” dedi, birkaç saniye sonra, kendini sakinleştirmiş, oyuna geri dönmüş gibi bir soğukkanlılıkla. “Önce onları araştırıp teyit edeceğim. Eğer doğru söylüyorsan…”
Özgür masadan hızlı bir kalkış yaparken, bir anlığına eğilip, Oylum’un önünde duran kağıda, işaret parmağının ucuyla iki kez vurdu.
“Yarın 20:00'de ilk maili atarım.”
Buradaki işi bitmişti. Kuyu’nun çıkışına doğru yürürken adımları stabil, ifadesi sabırsız, gözleri düşünceliydi. Oylum mevzusu çoktan kapanmıştı zihninde. Acaba Bora… Yosun’a ulaşabilmiş miydi?
ੈ✩‧₊˚ੈ✩‧₊˚*ੈ✩‧₊˚
Özgür, hızlı adımlarıyla köşeyi dönüp Bora’nın arabasını bıraktığı yol kenarına ulaştığında, Bora birkaç saat önce yaslandığı duvarın dibinde, dizlerini kırarak oturmuş, sigarasını içiyordu. Özgür, yavaşça onun yanına çöktü. Cebindeki boş paketi çıkarıp avcunun içinde buruşturduğunda, Bora, o söylemeden anlamış gibi, kendi sigara paketini uzattı Özgür’e. Özgür bir dal çekip yaktı. Ardından vakit kaybetmeden,
“Ulaştın mı Anıl’a?” diye sordu, dudaklarının arasından ilk dumanı üflerken. Bora, rahat bir ifadeyle başını öne doğru eğdi.
“Anama sövdü telefonu açar açmaz. Uykusunu bölmüşüm de… Uyuyormuş hepsi evde, sorun yok.”
Özgür, hem rahatlamış hem de (Anıl’ın uyku mahmuru, huysuz ifadesi gözünde canlandığından) eğlenmiş bir tavırla güldü. ‘İyi iyi’ der gibi başını salladı usulca. Yosun, küçük bir mide üşütmesi ya da soğuk algınlığı gibi bir şey yaşıyordu belli ki, o yüzden başını kaldıramamıştı yataktan. Eve dönmeden nöbetçi bir eczane bulup birkaç kutu ilaç ve vitamin almayı, aklının bir ucuna not etti. Belki sıcak bir bitki çayı da hazırlayabilirdi onun için, eve gider gitmez. Yosun, o yanında değilken büsbütün kaybetmişti bağışıklığını, üstüne ağır ilaçlar vermek zorunda kalmışlardı ona, şu neredeyse işe yaramayacak olan ölüm oyunu için.
Arabaya doğru yürüyüp koltuklarına yerleştiler. Bora, sessiz motoru çalıştırdığı sırada, “Nöbetçi aktar diye bir şey var mıdır acaba?” diye sordu Özgür, düşünceli bir sesle. Bora, arabanın tavanını delen, yüksek bir kahkaha attı.
Arabayla, usul usul boş sokaklarda dolandılar bir süre, Özgür, Bora’nın çıktığı bu kısa gezintinin sebebini biliyordu. Kısaca yemekte yaşananları anlattı. Bora’yı hızlıca halledip eve geri dönmeyi, Yosun’u kontrol etmeyi düşünüp duruyordu çünkü. Bora, birkaç kısa yorum yaptı, Oylum’a ne kadar uyuz olduğunu falan betimledi, bazı alakasız örneklerle. Özgür kısaca güldü. Tam, ‘Hadi dön artık.’ diyecekti ki, gözleri, araba camının öteki tarafında, uzak bir noktaya takıldı.
“Dursana iki dakika.”
Bora, Özgür’ün kısa komutunu duyar duymaz arabayı kenara çekti. Özgür, uzun zamandır sahip olmadığı bir heyecanla kapıyı açıp dışarı attı kendini. Bora, onun neye kitlendiğini anlamak istercesine gözlerini kısıp indi arabadan ve birkaç metre ötede duran, dükkanı gördü.
Gece, vitrinin camında donmuş bir an gibi duruyordu. Işıklar soluktu. Sokağın başında bir apartmanın beşinci katındaki neon tabeladan düşen kırmızı yansıma, Özgür’ün ceketi üzerinde bir kan lekesi gibi dalgalanıyordu. Caddede neredeyse kimse yoktu. Günün normal saatlerinde kalabalık ve canlı olan işlek sokağın bu saatlerdeki sessizliği, yalnızca sokak kedilerinin adımlarında yankılanıyordu.
Bora, Özgür’ün kısa komutunu duyar duymaz arabayı kenara çekti. Özgür, uzun zamandır sahip olmadığı bir heyecanla kapıyı açıp dışarı attı kendini. Bora, onun neye kitlendiğini anlamak istercesine gözlerini kısıp indi arabadan ve birkaç metre ötede duran, dükkanı gördü.
Gece, vitrinin camında donmuş bir an gibi duruyordu. Işıklar soluktu. Sokağın başında bir apartmanın beşinci katındaki neon tabeladan düşen kırmızı yansıma, Özgür’ün ceketi üzerinde bir kan lekesi gibi dalgalanıyordu. Caddede neredeyse kimse yoktu. Günün normal saatlerinde kalabalık ve canlı olan işlek sokağın bu saatlerdeki sessizliği, yalnızca sokak kedilerinin adımlarında yankılanıyordu.
Eski bir gelinlikçi dükkânıydı. Gecenin körü olduğu için kapalıydı. Girişteki sarı camlardan içeriye sızan sokak lambasının ışığı, gelinliğin tül eteğinde kıpırtısız bir sis gibi asılı kalmış, camı sararmış vitrinin içindeki mankenler kalın bir toz katmanıyla kaplanmıştı. Ama ortadaki gelinlik… O ana değil, başka bir zamana ait gibiydi.
Omuz kısmı drapeli, etekleri yere kadar inen ağır ipek kumaştan, belinden ince ince inen tül fırfırlar, adeta bir deniz kabuğu gibi katman katmandı. Ve tam bel hizasında, siyaha çalan gece mavisi bir kurdele vardı, sanki gecenin kalbinden koparılmış bir parça gibi… O kurdele… Bir okyanus düğününden kalma, geçmişte yaşayan güzeller güzeli bir denizkızının gelinliği havası vermişti ipek kumaşa. Mankenin üzerine ikinci bir deri gibi işlenmiş inciler, göğüs kısmının etrafına çerçevelenmiş bir sonsuzluk gibiydi. Kumaş, gerçek bir ten kadar canlıydı; satenin gergin parıltısıyla okşuyordu insanın gözünü. Ama sahip olduğu en çarpıcı şey; gelinliğin bel altından aşağıya doğru, suyun yüzeyini kırarcasına köpüren o katmanlı tül şelâleydi…
Pembe, lavanta ve buz mavisinin arasına sıkışmış, sanki Mercan Kayalıklarından çalınmış bir hazineydi bu. Eteklerinin sonu, rüyayla gerçeklik arasına atılmış bir fırça darbesi gibi uzanıyordu. Tüllerin kenarlarında incecik ışıltılar vardı, geceye ay tozu serpilmiş gibi... Sanki okyanusun dibinden çıkarılmış, insana dönüşen bir denizkızı tarafından bu dükkana emanet edilmiş gibi…
Gelinliğin içinde Yosun’u hayal etti. Ayakları çıplak, saçları nemli ve dağılmış, yüzü yeni doğmuş bir hüzünle ıslanmıştı o hayalde. Ve bu elbise... Bu melankolik güzellik... Onun için özel dikilmişti sanki. Ne zaman, nerede, kim tarafından yapıldığını bilmiyordu. Ama her kıvrımı, Yosun’un içinde taşıdığı her duygunun dışa vuran dalgaları gibiydi... Yaşadıkları aşk gibi... Ufuk çizgisine bakarken yaşanan baş dönmesi gibi…
Yosun bir gün yeniden gelinlik giymek isterse, ancak bu kusursuz okyanus yakışırdı ona. Belki o lunaparkın tepesinde giydiği gelinliği, o kara günle birlikte unuttururdu bile.
İpek kumaşın üstünde gülen yüzü… Özgür’ün zihninin ucunda dönen bu hayal, dudaklarının huzurla kıvrılmasına neden olmuştu.
Tek kelime etmeden Bora’ya döndü. Yalnızca küçük bir el hareketiyle, ‘bekle’ dedi ona. Sonra ceketinin iç cebinden eldivenlerini çıkardı. Kapının kilidine baktı, alarm sistemi paslanmıştı. Sustalı anahtarını çevirdi sessizce. Vitrin kapısı, eski bir mezarın taş kapağı gibi hafifçe aralandı. İçeri girdi. Adımları ağır, kutsal bir törenin ortasındaymış gibi dikkatliydi. Dükkanın içi pudra ve naftalin kokuyordu.
Özgür camın önündeki o gelinliğe yaklaştı. Parmak uçlarıyla tül dokusunu hissetti. Her bir kıvrım... Sanki Yosun’un teni gibi soluk, hassas ve kırılgandı. Mankenin üstündeki gelinliği hırsız gibi değil, bir koruyucu gibi çekip aldı. Katlamadı. Sarmaladı. Sanki çok sevdiği birini uykusundan uyandırmamak istermiş gibi. Kasanın üzerine bir zarf bıraktı. İçinde, gelinliğin tahmini fiyatının üç katı kadar para vardı. Kapıdan çıktığında sokak hâlâ sessizdi. Ama Özgür’ün içi hiç olmadığı kadar gürültülüydü.
‘Her şey bittiğinde, bir okyanus kenarında sonsuza dek senin olacağım...’
Özgür, hayatında kurduğu en güzel hayale karşı, usulca gülümsedi.
DUYURU: KİRLİ PERİ MASALI 22 EYLÜL’DE RAFLARDA!!!!
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
Bence Büşra cim sen böyle bir mekan aç biz de yer yüzünden kaçıp kaçıp buraya gelelim bence mantıklı yaa 🤔
bizimkisi aşk değil sevda 😉😝🤙🏼
Kaç dakika kaldı
Kaç dakika kaldı
Çok iyi seçim Özgürüm bir kadeh eşliğinde seninle tartışmak istediğim şeyler var
(Özgürün beynine yani cehenneme hoş geldiniz) 🔥🔥🔥🔥🔥
oylum: ok
oylum sen de aşık olup başımı eğdirmezsin umarım...
Sevgili Oylum ya da Esra mı demeliyim bilmiyorum. Umrumda da değilsin açıkçası. Ama sen Özgür'ü daha hiççç tanımıyorsun. Öyle açığını buldum diye sevinme boşuna. Özgür, oradan buradan duyduklarınla ya da okuduklarınla tanımlanamayacak kadar dipsiz bir kuyu. Onu yalnızca o kuyuya dalıp, boğulmayı göze alabilenler tanıyabilir. Ve sen gördüğüm kadarıyla bir korkaksın ve asla dalamazsın o dipsiz kuyuya. Sadece daldığını, gördüğünü,çözdüğünü zannedersin ya da bunlar gerçekte olanın %0.1 falandır ve bunu öğrenmenede Özgür izin vermiştir. Yoksa hey yavrum heyyy. Sen kime bulaştığını henüz bilmiyorsun ufaklık. Büyüde gel. Öyle konuşuruz. Hah.
Özgür'üm Özgür'üm ağlatma beni. O gelinlik içinde Yosun ve deri ceketli damatlık içinde sen... ve bir denizin kıyısı..Dalgaların kıyıya vuruş sesleri ve hava gri bulutlu ama aralardan hala güneş sızıyor... Hatta belki küçük bir kız bebek Anıl'ın kucağından size bakıyor. Ahh hayalin güzelliğine gell 😍😍 yaktın beni Özgür 😍😍
BÜŞRA AAGGGGGG