"Kirli Doğmak"
0%
Özgür’ün pervasız yüzü, içimde biriken, adını korku koyduğum yangını soğutmaya yetmiyordu. Elinde tuttuğu telefonun sesini hoparlöre verirken dudakları bir anlığına yukarı doğru kıvrıldı. Telefonun öteki ucundaki kadın bana asırlar süren birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. Anıl, stresten tırnaklarının kenarındaki etleri kemirmeye başladığı sırada, bir yandan da Özgür’e ölümcül bakışlar atmakla meşguldü. Kadın sustukça Özgür’ün yüzündeki alaycı sırıtış genişledi. İçinde bulunduğumuz saçma durumun onu böylesine keyiflendirdiğini görmek Anıl’ın sinirlerine dokunmuş olacak ki, tıslar gibi güldü, boşluğa doğru. Bay K, ifadesiz yüzüyle etrafına bakınıyor, durumun vahametinden hiç etkilenmiyor oluşu, onu içten içe kıskanmama neden oluyordu.
Oylum, konuşmaya karar verdiğinde ses tonu oldukça kendinden emin, kelimeleri kusursuz bir diksiyonla sarf ederken fazlasıyla cüretkardı.
"Özgür Bey... Soyadınızı öğrendiğimiz iyi oldu. Merak ettiğimiz bir detaydı bu.”
Aynı anda hem bu kadar mesafeli, profesyonel bir tavır takınıp hem de böylesine alaycı olmayı nasıl başarıyordu acaba? Özgür’ü yakından tanımadığı, zihninin ne kadar acımasız tilkileri misafir ettiğini bilmediğinden mi cesurdu bu kadar? Özgür, kahkahalarla gülmeye başlamasına ramak kalmış gibi göründü bir an. Başını hafifçe sağa doğru eğerken kaşları yukarı doğru gerildi, bir çift yay gibi.
"Sesimi kaydettiğinizi biliyorum. O yüzden minik bir not düşeyim kaydettiğiniz cihaza..." dedi, en az Oylum kadar kendinden emin, alaycı ses tonuyla. "Zehra Yüce kim Oylum Hanım..." Dudakları yapmacık bir merakla bükülürken burnundan soluyarak güldü ahizeye doğru. "Gerçi kendisinin size Oylum diye seslendiğini pek sanmıyorum ama..."
Özgür’ün alenen meydan okuması üzerine derin bir sessizlik yaşandı. Tamamen durduğunda fark ettim, usulca vızıldayan ritmik sesin varlığını. Ses kayıt cihazı… Özgür’ün ağzından çıkan tek bir isim sayesinde kapatılmıştı hemen. Kadının sert nefesi hoparlöre çarptığında, içinde biriken öfke somut bir şekilde duyuldu telefondan. Bay K, sesini çıkarmadan gülmeye başladığında başımı çevirip, parlayan irislerini inceledim. Özgür’ün ne yapmaya çalıştığını anlamıştı… Bu, yüzünde oluşan keyifli aydınlıktan okunuyordu açıkça. Aynı esnada, önündeki bilgisayarla uğraşmaya devam eden Bora, ekranı Özgür’ün önüne doğru itti.
Odadaki herkes Özgür’ün zihninden bir tilki çalmış, onun planına kolayca ortak oluvermişti sanki. Ben hariç… Bu, neden gücendirmişti ki beni bu kadar? Kişisel aptallığımın suçunu kimseye yıkamazdım. Neden tanıdığım herkese karşı öfkeyle dolmuştum o an? Önüme doğru eğilip sehpada duran kurabiye tabağından, bölünüp ufalanmış bir parçayı ağzıma attım. Sanki bana benziyordu o kurabiye, benim kadar kopuktu kendi çevresinden…
Boğazımdan geçen sert hamurun yemek boruma mı, yoksa kalbime mi takıldığını anlayamadım.
Çünkü kadının susması…
Özgür eğilmedi, doğrulmadı.
Yalnızca başını yana çevirip hafifçe güldü.
Bana değil.
Kendi oyununun kusursuzluğuna…
Sanki veziri daha satranç tahtasının üstüne koymadan hissetmişti hamleyi.
Sadece, ‘Evet, beklediğim tam da buydu…’ der gibi…
Oylum dakikalar sonra konuşmayı hatırladığında, sesi daha kısık ve sertti. Az önceki alaycılığından eser kalmamış, fakat sahip olduğu özgüven, hasar görmemişti hiç. Aksine çok daha dişli, tehlikeli tınlamaya başlamıştı ses tonu…
"Ne saçmalıyorsunuz bilmiyorum ama benim hakkımda yalan yanlış şeylerden konuşmak yerine sizin suçlarınıza odaklanalım, ne dersiniz Özgür Bey?"
Özgür’ün zihnindeki satranç takımı hareketlenmişti sanki. Kadının sert tavrıyla eğleniyormuş gibi görünürken şahı öne doğru tek karo yürüttü.
"Tabii Oylum Hanım. Siz nasıl isterseniz..." dedi, dudakları alaycı bir mahcubiyetle bükülürken. "Ancak bunları telefonda konuşamayız. Biliyorsunuz, ben aranan bir adamım. Riskli olur..." Oylum’un tüm piyonlarını sırayla yemeye oynuyordu sanki, hiç acımıyordu, gerilmiyordu, sanki onun kendisinden daha fazla suça sahip olduğunu biliyormuş gibi rahattı. "Dilerseniz bir yemekte konuşabiliriz bunları." Korkusuzluğu bir hamle daha öne geçirdi onu. "Size programda anlatabileceğiniz inanılmaz bilgiler verebilirim."
Oylum, hayrete düşmüş gibi bir sesle konuşurken profesyonelliğinden hiçbir şey kaybetmedi. Fakat bu esnemeyen tavır dahi maçı berabere getirecek güce sahip değildi.
"Nasıl olacakmış o? Ben kanunla çalışırım. Sizin gibi bir suçlu ile polisten gizli olarak görüşecek kadar aklımı yitirmedim."
Yerinde vurgular. Yarım saniyeliğine dahi sekmeyen kelimeler. Sanki hayatı boyunca hiç titrememiş gibi çıkan tok sesi…
Özgür yüksek perdeden bir kahkaha attığında, irileşen gözlerimle yüzüne bakakaldım.
"Yavuz Bey nasıllar? Ziyaret ediyor musunuz hala?"
Şah… Oylum bu kez o kadar uzun süre sessiz kaldı ki, bir ara telefonu Özgür’ün suratına kapattığını düşünmeye başladım. Nefes bile almıyordu artık… Özgür tarafından öyle bir sıkıştırılmıştı ki köşeye.
Sonunda öbür taraftan bir cevap gelmeyeceğine net bir şekilde emin olan Özgür, kısa komutları için sabit tuttuğu ses tonuyla konuştu,
"Kuyu Restoran. Yarın, gece 02:00'de. Rezervasyonu Caner Kavlar adına yaptıracağım."
Ve mat…
Oylum, içine düştüğü sıkıntıyı ele vermek istemiyormuşçasına rahat bir sesle güldü.
"Emrivaki ha..."
"Siz de buluşmak istiyorsunuz. Buna emrivaki diyemeyiz aslında… Yalnızca sizin karar sürecinizi hızlandırıyorum."
Oylum, durumdan eğleniyormuş gibi alaycı bir nefes verdi ahizeye doğru. Midem bulanmaya başlamıştı…
"Peki. Yarın gece 02:00'de."
Özgür, başını sağa doğru eğerken yüzündeki ifade aniden ciddileşti.
"Polislere bilgi vermemeniz gerektiğini söylememe gerek yok sanırım. Değil mi?" Uyarıcı sesi sırtımı ürpertti. Kollarım titredi, sanki saatlerce karın altında kalmışım gibi…
"Yarın görüşürüz Özgür Bey." dedi Oylum, onun uyarısını ciddiye aldığını belli eden, net bir ses tonuyla.
"Yarın görüşürüz Oylum Hanım." dedi Özgür, doğrudan onun cümlesini taklit ederek.
Bir telefon konuşmasından çok kıyasıya yaşanan bir satranç maçına, güç savaşına tanık olmuştum sanki az önce. Oylum’un soğukkanlılığı, alaycılığı, diksiyonu… Özgür’ün verdiği isimler ona nelere mal olabilirdi kim bilir? Buna rağmen bir an bile eğilmemişti karşısında. Sanki… Özgür kadın haliyle sohbet etmişti az önce… Benzerlikleri neden mideme kramplar sokuyordu? Ben… Neden bir yansımaymış kadar çok benziyor oluşlarını kıskanıyordum içten içe? Özgür’den çalmaya çalıştıklarımla mı ilgiliydi bu? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, onun kılıfını giyemediğim için mi canım sıkılmıştı bu kadar? Bir an sonra öfkeyle doldum kendime karşı… Özgür’ün bizi kurtarmak için gecelerce yaptığı planlar sonucu açtığı bir telefondu bu alt tarafı. Bazen cidden çocuk gibi hissediyordum… İçimdeki çocuğu büyütemeyecektim sanki, altmış yaşımda bile…
Kendine bir bardak kahve koyan Bora, yanımıza döndüğü sırada, Özgür'den detaylı bir açıklama alamayacağını bilen Anıl: "Ne bu Zehra mehra.." diye söylendi. Bora ortamla ilgisi yokmuş gibi bir rahatlıkla, başparmağıyla kahve kupasındaki buharı dağıttı. "Sen gittiğinde minik bir araştırma yaptık tilkiyle." dedi, birkaç dakika sonra. Tilki... Gerçekten kendi çevrelerinde bu lakabı mı kullanıyorlardı? Bilmiyordum. Bana özel olduğunu sanıyordum o lakabın... O an bunu bile kıskandım istemsizce. Kendime kendim bile anlam veremedim. Sanki Özgür Oylum ile konuşurken bir taş devirmişti içimde... Durmadan yıkılmaya devam ediyordu.
Bora Anıl'ı aydınlatmak ister gibi bilgisayarını önüne çekti. Gözleri ekranın her satırını bir dedektif edasıyla inceliyordu. Ama yüzü, bir hırsız kadar sessizdi.
“Oylum Ersoy adıyla 2014'ten önce dijitalde hiçbir iz yoktu. Araştırdım baya... Özgür de o isimle doğmadığını düşündü." diye anlatmaya devam etti. Özgür, Bora'nın açıklamasına dipnot düştü bu sırada. Sanki kontrolü orada bizimleyken bile elden bırakmak istemiyor gibiydi... Kolunu omzuma attı. Kopuklaştığımın farkındaydı. Beni tekrar olaya çekmek istiyor, bir yandan da uzakta hissetmemem için uğraşıyordu sanki. "Ölüm ilanları, mezarlık kayıtları, aile soy ağacı siteleri, eski mahkeme PDF’lerinin arama motoru indeksleri... Her şeye baktık.”
"Yasal değil hiçbiri ama..." dedi Bay K, kanısından emin bir ifadeyle. Özgür’e alttan bir bakış attı. "Kim takar değil mi?"
"Sus be sen!" diye çıkıştı Anıl ona. "Baban deney faresi gibi bizi kullanırken baya izin falan almıştı valilikten herhalde."
"Konu dönüp dolaşıp babama geliyor…" diye yapmacık bir memnuniyetsizlikle söylendi Bay K. "Ünlü bi' babanın gölgesinde yaşamak zor..." Özgür'e baktı sanki bir şey ima ediyor gibi. Özgür gözleriyle küfretmekle yetinde. Tam olarak anlamamıştı ne ima ettiğini sanki..
Bora bir anda doğruldu ve bilgisayar ekranını döndürdü bana doğru.
Karşımda bir hastane arşivi görüntüsü vardı. İstemsizce eğilip okudum.
Sisteme misafir ziyaretçi olarak sızmıştı.
Tarih: 1996. Hasta: Zehra Yüce. Not: 12 yaşındaki kızı tanıklık yaptı. İsim gizli.
“Zehra Yüce... Annesi. Küçük bir kasabada adam bıçaklama vakası. Kadın üç yıl yatmış, sonra delil yetersizliğinden salıverilmiş kızının ifadesiyle..." dedi Bora.
"İsimsiz tanık... Yani... Küçük Oylum.” Özgür gereksiz detaylarla bizi uğraştırmak istemiyormuş gibi kısa kesti. Yüzünde tehlikeli bir gülümseme asılı kalmıştı. Ellerini cebine soktuğu sırada, bakışları ekranın içinden geçmiş gibi uzağa daldı.
"Bizimle uğraşan herkesin bu kadar sağlam sırlarının olması çok eğlenceli... Bilseler, önümüzden geçmezler herhalde.” dedi Anıl, keyifli bir ifadeyle gülerek. Yüzünde gururlu, korkusuz çizgiler oluştu.
Özgür'ün kibri virüs gibi yayıldı odaya. Bora ve Anıl keyiften dört köşe oturuyordu... Özgür’ün omuzları uzun zaman sonra ilk kez bu kadar rahat görünüyordu. Bay K her zamanki kadar umarsızdı.
"Yavuz mu ne dediniz... O ne?" diye sordu Anıl birkaç dakika sonra, aklına yeni gelmiş gibi.
"Yaptığı programın bi' bölümünden sonra..." Bora bilgisayarda başka sekme açarken konuştu. "Yayın sonrası içeriden biriyle çok özel görüşme talebi olmuş. İsim sansürlü. Ama sistemdeki IP izi değil..." dedi pis pis sırıtarak. "Kiminle yazışmış biliyor musun?”
Ekranı önümüze sürüp eliyle işaret ederek, "Yavuz Karaca. 2016 cinayet davası. Yargılandı, ceza aldı. Ama... Tutuklandığı gün, Oylum’un programına konuk olmuş.”
Özgür, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle fısıldadı: “Yani hem geçmişinde suç var... Hem de suçla flört ediyor. Düşündüğümden daha kolay olacak..."
Rahatsızlık hissettim yine. Suçla flörtmüş... Oraya ait değilmişim gibi... Özgür bana sımsıkı sarılıyordu o an ama o bile tutamıyordu içimde kopup gidenleri... Ortamdaki kafamın pek basmadığı sohbet, kapana kısılmış ruhumu daha da daraltıyor, beni ortadan ikiye bölecekmiş gibi sıkıştırıyordu. Bedenimden bile daha zayıf olan ruhum… Öyle hazır, öyle gönüllüydü ki bölünüp parçalanmaya…
“Ben biraz uyuyacağım.” dedim. Sesim, salonun orta yerinde kaldı öylece, kimse, herhangi bir yanıt verme ihtiyacı duymadı. Odadaki herkesin merkezinde Özgür vardı hala. Özgür ise onun dünyasının merkezinde benmişim gibi herkes onun ağzına bakarken bana döndü şaşkınlıkla. ‘Neden?’ der gibi baktı.
O an ortamdaki varlığım, yoktu. Ben de tamamen yok olmaya karar verdim oradan. ‘Zaten karmakarışık kurtuluş planları dinlemeye de halim kalmadı pek...’ demek istedim ama diyemedim. Onun yerine adım adım Özgür’den uzaklaşırken mırıldandım ağzımın içinde:
"Yoruldum sanırım Özgür... Gidip dinleneceğim biraz."
Yatak odası sessizliği taşıyan, yumuşak bir koyuluktaydı. İçimde boğulmadığım ama gözlerimi kısıp bakmak zorunda kaldığım bir his vardı o an... Ayaklarım beni yatağın ucuna getirdi, oturdum. Başım eğik, kollarım dizlerimde... Ne tam uyanıktım ne de huzurlu bir uyurgezerlikte. Sadece... Uzaktım. Oylum ile Özgür'ün telefon sohbeti beni neden bu kadar kötü hissettirmişti ki? Tehlikede olduğumuz kesinleşti diye mi? Hayır. En tehlikeli anlarda böyle hissetmezdim ben. Bu, başka bir histi.
Kapı aralandı. Özgür sessizce yanıma geldi. Ayak sesleri yoktu. Ama tenim, onun varlığını benden önce fark etti. Kalbim bir nabız daha hızlı attı. Yanıma geldi, hiçbir şey sormadan battaniyenin altına girdi. Soğuk elleri sıcak belime değdiğinde... İçimdeki anlamsız his yüzünden istemsizce kendimi ondan geri çektim.
"İyi misin güzelim?"
Omzuma yanağını koymuştu. Sesi yorgundu ama hala bendeydi.
"Onca şeyden sonra böyle hissetmen normal..." diye yorumladı kendince o anki halimi. Eh... Öğrendiğim korkunç şeylerden sonra koşa koşa ona dönmem ama ardından Oylum ile konuşmasından rahatsız olmam ilk akla gelecek şey değildi, doğal olarak.
Gözümün ucuyla ona baktım. Göremedim ama göz kapaklarımda onun yansıması vardı. İçimde bir şey kıpırdadı. Karanlık bir hayal, kırık bir ayna gibi...
"Kıskandım." diye itiraf ettim.
Şaşırdı.
"Neyi?"
"Bilmiyorum. Her şeyi..." Kesik bir iç çekiş… Sanki duvarlarda yankı bulacak kadar sesli. Ama bir o kadar da bana ait değil gibi… Sanki… Özgür ile aramızda uzanan üçüncü birinin dudaklarından dökülmüştü, benim yerime. "Neden böyleyim anlamadım. Ama bugün böyle biraz..." dedim usulca. "Beni sevdiğini biliyorum ama... Bana aşık mısın Özgür?"
Duvarların arasında bir nefes sesi daha yankılandı. Bu kez Özgür’ün dudaklarının arasından çıktığına emindim…
"Pınar senin için dünyadaki en güzel şeydi. En masum... En temiz..." Gözlerimi sıkıca kapatıp yok olduğumu hayal ettim bir anlığına. "Oylum... O kadar zeki ve kültürlü ki... Onunla konuşurken zeki olduğunu hissettiğinde keyiflendiğini hissettim." Gözlerimi Özgür’e çevirirken konuşmama sakince devam edebilmek için usul usul telkin ettim kendimi. "Gamze vardı mesela... İlk tanıştığımızda. Polisti... Güçlüydü o da." dedim ve omuz silktim çocuk gibi. "Hayatına giren tüm kadınlar bir şeylerin en iyisi... Etkileyiciler." Bir kez daha kapattım gözlerimi, aynı dilekle. "Benim neyim var Özgür?"
Hemen cevap vermedi. Sessizlik bana vereceği cevaptan ne umduğumu sordu sanki bana... Bu defa içimi acıtan değil, kalbimi avuçlayan türden bir soruydu....Ama hemen sonra başladı... Sözleriyle beni parça parça toplamaya… Metruk bir binaydım ben, Özgür her seferinde en baştan inşa ediyordu, sil baştan yaratır gibi… Temel atıyordu ruhuma.
"Bak... Ergenlik döneminde beyin o dönem dopamin ve oksitosinle yıkanıyor. Bağlanma hormonları zirvede, karar merkezimiz gelişmemiş... O yüzden o zamanlar yaşadığımız aşkla, yetişkinlikte yaşadığımız bir olmuyor. Şimdi daha sessiziz belki... Ama o zamanlar gibi yalnızca hissetmiyoruz.
Şimdi hem hissediyoruz... Hem hatırlıyoruz.
Hem de sevdiğimiz kişiyi neden sevdiğimizi biliyoruz."
Omuz silktim. Bilmediğim bir dilde konuşuyordu sanki... Beklediğim yanıt asla bu değildi çünkü.
Zihninle konuşma bana Özgür... Zekan umrumda bile değil. Kabini aç bana...
Anlamsız bakışlarımı incelerken, omuzları düştü hafifçe. Yüzünde, onun hoşuna gittiğimde oluşan türden bir tebessüm oluştu. Kolunu belimin altından geçirip sıkıca kendine doğru çekti zayıf bedenimi. Ama hala göz göze olabileceğimiz bir konumda tutuyordu yine de. Koyu gözlerine bakarken dinlediğim her şey… Kolayca anlaşılabilir ve kabul edilebilirmiş gibi…
"Tamam o zaman... Sana senin en sevdiğin şekilde anlatacağım. Tamam mı?" Ağır ağır başımı sallarken kollarımı kımıldatmadım hiç. "Elimizi aynı anda bir sobaya bastığımızı düşün... Benim derim kalınsa, senden daha az çığlık atarım. Ama bu elimin daha az yandığını göstermez... Ya da on dört yaşındaki biri olsa... Muhtemelen en çok o çığlık atar, tepkisini daha yüksek verir. Değil mi?"
Bana, benim her olayı örneklerle açıklamamı taklit eder gibi, uzun uzun açıklıyordu her şeyi bir bir. İçim titredi bi’ an. Yüzümü göğsüne gömesim geldi.
"O yüzden gençken yaşadığımız aşklar daha sesli oluyor. İstersen daha az hisset... Fark etmiyor." dedi, dudakları kıvrılırken. "Bak, kırk yaşında olur da yine yan yana olursak şu an konuştuğumuz şeylerden utanacağız muhtemelen. O zaman aşka bakış açımız, aşkı ifade ediş biçimimiz çok değişecek. İçimizdeki aşk aynı kalsa da..."
Özgür uzanıp saçlarımı öptü, kırıklarıyla birlikte. Sonra göğsümün üstüne doğru eğilip, kumaşın üstünden orayı da öptü, kalbimin kırıklarıyla birlikte…
"Pınar'dan sonra hayatıma kimseyi almayacağıma dair bir yemin ettim. O yüzden seni hayatıma almadım. Ama sonra..." dedi Özgür göğsüme doğru, sayıklar gibi. "Hayatım oldun." Sırtımdan geçen ürpertinin nedeni onun sesindeki derinlikte saklıydı. "Belki hayata on yedi yaşımdaki gibi bakamıyorum yaşadıklarım yüzünden... Belki o zaman tanışsak sana hak ettiğin gibi hissettirebilirdim sana..."
Başını kaldırıp gözlerimizi birbirine kenetledi bir kez daha. Uzanıp dudağıma kısacık, yoğun bir öpücük bıraktı.
"Ama ben kolay öğrenirim, bilirsin... Öğret bana. İçimdeki aşkı sana senin sevdiğin şekilde nasıl ifade edebilirim?"
Güzel anlatıyordu, kabul... Ama benim beynim zaten süslü cümlelerle bezenmiş, acı ve trajediyle büyümüş bir zihne ev sahipliği ediyordu... Duymak istediğim o kelimeyi yalın halde istedim. İnatla. "Bana aşık mısın Özgür?"
Özgür, burnundan soluk vererek güldü. Hiç olmadığı kadar ciddi bir ifade takındı sonra. Gözlerinden kopkoyu, adı belki tutku belki adanmışlık olan gölgeler geçti.
"Çok aşığım." Beni saran kolunu çekince üşüdüm. Ama hemen sonra, parmak uçlarını çene hattımda gezdirmeye başlayınca… Hızlıca ısındı kalbim. "Yüzüne aşığım." Yüzümdeki soluk çilleri okşadı. Parmakları, parmak olmaktan çıktı; ezberleyen gözler gibi dolaştı yanaklarımda. "Yüzündeki minik çiller... Gözaltındaki hafif morluk... Saçlarının siyahı, teninin beyazı... İlk bakışta her detayını aklında tutması zor. Güneş çıktığında çillerin artıyor... Ezberlemek için her gün bakmam lazım. Her gün aynı güzelliğe bakmak gibi değil... Her gün dikkatlice bakıp, okumam gerekiyor yüzünü."
Dudaklarım titredi. Özgür, başını yavaşça iki yana doğru salladı. Beni sımsıkı kollarının arasına aldı yeniden.
"Çok güzelsin..." Dudaklarımın kenarına bir öpücük bıraktı. Kalbime çok yakın bir yere değdi. "Aklına aşığım. Bin yıl düşünsem aklıma gelmeyecek şeylere takılıyorsun..."
Burnundan soluyarak gülünce ben de güldüm kendimi tutamayıp. Üç saniye önce ağlayacaktım… Duygularımın yüksek hızlı treni her seferinde yorgun düşürüyordu cılız bedenimi…
"Duygusal zeka, analitik zeka... Zekanın türlü çeşidi var. Ama seninki başka... Kendim gibi bir sürü insan bulabilirim. Benden daha zeki milyonlarca insan var dünyada... Ama senin zihninin eşi benzeri yok." dedi Özgür, dudağımın kenarında gülümseyerek. "Bedenine aşığım. İstemeden çevrendeki insanların hareketlerini kopyalıyorsun... Benim gibi yemek yemeye başladın. Anıl gibi içmeye... Bedenin ilk kez insan olmayı deneyimleyen bir ruh gibi, hâlâ nasıl hareket edeceğini çözüyor..."
Sağ eli sırtımdan kalçama doğru yavaş bir yol çizmişken devam etti konuşmaya,
"Aşığım. Buna da."
Güçlü eli, kalçamı teyet geçip baldırımı tuttu usulca. Sağ bacağımı üstüne çekip okşamaya başladı, yavaş hareketlerle.
"İsmine de aşığım. Daha önce herhangi birine bu denli yakışan bir isim görmedim... İnatçı... Suyun kenarında ısrarla bekleyen... Güçlü..."
Özgür’ün gözleri ışıldadı. Orada biriken şey… Karanlık kalbimin odalarını aydınlattı tek tek…
"Bazı inanışlarda felaket sonrası hayat yeniden başlarken yosunlar çıkarmış ilk." Özgür bir kez daha yüzüme doğru yaklaşıp, dudağımın kenarında konuştu, fısıldar gibi. "Benim felaketime denk geldin sen de..." Tenime üflediği nefes yakıcıydı. Bu kez o yangın ürpertti sırtımı. "Felaketime tutundun. Büyüdün..." Dudaklarıma yoğun bir öpücük daha bıraktığında başım döndü, kafam allak bullak oldu iyice… "Senden başkası bunu başaramazdı." Kararlı gözleriyle: "Benden yüzlerce kez vazgeçmen lazımdı. Özür dilerim... Teşekkür ederim." dedi sonra.
Saçlarımı okşadı… Boynumu, omuzlarımı… Sırayla hepsine şifa verir gibi…
"Birlikte iyileşeceğiz sevgilim. Benim kendime dair hiçbir umudum yoktu. İyileşmek lugatımda mevcut değildi. Hasta doğdum, hasta ölürüm herhalde diye inandırmıştım kendimi. Şanssız bi' çocuğun pek bir seçeceği yok gibiydi. Cehennem evi sonum olacaktı. Ama ayaklarım beni sana getirdi biliyorsun... Çünkü senden uzak kalınca fark ettim ne kadar iyileşmek istediğimi..."
Gözlerim doldu bir kez daha. Özgür uzanıp göz kapaklarımı öptü.
"Söz, sen benden ne istersen onu yapacağım bundan sonra. Bokun içine battık, onu temizlemeye çalışıyorum şu an. Oylum denen kadın bu oyunda sadece bir piyon... Bizi avlamaya kalktı ama ben onunla küçük bir oyun oynayıp bizi kazanmaya çalışacağım."
Yavaşça çenemi okşarken, ilk kez bu kadar sevimli bir tarafıyla tanışıyordum onun. Sanki Özgür ile ilk tanışmammış gibi… Heyecandan ağzımda atıyordu kalbim… Başını hafifçe sağa doğru eğdi,
"Ama dersin ki bana sevgilim... 'Ne olacaksa olsun, umurumda değil gitme...' Gitmem. Tamam mı? Ben aklıma çok güvendim hep. Kibirliyim belki bu yüzden... Ama aklım hep bir silah oldu, ilk bana döndü... O yüzden al beni eline... İstediğin yere ateş et. Emrindeyim."
Sevimli ruh hali aniden değişip karanlık bir tarafa evrilirken, gözleri iki zift parçası kadar siyahtı. Bana öyle kararlı, öyle tutkulu gözlerle bakıyordu ki adımı unuttum.
"Kullan beni... Ben nasıl insanlarla oyuncak gibi oynadım istediklerimi elde etmek için... Şimdi de sen benimle oyna."
Gözlerimi kapattım, o yoğun, hisli gözler bana fazla gelecekmiş gibi hissettim birden. Ama göz kapaklarımın ardında onun yüzü duruyordu. Aşkın rengi yoktu ama sesleri vardı. Ve o ses, Özgür’ün sesiydi. Yalnızlıktan yapılmış bir kalbin içime yaslandığını hissettim.
Başka hiçbir şey söylemedim ona. Sadece yüzümdeki tebessümle derin bir uykuya daldım kollarında...
Hoş... O da bir cevap beklemedi. Cevap oydu. Ben zaten dünyanın en kolay okunan cevap anahtarı... *
Yüksek tavanlı odanın sahip olduğu en eski eşya, babasının Avrupa’dan aldığı, pirinç çerçeveli antika aynaydı. Bay K aynanın karşısında, yüzündeki yaralara pansuman yaparken, geçmişle ilgili kısa bir an yerleşti zihnine. Küçük bir çocukken de defalarca kez dikilmişti bu aynanın karşısında, aynı duygusuz, donuk bakışlarla. Özgür’e karşı bir öfke kırıntısı dahi hissetmiyordu tabiatı gereği. Fakat hissetmesi gerektiğini biliyordu. Özgür’e sıkı bir ders vermeliydi, bunu hissettiği bir duygu kaynağıyla istemiyordu. Yalnızca… olması gereken, olmalıydı. Özgür’e ders verebilecek cürete sahip kaç insan yaşıyordu ki bu dünyada? Bunu, yalnızca Bay K yapabilirdi, en azından bu evin hudutlarında böyleydi durum. Özgür’ün zihninin ev sahipliği ettiği tilkilerin kontrollerini kaybetme riskini göze alamazdı. ‘Yalnızca tedbir için…’ diye düşündü, kaşının üstüne yuvarlak, şeffaf yara bandını yapıştırırken.
Odasından ayrılıp merdivenleri ağır ağır inerken, etrafına dahi bakınmıyordu. Terastan gelen sesleri umursamadı, doğrudan alt kata yöneldi. Salondaki kadife İran halısını belirli bir noktadan tutup, bir kitap sayfasını çevirir gibi kaldırdığında, gizli bir zemin kapağı gün yüzüne çıktı. Bay K’nin kaskatı yüzünde tek bir kas oynamamıştı, yıllar sonra gizli geçidi ilk kez görmüş olmasına rağmen…
Kapak, eski bir kilise tavanı kadar ağırdı. Bay K tüm gücünü kullanmak zorunda kaldı. Açıldığında toprak kokusu, rutubet ve yüzyıllık kağıt küfü kokusu aynı anda çarptı yüzüne.
Kenarda düğme olmasına rağmen ışığı açmadı. Merdivenlerin başında duran gaz lambasının fitilini tutuşturdu onun yerine. Buraya sakladıkları bazı şeyler, yapay ışık yüzünden zarar görebilirdi çünkü. Yalnızca acil durumlar için kurulmuştu elektrik aksamı.
Elinde tuttuğu gaz lambasıyla, usul usul indi tahta merdiveni, adımları dikkatliydi. Alt kısma ulaştığında karşısına demirden bir kapı çıktı. En az kapak kadar ağır görünüyordu. Kapının iki yanından uzanan ince tuğla duvardaki tuğlalardan birini itti içeri doğru. İçindeki mekanik dişlilerin yerine oturduğuna dair bir ses duyuldu, kapı içeri doğru açıldı yavaşça.
Odanın içi zamanın kendisine ihanet etmiş gibiydi...
Duvarlar ufaktan küflenmeye başlamıştı, basık tavan örümcek ağlarıyla dikilmiş gibiydi. Bay K babası öldüğünden beri o çok gizli odaya hiç girmemiş, buna gerek duyacağı bir duruma düşmemişti yıllardır. Odanın varlığını unutmasa da üstüne düşünmeye de gerek duymamıştı. ‘Güzelce temizlemek lazım buraları…’ diye geçirdi içinden.
Ama o eskilik kirinin, küfün ve rutubetin orta yerinde, çok mühim bir şey vardı.
Bir labirent.
Kitaplardan oluşan, sonsuz ve yasaklı bir labirent…
Kitaplar.
Dizilmiş.
Kat kat.
Üst üste.
Ama rastgele değil.
Her cilt, ciltlerle kaplı her raf, bir arşivin matematiğiyle örülmüş…
Tüm boşlukları nadir tablolar asılmış, her biri, meraklısını çileden çıkaracak türden değerli, koleksiyon ürünleri… Bay K’nin odasındaki pirinç aynadan çok daha eski, pirinç çerçeveler, el boyaması aşurelikler ve şamdanlarla süslenmiş raflar. Hepsi tarihi eser. Varlıklarından haberdar olan, yaşayan tek kişi Bay K, lakin umurunda değil hiçbiri. Onun esas ilgilendiği şey, cilt cilt yasaklanmış kitaplar koleksiyonu ve el yazması defterlerdeki bilgiler, insanların hayatlarını kapsayan düzinelerce sırra sahip… Bay K’nin bu basık odada değer verdiği şey, bilme gücü. Lambasını raflara doğru kaldırıp, yasaklanmış düşüncelerle dolu eski ciltleri okşamaya başladı, parmaklarının ucuyla.
Borges’in kayıp el yazması not defteri.
De Humani Corporis Fabrica’nın resimli, yakılmış olduğu sanılan baskısı.
Vatikan’dan çalınmış bir Index Librorum Prohibitorum nüshası.
Ve...
Marcel Proust’un bilinmeyen, ölümünden sonra asla yayımlanmamış bir defteri. (Les Silences Perdus — Kaybolmuş Sessizlikler. Paris'te yandığı sanılıyordu.)
Ciltlere tek tek göz gezdirerek geçti aralarından, rafların bittiği noktaya kadar yürüdü. Sanki bu noktada odanın havası soğumaya başlamış gibi sırtı ürperdi, omuzlarını istemsizce kımıldatırken fark etti bu durumu.
Sanki kitaplar bile o rafa dokunmaktan imtina etmekte, var oldukları rafta kaskatı kesilip buzla kaplanmış gibi etrafa çivi gibi bir soğuk saçmaktaydı…
Rafın bittiği duvarda antika bir zigon sehpa vardı. Bay K, lambasını o sehpaya bırakıp, hemen yanındaki maun sandığa doğru eğildi. Vakit kaybetmeden kapağını açtığı geniş sandık neredeyse boştu, tek bir şey hariç; Siyah, kadife kaplı cildiyle, eski görünmesine rağmen yıllara meydan okuyup sağlam kalmış, pahalı görünen bir kitap…
İnsanı Çürütme Sanatı Harun Alataş.
Kitabın kapağında ne yazar ismi var, ne de bir görsel.
Sadece dokunduğunda hissedilen, hafif kabartmalı bir kabuk: “H.A.”
Bay K kapağı araladı baş parmağıyla. İlk sayfada yazarın el yazısıyla tek bir cümle:
“Çocukları büyütmek değil, insanı küçültmek en derin sanattır.”
Bay K güldü sessizce. Neşeden yoksun sesi rafların arasında kaybolup gitti.
“İşte… Buradaymış.”
Kitabı yukarı doğru kaldırdığında, omuzlarına düşen tozlar, kitabın içinden değil, zamanın kendisinden dökülür gibiydi...
Bay K, gözlerini kısarak boşluğa baktı bir süre. Ardından zehir gibi birkaç kelime örüntüsü döküldü dudaklarından:
"Biyolojik babanla tanış bakalım Özgür Gencay. Sana çok bile dayandım..."
Bay K, bodrumdan çıkıp halıyı yavaşça kapattığı sırada üst katta uyuyan Yosun, ‘Su…’ diye sayıkladı birkaç kez, üst üste. Özgür kollarının içinde onu tutarken öyle ait, öyle var hissederdi ki, o küçücük sıcaklıktan kopmakta zorlanırdı hep… Yine de mevzu Yosun ve onun su isteğiydi. Onu bir damla suya muhtaç hissettirdiği günlerin ağırlığı bu tatlı sıcaklık hissinden çok geliyordu.
Yosun’u uyandırmamak için oldukça yavaş hareket etti ve parmak uçlarında yürüdü odadan çıkana dek. Mutfağa inerken adımları sert ve hızlıydı ama. Bir an önce geri dönmek istiyordu o yatağa.
Ama sonra… Mutfakta, öylece dikilen Bay K ile karşılaştı. Ve bazen tek bir karşılaşma, her şeyi ters yüz etmeye yeterdi…
Özgür onu görmezden gelip raftaki en büyük su bardağını aldı, doldurmaya başladı oyalanmadan. Bay K, öylece dikilmeye devam etti birkaç saniye daha. Ardından, Özgür’ün daha önce elinde tuttuğunu dahi fark etmediği kitabı kaldırıp masaya fırlattı. Özgür siyah ciltli kitaba şöyle bir bakıp gözlerini Bay K’ye dikti. Dudakları, alaycı bir ifadeyle, yukarı doğru kıvrıldı.
"Ne o, sana masal okumamı mı isteyeceksin benden uyabilmen için?"
Bay K, başını ağır ağır sallarken güldü sessizce. Ondan beklenmeyecek derecede imalı bir ses tonuyla konuştu sonra:
"Bu masalı okuyunca bazı çocukların uykusu sonsuza kadar kaçarmış... Sana getirdim okuman için.”
"Ne saçmalıyorsun yine acaba..." dedi Özgür söylenir gibi. Bardağı eline alırken kitaba ikinci kez bakmadı bile. Oyalanmadan merdivenleri tırmanırken Bay K’nin görüş açısından çıkıp gitti… Bay K, masaya çapraz şekilde düşmüş kitabı düzeltti sakin hareketlerle. Yüzüne rahat bir tebessüm oturmuştu... Özgür’ü tanıyordu… Öylece uyumaya devam edemeyeceğini, gelip kitabı buradan alacağını ve okuyacağını biliyordu…
Özgür Yosun’a bardaktaki tüm suyu içirdi, uyku arasında.
Yanına uzandı, ona tekrar sarıldı sıkıca.
Saniyeler dakikaları kovaladı… Özgür yatmak için rahat bir konum aradı kendine…
Olmadı, gözüne bir türlü uyku girmedi.
Bedenini Yosun’dan ikinci kez koparıp aşağı indiğinde Bay K’ye karşı öfkeyle doluydu. Onun zihnine attığı zehir tohumları birer birer patlamış, Özgür’ü uyutmamıştı… Mutfak masasının üzerine koyduğu sigara paketini ve çakmağı alırken gözleri siyah ciltli kitaba ilişti. Yarım saniye düşündü. Ardından kitabı da beraberinde alıp bahçeye attı kendini.
Gökyüzü kasvetliydi o gece, ay bulutların arkasına saklanmış, ışık vermek istemiyordu sanki ona, karanlıkta kalsın diye. Omuzları hiç olmadığı kadar çökmüş görünüyordu Özgür’ün. İyi olan her şeyden mahrum bırakılmış olma hissini, ilk kez izin veriyordu, içinde yaşamaya. Bahçenin eve en uzak noktasında, kuru bir kaya parçasının üstünde oturuyordu. Bir elinde sigara, diğerinde siyah ciltli bir kitap tutuyordu:
“İnsanı Çürütme Sanatı.”
Kitap… Eline soğuk geliyordu bir sebepten. Sanki uzun süre elinde tutarsa kar yanığı olacaktı her yeri. Sanki… Kadife kumaş, suni değildi. Yaşayan birinin sırtındaki kalın deriymiş gibi rahatsız ediyordu onu.
Parmak uçlarıyla kapağın kenarlarını yokladı, açmadı ama. Külü kendiliğinden düşen, yarıya inmiş sigarasından derin bir nefes çekti. Ve gecenin boşluğuna üflediği dumanı izledi uzun uzun. Duman yukarı süzülmedi... Aşağıya, ayağının dibine doğru çöktü. Sanki yerçekimi, elinde tuttuğu kitaba çalışıyordu o an. Sanki elinde tuttuğu kitap etrafındaki her şeyin ruhunu emiyordu...
Bilinçaltı kıpır kıpırdı Özgür’ün, kitap eline geçtiği dakikadan beri… Normal şartlarda içinde korku uyandıramıyordu hiçbir şey, çok nadir rahatsız hisseden biriydi, yaşadıkları düşünülünce oldukça doğaldı bu. Ama o an… Uzun zaman sonra ilk kez bir şeyler hissediyor, hissedebiliyor oluşu dahil hiçbir şeye anlam veremiyor ve her saniye daha çok öfkeleniyordu. Duyguların tanımı, normal insanlardaki gibi değildi Özgür için.
Yük.
"Orospu çocuğu..." Bay K kitabı ona verirken öyle bir bakmıştı ki yüzüne… Bomboş, gölgelerle dolu o irite edici bakışları kanına dokunmuştu Özgür’ün…
Aslında Bay K'ye istediğini vermek istemiyordu. Nadir bulunduğu belli olan bu rahatsız edici kitabı okumadan yırtıp atmak ve merak denen, ona hiç yakışmayan duyguyu yok etmek istiyordu fazlasıyla. Ama bilinçaltındaki tuhaf kıpırtı, ilkel motor becerilerini dahi bozmuş gibiydi...
Gözleri karanlığa bakıyordu ama karanlık da ona geri bakıyordu sanki. Birden kitap avucunda ağırlaştı.
Sanki içinde sadece kelimeler değil, çürümüş bedenler vardı.
Kapağı açmadı.
Parmaklarını, elektrik çarpmış gibi geri çekti.
Onu herhangi bir şey rahatsız ettiğinde, deney gruplarında geçirdiği cehennem günlerinden kalma bir alışkanlıktı bu... İlk olarak beyninde, o anki hissine en yakın anıyı çağırırdı. Anlamak için...
Bu hissi en son ne zaman yaşamıştı?
Yaş yedi.
Kasvetli bir gece.
Babası sandığı gaddar herif, ona böcek gibi davranmıştı. O adamdan ileriki yıllarda daha az korkacaktı ama o gece ayağındaki rugan ayakkabıların altında ezilecek gibi korkmuştu.
İşte o his.
Sinsice dönmüş, kalbinin kıyısına oturmuştu.
Ama neden?
Garip hissetti. Hiçbir bağlantı kuramamıştı zihnine düşen anıyla. Öfkeyle sigarasını yere attı. Ayağının altında parçaladı filtreyi.
Elinde bir kitap aldığında ilk son sayfasını okurdu hep... Bir anlık sinirle kitabı yere fırlatıp son sayfayı açtı.
Son sayfa… Bomboştu. Tam ortasına yazılmış, incecik satır hariç…
El yazısıyla, kurşun kalemle, bastıra bastıra yazılmıştı:
“Sevgili oğlum... Beni arıyorsun çünkü seni asla tanımadım. Ama sen beni tanıdıkça, kendine düşman olacaksın.”
Özgür’ün göğsü daraldı. Keskin bir bıçak dayandı sanki, göğüs kafesinin ortasına. Nefes almaya çalıştı. Olmadı.
Bu panik atak değildi.
Bu… Tanıdığı ama adını unuttuğu bir histi.
Yetersizlik.
Zayıflık.
Çocukluk.
Yutkundu. Boynundaki damarlar gerildi tek tek. Kitabı sertçe kapatıp tabanıyla ezmeye başladı. Bay K amaçladığı şeye ulaşmıştı. Ne olduğunu bilmediği bu zihin sancısı, çaresini bulamadığı yetersizlik duygusu, ya da adı her neyse... Özgür’ün hoşuna gitmemişti hiç.
"Siktir git... Her kimsen." diye bağırdı boşluğa doğru.
Bilinç üstü kabul etmiyordu o an bilmeyi ama bilinçaltı... Özgür, bilinçaltının korkunç bir şeyler anımsadığına emindi.
Bu histen… Nefret etmişti.
Beni uykumdan neyin kopardığını bilmiyordum ama daha gözlerimi açmadan karnıma giren kramplardan biri olabilir diye düşündüm acıyla kıvrılırken. Kapının açılma sesini duyduğumda hızlıca kendimi toparlayıp kapıya doğru baktım. Özgür’ün ıslak saçları ve çıplak gövdesi, duştan çıktığını belli ediyordu. Antika duvar saati, 17:23’ü gösteriyordu. Baş ucu çekmecesinin üstünde kocaman, bomboş bir su bardağı vardı. Ne ara inmiştim ki aşağı? Su içtiğimi dahi hatırlamıyordum… Başım, karnım, midem, bacaklarım… Hepsi aynı anda, oldukça şiddetli bir şekilde ağrıyordu. Garip hissediyordum çok… Hastalanacak gibiydim sanki…
"Uyandın mı?" Özgür keyifli bir ifadeyle gülümseyip bana doğru yürüyünce, yüzümdeki acılı ifadeyi toparladım hızlıca. En azından nötr bir tavır takınmaya çalıştım. Fakat karnıma saniye başı giren kramplar pek yardımcı olmuyordu bana. Özgür’e ağrılarımı çaktırmak istemedim, başında yeterince dert vardı. Hem belki de… Uzun zamandır unuttuğum, hiç alışık olmadığım bir şekilde, aşkla sarmalanıp uyuduğum için vücudum böyle tuhaf tepkiler veriyordur, diye düşündüm.
Özgür altına kot pantolonunu çekerken ben öylece uzanmaya devam ettim, kolumu kıpırdatacak halim yoktu…
"Çok uyumuşum... Ama hala uykum var Özgür." diye sayıkladım, uyku mahmuru sesimle.
"Uyu sevgilim. Ben çıkacağım zaten... Sabaha karşı gelirim."
"Oylum için erken değil mi?" Başımı hafifçe kaldırıp Özgür’ün yüzünü inceledim birkaç saniyeliğine. O, burnundan solur gibi gülerken yatağa doğru yürümeye başladı.
"Öncesinde küçük bir işim var. Gelince anlatacağım ama söz." Yavaşça yatağa oturup bana doğru eğildi. Yüzüne daha yakın bir açıdan baktığımda… Bir şey gördüm. Yarım saniyeliğine geçip giden yoğun bir kasvet gibi… Hemen toparladı kendini. Yüzüne imalı bir gülümseme oturttu hızlıca. "Hala eminsin değil mi? Gidebilirim?"
"Sen git bizi kurtarmak için yap bir şeyler..." dedim, oyuna sadık kalarak gülerken. Sesim mırıldanır gibi çıkmıştı. "Ben uyumak istiyorum sadece..." Gözlerim istemsizce kapanırken Özgür bir süre daha durdu öylece. Beni izliyordu… Bir sorun olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Biraz sonra, çaktırmadan elini alnıma yasladı, ateşimi kontrol etmek için. İçten içe panikledim ama kendimi zorlayarak sesimi sakin çıkarmayı başardım. "İyiyim... Sadece uykum var. Yemin ederim." diye yalan söyledim ona. Sürekli sorunu olan biri gibi hissetmekten bıkmıştım. Ayrıca Özgür’ün çok daha büyük sorunları vardı bugün.
Dakikalar geçmişti ama Özgür hala duruyordu öylece. Ben uykuya dalana kadar bekleyeceğini anladığım noktada ona arkamı dönüp yorganı yüzüme çektim.
"İyi uykular... Hemen döneceğim." dedi yorganın üstünden sırtımı öperek.
Bir… iki… üç… dört… beş… altı.
İçimden ağır ağır saydım. Daha yediye varmadan kapının kapanma sesi ulaştı kulaklarıma.
Özgür gitti. Ben kendi etrafımda kıvrılıp yuvarlağa dönüştüm acıdan.
Birkaç saatlik rahatsız ve yarım uyku sonrası yorganın içinde cenin pozisyonunda kıvranırken, Özgür'e iyi olduğum yalanını söylediğime pişman olmuştum. Fiziksel olarak öyle bir acı içindeydim ki, söylediğim yalan elime yüzüme bulaşmıştı sanki. O yanımda olsa, bir şey yapardı... Geçirirdi acımı... Biliyordum.
Güç bela yataktan kalkıp koşarak banyoya gittim. Yüzüme soğuk su çarparken, her an öğürmeye başlayacakmış gibi hissediyordum kendimi. İstemiyordum… Kusma fikrinden nefret ederdim oldum olası… Her kustuğumda moralim bozulur, olduğumdan bile daha kötü hissederdim kendimi…
‘İçimde bir şey kopuyor, ama ben ne olduğunu bilmiyorum. Sanki… Kendimden bir parça değilmiş gibi… Tanımadığım bir parça acı çekiyor benden gizli.’
Banyonun karanlığı duvarlardan değil, gözlerimden içeri sızıyor gibiydi. Işıklar açıktı oysa. Ama ben, ellerimin gölgelerini bile seçemiyordum. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi tuvaletin önüne çöktüm. Parmaklarım, buz gibi fayansa yaslandığında tırnaklarımın kırıldığını fark ettim. Ama canım yanmadı.
Karnımda hafifçe dönen bir sancı… Regl sancısı gibi geldi başta. Oysa daha evvel hiç böylesi bi' acı hissetmemiştim... Bu sancı başka… İçimde ezilerek kıvrılan bir şey vardı sanki. Midem bulanıyor ama bu bulantı, kustuktan sonra bile geçmiyor. İçimde hâlâ bir şey kusulmayı bekliyor gibiydi.
Bir şey aktı içimden. Sessizce. Gözlerim istemsizce yere kaydı. Kan. Ama alıştığım gibi değil.
Yere yığıldım. "Özgür... Çınar! Anıl!" Çığlık kopardım.
Pantolonumun paçaları kıpkırmızıydı. İç çamaşırım çözülmüş, aşağıya doğru kaymıştı sanki. Ama ben dokunamıyordum. Yalnızca bakıyordum. Üzerime boşalan kan, yerle temas ettikçe şekil değiştiriyordu. Bir labirente benziyordu. Çıkışı olmayan.
Başım duvara çarptı hafifçe. Uyandırmak ister gibi kendimi dürttüm. Sesim çıkmadı. Boğazımda düğümlendi.
Kapı vuruldu. Hafifçe açıldı sonra.
“Yosun?” Bay K'nin sesi.
Cevap veremedim. Bir hırıltı bile çıkaramadım. Kapı gıcırdayarak açıldığında, Bay K durdu. Hareket etmedi. Sadece baktı.
Gözleri ayaklarımın ucundaki kana bakıyordu. Sonra yüzüme… Sonra tekrar kana.
Yanıma çömeldi. Elini hiçbir yere sürmedi önce. Sadece baktı. Zamanın dışına çıkmış gibiydi.
“Ne zaman başladı?” diye sordu.
Ben hâlâ anlayamamıştım. Hâlâ neye tanık olduğumu çözememiştim.
"Hiç böyle olmazdı Çınar... Hiç böyle regl ağrım olmazdı..."
"Sakin ol..."
Titreyen ellerimi tuttu. Nabzımı ölçtü. Nabzım hızlanmıştı ama yüzüm buz gibiydi. “Yosun,” dedi. “Dinle beni. Sana şimdi birkaç şey sormam gerekecek. Ama önce…”
Cümlesi yarım kaldı. Altıma bir havlu serdi. Ellerini çamaşırıma götürdü, izin istemeden.
"En son ne zaman regl görmüştün?"
"Hatırlamıyorum... Uzun süredir görmüyorum." Karnıma saplanan yeni bir sancıyla alnım kırış kırış oldu bir kez daha. "Ondan mı böyle oldu?" Gözlerimin önü kararıyordu, kelimeler dudaklarımın arasından sayıklar gibi çıkıyordu. "O olaydan sonra..." Hiç beklemediğim bir anda hıçkırdım. Sanki tüm boğazım, gözyaşlarıyla dolmuş gibi ağırlaştı. "Hale..." diye fısıldadım, gözlerim usulca kapanırken. "O olay..." Bay K anlamış gibi susturdu beni. "Biliyorum zorlama kendini..."
"Birkaç saniye dayan, geliyorum hemen!"
Sustum. Zaten konuşabilecek hâlde değildim.
Bay K, kendini banyodan atar atmaz aceleyle merdivenlere doğru yöneldi. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, dışarıdan bakan bir göz, yoğun bir panik duygusu yaşadığını sanabilirdi. Aynı esnada yukarı doğru koşan Anıl’ın yüzü kireç gibi olmuştu. Bay K’ye doğru dönüp merdivenin orta yerinde durdurdu onu.
"N'oldu? Yosun mu çığlık attı?!" diye sordu, korkudan sertleşen ses tonuyla.
"Özgür gitti mi?"
"Bir saat önce çıktı. N'oldu?! Yosun iyi mi?!" Anıl, panik halinde Çınar’ın omzunu sarstı. Fakat Çınar, başını ağır ağır, iki yana doğru sallamaya başladığında, Anıl, ellerini çekti onun üzerinden. Bay K, kesik bir nefes aldı. Sanki Yosun dahil kimse duymasın ister gibi Anıl’a doğru eğildi:
"Düşük yapıyor..."
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
özgür gencay okusa keşke bunu
Ama çok güzel olmazmiydi yaa busraa ufak bir bebeğimiz olsaydı yani ne olurdu ne güzel sevinirdik hele hamile yosunu okumak cok keyifli olurdu
Iste hayaller vs hayatlar 🖤
Tek şaşıran ve ilk defa bu yanını gören sen değilsin tüm bir misha aşireti ağzımız açık okuyoruz şuan olanları
Garibanın yüzü güler mi be
O bebek doğmalı
.. En başta Öfa ile başladığım bu serüvene ve büşrayı tanımama yatdımcı olan o kitaba şimdi bu pencereden bakmak çok hoş uğraşılmış bir site, kitaplat ve çok tatlı insanlar var ve ben bu duruma çok yumusak bakıyorum
Her zaman daha iyisini bize sunmak için çalısan bütün ekibe özellikle büşraya çook teşekkür ediyorum SİZİ ÇOK SEVİYORUZ YA🥹💖🎀