"Deniz Kabuklarının Altında"
0%
5 Şubat 2018
Bay K, arabayı bilerek tenha yollara sürüyordu. Camını yarıya kadar açmış, hemen arkasında oturan bana, kenardan temiz hava gelsin diye, şoför koltuğunda hafifçe sağa doğru kaymıştı. Yanımda sessizce oturmakta olan Anıl, elini kucağımdaki elime yerleştirmişti, birkaç dakika önce, yavaşça. Parmaklarıma sarılan parmakları, bana değdikleri her noktadan ruhuma işliyor, onun kimsesizliği, benim arayışıma karışıyor, paylaştığımız “kayıp” hissi sayesinde, ara sıra hafiflemiş hissediyordum. Ama hemen sonra duygular daha da sert bir biçimde geri çarpıyorlardı ruhuma. Hepsi birbirine destek olurcasına, tek bir dilden konuşuyorlardı. Annelik, annem, bebek, kayıp, yetersizlik, yoksunluk, boşluk… Bir kez daha hıçkırarak ağlamaya gücüm kalmamıştı. Gözlerimi sıkıca yumup kesik bir nefes aldım.
Boştaki elimin içinde, parmak uçlarımla sıktığım Günseli’nin verdiği kitap, her dakika daha da ağırlaşıyordu, durduğu yerde. Şimdi binlerce sayfalık bir ansiklopedi taşıyordum elimde. Oysa yukarıdan bakınca, hepi topu birkaç yüz sayfa ederdi, kapağı da inceydi ama ruhum için bir o kadar kalın ve ağırdı işte… Uzun saçlı bir kadın figürü vardı kapakta, çizgilerle oluşturulmuştu. Yedi sekiz aylık hamile karnında, sanki teni şeffafmış gibi bebeği görünüyordu, cenin vaziyetinde uyuyordu orada. Üstte parlak yaldızlarla, yıldızlardan çalınmış bir söz gibi görünen başlığa baktım.
“Kadın Kendini Doğurdu”
Kadın kendini doğurdu… Belki üstüne saatlerce konuşulabilecek derinlikte bir cümle… Kadın kendini doğurdu… Kadın kendini doğurdu…
Kitabın ismini içimden defalarca kez tekrar ettim istemsizce. Sanki bir duaymış gibi… Parmağımı kapaktaki kadın görselinin karnının etrafında gezindirdim. Bir an, tam da görseldeki bebeğe dokunacağım sırada göğsüm kabardı endişeyle. Dokunsam o çizgilerden yaratılmış çizim bebek bile ölecekmiş gibi hissettim. Sanki neye dokunsam gerçek ya da sahte çürüyecek, ölecek ve yok olacaktı. Bu düşünce aklıma girdiği an saniyesinde kitap beni yakmış gibi, elimi hızlıca çektim üzerinden, kucağıma düştü. Parmak uçlarım kısa saçlarıma doğru uzandı. Kimsenin görmeyeceği kadar kısa bir anda, saç diplerimi çekiştirdim. Dişlerimi öyle sıkmıştım ki canım yandı. Hayır. Saçlarımdan gelmedi o acı. Saçlarım, acımayı bile hak etmiyorlardı o an…
Birkaç dakika kucağımdaki kitabı inceledim yine. İçinde beni üzecek şeyler yazdığına neredeyse emin olduğum… Ama bir yandan da beni iyileştirecek büyülü sözler olduğuna inandığım kitabı… Cesaretimi toplayıp bir kez daha elime aldığımda kitabı, yakıcı his yok olmuştu. Elimde evirip çevirirken sanki mikroskobun altına koyduğum bir bakteriyi inceliyormuş kadar dikkatliydim. Gözüm, annenin karnındaki bebeğe değmediği sürece daha rahat bakabiliyordum kitaba.
“Okumak istiyor musun onu? Yoksa camdan dışarı fırlatabilirim istersen, senin için.” Anıl, işaret parmağıyla elimin üstünü okşarken hafifçe gülümsedi. Bir süreliğine benden cevap bekledi fakat hiç hâlim yokmuş gibi hissediyordum, ağzımı açmak için bile… “Bana sorsaydın oku derdim ama. Günseli de… Bir şey var. İyi bir şey. Kitabına da biraz katmıştır belki o iyi şeyden.”
Elini yavaşça çekti, bana alan sağlamak ister gibi. Gözlerimi kapatıp üç saniye boyunca düşünmeye çalıştım ama beceremedim. Ben de Anıl’ın aklını ödünç alıp sözünü dinlemeye karar verdim ve kitabın kapağını açtım yavaşça. Ve ithaf sayfasıyla karşı karşıya kaldım.
İTHAF
Bu kitap; doğmuş, doğurmuş, doğurmamış, doğuramamış, doğurmayı seçmemiş, ama her gün yeniden kendini doğuran tüm kadınlara…
Bu kitap; toprağın altında büyüyen kökler gibi görünmeden, fark edilmeden, hayatta kalmayı öğrenen kadınlara…
Bu kitap; kadınlığını eteğinde taşımış, kalbine saklamış, kelimelere sığdıramamış ama hiç bırakmamış olanlara…
Bu kitap; kadınlığı bir bedenle değil, bir hisle, bir sesle, bir düşle taşıyanlara…
Bu kitap; adı konmamış ama hissedilmiş kadınlıklara… Geç kalmış, yarım bırakılmış, bastırılmış, hayal edilmiş ve yeniden inşa edilmiş…
Ve en çok da... her gün, “Yeter ki ben var olayım” diyerek aynaya bakanlara…
Bu dünyanın karanlığında bile içinde ışık yakanlara…
Hepinize…
Çünkü biz… adımız ne olursa olsun, aynı Tanrıça’nın sesiyiz.
Kendimi, hayatımda bir kez bile bu sayfada anlatıldığı kadar özel hissetmemiştim. Hele bugün… Bir çöp konteynerinden farksız hissediyordum. Ben de en az talihim kadar dibe batmıştım. Leş gibiydim, en az onun kadar. İthaf sayfasındaki hiçbir tabire uymadığıma göre… Bu kitabı okumayı da hak etmiyormuşum gibi hissettim. Tam kapağı usulca kapatacaktım ki, “Annem bu yaşında hâlâ okur o kitabı,” dedi Bay K dikiz aynasından gözlerimin içine bakarak. “Her okumasında başka bir satırdan yakalıyormuş ithafı…”
İçimden geçenleri hissetmiş gibi, o an söylediği şeyler beni biraz mahcup hissettirdi. Bir çocuk gibi başımı önüme eğip tekrar baktım az önce okuduğum kelimelere. Belki o an ithafta kendimi bulamadığımı sanmıştım ama belki de… Hepsi bendim, o yüzden böyle keskin bir reddedişe geçmiştim.
Derin bir nefes alıp bu defa da Bay K’yi dinledim. Sayfayı usulca çevirdim ve önsöze geçtim.
ÖNSÖZ
Ben bu kitabı yazmadım. Bu kitap beni yazdı. Her kadın gibi ben de bir gün, başkalarının bana öğrettiği o kadını bıraktım. Ve içimdeki gerçek olanı aramaya başladım. O kadın, bana öğretilmedi. O kadın, hatırlandı. Çünkü kadın asla unutmaz.
Ben bir kadın doğum uzmanı olarak binlerce doğuma şahitlik ettim ama kendim, hiçbir zaman bir çocuk doğuramadım. Bir kadın doğurdum çok sonraları… Aynada yıllar boyunca gördüğüm o kadını… Kendimi.
Ve şimdi sizinle o kadın konuşuyor.
Sizin de kendinizi doğurmanız, büyütmeniz ve kendinize en baştan şefkat gösterebilmeniz için…
Unutma sevgili okur, bu kitap, seninle birlikte yazılmaya devam edecek. Çünkü biz biriz. Ve birimiz doğarsa, hepimiz doğarız.
-Günseli
Kadınlığını hatırlayan bir gece.
Her şeyi kaybettikten, kendimden bir parçayı, kucağımda bir kutuda taşıdıktan sonra okuduğum bu cümleler beni öfkelendirdi mi, etkiledi mi çözemedim. Günseli’nin sözleri, inanmak istemediğin ama seni süslü cümlelerle ikna etmeye çalışan kötücül bir manipülasyon gibi göründü önce gözüme. Ama sonra… Satır araları, onun bahsettiği kadınların ruhları gibi genişledi gözlerimin önünde. Ben ilk birkaç paragrafta hissettiğim kötücül şeyin, elimdeki kitapla değil kendimle ilgili olduğunu fark ettim. O an gördüğüm, duyduğum, kokladığım, dokunduğum her şey, bana kumpas kurmaya hazırlanıyormuş gibi, art niyetli duyumsamalara dönüşüyordu. Çünkü hayatımın en büyük kumpası ikinci kez vurmuştu bana dün gece. Ben ikinci kez, yanıltılmış, çalınmış ve küçücük bir enkaz parçası olarak bırakılmıştım, hayatımın ardında kalmıştım, bir kez daha o hayattan hiçbir şey istemeyen, adım atmaya dahi hevesi kalmayan zavallı küçük kıza dönüşmüştüm, ameliyat masasında çaresizce uzanan kıza… Hatta… Doğrudan o ameliyat masasına.
Parmaklarım, içerik bölümünde yavaş yavaş dolaşırken, sanki kitabı baştan sona okumuşum kadar uzun bir süre boyunca, her maddeyi tek tek inceledim. Hiçbir şey anlamadım bazı maddelerden, kelimelerin bazılarının anlamlarını dahi bilmiyordum. O kısmı geçip kitabı parmağımın ucuyla çevirmeye, sayfaları rasgele açmaya başladım. Gözüme birbirinden bağımsız fakat bir yandan da okudukça bütünleşen birkaç paragraf çarptı.
“Kadının rahmi yalnızca bir doğum kanalı değildir. O, yüzyıllardır bastırılan bir bilgi merkezidir. Bilimin adıyla örtbas edilen, dinin kurallarıyla susturulan, toplumun utanç perdesiyle saklanan… Asıl kutsal kitap oradadır. Her âdet, her doğum, her düşük bir ayindir. Ve her kadın, bu ayinlerin kadim taşıyıcısıdır.”
Yorgunluğumun sebebi, zihnimin içinde meşrulaştı. Ruhumu yoran bir ayinden çıkmanın vermiş olduğu sızı vardı omuzlarımda. Günseli’yi düşündüm, güven verici sözlerini, şefkatli dokunuşlarını… Ona inanmak istediğimi biliyordum ama hayatıma felaket olarak uğramış bu kaybın, beni herhangi bir kadim şeye dönüştürmesi, mantıklı bir düzlemde mümkün müydü cidden?
“Kadının vücudu kendine aittir. Onu ne devlet ne yasa ne doktor ne patriyarka… Hiçbiri tanımlayamaz. Çünkü kadın bedeni bir tapınaktır. Ve o tapınağın kutsal metinleri yalnızca kadınların dilinde yazılıdır.”
Ben öyle bir dil bilmiyorum ki… diye düşündüm. Doğduğum günden beri öğrendiğim anadilimi bile konuşmaya acizken, yeni bir ruhsal dili anlayacak güce nasıl ulaşacaktım?
“Bizi kırmaya çalıştılar. Ama kırılan her parçamızdan yeni bir bilgi doğdu. Çünkü kadın, acıyı bilgiye çeviren tek varlıktır.”
Eğer… İçimdeki bu acı, bilgiye dönüşürse benim bulduğum ilk kürsüye çıkıp insanlara, evrenin tüm sırlarını tek tek anlatmam gerekirdi… Öyle büyüktü ki… Günseli doğru söylüyorsa, ben bu acıyla, her şeyi bilen birine dönüşmek zorunda kalırdım.
“Her kadın doğurduğunda, sadece bir bebek değil, kendini de doğurur. Çünkü gerçek doğum, bir kadının kendi bedenini, kendi hikâyesini kabullenmesi ve sahiplenmesidir.”
Bebeklerimi doğuramadım, kendimi de. Zaten annem de beni yarım yamalak doğurmuştu bence… Hayatımı, kararlarımı, bitmek tükenmek bilmeyen melankolimi düşündüm… Nedenini anladım.
“Senin doğumunla başlayan bir zincir var. Annenin doğumunda, anneannesinin acısında, tarihin tüm kadınlarının rahminde başlayan bir zincir… Sen şimdi onu taşıyorsun. Ve şimdi biri o zinciri özgürce anlatıyor.”
Gözlerime yaşlar doldu… Taşıdığım zincir… Doğduğum gün boynuma dolanmıştı, kalın bir pranga gibi... Gözlerimin ucunda, akmaya hazırlanan birkaç damla yaş, 178. sayfada karşıma çıkan başlıkla donakaldı olduğu yerde. Gözlerimin önünden geçen gölgeler, görüşümü engelledi önce. Fakat bir süre sonra kendimi toparlayıp pürdikkat okumaya başladım önümdeki bölümü.
YAS – Ruhun Geri Dönüşü
Düşük, çoğu zaman yalnızca bir son gibi anlatılır. Ama bir sondan çok daha fazlasıdır. Çünkü doğum sadece karnımızdan olmaz; doğum bazen yoklukla, bazen boşlukla olur.
Düşük, çoğu zaman tıbbi terimlerle anlatılır: spontan abortus, incomplete loss, beta hCG düşüşü, rahim duvarı temizliği... Ama hiçbir tıp kitabı, annenin bedeninde açılan boşluğu tarif edemez. Çünkü orası sadece fiziksel değil, ruhsal bir geçittir. Ve o geçitten geçen her ruh, kadının kalbine bir tohum bırakır. Kimi çiçek olur sonra… Kimi yas.
Mitlerden Gelen Hafıza
Antik Mısır’da, düşük yapan kadınlara “Osiris’in Suyu” içirilirdi. Bu su, ölüm ve yeniden doğuşun tanrısı Osiris’in kutsamasını taşırdı. Çünkü onların inancında her ölüm, yeni bir yaşamın müjdecisiydi. Kadın doğurmasa da “açılmış” sayılırdı. Onun içinden bir ruh geçmişti. Kadim Tibet’te, düşük sonrası rahibe şifacı kadınlar gelir, rahmin başında üç gün dua ederlerdi. Bebek bedenlenemese de ruhuna yol açmak için “ışık törenleri” yapılırdı.
Kelt rahibeleri, düşük yapan bir kadının saçını örer ve saç telinden bir muska yaparlardı. Çünkü onların inancında, “rahimle açılan acı, saçla taşınır.” O muskayı yılda bir gün, Samhain Gecesi toprağa gömerlerdi. Bir gün yeniden doğmak isteyen ruhlar o muskayı koklardı.
Rahmin içi sudur. Bebek, suyun içinde büyür. Kadın su içtikçe, gözyaşı döktükçe, rahmi yumuşar, açılır. Su, yaşamın değil; hatıranın da taşıyıcısıdır. İlk doğum suyla gelir. Su gelirse, doğum başlar. Su çekilirse, rahim sessizleşir.
Antik Anadolu’da, doğuramayan kadınlar ellerini toprağa koyar, göğe su serperdi. “Su götürdü, su geri getirir,” derlerdi.
Ben içinde su olan her kadına inanırım. Çünkü suyu tutan, sırrı da tutar.
Kadın rahmi bir okyanustur. Ve her kayıp, o sulara bir iz bırakır. Bazen bir dalga geri döner. Bazen yalnızca bir şarkı...
Antik Polinezya inancında, bedenlenmeden giden bebeklere Moana nã kama; deniz çocukları, denirdi. Onlar annelerin uykusuna düşerdi. Derler ki anneler gece uyanırsa dalga sesinde onların mırıltısını duyar. Çünkü deniz çocukları, ruh olarak gelir, beden değil… Ama hoş bir dokunuş bırakır.
Bazı ruhlar, sadece eşiği yoklamak için gelir. Onlar annenin kalbine dokunmak için uğrarlar. Bir ilham, bir şiir, bir uykudan uyanış gibi… Bazı bebekler sadece annenin ruhuna doğar. Onlar gelir, hatırlatır, sonra giderler. Ama asla silinmezler. Okyanusun hafızasında bir iz gibi…
Ve geri dönmeleri, ancak annenin, kendini doğurmasıyla mümkün olur…
***
“Anıl… Saçımı örer misin?”
Ağzımdan ilk kez kayda değer bir cümle çıkmış, arabadaki iki kişinin başı, aynı anda bana doğru dönmüştü. Bay K başını geriye doğru attığında bile direksiyon hâkimiyetini kaybetmemişti. Anıl ise konuşuyor olmam onu dünyanın en huzurlu insanına dönüştürmüş gibi tatlı bir ifadeyle, başını salladı usulca. Bileğinde, kendi bunaldığı anlar için orada tuttuğu, ince siyah saç tokasını parmaklarına doğru çekti, uzanıp saçımın kenarından ince bir tutam aldı ve örmeye başladı fakat birkaç saniye sonra, kesik bir nefes çekti içine.
“Beceremiyorum…” diye sızlandı, saçın çok kısa, örülmüyor demek yerine. Parmaklarının arasından tokayı çekip önlerden bir parçayı tuttum ve yalnızca üç tur süren örme işini dakikalar süren bir özenle halledip tokayı tam on tur çevirdim ince saç tutamının etrafında. Örgüden çok birkaç kat toka görünüyordu o noktada, dikiz aynasından incelediğimde bir saniyeliğine hayal kırıklığına uğradım. Ama sonra… Oradakinin bir örgü olduğunu, benim bilmemin yeterli olduğunu düşündüm. Kelt rahibeleri kısacık saçlarımla da kabul ederlerdi beni, tıpkı Günseli gibi…
Bana söylenen güzel sözlerden hep çok etkilenirdim. Az evvel okuduğum yüzbinlerce satmış, onlarca baskı yapmış kitabın da sanki sadece bana yazıldığını düşünerek okuduğum için daha yarım saat dahi dolmadan fazla içselleştirmiştim işte. Aklımda sadece okuduğum metinler dönüp duruyordu. Bebeğime nerede ve nasıl veda edeceğimi düşünmeye dahi fırsatım olmadan, aslında yine başkasının kelimelerinden etkilenmiştim. Ve kararımı vermiştim…
Moana nā kama; deniz çocukları… Ne acı ve ne hoş bir tanımdı. Bedenlenememiş güzel çocuğumun babasına benzer bir huyu vardı işte. Deniz kenarında bir evi olacaktı. Ve benden gitmesini, dalgalara anlatıp tekrar gelmesi için dua edecektim… Evet. Bebeğimin mezarı değil, evi deniz kenarı olacaktı. Kitapta geçen doğruysa… Su ile gelip, su ile yıkanıp su ile baştan doğuyorsak… Bebeğim de deniz kenarında, evine her su çarpışında bana bir adım daha yaklaşacaktı.
Aklımdan geçirdiklerimin ağırlığıyla gözlerimi kapatıp rüzgârın saçımı dağıtmasını istercesine başımı geriye doğru yatırdım. Bay K camı sonuna kadar açtı. Biraz sonra, yolun sonuna yaklaştığımızı, arabanın tekerleklerinin değdiği çakıllı taşlardan çıkan sesle anlayıp derin bir uykudan uyanıyormuşum gibi yavaşça, gözlerimi kırpıştırarak açtım. Bay K, eve doğru uzanan patika yola dönmek üzereydi.
“Denize gidelim,” dedim usulca. Bay K, hiçbir şey söylemeden, arabayı gitmek üzere olduğu rotanın aksine doğru sürdü.
Anıl’ın gözleri, kucağında tuttuğu kutudan bana doğru döndü. Elimdeki kitabı kenara bırakıp Anıl’ın kucağına doğru uzandım.
“Onu bana ver.”
Anıl, kutuyu dikkatlice kucağıma yerleştirip saçımdaki örgüyü okşadı bir anlığına. Denizin kenarına varmıştık bile. Arabanın içinde bir süre öylece oturduk, ikisi de benden bir hareket bekliyor gibi, sessizce, kaçamak bakışlarıyla yüzümü inceliyordu. Dudaklarım buruk bir ifadeyle kıvrıldı, küçük zayıf tebessüm yalnızca yarım saniyeliğine tutunabildi oraya.
***
Ayağımdaki hastane terliklerini, daha sahile adım atar atmaz kenara bırakıp kumların üstünde, çıplak ayaklarımla yürüdüm. Elimdeki kutu, ona her baktığımda kalbimin orta yerine bir ateş düşürdüğü için elimden geldiğince ona değil önüme bakmaya çalıştım yürürken. Sanki bir cenaze töreninde, tabut taşınıyormuş gibi Anıl ve Çınar da bir adım arkamdan dikkatlice beni takip ediyorlardı.
Bu küçücük kara kutu, anneciğinin yıpranmış bedeninden daha mı korunaklı meleğim?
Denizin üstünden gelip kuvvetle yüzüme çarpan rüzgârdan onu koruyabilmek için göbeğime bastırıp kollarımı kutuya sardım.
Seni orada tutamadım… Ama şimdi, ancak böyle…
Göğsüm öyle hızla inip çıkıyordu ki ağlama krizinin eşiğinde olduğumun farkındaydım. Kutuya daha da sarıldım ağlamamak için. Sanki ona sarıldığımda bana hiçbir zaman bahşedilmeyen annelik içgüdüleri az da olsa hissedilebilir oluyordu. Az da olsa dirayetli olabiliyordum. Az da olsa…
Ağlamaya başladım. İşte benim dirayetim de bu kadardı…
Ayaklarım kuma bata çıka yürüyor, zayıf bedenimin rüzgârda savrulmaması için özel bir uğraş veriyordum. Rüzgâr, gözyaşlarımı daha kirpiklerimi ıslatır ıslatmaz benden alıp kaçırıyordu. İyi de oluyordu… Bu küçük gözyaşı hırsızlığı, bebeğimin annesini sürekli ağlayan biri olarak hatırlamamasını sağlardı belki. Hoş… İçime düştüğü ilk günden beri kaç kere şahit olmuştu kim bilir…
O yüzden mi bebeğim? Annenin ağlamalarına mı dayanamadın? Sıktım mı seni?
İç sesim, bebeğimle konuşmaya başladığı an Anıl ve Çınar’ı arkamda bıraktım ya da onlar, kendiliğinden benim arkamda kaldılar, bebeğimle ikimizi baş başa bırakmak ister gibi… Bilmiyorum.
Epeyce ilerledim sahilde. Doğru köşeyi, doğru çukuru bulabilmek için… Keşke içimde bir çukur kazabilseydim de tekrar oraya bırakabilseydim onu… Ya da keşke onunla birlikte kendimi de gömebilseydim, sığdığım kadar… Minik meleğim, öyle küçüktü ki elimde tuttuğum kutu muhtemelen kocaman bir dünyaydı ona. Yüreğim burkuldu bunu düşününce. Annesi olarak ona dünyaları vermem gerekirdi… Dünyadan keyif almazsa, evreni vermem… Evren de küçük mü geldi? Yeni bir kâinatı kendi ellerimle yaratıp onun ayaklarına sermem gerekirdi… Ama ne geliyordu elimden o an? Kara bir kutunun içine bırakılmış bebeğimi, bir zavallı gibi türlü anlamlar yükleyerek deniz kenarında bir çukur kazıp onun içine bırakmak mı? Bu muydu gerçekten?
Zavallı Yosun… Zavallı…
Kendime acımaya başladığım saniye kafamdaki sesleri susturdum. Narsist, kibirli bir melankoli o anki kutsal seremoni için en son ihtiyacım olan şeydi. Konu niye bendim? Konu bebeğimdi. Konu hep o kalmalıydı.
Sahilde yeterince uzaklaştıktan sonra, olduğum yerde durdum. Etrafta uygun bir köşe aradım sessizce. Kuşlar rahatsız etmemeliydi. Dalgalar bulandırmamalıydı. Ama yine de dalgaların seslerini de iyi duyabilmeliydi… Boğuk bir köşe olmazdı. Önü açık olmalıydı… O sahile gelen insanların yaz aylarındaki cıvıltısını izlemek isterdi belki. Ama ya… Oraya gelen çocukları görüp kıskanırsa?
Kıskanır mısın bebeğim?
Ben kıskanırım bebeğim. Ama sen, insan bedeninin kötücül hislerini taşımayan bir ışık ruhu olarak kıskanmazsın sanırım. Saf iyilikle karnıma düştün, saf iyilik hâli ile de benden gittin…
Gözlerim bir kayalığa takıldı. Kocaman… Dalgaların ulaşamadığı güvenli bir alanı kucaklamış gibiydi. Dalgalar değiyor ama rahatsız etmiyordu orayı… Evet. Orası olmalıydı bebeğimin yuvası. Benim koruyamadığımı, o kocaman kayalık koruyacaktı.
Kayalıkların kenarına diz çöktüm. Kucağımda küçük kutuyu, kitabımı ve Anıl’ın uzak komşularımızdan birinin, boş evinin bahçesine dalıp topladığı unutmabeni çiçeklerini tutuyordum. Kitabı yere bıraktım, çiçekleri üstüne serdim yavaşça, kutuyu da çiçeklerin üstüne koydum. Yere koymaya gönlüm el vermedi. Boş toprak parçasını kazmaya başladım tırnaklarımla, gözyaşlarım kuru toprağa karışıyor, sanki doğal bir çeşmeye dönüşmüşüm gibi, ıslandıkça daha kolay kazılıyordu. Zaten biraz sonra, deniz suyunun hafifçe karışmış olduğu katman çıktı meydana, artık gözyaşlarıma ihtiyacı yoktu toprağın. Ben yine de ağladım.
Küçücük bir çukur… Küçücük bir çukur… Küçücük…
Çukura baktıkça, çukur da bana baktı. Öyle bir acı düştü ki tekrar içime, elimi yumruk yapıp göğsüme vurmak zorunda kaldım. Bir an sonra kutuyu elime aldım güçlükle, kazdığım küçük çukura bıraktım dakikalar süren bir yavaşlıkla. Üstünü deniz kabuklarıyla doldurdum. Kocaman kayalık, belki bir toz tanesi büyüklüğündeki minicik bebeğimin mezar taşı gibi görünecekti. Belki tıbbın bebek dahi demeye tenezzül etmediği küçük bir “parçaydı” o. Ama o parça, hafızamdaki en özel adamla bana aitti, sonsuza dek bizden bir parça... Benim için dünyadaki tüm insanlardan daha büyük, daha kıymetli ve daha özeldi.
Ayakucumda biriktirdiğim deniz kabuklarını örttüm kutunun üstüne. O kitapta yazanlar doğruysa, denizin çocuğu olan minik bebeğim böylece gerçek formunu bulurdu belki. Belki deniz kabuklarını takip ederdi… Belki o kitapta yazdığı gibi, ben kendimi bulduğumda bana geri gelirdi. Belki… Belki bir gün… Ben onun yanına gittiğimde beni denizin kokusundan tanırdı.
Annen kendini bulduğunda, geri gelecek misin bebeğim? Deniz kabuklarını takip et… Deniz kabuklarını takip et, anneciğini öyle bul… Seni bekleyeceğim.
Avuç içlerime doldurduğum kumla usul usul üstünü kapatmaya başladım çukurun, unutmabeni çiçeklerini özenle üzerine yerleştirdim. Küçücük taç yaprakları, sanki o topraktan bitmiş gibi doğal görünüyordu, çok yakışmışlardı bebeğime. O kadar yavaş hareket ediyordum ki o an bitmesin istiyordum. Ona veremediğim anne sütüydü avucumdaki toprak.
Unutma beni, tamam mı? Belki bir gün… Geri dönmek istersen, yolunu şaşırma. Bana gel, başkasına gitme sakın yanlışlıkla. Ruhun benim karnıma doğdu, insan ilk evini unutur mu hiç? Beni unutma bebeğim...
Denizin üstünden esen rüzgâr ensemdeki kısacık saçları öyle bir dağıttı ki o rüzgârın tınısında cevabı buldum. Gelecekti… Bir gün, geri gelip anneciğinin aciz bedeninin yarattığı tek güzel şey olarak hayatımın orta yerine bir çiçek gibi açacaktı. Taç yapraklarını öğrenecekti bu küçük mezarda, denizi ve dünyayı. O dünyanın içine doğmuş olsa bile küçücük bir toz tanesi gibi hissetmeye devam edeceğini. Küçük hissetmenin, ona vereceği büyük huzuru…
İsmini ne koyardım acaba… Kız mıydı, erkek miydi… Eğer birkaç hafta değil, dokuz ay boyunca tutabilseydim içimde kime benzeyecekti yüzü… Bana mı, Özgür’e mi? Özgür’ü tanıdığımda anne olma ihtimalim yok sanıyordum. O yüzden bu hayali kurmaya cüret etmemiştim hiç… Aklım, bu hayale kayınca yer de sanki aklıma uyup ayaklarımın altından kaydı. Dizlerimin üstüne yere çöktüm. Elimi, çukurun üstünden, toprakla ve çiçeklerle kaplı kutuya değdirdim. O an, içime düşen his şuydu; bir kız bebekti sanki. Bana benzeyen bir yüz belirdi gözümün önünde. Saçları Özgür gibi dağınıktı… Ne benim kadar duygusal ne babası kadar savruk…
Elimi hızla oradan çektim. Parmak uçlarım uyuşmuş, zihnim hayal ve gerçek arasındaki ayrımı yapamaz hâle gelmişti. Ona söyleyemediğim ninniler… Anlatamadığım masallar… Göğsüm sancıdı. Elimi göğsüme bastırdım.
“Seni tekrar doğuracağım bebeğim… Söz. Annen seni tekrar bulacak…”
Annesinin önce kendini bulması gerekiyor, der gibi titredi yanımdaki kitap. Kadın kendini doğurdu… Rüzgâr sayfalarını titretirken, gözüm açılan sayfaya kaydı. Mitolojik bir alıntı… Demeter’in yer altına kaçırılan kızına söylediği ninni… Kitabı alıp o cümleleri okudum yarı kapalı minik mezara.
“Uyu kızım.
Göğsümde değil belki ama,
Yeryüzünün nabzında atıyor adın.
Uykularına gözcü koydum,
Bir çiçek, bir arı, bir yıldız…
Uyu kızım.
Dallar sana eğilsin…
Yerin altı da senin evindir şimdi.
Korkma...
Gecenin içinden geçen annen var senin.
Gölgene bile dua eden.
Uyu kızım.
Ninnim taşlara çarpsa da,
Senin kulağına su olur.
Bir annenin sesi,
Toprağın en dibinde bile,
Çocuklarını bulur...
Uyu kızım.
Kapansın gözlerin.
Gül bahçeleri düşler sana.
Bir gün güneş doğarken,
Ben elimde mevsimlerle geleceğim sana.
Uyu kızım...
Kızım benim,
Persephone’m,
Baharım,
Işığım,
Toprağım…”
O an dudaklarımın arasında, kendimden beklemediğim hoş bir melodi yarattım. Ninniyi söylerken ağlamadım. Sırtımdan öyle bir ürperti geçti ki hayatımda hiç hissetmediğim bir güç buldum içimde. O sayfayı yırttım, küçük çukurun kenarını azıcık açıp içine bıraktım. Bebeğim her gece o ninniyle uyusun diye…
Ayağa kalktığımda, dizlerim artık titremiyordu. Gözlerimdeki yaşlar kurumuş, sanki dudaklarımdan düşen bir annenin matemi bana güç olmuştu. Derin bir nefes çektim içime.
“Huzur içinde bekle…” dedim fısıldayarak.
Huzur içinde uyu değil… Bekle.
Çünkü annen seni hak etmek için kendini baştan doğuracak.
***
Bay K ve Anıl, dikildikleri uzak noktadan bana baktılar, onlara doğru yavaş ama güçlü adımlarımla yürürken. Anıl biraz şaşkın görünüyordu. Güçsüz ruhumdan dramatik bir an bekliyordu muhtemelen. Ama içimde birkaç günlüğüne yetişen ikinci ruh, gücüm olmuştu. Artık onun için güçle yaşayacaktım. Bana geri dönmesini sağlayacak bir hayat kuracaktım kendime. Ona dünyadaki en iyi anne olmak için, benden başka bir seçenek düşünmesine bile gerek kalmadan, koşa koşa bana geri dönmesi için…
“Özgür’ün bu olaydan haberi olmayacak. Söz verin bana…” dedim, sırayla ikisiyle de güçlü göz temasları kurarak. Aynı anda başlarını öne eğerek, net bir biçimde onayladılar. İçime serin bir su akar gibi oldu…
Dikildikleri kurak yamacın kenarına oturup bacaklarımı aşağı doğru sallandırdım. Buradan deniz güzel görünüyordu. Tek başıma beklerken, bebeğimle, ondan ödünç alacağım güç hakkında ciddi bir konuşma yapacaktım.
“Özgür eve gelince buraya yollayın. Hiçbir şey çaktırmayın ama,” dedim sakince, onlara dönüp bakmadan. Sessizce durdular, bu sessizlikle onayladılar beni. Anıl yavaşça eğilip arkamdan sarıldı kollarıma, bir anlığına, sıkıca. Sonra yavaş adımları çalındı kulağıma ve araba tekerinin toprağı süpüren tiz sesi.
Özgür gelene kadar… Ve ben onunla o mühim konuşmayı yapana kadar… Bebeğimin eviyle baş başa kaldım.
***
Özgür, kollarının arasında tuttuğu ağır, ipekten kumaş yığınıyla arabadan inip eve doğru yürürken öyle sabırsız bir heyecana sahipti ki Bora’nın varlığını dahi unutmuştu. Bora, onun hemen ardından, ağır hareketleriyle arabanın kontağında duran anahtarı çekti, cebine attı ve aşağı inip bir sigara yaktı. O kadar yavaş adımlar atıyordu ki Özgür’e tezatla, eve giriş yapana dek sigarasını bitirmiş olacaktı çoktan.
Özgür merdivenleri koşar adım tırmandı. Evin geniş verandasında yarım saniyeliğine dikilip tek ve derin bir nefes aldı. Cebinden anahtarını çıkarırken yüzüne saçma sapan bir gülümseme yerleşti. Sanki dünyanın en mutlu insanıydı o gelinliği sıkı sıkı tutarken… Kapıyı açıp yavaşça içeriye doğru süzüldü ve oyalanmadan, mutfaktan gelen seslere doğru yöneldi.
Anıl kahve makinesinin önünde, başı yere eğik, eli makinenin demir yüzeyine yaslanmış bir biçimde, öylece duruyor, kahvenin çekilmesini bekliyordu. Gözleri kapalıydı, yüzü bembeyazdı. Özgür’ün bakışları bir anlığına ona takıldı. Ardından masada bir put gibi oturan ve kahvesini yavaş yavaş içen Bay K’yi gördü. Bay K’nin dalgın yüzü ona, ardından da kolunda tuttuğu gelinliğe kaydığında bir şey oldu. Özgür’ün onda daha önce rastlamadığı, endişe çizgileri oluştu yüzünde, bir anlığına. Sonra bu sanki Özgür’ün gördüğü bir hayalmiş gibi hızla, eski duygusuz ifadesine geri döndü. Özgür, “Uyku mu çarptı size, hayırdır?” diye sorduğunda Anıl irkildi hafifçe. Başını kaldırıp ona doğru dönerken yüzüne sıradan ifadesini oturtmak zordu, ama başardı yine de.
“On beş saat uyumuşum kafam çalışmıyor bir türlü…” diye söylendi kahve kupasını eline alırken. “Ama onun derdi ne bilmiyorum, beni çok ilgilendirmiyor.” Başının arkasıyla Bay K’yi işaret etti. Özgür bu rutin konuşmalar için vakti yokmuş gibi hızlıca başını sallarken, ceketinin iç cebinden, sıcaktan hafifçe nemlenmiş olan kese kâğıdını çıkarıp Anıl’a uzattı.
“İyi ki,” dedi hafifçe gülümseyerek. Anıl’ın doğum gününü, çocukluklarında yaptıkları o klasikleşmiş seremoniyle kutladı yıllar sonra bir kez daha. Anıl, kese kâğıdının içinde ne olduğunu biliyordu. Yine de paketin ağzını açıp hâlâ sıcak olan ayçöreğine baktı, yüzüne buruk bir tebessüm yerleşti.
Küçüklerdi, yaşadıkları sokağın başında kocaman bir fırın vardı. Özgür doğum günlerinde Anıl’ı oraya götürür, birlikte kurguladıkları, ilk oyunlardan birini, özenle sergilemeleri için o kısa yol boyunca Anıl’a rolünü öğretirdi. Anıl, kendini bildi bileli çok zayıf, çökük elmacık kemiklerine sahip ve göz altları da teni de soluk bir renkte, sanki sürekli hastaymış gibi göründüğünü biliyordu, küçücük bir çocukken bile. Fırına girerler, Anıl repliksiz rolünü oynarken boynunu yavaşça eğer ve gözlerini olabildiğince kısardı. Özgür, fırıncı abiye, “Hasta kardeşimin doğum günü” adlı monoloğunu okur, ondan küçük pastalardan birini ve birkaç mum rica eder fakat abi onlara her sene bir ayçöreği ve beyaz tek bir mum verirdi.
“Teşekkür ederim…” dedi Anıl, Özgür’ün gözlerine bakamadan.
“Beyaz mum bulamadım saat çok erken diye.” Özgür imalı bir ifadeyle gülümsedi.
“Olsun, bu yeterli…” dedi Anıl hafifçe omuz silkerek. Özgür, eve girdiği andan beri sahip olduğu sabırsızlığıyla, hızlıca başını salladı ve sonunda, en başından beri dilinin ucunda bekleyen o soruyu sordu, doğrudan Anıl’a bakarak.
“Yosun nerede?”
“Kayalıklara gitti.”
Özgür bir anlığına kaşlarını çattı, kafasının içinde dönen düşünceler yüzünden alnındaki çizgiler belirginleşti. O burada yokken, Yosun üzülecek yeni bir sebep mi bulmuştu? Ya da o sebep mi bulmuştu Yosun’u?
“Bir şey mi oldu?” diye sordu sayıklar gibi. Anıl normalde nasıl davranacağını düşündü. Her şeyi olağan akışında tutmak istercesine ona, of senin aşkın da baydı artık der gibi, sahte bir bakış attı ve gözlerini devirdi dudaklarındaki kahve kupasının üstünden.
“Yok ya, evde bunaldı hava almaya gitti kahvaltıdan sonra. Ben biraz söyleniyordum şuradaki de sohbeti çok saran bir eleman değil malum…” dedi Bay K’yi işaret edip gülerek. Özgür rahatlamış görünmüyordu çok, yine de sorgulamadı. Mutfaktan öylece çıkıp evi terk etti hızlı adımlarıyla. Bu sırada Bora, salondaki koltuklardan birine yaslanmış, ayaklarını önündeki sehpaya uzatmış uyukluyordu. Özgür’ü gözünün kenarıyla görse de nereye gittiğini sorgulayamayacak kadar yorgundu.
Mutfakta bir kez daha baş başa kalan Anıl ve Bay K aynı anda dönüp birbirlerine baktılar. İkisinin gözlerinde de aynı bulanık ifade vardı. Anıl’ınkinde hissedilmiş, Bay K’ninkinde öğrenilmiş, taklit edilmiş… Ama ikisinin de o an aynı şeyi düşündüğü, aynı önemli detay üzerinde durduğu açık bir şekilde ortadaydı.
“Gelinlik miydi o?” diye sordu Anıl pürüzlü sesiyle.
Bay K, ağır ağır başını salladı, yorgun bir ifadeyle. Sözsüz onayı, çok şey anlatıyordu. Zamansızlık, hiç bu kadar can sıkıcı olmamıştı.
***
Özgür kayalıklara koştu. Yosun denize karşı oturmuş, dizlerini karnına doğru çekmiş, başını da yan bir şekilde dizlerine yatırmıştı. Özgür onu görür görmez, gecenin bir köründen beri yaşadığı tüm korkular uçup gitti içinden. Uzak bir noktadan izledi onu, birkaç saniye boyunca. O birkaç saniye, baktığı ve gördüğü şeyler birbirinden farklıydı. Yosun’un çökmüş omuzlarına bakıyor fakat aynı zamanda gözünde, biraz sonra gelinliği gördüğünde yaşayacağı mutluluğunu canlandırıyordu.
Yosun’un denizden gelen rüzgârla uçuşan kısacık saçlarına bakıyor ama yakın bir gelecekte omuzlarına kadar uzayan saçlarına takacağı çiçekleri hayal ediyordu.
Yosun’un boyunu aşan acısına bakıyordu bilmeden, onu tüm acılardan uzak bir yere götüreceği günü düşleyerek.
Gelinliğe son bir kez baktı, kolundaki duruşunu düzeltip olabildiğince tertipli görünmesi için özen gösterdi. Ondan hiç beklenmeyecek hareketler yapıyor, daha önce takılmadığı detaylara takılıyordu. Sanırım o yüzden… küçük sevgilisinin, normalde kilometrelerce öteden hissedeceği, onunla aynı anda içi sızladığı için duymadan, görmeden hissedeceği acısını, fark etmemişti bile.
O kadar mutluydu ki ilk kez, hiçbir mutsuzluğun varlığına ihtimal vermemişti.
Umutlu bir ışıkla parıldayan gözlerine, onun o sevimli hâlini izledikçe içi giden gülümsemesi eşlik etti.
Yosun’a doğru yürümeye başladı.
***
Kumun üstünde acele adımlarla bana doğru yaklaşan birini hissettiğimde, Özgür’ün geldiğini hemen anladım. Hızlı adımlarını hep çok severdim zaten… Bana gelirken de benden giderken de…
Tam arkamda dikilip geldiğini belli etmek ister gibi hafifçe öksürdü. Arkamı döndüm. “Hoş geldin…” dedim usulca. Özgür hemen yanıma çöküp beni kendine çekti ve sımsıkı sarıldı.
“Seni çok merak ettim… İyi misin güzelim?” Yüzüm göğsünün üstündeyken evet dercesine salladım başımı. İyi ki öyleydi zaten… Eğer yüzüm görebileceği bir konumda dursa hemen anlardı yalan söylediğimi. Saçlarımı rüzgârla birlikte eşzamanlı okşarken, alnıma bir öpücük kondurdu. “Seni çok özledim…”
Ağlayasım geldi. Daha düne kadar yanımdayken bile özlediğim adamın bu cümlesi normal bir günde ayaklarımı yerden keserdi. Ama o an… Birkaç haftadır varlığından habersiz içimde büyüttüğüm ve kaybettiğim “parçama” duyduğum özlem öyle büyüktü ki gözüm başka özlemleri ne görüyor ne de hissedebiliyordu. Kendimi Özgür’den usulca çekerken, “Nasıl geçti?” diye sordum. Merak etmiyordum bile… Sadece konu benden, bizden ve özlemlerden uzaklaşsın istemiştim.
Özgür, cebinden sigara paketini çıkarıp bir dal sigara çekti. Keyfi yerinde görünüyordu. Sigarasını yakarken, “İyi geçti. İstediğimi yapacak,” dedi gururlu, kendine güvenen gülümsemesiyle.
“Öyle mi söyledi…” Usulca konuştum. Düşünmüyordum hiçbir şeyi. Düşünemiyordum… Özgür’ün arkasındaki manzara bebeğimin kocaman kayadan mezar taşıyken, nasıl becerebilirdim ki düşünmeyi, nasıl beceriyordum ki hâlâ nefes almayı, konuşmayı, yaşamayı...
“Söylemedi de kaçışı yok. Sike sike yardım edecek bize.” Kucağıma yattı. Birkaç saniye sessizce beni izledi aşağıdan. Elimle yüzünü sevdim istemsizce. Alıştığım gibi… Alıştığı gibi… Hafifçe çenesini kaldırıp onu öpmemi bekledi. Dudaklarım yerine, parmak uçlarımı değdirdim kurumuş dudaklarına. Bir şeylerin ters gittiğini anlayacak kadar iyi tanıyordu beni. Kaşlarını çattı usulca. “Bir şey mi oldu? Oylum ile görüşmemden mi rahatsız oldun?” diye sordu hızlıca kucağımdan kalkarken. Telaşlı görünüyordu. Böyle duygusal tepkiler ona pek yakışmıyordu. Elindeki yarım sigarayı söndürüp sokuldu bana. Ellerimi avuçlarına aldı. Bana alttan bir bakış attı, sahip olduğu tüm hassasiyeti ayaklarımın altına sererek. “Eğer öyleyse söylemen yeter biliyorsun. Sikimde değil hiçbir şey… Görüşmem bir daha. Planı sikeyim… Kaçar gideriz hemen. Her şey hazır zaten… Ben sadece sizin geleceğinizi kurtarmak için her şeyi temizleyip öyle gitmek istiyordum. Ama… Eğer azıcık bile üzüyorsa bu durum seni, söyle. Hiçbir şey umurumda değil. Sen yanımda olduğun sürece… Yanımda mutlu olduğun sürece her şeyi oldururum ben, biliyorsun.”
Her şey hayal ettiğim gibiydi. Özgür… Yıllardır olmasını dilediğim yönüyle karşımdaydı… Alt dudağımı ısırdım, ağlamamak için. Kelimeler boğazıma dizildi. Elimi yanağına koyup, “Yok, rahatsız olmadım,” diyebildim sadece. “Sen nasıl biliyorsan öyle devam et plana…” Başparmağımla yanağını eşelerken, gözlerinde bir gölge belirdi. Elimi çok sevdiğim kısık gözlerine götürdüm, kirpiklerine dokundum hafifçe. “Dünyayı senin gözlerinden görmeyi çok isterdim biliyor musun?”
“Gösteririm,” dedi gülerek. “İstersen aldığım her nefese kadar tarif ederim sana. Aklımdan geçen her şeyi anlatırım. Vaktimiz var…”
Özgür’ün gözleri doldu. Bir şeyler yanlıştı ve hissediyordu. Ama her zaman yaptığımız gibi, birbirimizin oynadığı rollere eşlik ediyorduk. Benim gözlerim doldu. Var olan vaktimiz… Kesik bir nefes aldım.
“Özgür…” derken sesim titredi. Söyleyeceğim şeyin ağırlığı vurdu dilime. Derin bir nefes almam gerekti. Burnumun direği öyle bir sızlıyordu ki kafamı çevirmek zorunda kaldım. Ağlamamalıydım… O an Özgür’ün önünde, birazdan duyacağı şeyi söylerken ağlamamalıydım.
Kafamı çevirdiğim an, gözüm birkaç adım arkamızdaki beyazlığa değdi. Bir elbise… Bir gelinlik… Aniden yaşadığım şaşkınlık, hüznümün ortasına doğdu. Kaşlarımı çatıp Özgür’e döndüm. Yüzüm, sorunun kendisiydi zaten. Bir şey söylememe gerek kalmadı. Özgür hızlıca toparlandı. Ayağa kalkıp, sanki birazdan duyacağı şeyleri biraz olsun erteleyebilmek için yüzüne habersiz bir tebessüm kondurdu. Gelinliği dikkatlice bıraktığı yerden alıp dalgaların usulca değdiği kıyıya serdi. Ayaklarımın önüne…
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Gördüğüm en güzel gelinlikti… Tülleri dalga dalga, belindeki mavi kurdele denizden çaldığı bir hatıra gibi… Göğsündeki inciler, mavi yansımalar… Ellerimi ağzıma kapatıp kafamı dizlerime yasladım.
Neden… Neden… Neden nadiren yaşadığım tüm güzellikler hep iki acımın arasına sıkışıyordu ki… Ben ne yaptım ki bu kadar? Neden çok görülüyordu ki bana birkaç dakikalık mutluluklar bile?
Kafamı kaldırdığımda, Özgür önümde diz çökmüştü. Elimi tuttu… Gözlerinde, tüm hayatını ellerime veriyormuş gibi adanmış, içten bir ifade vardı. Kalbimdeki sancı boyumu aştı.
Kadife sesiyle, usulca, “Sana dünyaları veremedim. Biliyorum…” dedi. “Seni sürüklediğim yerler hep karmakarışık, kirli ve dağınıktı… Ama kabul edersen, tüm bunlar bittiğinde… Bütün düğümleri çözdüğümde… Kirlerimden arınıp sana geldiğimde… Benimle evlenir misin Yosun?”
Sözlerinde inanç vardı, daha önce benzerine rastlamadığım saf bir umut… Kurduğu cümlelerin altında ezildim, canım bir avuç kaldı. Özgür’le evlenmek… Özgür’le evlenmek… Birlikte mutlu olmak ve sonsuza kadar bir arada kalmak…
Az önce bebeğimi gömdüğüm ellerim, arasına kum dolmuş tırnak diplerim, bütün eklemlerimle Özgür’ün ellerini öyle bir sıktım ki gözleri korkuyla büyüdü. Beklediği tepki bu değildi… Biliyordum.
Hiçbir şey söylemeden usul usul ağlayarak ayağa kalktım. Özgür yerde öylece şaşkınlıkla bana bakarken, önümdeki gelinliği eğilip aldım. Bugün ellerime değen kaçıncı geç kalan hayaldi bu? İki mi? Üç mü?
Gelinliği sürükleyerek, denize doğru yürümeye başladım. Arkama bile bakmadan… Rüzgâr tenimi yalayıp Özgür’e koşarken, ben denize doğru yürüdüm… Ayaklarım suya değdiği an gelinliği denize fırlattım.
Gelinlik dalgaların üstünde süzülerek uzaklaşırken mavi kurdelesi ve dalga görünümlü etekleri sanki suyla bütünleşmiş gibi görünüyordu. Benden çalınan hayallerin hayaleti gibi... Kalbi kırık bir denizkızı, renklerini kaybetmiş soluk bir balık gibi... Canı olmayan ama hareket eden...
“Sana bir şey söyleyeceğim...” Denizin dalgaları ayaklarımı yalayıp Özgür’e doğru uzanırken arkamı döndüm. Yüzü artık şaşırmış gibi görünmüyordu, her zerresi donuk ve hareketsizdi. Derin bir nefes çektim içime… Ve tek seferde, söyledim. “Ben ayrılmak istiyorum Özgür.”
Özgür hiçbir şey söylemedi. Gözü benden uzağa, usulca denizin üstünde kayıp giden gelinliğe kaydı. Göğsü havaya kalkarken, cebinden bir dal sigara çıkardı. Hızlıca yaktı. Yanına doğru yürüdüğüm sırada, güçlü kalabilmek için inandığım ne varsa dua ettim. Ondan ayrılmak, yapabileceğim en zor şeydi çünkü. Ama… o gün zor vedalar ve severek ayrılmalarla ilgili küçük bir pratik yapmıştım ya tam da o sahilde… İmkânsız bulduğum bu veda için az da olsa güç bulabilmiştim işte.
“Ama daha evvelki ayrılıklarımız gibi değil…” dedim kendimi tebessüm etmeye zorlayarak. “Paramparça olacağımı bilsem de kendimi senden koparmak istiyorum. Geriye benden ne kalacak bilmiyorum ama... Küçücük de kalsam senden sonra, o küçük parçayı büyütüp iyileşmek istiyorum artık. Kendimi doğurmak istiyorum... Büyütmek... Kendime şefkat göstermek... Kendime masallar anlatmak...” Karşısına dikildim. Kendime bile hayret ettim o an. Dimdik duruyordum, sesim hiç olmadığı kadar net çıkıyordu. “Hayatım boyunca göremediğim sevgiyi, şefkati ve ilgiyi hep başkalarında aradım. Sen beni severken, biraz olsun yaklaştım kendime... Kendimi senin gözlerinden izledim ya dün gece... Yıllardır senden duymayı beklediğim aşk cümlelerini dinledim ya... Daha da emin oldum. Senin aşkın bile içimdeki boşluğu tamamen dolduramıyorsa bir şeyler yanlış… Kendimi sevmeyi öğreneceğim ben. Ama senin yanında yapamam bunu... Seni sevmekten, kendimi sevmeye vaktim kalmaz ki… Bencil olmak istiyorum artık Özgür. Seni bunca derdin, problemin ve karmaşanın ortasında tek başına bırakıp gideceğim için özür dilerim. Hem de beni sevdiğini ilk kez açık açık anlattığın, karşımda duygularını çırılçıplak bıraktığın gecenin ertesi günü… Bana evlenme teklifi ettiğin anın hemen sonrası… Ama hayat böyle Özgür. Bunu da bana sen öğrettin. Beni alıp göklere çıkarıp, her gidişinle yere çaktığında böyle hissettim ben de. Özür dilerim sevgilim… Seni yere çarpmak, canını acıtmak dünyada isteyeceğim son şeydi aslında. Ama şu an aynı yerdeyiz. Dipte... Yerde... Yan yana. Acılar içinde ve yalnız...”
Ben, dakikalar süren cümleleri birbiri ardınca dizerken gözlerine baka baka… O, dolu gözlerini gözlerimden bir saniye çekmeden sadece sigara içerek izledi yüzümü. Meydan okur gibi acıma… Acısına… Birkaç saniyelik sessizlik beni neredeyse ağlatacaktı, arkamı dönüp denizde artık epeyce uzaklaşmış olan gelinliğe baktım.
“Çok komik... Sen benden ayrıldığında... O lunaparkta, dönme dolabın tepesinde de çalıntı bir gelinlik giyiyordum... Böyle masum hayaller eğreti duruyor bizde değil mi? Olmuyor üstümüze.”
Hiçbir şey söylemedi. Nefesinin sesini bile duyamıyordum. Benden kolay vazgeçsin diye bileyip sivrilttiğim cümlelerim, bir anlığına pişmanlık olup göğsüme saplandı. Arkamı dönüp Özgür’e baktım. Yanaklarından aşağı süzülen bir damla yaş gördüğüm an, içimde güçlükle tuttuğum bütün gözyaşları dökülmeye başladı yanaklarımdan.
“Bir şey söyle...” dedim yalvarır gibi. Yanına çöktüm, elimi yanağına koydum. “Tek bir kelime bile olsa… Bir şey söyle bana.”
“Seninle gurur duyuyorum. Verilebilecek en doğru kararı vermişsin,” dedi gözlerine ulaşmayan bir gülümsemeyle.
“Telefonunu verir misin?” Dirayetli durmaya çalıştım. Sözümün arkasında durmak, verdiğim kararı çiğnememek için… Elimin tersiyle yanaklarımı kurularken Özgür usulca dediğimi yaptı. Telefonu ellerinden aldığımda gözlerine bakamadım. “Levent’i ne diye kaydettin?”
Sorum onu dumura uğratmış gibi gözlerini kıstı. Telefonu elimden alıp ezberden numarayı girdi. Parmaklarının titrediğinin farkında mıydı acaba? Dudaklarında bir küfür mırıldanmak üzere olduğunu hissediyor muydu o da? Görmezden geldim tüm hayal kırıklığını, içim gide gide… Ahizeyi kulağıma yaslarken tek bir nefes aldım.
“Alo… Benim Yosun. Beni almaya gelir misin? Çınar’ın evinin az ilerisindeki sahildeyim. Kayalıkların oradaki yolda bekle beni. Olur mu?”
***
Yelkovan, kendi etrafında bir tur attı. Özgür ve ben, o tenha yol kenarında öylece durduk, dakikalar birbirini kovalarken. Öyle tuhaf hissediyordum ki kendimi, karnımdaki boşluk kıvrılıp kendini yemeye, yeni bir varlık yaratmaya başlamış gibiydi kendinden. Beni tüketmek isteyen, kötücül bir varlık…
“Biz berbat bir çiftiz... Değil mi?” diye sordum birden, dakikalar sonra başımı ilk kez kaldırmış, Özgür’ün ifadesiz yüzüne bakmak için ilk kez azıcık güç hissetmiştim.
“Dünyanın gördüğü en berbat çiftiz,” dedi anımsadığı geçmiş günler için buruk bir ifadeyle gülümseyerek. Ardından gözlerinden hızlı bir ışıltı geçti. “Ama sen tek başınayken, mucizesin. Arkana bile bakma... Yürü... Dünyayı özel kılmaya devam et.”
Onun sahip olduğu olgun duruş tarafından eziliyordum kurduğu her yeni cümleyle. Buruk yüzüne, alttan, mahcup bir bakış attım.
“Üzülmüyorsun çok değil mi?” diye sordum usulca.
“Üzülmüyorum.” Yarım saniye bile düşünmeden verdiği cevap allak bullak etti beni. Tam o anda, bir korna sesi karıştı denizin sesine ve bizim sessiz hüznümüze. Veda vakti gelmişti işte… Dudaklarım zoraki bir biçimde kıvrılırken başımı hafifçe yana eğdim. Ellerimi omzuna dokundurup, bir yabancıya veda eder gibi okşadım. İçim ona sarılmak istedi ama içimi dinlemedim. Sarılırsam, onu bırakamamaktan korktum… Derin bir nefes çektim içime. Usulca ayağa kalktım. Bana bakmadı Özgür.
“Hoşça kal sevgilim…” dedim fısıldar gibi. “Belki başka bir hayatta tekrar çalarsın kapımı.”
Geriye doğru birkaç adım attım. Beceriksizce elimi salladım ona. Başını küçük bir hareketle bana çevirdi. “Söz,” dedi. “Dünyaya her geldiğimde senin kapını arayıp bulacağım. Her seferinde.” Özgür, gözleri ışıldayarak güldü bir kez daha, o da ayağa kalktı. Tıpkı benim gibi geri geri yürümeye başladı. Aramızdaki mesafeyi büyütmek ve benim gibi içi giderken bedeni bana gelmesin diye önlem almak için…
“Hoşça kal...” dedim ama birden, sesim titreyecek sanıp sustum birkaç saniyeliğine. Yürümeye devam ettim, boşluğa doğru. “Umarım kendine kestiğin ceza kısa sürer. Mutlu olursun...”
Özgür yavaşça yutkundu, adımlarını bir anlığına durdurup, gözlerimin içine o net, kendinden emin koyu bakışlarını attı.
“Cezamı sen kestin zaten. Artık kendime verebileceğim daha büyük bir ceza yok...” dedi pürüzlü sesiyle. İyi ki uzaklaşmıştı benden. Az önceki kadar yakın bir mesafedeyken duysaydım o sesi… Neyse… Artık öyle olsaydılar yoktu hayatımda, korkmuyordum hiçbir keşkeden, acabadan…
“Hoşça kal Özgür... Seni seviyorum.” Sesimin titreyişini saklarım sandım bağırırsam, saklanmadı.
Özgür’ün gözünün kenarından düşen bir damla yaş şakağını ıslattı. Silmeye bile uğraşmadı.
“Hoşça kal Yosun... Seni seviyorum.”
Keşke böyle olmasaydı Özgür... Keşke sana bu kadar âşıkken senden vazgeçmek zorunda kalmasaydım. Keşke birbirimizi mahvetmeseydik... Keşke... Keşke en azından birimiz iyi olsaydı da diğerini iyileştirir belki diye umudumuz olsaydı... İki yaralı ruh, birbirine iyi gelemiyormuş işte. Sadece ölü umutlar doğuran, hiçbir umudun birkaç haftadan uzun tutunamadığı bir aşktı bizimkisi. En azından birimizin iyileşmesi gerekliydi... En azından birimizin gerçekten terk etmesi gerekliydi...
Seni kendimi kaybedecek kadar çok sevmeseydim keşke. Ben sende kayboldukça, biz de kaybolduk.
Ağlayarak kayalıklara doğru yürürken, eğilip yerdeki kitabı aldım.
Kadın kendini doğurdu…
Kendimi tekrar doğuracağım sevgilim. Seninle tanıştığımızda bana demiştin ya… Ölmek için fazla ölüsün diye… En baştan doğacağım. Madem anne karnında erkenden kayıp giden bebekler, anneleriyle baştan doğuyor… Ben, bizim yarattığımız o mucize için en baştan doğup, büyüyüp, sizi bulacağım.
Ailemiz o deniz kıyısında paramparça olurken… Gelinliğim uzaklara süzülürken… Bebeğimiz bir kayalığın altında deniz kabuklarıyla ve çiçeklerle uyurken… Sen ağlıyordun ya sevgilim… Seni de baştan doğuracağım zihnimde. Seni, öyle güzel hatırlayacağım ki…
Türlü ıstıraplarla ve müthiş bir yalnızlıkla dolu evime, bir sabah ansızın geldiğin anı düşleyeceğim. Senin peşinden merdivenlerden koşuşumu… Sana ilk görüşte nasıl âşık olduğumu… Ağzından çıkan her kelimeyi kutsal sayıp, hepsini kafamın içinde didik didik edip, türlü anlamlar yüklemeye çalışmamı… Küvetin içine girip saatlerce konuşmamızı, sevişmemizi, ağlamamızı… Gitmelerini… Gelmelerini… Hızlı adımlarını… Beni ağlatmalarını, beni güldürmelerini… Saçlarımı kesmeni, beni şakaklarımdan öpmeni… Her ayın 22’sinde ne kadar üzgün olduğunu… Dizlerimde ağlayarak uyuyakalmalarını… Güzel yüzünü… Keskin zihnini… Bana emanet ettiğin tilkileri, seni darmaduman eden aynı tilkileri… Benden gitmeden evvel saçlarını kazımanı, beni lunaparkın tepesinde terk etmeni… Kâbusumda gördüğüm uçurumun kenarında tekrar bana gelmeni… Gelmeni… Tüm gelişlerini… Ve her gelişinde içimde yeşeren çiçekleri… Bana söylediğin yalanları… Ve itiraf ettiğin gerçekleri… Parmak uçlarının uyurken tenimde gezinmesini… Başıboş yürüyüşlerimizi… Yol kenarında öylece oturup, hiç konuşmadan beklemelerimizi… El ele, yetişecek bir yerimiz yokken koşmalarımızı… Levent’in düğününü bastığımız geceyi… O gecenin sabahını… Beni özgür kıldığın her anı… Özgür’ü… Seni…
Hepsini… Ve o gün pişman olacağım işte.
Başımı usulca çevirip ardıma baktım son kez. İşte benim aile fotoğrafım… Ağlayan bir baba… Ağlayamayan bir bebek… Ve ben. O deniz kıyısı, benim ailemi gördüğüm son manzaraydı.
Arabanın kenarında beni bekleyen Levent’e doğru yürürken her adımım içimden kopan o parçaya benziyordu. Kendimi kopara kopara kaçtım Özgür’den. Gözlerim Levent’e değdiği an ise tüm kayıplarım, uykumdaki heyulalar gibi üstüme çullanmıştı, canım acıyordu.
Levent, bana tedirgin bakışlarıyla bakıyordu, bu kadar hassas hissettiğim anlarda hiç sevmezdim o bakışları. İnsanlar farkında olmadan, acılarını, kayıplarını yüzlerine vururlardı başka insanların. Bu taziye değildi, bebeğimi kaybettiğimi bilmiyordu bile. Ama ben biliyordum. Ve bana taziyeymiş gibi hissettiren o bakış, geçmişimde, benden çalınan başka bir kaybımı vuruyordu yüzüme. Levent de bebeğinin yasını tutmamıştı hiç. Tutmuş muydu yoksa? Bilmiyordum.
Ama Özgür… Bebeğinin yasını tutmayacaktı hiç. Emin olduğum tek şey buydu. Çünkü ona hiçbir zaman söylemeyecektim gerçeği.
Hepsini tek başıma yaşayacak, onların yerine de anacaktım, her gün. Ve bir gün, tek bir bedene sığan iki güzel ruh olarak, birbirlerine karışıp döneceklerdi bana.
Levent ön kapıyı açtı benim için, hareketleri dikkatli ve nazikti. Tedirgin bakışlarını gördüğüm o ilk andan sonra bir daha bakmadım gözlerine. Ön koltuğa oturdum, Levent’e fırsat vermeden arabanın kapısını üstüme kapattım, zihnimin ucunda dönen fazla iyimser hayallerle birlikte. Birkaç adım önce, Özgür tüm kötü adamlardan ve suçlardan sıyrılıp benimle kuracağı yeni mabedi düşlerken, söylediğim son sözlerin ve ona sırtımı döndüğüm adımların içinde yitip gitmesine izin vermiştim. Özgür’le iyi ihtimaller diye bir şey yoktu artık, Yosun olarak, tek başıma yaşamayı öğrenmekten başka şansım yoktu. Kendimi bilerek çaresiz bırakıp, o çaresizliğin içinde yolumu bulacak, öğrenmem gereken her şeyi öğrenecektim.
Sanki… Özgür benimle gurur duydu diye sırf, daha da heveslenmiştim çaresizliğime…
Levent şoför koltuğuna yerleşirken bana bakıyordu hâlâ. Acımı okumaya çalışır gibi. Neyse ki çok kendine has bir acıya sahiptim o an, kimse, bilmeyecekti kökünü. Ben kendi yasımı, tek başıma yaşayacak ve hayatımın geri kalanını mutluluğa yakın bir şeye dönüştürmek için o yasa tutunacaktım.
Arabanın yan aynasından arkaya baktım, ona son kez bakmak fikrinden nefret ettiğim için istemiyordum bunu yapmayı ama dayanamamıştım işte. Denizin dibinde, öylece dikiliyor, dudaklarının arasında tuttuğu sigarasıyla uzaklara giden gelinliğimi izliyordu. Benim canım, denizkızı elbisem… Evine geri dönerken hüzünlü görünüyordu.
Gözlerim hâlâ oradayken son bir saattir zihnimin içinde planladığım o kısa konuşmayı yaptım Levent’e.
“Sakın yanlış anlama... Sana geldiğim de yok, seninle kaçtığım da... Sadece Özgür peşimden gelmesin istedim,” dedim ve yavaşça önüme doğru döndüm. Görüş açımın bir kenarında, uzak bir noktada, Özgür ile uyuduğumuz, seviştiğimiz, bana daha önce hiç söylemediği o güzel kelimeleri söylediği ev vardı. Gözlerimi sıkıca kapattım. “Sana gittiğimi düşünürse, daha kolay atlatır.”
“Hiçbir şey anladığım yok, korkma. Senin ağzından herhangi bir kelime duymadan hiçbir şeye anlam yüklemem. Sana söyledim Yosun... Ben düz adamım. Benim yanımdayken akıl oyunlarına gerek yok. Sen ne dersen o...” Levent’in ses tonu rahat, sözleri gerçekçiydi. Ağır ağır başımı salladım, az da olsa rahatlamış hissettim ama tam bu sırada, denizin karşısında, dudaklarının arasında tuttuğu sigarayla öylece duran Özgür’ün mat yüzü canlandı gözlerimin önünde. Bir kez yan aynaya baksam görürdüm onu. Bakmadım.
“Nereye götüreyim seni? Ne istersin?”
“Bilmem. Birkaç gün kafamı toplamam lazım. Sonra düşüneceğim bir şeyler…” dedim yavaş hareketlerle omuz silkerek, ses tonum mırıldanıyormuşum gibi çıkıyordu. Sesimin yüksek hâlini bile onda bırakmıştım, nasıl olsa bir kez daha kollarına almayacaktı beni ve bağıra bağıra ağlatamayacaktı da…
“İstersen bir otele yerleştireyim…”
“Olmaz. Çok insan olmasın,” dedim Levent’in sözünü yarıda keserek. Gözlerini direksiyona dikip düşündü birkaç saniye, sessizce.
“Leylak Köşkü’ne gidelim mi? Çok severdin. Şu an annem de yok, bomboş duruyor. Sadece bir bahçıvan bir de yatılı görevli var. Ama ikisini de izne yollayabilirim.”
Leylak Köşkü… Mabet sandığım ilk yer… Sonra gerçek mabedimi bulduğumda, yalnızca küçük bir anıya dönüşmüş olan, şimdilerde o anıların bile silikleştiği uzak yer… Bana uzak. Ruhuma. Ama bir o kadar da güzel, huzurlu. İnsan bulunduğu yerlerdeki objeleri, sohbetleri değil, oradayken hissettiklerini hatırlıyor çünkü, üstünden kaç yıl geçerse geçsin…
“Kalsınlar... Sorun yok,” dedim donuk bakışlarım ve hiçbir duygu barındırmayan sesimle. “Olur orası...”
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
( galiba yalan söyledim ) özgürün iç sesi yankılandı kafamda :)
Kitaptan okumamışım gibi burdan da okicam şimdi 🫡🫡