Upuzun, kalçasının altına kadar uzanan saçları, piyanonun küçük taburesine oturduğunda neredeyse yere değecekti. Piyanonun tuşlarına bastı. Kesik dolu ellerinden akan kanla birleşen tiz nota cehennemden bir ilahi gibi yankılandı boş odada.
Kaç yıldır o evdeydi kim bilir… Gün algısı tamamen yok olmuştu.
Piyanonun tuşlarına sertçe basarken, “Geber…” diye haykırdı. “Lütfen geber… Bıktım artık,” Bacakları çaldığı acı melodiye eşlik eder gibi zangır zangır titriyordu. Ayağına bağlı zincir, öyle bir ses çıkarıyordu ki, sanki bir çeşit müzik aletiydi o da… “Ne olur doğma… Lütfen…”
Bacaklarından aşağı sular akarken, ayaklarına kramp girdi. Öyle bir kasmıştı ki kendini, elinden gelse nefesini bile tutacaktı karnındaki fetüs doğmasın diye.
Elini yumruk yapıp piyanoya vurdu. “Doğma!” Kafasını piyanoya vurmaya başladı sonra. Karnındaki sancı, içindeki insan yavrusunun onun aksine doğmak için çırpındığının bir kanıtı gibi onu içeriden yumrukluyor, ikna etmeye çalışıyordu sanki. Her sancıdığında karnı, kafasını bir kere daha vurdu piyano tuşlarına.
Gücü bitti biraz sonra… Karnına ve başına saplanan acılara daha fazla karşı koyamadı, yere devrildi usulca. Çıplak bedeni, bacaklarının arasından sızan sıvılar, dünyaya gelmek üzere olan bir canlı… Annesi yaşamıyor ki, nasıl yaşayan bir canlı dünyaya getirsin? Genç kadının aklından bunlar geçerken, bir kere daha yalvardı karnındaki bebeğe. “Yalvarırım ölü doğ… Lütfen… Bedenimdeki, ruhumdaki kirden başka bir şey değilsin. Hatta doğma hiç… Gelme buraya.” Karnına vurmaya başladı. Psikoz haline geçmişti birden. Sanki karnındaki canlı derisini yırtarak dışarı çıkacak bir canavardı. Halüsinasyonlar görmeye başladı. Karnına tüm gücüyle vururken, “Pis canavar! Öl geber!” Daha doğmamıştı bile aslında... Doğumun mucizesi, travmatik bir anının yarattığı psikozla tekrar cehennem ilahisi gibi melodik bir trajedi yaratıyordu o bodrum katında. Anne, ayağında zincirlerle karnındaki bebeği ölü doğsun diye yalvarıyor… Annenin kordonu gibi olan, kalın bir zincirden ibaret prangası, küflenmiş bodrum katına bağlıydı ya… İçindeki canlının küflü bodrum katı gibi hissediyordu kendini. Tutsaktı bebek içeride. Tutsak kalmalıydı.
Karnı taş gibi olmuştu artık, kasılmalar arasında nefes alamaz hale gelmişti. Zemin soğuktu. Üstündeki eski sabahlık ter ve korkuyla yapış yapıştı. Tavandan sarkan sarı ampul titreşirken, odanın köşesinden bir ses geldi.
Bir kadın sesi. Yumuşak. Boğazda tıkanan bir geçmiş gibi. “Artık yeter evladım… bu kadar günah… bu kadar rezillik… Sakın! Doğmasın o bebek! Ana rahmi kutsaldır… oraya pislik bulaşmamalıydı…”
Birden başka bir ses… Keskin. Soğuk. Net. “Kontraksiyonlar 90 saniyeye ulaştı. Serviks tam açılmış. Dilatasyon tamam. Baskı uygulanmazsa uterin yırtılma riski %34. Doğum şimdi gerçekleşmeli.”
İki ses.
İkisi de görünmüyor.
Ama odanın içinde dolaşıyorlardı.
Genç kadının kasılmaları artmaya başladığında çığlıklarıyla doldurdu odayı. Doğum başlıyordu. Buna kimse, kendisi bile engel olamazdı artık.
“Kadıncağız acı çekiyor… Tövbe estağfurullah. Kirli bedeninden nasıl bir bebek doğar ki?” diye sızlandı yaşlı kadın.
Ardından o net, erkek sesi konuştu yeniden. “Amniyon sıvısı yoğun. Muhtemelen mekonyumlu.” Sesinde ufacık bir duygu belirtisi dahi yoktu. Yalnızca işini doğru yapmaya odaklanmış usta bir cerrah havası veriyordu söyledikleriyle. Genç kadına doğru eğilip baskın ses tonuyla direktif vermeye başladı: “Ikın. Sakın kasılmalarla zıtlaşma. Onu yönlendir.”
Genç kadın korkusundan sadece sessizce ağlıyor, tek kelime çıkmıyordu ağzından. Sancısı, korkusu, gözyaşı… Mucizevi hiçbir yanı yoktu o doğumun. Nefret ettiği bir adamın kanından birinin içinde büyümesi bile aylardır tüylerini diken diken ediyordu.
Kadın pes etti. Gözyaşları durdu. Yüzüne bir ölününkine benzeyen soğuk, buz gibi bir ifade yerleşti.
Doktor ellerini uzattı ona. Bebeğin başı çıkmaya başlamıştı. Yavaş ve profesyonel davranıyordu. Küçük başını tutup kendine doğru çekti sakince.
Kadın kan ter içinde kalmıştı. Öyle yorgundu ki ancak ölse geçerdi sanki yorgunluğu…
Doğmasın diye aylardır yalvardığı bebek, sanki tam tersi dünyaya gelmek için can atıyormuş gibi kolayca çıktı annesinin karnından…
Yaşlı kadın dua okumaya başladığı sırada, “Profesörü çağırmak lazım…” dedi doktor. Ardından kendi kendine söylenir gibi bebeği boşluğa doğru uzattı. “Doğdu…” Kordonunu kesmeden kucağında tuttuğu bebekle paslı aynaya doğru döndü.
Genç kadın, kötü bir kabustan uyanmış gibi başını çevirip kan ter içinde aynanın karşısında dikilenlere baktı. Orada… tek bir adam vardı.
Ne yaşlı bir kadın… Ne soğukkanlı bir cerrah…
Sadece Profesör…
Yüzü solgun.
Gözleri bomboş.
Ama dudakları kıpırdıyordu.
Ve aynı anda, her iki ses… tek bir sesmiş gibi birleşti:
“Oğlum doğdu.”
GÜNÜMÜZ
Uyku ile uyanıklık aramdı. Özgür, küçük kelimelerle büyük laflar ederken sözleri kabustan bozma rüyama karışmış, tüm zihnimi hipnotize etmişti sanki. Renksiz yalanları, gri gerçeklerimizle birleşmiş; zihnimin artık kabul etmekte zorlandığı umut tomurcukları açmıştı kuytu köşemde. Gözlerimi açsam patlayacak ve çiçek açacaktı belki… Ama açmadım. O, bana inşa edeceği evden bahsederken, uykuya sığındım. Çiçekler açamadan, onları kabusumdaki irinle birleştirdim. Katranlaşmış hayaller, uykumda alışık olduğum o huzursuz hisle birleşince uykum derinleşti…
İşte benim, ninnim…
Zihnimin kör kuyularında büyüttüğüm küçük ruhumun sevdiği ve alışık olduğu o ses…
Puslu sesiyle söylenen ve benim artık inanmadığım küçük hayaller…
Kaçak ruhum, Özgür odadan çıktığı an öyle derin bir uykuya düştü ki; hangi alemde kaç gün geçirdi bilmiyorum. Sonunda bedenime dönüp, kıpırdanmaya başladığımda üstümdeki yorgandan daha ağır göz kapaklarım güçlükle açıldı. Tam karşımda duran çirkin saat, tam on ikinin üstününde duruyordu. Yataktan kalkıp, yavaştan özüne dönen yıpranmış bedenimi banyoya sürükledim. Kapıdan girer girmez, duşakabindeki iki küçük, iki büyük el izini görünce bir önceki gece aklıma geldi… Utanma duygum çok kalmamıştı sansam da, birden yanaklarım ısındı. Eskisi gibi, tatlı bir sıcaklıkla değil ama… Küçük, ince bir sızı gibi…
Derin bir nefes alıp, lavaboya yürümek yerine doğrudan duşakabine yöneldim. Elimi, Özgür’ün el izinin üstüne koyup usulca izi bozdum. Su izleriyle kaplı plastik kapıda ellerimizin ayrı ayrı duruşuna mı sinirlendim; yoksa içeride hapsolmuş iki ruh dışarı çıkmaya çalışıyor gibi olduğundan mı bilmiyorum. Belki de sadece hala Özgür’ün hayatıma geri dönüşüne alışamamıştım. Onun tüm izlerinin zihnimin bana küçük bir oyunu olduğunu sanıyordum.
“Keşke aklım başka çalışsa,” diye fısıldadım aynadaki yansımama. Altı üstü iki el iziydi. Dakikalardır o izlere ve yaptığım küçük şeye anlam yüklüyordum. Hayatımda daha önce pek az anlaşılmıştım. Daha önce pek az önemli biri gibi hissetmiştim. O yüzden sanırım, önce kendi kendimi anlamaya çalışıyor, sonra önemli biri olduğumu düşüneyim diye küçük rutinlerime bile yüzlerce özel olduğunu düşündüğüm anlam yüklüyordum.
Aynadaki yansımama, kocaman alaycı bir gülümseme yansıdı. Benim dudaklarımdı yukarı kıvrılan, ama gülen sanki ben değildim. Özgür’dü ve biraz da Bay K’ydi. Onlar gibi düşünmeye başladığımı, onlar gibi kendimi didik didik analiz ettiğimi fark ettiğim için, onlar gibi gülmüştüm.
Yüzümüzün onlarca neslin birleşimi olduğunu söylerler ya… Onlarca insan, aşk ile bir araya gelip bizde karışıyordu güya… Komik. Benim yüzümde birleşen, korkunç bir anne ve babanın ve muhtemelen onları korkunç yetiştiren ebeveynlerinin izleriydi. Şimdi bir de o izlere, karmakarışık bir zihinde yüzlerce savaş veren bir adamla, duygudan yoksun başka bir adam daha karışmıştı. Bu karmaşadan, gerçek beni çekip kurtarabilecek miydim acaba?
Yüzüme çarptığım su, yüzümdeki tüm izleri silemedi belki ama günlerdir kapalı olan zihnimin biraz daha ayılmasına yardımcı oldu. Havluyu yüzüme bastırırken, boş midemden çıkan sesler tekrar canlı bir insan gibi hissettirdiği için istemsizce mutlu etti.
Üstüme Özgür’ün tişörtünü geçirip odadan çıkarken, tek istediğim şey yemek yiyebilene kadar absürt bir şey daha yaşanmamasıydı. Hiçbir soru sormayacak, neden bir morgda uyandığımı ve kimlerden kaçtığımızı sorgulamayacak ve sadece birkaç dakika normal hissederek yemek yiyecektim.
Merdivenlerden inerken, bacaklarım titremeye başladı. “Açlıktan…” diye telkin ettim kendimi. Çarpık içgüdülerime, zihnime ya da korkularıma kulak tıkayıp, insani ihtiyaçlarıma odaklanacağıma söz vereli iki dakika olmuştu çünkü. “Açlıktan… Açlıktandır.” Son basamağı atlayıp, bir sebepten ağırlaşan göğüs kafesimi yok saymaya çalışırken onunla göz göze geldim.
Levent’le.
Baş dönmem, bacaklarımın titremesi, vücudumun kasılması gerçekten de açlıktandı. Ama bu açlık maalesef benim açlığım değildi. Geçmişimde yaptığım etten kemikten hataların, beni yıllar boyu küçük parçalara ayırarak yiyip bitiren pişmanlıklarımın açlığıydı. Onlardan biri yine acıkmış ve kabuslarımda zaten birlikte değilmişiz gibi, gündüz gözüyle de yanıma gelmişti. Ve gözleriyle beni lokmalara ayırıp yemeye başlamış gibi bakıyordu.
Gözlerim Levent’in gölge düşmüş gözlerine kilitlenmişken, Özgür görüş açımda değildi ama kokusu burnuma doluyordu. Bay K, benim donup kalmış bedenimin yakınındaydı. “Hava soğuk…” diyerek üstüme bir hırka atarken tüm duyu organlarım farklı bir korkumu yüzüme vurur gibiydi. Gözlerim ağzımda çürük bir tat bırakan ilk aşkımda, son aşkımın sigara ve karışık melankolik kokası burnumda… Ve bana iyi davranmasına rağmen aşık olmadığım tek erkek, Bay K’nin teması şefkatle omuzlarıma bıraktığı hırkayla tenime değiyordu. Aşk tanımım, zihnimdeki sesler, yüzümdeki mimikler hatta gülüşüme kadar işlemiş üç adamın şehirden kilometrelerce uzaktaki o evde bir araya gelmesi o an için beklediğim en son şeydi. O yüzden, tüm duyu organlarıma ayrı ayrı saldırırken onlar, bedenim dış dünyaya kilitlenmiş gibi öylece kalakalmıştı.
Levent’in dudakları bir şey söylemek için aralandı. Ayakları bana gelmek ister gibi huzursuzca kıpırdandı. Gördüm. Ama tepki veremedim. Hipnoz olmuş gibi, zaman durmuş da birinin bizi harekete geçirmesini bekliyormuşuz gibi… İkimizin de gözleri doldu. Ama yaşlar bile donmuş gibi, Levent’in donuk gözlerinde öylece beklediler ben hareket edene kadar.
Bay K’nin üzerime attığı hırka omuzlarımdan kayıp düşerken kendime gelebildim. Arkamdan yaklaşıp yere düşen hırkayı alan Özgür, hırkayı üstüme tekrar atarken hırkayla birlikte bana arkamdan sarıldı ve yüzünü omzuma gömüp küçük bir öpücük kondurdu. “Günaydın.” dedi usulca. “Nasılsın bugün?
“Ne oluyor Özgür…” diye fısıldadım. Kafam allak bullaktı. Levent’i görmek normalde hiç o denli sarsmazdı beni. O an içinde olduğumuz durum, belki o ev, belki birkaç gündür etkisi altında olduğum ve beynimin kimyasını bozan o ilaç… Etken maddesi neydi o dağınıklığımın anlayamadım.
“Geç otur önce, konuşuruz…” Özgür, omzuma küçük bir öpücük kondurup beni hemen önümüzdeki berjere oturttu.
Ayakta en az benim kadar ne yapacağını bilemeyen Levent, benim sonunda hareket edebilip oturmamla rahatladı. Karşımdaki ikili kanepeye geçti o da.
Beynimdeki sis dağılınca fark ettim… Levent o kadar oraya ait durmuyordu ki, belki de o yüzden gerçeklik algımı sorgulattı ve dağıttı beni. Muhtemelen on binlerce dolarlık ayakkabısı, takımı ve paltosu ile yarı çıplak ve üstü başı toz olmuş Özgür’le yan yana garip görünüyorlardı.
Dağınık saçlı bi’ adam… Dağınık bir zihin… Dağınık ev… Dağınık bir görünüş… Dağınık duygular… Özgür’e dair her şey dağınıktı. Levent’in tam aksine… Tek benzerlikleri, ara sıra beni dağıtmalarıydı o kadar. Komik…
Günler süren bir uykudan uyanmış gibi gözlerimi kırpıştırırken etrafıma bakındım, doğal davranmak için fazladan çaba göstermem gerekiyordu.
“Nasılsın Yosun…” Düzenli hatam konuştu. Sesi, anılarımdaki kadar gürdü. “O günden sonra-“
Özgür, beni kendine çekip usulca sarıldı. Beden dili bana karşı ne kadar nazikse, gözleri Levent’e doğru tehditkar bakıyordu. “Hangi günden sonra?” diye sordu sertçe. Sanki Levent’in sorusu açılmaması gereken bir konuya aitti. Özgür’ün sert bakışları ve rahatsız edici sakinliği Levent’e gereken mesajı vermiş gibi, Levent tek kaşını gergince kaldırıp sırtını geriye yasladı. Sesli bir nefes verip, gözlerini tekrar bana çevirdi. Gözlerimiz birbirine değdiği an, “Çok iyiyim” dedim hızlıca. “O günden sonra, bugünden önce… Hep baya iyiyim.”
Ah… Saçmaladım. Bok gibiyim desem hiç sorgulamazdı belki. Verilmesi gereken cevapları ne zaman buldum ki…
Bu manik halim ve başarısız yalan girişimim Levent’i daha da gerdi sanki. Gözlerini usulca kapatıp, derin bir nefes aldı. Aldığı nefes benim ciğerime dolmuş gibi, göğsümdeki nefes beni boğazlıyor gibi hissettim. Özgür, sanki nefes almayı unuttuğumu fark etmiş gibi, elini göğsüme dokundurup usulca bastırdı.
Damarlarımda akan kan hala kirliydi. Normalde de zihnimdeki sesler bir kukla gibi bedenimi oynatırdı anlam veremezdim ya… İki gündür, iyice beter olmuştu her şey. Özgür’ün elinin ağırlığı ile tuttuğum nefesi usulca dudaklarımın arasından dışarı bırakırken Bay K’yi fark ettim. Levent ve Özgür’ün arasında zar zor çalışan beynim ve bedenimle hayali bir satranç oynarken aynı odada olmamıza rağmen gözüm bile değmemişti ona.
Gözümün değdiği yerleri zihnimde çürüttüğüm çok olmuştu. Ama daha evvel bu denlisini yapamamıştım. Bay K’nin yüzü öylesine mahvolmuştu ki… Sanki yırtıcı bir hayvan tarafından parça pinçik edilmişti. Kaşının üstünde derin bir yarık, şakaklarında siyaha çalan morluklar, göz kapağında ciddi bir şişlik görünüyordu ilk bakışta. Dudağı patlamış, burnunun kemeri yamulmak üzereymişçesine hasar almıştı.
“Çınar… N’oldu sana?!” diye bağırdım yaşadığım anlık şokla. Sırtını oturduğu sandalyeye yaslayıp başını hafifçe sağa doğru eğen Bay K’nin yüzünde, sakin olma çağrısında bulunuyormuşçasına ihtiyatlı bir ifade vardı.
“Önemli bir şey değil. Sevgilin paradoks beyin olduğundan, olması gerekenlere tam tersi tepkiler veriyor her zamanki gibi.” Dudakları yukarı doğru kıvrılırken, yüzündeki tahribata tezat bir pervasızlıkla gülümsedi hafifçe. “Yardımlarım için teşekkür etti.”
Özgür, karşısındaki insanla alay etmeye karar verdiğinde takındığı o kesif neşeli, çarpık sırıtışıyla, “Ne kadar minnettar olduğumu iyice anlasın diye uzun uzun teşekkür ettim…” dedi. Kolları bana dolanmış haldeyken, benim paniğimin aksine Bay K’nin feci halde dayak yemiş yüzünü incelerken oldukça keyifli duyuluyordu sesi.
Özgür’ün kollarından kendimi çekip, yerimden fırladım. Bay K’ye doğru yürürken zayıf omuzlarıma zar zor tutunan hırka yeri boyladı ikinci kez. Yüzüne doğru eğilip açılan her yarayı inceledim tek tek. Hastaneye gitmek gerekir miydi? Oldukça derin görünen birkaç yara içten içe korkutmuştu beni, kafam allak bullak olmuştu iyice. Parmağımın ucuyla, bir tüy kadar hafifçe burnunun üstüne dokunduğum sırada, içimdeki karmakarışık şaşkınlığı gizlemekle uğraşmadan söylendim Özgür’e.
“Neden yaptın ki böyle bir şey?!” Daha önce hiç kimseye fiziksel olarak saldırdığına şahit olmadığım Özgür’ün bir anda Bay K’yi bu denli dövmesinin imkanı yoktu aslında. Bi’ planları mı vardı? Yoksa Özgür de aklını kaçırmaya mı başlamıştı?
“Acıyor mu çok?” diye sordum, ona doğru biraz daha eğilip tişörtün ucunu bacaklarıma doğru çekiştirirken. Burnundan soluyarak güldü Bay K. “Acısın, ne olacak?” diye sorarken sanki yüzünü birkaç tane sinek ısırmış gibi rahat görünüyordu.
Levent, Bay K’nin dayak yemesiyle de, Özgür’le yaşadıkları problemle de ilgilenmiyordu. Hareket ettikçe ortaya çıkan vücudumdaki morlukları fark etmiş olacak ki birden o da öfkeyle ayağa fırladı. Bana doğru iki sert adım atıp kollarımdan tuttu ve baldırımdaki morlukları işaret ederek hesap sormaya başladı,
“Bunlar ne? Sana da mı bir şey yaptı bu?!
Özgür sakin adımlarıyla arkama geçip beni Levent’in ellerinin arasından kurtardı ve kendine çekti. Kolları çıplak kollarıma sürtüp geçerken ve göğsümün üstünde sıkıca birleşirken sırtım ürperdi. Dün gece yatak odamızda yaşananlar orada kalmalıydı. Hele ki o ortamda asla dillenmemeliydi. Gözlerimi kapattım. Özgür’ün vereceği cevap her ne olursa olsun, Levent’in yüzünü görmek istemeyeceğimi biliyordum.
“Onlar dün gece karşılıklı rıza çerçevesinde gerçekleşti.” dedi Özgür. Gözlerimi açıp, görmek istemesem de, bakmak istedim onlara. Özgür omzumun üstünden meydan okur bakış attı Levent’e… Levent bir anlığına gözlerini kısıp kesik bir nefes verirken oluşan anlık sessizlik içimde bir şeyleri tetiklerken neyse ki merdivenlerden koşar adım inen Anıl’ın bağırtısı herkesin dikkatini dağıttı.
“Seni geberteceğim!” Doğrudan Bay K’nin üstüne doğru yürürken delirmiş gibiydi Anıl, tepesine atlamak için an kolluyordu adeta. “N’aptın dün gece bana?!” diye hesap sorarken sustu birkaç saniyeliğine. Bay K’nin hali hazırda dağılmış olan yüzüne baktı yarım yamalak bir şaşkınlıkla. Ardından içi az da olsa soğumuş gibi keyifle yaraları incelerken daha neşeli bir sesle konuşmaya başladı. “İyi, biri benden önce başlamış gebertmeye, ben de işi tamamla-”
“Yeter! Kesin sesinizi hepiniz!” Birden herkes gerçekten sustu. Her kafadan ayrı ayrı çıkan sesler kesilince vücudum tekrar titremeye başladı. Tek tek herkesle göz teması kurdum. Dünyadaki en bir araya gelmemesi gereken dört kişi yanımdaydı işte… “Açım!” diye bağırdım birden. Ne diye anlatacağım ki size iki saat içimi… Vücudumun titremesinin geçmişe olan bağımlılığımın yoksunluğu gibi göründüğünü söylemeyeceğim hayır. “Acıktım ben! Karnım aç.” Gözlerim doldu. Titrememin açlıktan olduğuna ikna etmeye çalıştığım kendimdi çünkü. “Çok aç karnım. Acıktım…”
Anıl, tuhaf, yandan bakışlarını üstüme dikip, sanki gülmesini zor tutuyormuş gibi bir ifadeyle, “Sanırım acıkmış, tama emin değilim” dedi dudaklarını içe doğru bükerek. Bay K sessizce güldü. Gözleri hala onun üstünde olan Anıl bir kez daha sert tavrını takınıp, “Sen gülme, siktirme belanı bana şimdi.” dedi ve sanki olabildiğince uzak durmak istiyormuş gibi odanın öbür ucuna doğru yürürken, kendi kendine söylenir gibi tehdit etti Bay K’yi. “Sonra hesaplaşacağız seninle.”
Artık var olan herhangi bir problem hakkında tek laf daha duymak istemiyordum. O an düşünebildiğim tek şey içimdeki boşluğu doldurmaktı bir şekilde. Özgür’e doğru dönüp kollarının arasından ayrılmadan koyu gözlerine baktım.
“Açım Özgür.”
Mevzu ben olduğumda yumuşayan, ilgili bakışlar az da olsa doldurdu o boşluğu. Başını belli belirsiz öne eğip, sanki az önce herkes birbirinin canını okumak için sıraya girmemiş gibi sakince, “O zaman bir şeyler yiyelim.” dedi ve etrafına bakındı. “Başka aç olan?”
Makarnayı Özgür pişirdi. Sosunu Bay K hazırladı. Neyse ki ikisi de böyle anlarda (belki de mevzu benim onları susturup açım diye feryat etmem olduğundan) sessizce işlerine odaklanan, birbirlerini gayet güzel bir biçimde görmezden gelebilen müzmin tiplerdi. Anıl masayı hazırlayan Özgür’e yardım ederken ben de yemek masasının hemen çaprazında duran pikabı fark ettim. Gidip altındaki plak çekmecesini açtım ve ortama uygun bir müzik bulana kadar parmağımın ucuyla tüm plakları kaydırdım kitap sayfası çevirir gibi. Sonunda eski bir plakta karar kılıp sakince pikaba yerleştirdim. Sanki çok normal, hatta hoş bir aile yemeği yenecekmiş yanılgısına kapılmak istediğim için yapmıştım belki de bu tel maşa hareketi. Üstüne uzun uzun düşünüp derin anlamlar çıkarmamak için kendimi ikna ederken kısa bir süreliğine gözlerimi kapatıp şarkının huzur verici introsunu dinledim sessizce.
Herkes masaya yerleşip önlerindeki tabakları incelerken bir yandan da kaçamak bakışlarla etrafı kolaçan ediyordu. Anıl hala Bay K’yi öldürmek ister gibi bakıyordu ona, alttan alttan. Özgür’ün temkinli, sakin bakışları benim üzerimdeydi. Levent, ilk kez amatör görünüyordu nasıl hareket edeceğini, nereye bakacağını bilemiyormuş gibi. Bay K ise oturur oturmaz başlamıştı yemeye. Ortam o kadar tuhaf bir havaya sahipti ki ben de Bay K’yi taklit etmeye karar verdim. Açlığım beynim dahil her kasımın seğirmesine neden olacak boyuta gelmişti zaten…
Daha iki lokma yemeden ortam yeniden gerilmiş, herkes çaprazlama şekilde birbirine alttan alta laf sokmaya başlamıştı. Yemeğin ortalarına doğru kısır döngüye giren sohbetin bir noktasında, kavgaya tutuşan Özgür ve Levent’in atışmalarını uğultu olarak duymaya başlamıştım. Nerden çıktı kavga, nasıl oraya geldi beynimde hiçbir karşılığı yoktu.
Özgür’e baktığımda ortasından yakaladım meseleyi. “Etik tek bir davranışı olmayan bir orospu çocuğu olduğun için olabilir mi?” diye sordu yüzünü, bir şeyden tiksinmiş gibi buruşturarak. Neye karşılık demişti ki bunu? Beynimdeki sis birkaç dakika tıkamıştı kulağımı halbuki… Levent, hayret içinde kaşlarını yukarı kaldırdı.
“Etik olmayan ne yapmışım, anlamadım?”
Özgür, burnundan soluyarak güldü. “Orospu çocuğu kısmına takılmaman beni çok keyiflendirdi. Kendini keşif sürecin iyi gidiyor demek ki…” Ağzına bir lokma attı oyalanmadan. Pervasızlığı Levent’i iyice sinir ediyor gibiydi. ”Kaç yaşındaydı Yosun seninle tanıştığında?"
"Buradan mı vuracaksın şimdi beni?" diye sordu Levent, dudakları gergince yukarı doğru kıvrılırken. "Barda tanıştık Yosun'la. İma ettiğin gibi bir durum olsa, bara mı giderim bunun için?!" Tek kaşını kaldırıp Özgür’e sorgulayıcı bakışlar attı.
İma ettiği şey… Mideme kramp girdi. Düşünmek istemiyorum. Düşünmek istemiyorum. Düşünmek istemiyorum.
"Öyle bi' durum değil” dedi Bay K kulağıma fısıldayarak. Bay K ile tartışmıştık daha evvel bu meseleyi. Doktorumken… Ona Levent’le ilişkimin he detayını anlatmış, bana detaylı bir analizini yapmasını istemiştim. Mağdur edildiğim, sömürüldüğüm, istismar edildiğim, kurban olduğum o kadar ilişki biçiminin içine düşmüştüm ki geçmişte, sıradan bir kalp kırıklığı işte deyip kesip atmak ve üstüne düşünmemek istediğime karar vermiştim bir noktada Levent’i. Bay K de bunu biliyordu. Yüzündeki yaralar sanki beni yeterince üzmüyormuş gibi, gözlerime bakıp güven veren bir ifade ile, “Paternine bakmak lazım orda…" Zihnimi okumanızdan nefret ediyorum… Şeffaf bir zihnim mi var, yoksa sizin gözleriniz mi etten duvarların ardını görüyor… Bay K, ”Karısı kaç yaşında?” diye sordu. Karısı.. Hale’yi kastettiğini beynim fark ettiği an, kusmak istedim. "Aynı yaştalar." dedim usulca. O kadın hakkında tek bir kelime dahi etmek istemiyordum. Yaşı batsın…
"Mesele yaş değil zaten. Güç…” Özgür, Bay K’nin bu soruyu neden sorduğunu anlamış gibi ortaya konuştu. Sanki hakkında konuştuğu Levent tam karşısında değilmiş gibi rahatça anlatıyordu. “Kendini güçlü hissetmek için ona bağımlı olacak kişileri seçiyor. Yosun'un yaşı küçüktü, Hale denen hasta karı zaten buna saplantılı..."
"Ne şimdi bu... Bana hakaret etmeye mi çağırdınız beni? Bende sökmez bu psikolojik analiz falan.” diye cevap verdi Levent, yılgın bir tavırla arkasına yaslanırken.
Ah… Birkaç dakika düşünmemek ve vakit kazanmak için herkesi yemek yemeye zorlamıştım. Ama çatalıma taktığım köfteyi yememek için ikide bir tabağın kenarına sürterken Özgür’ün söylediği şey yüzünden beynim tekrar düşünmeye başlamıştı.
Kendini güçlü hissetmek için ona bağımlı olacak kişileri seçiyor…
Levent güçlü bir adamdı halbuki. Neden güçlü hissetmek istesin ki? Ya da sırf bu yüzden ona bağımlı olacak kişileri seçsin… Doğru ya… Özgür ve Bay K’nin hep dediği gibi… Güç bir zehir ve bazı insanlar ellerinde tutar ama içemez… Levent de öyle bi’ adam mı acaba? Levent’e baktım. O da bana bakıyordu. Çenem istemsizce yukarı kıvrıldı. Aklıma, ona ne kadar alıştığımı söylediğim an gözünde gördüğüm ışıltı geldi… Üçümcü ayımızın sonuydu… Ona bağlanmam bir haftamı almıştı aslında. Ama itiraf etmem üç ayı bulmuştu… O an zihnimde o anının belirmesi, yine bana Özgür ve Bay K’nin öğrettikleri sayesindeydi. Belki onlar gibi, bu denli güç sahibi bir adamın böylesi güç oyunlarına neden girdiğinin analizini yapamıyordum. Ama teyit edebiliyordum zihnimdeki anılarla…
Evet. Ona bağımlı olmam bir noktada hoşuna gitmişti. Doğruydu…
Gözlerimi Levent’ten çekerken huzursuz oldum aklımdam geçenlerle. Özgür’e baktım. Ağzına lokmasını atarken, bana hafifçe gülümsedi. Sanki zihnime girdi o an, ve birden bunu ona sorsam ne cevap verirdi diye düşündüğüm soru, beynimin içinde yankılandı. Ve konu yine dönüp dolaşıp bana geldi zihnimde.
Peki ben neden aşık olmak için sorunlu erkekleri seçiyorum Özgür?
"Problemli erkekleri seçiyorsun, çünkü kendini problem olarak görerek büyüdün sevgilim. Düşünme artık.” İçimden konuşmuştum, nasıl duydu diye bile düşünmedim. Zihnimi okuması normalimizdi çünkü.
Levent, sabrı taşmış gibi ellerini masaya vurdu aniden.
“Yeter bu saçmalığa katlandığım!” Ayağa kalkıp bana doğru uzandı. "Yosun kalk, gidiyoruz. Seni bu manyakların yanında bir saniye daha tutamam." Kolumu sıkıca tuttuğunda gözlerimin önü karardı yarım saniyeliğine. Yanımda sakince oturmaya devam eden Özgür, Levent’e alttan bir bakış atarken onunla alay etmeye devam ediyormuş gibi görünüyordu.
"Şu özgüvenine de bayılıyorum bu adamın." Sonra aniden ciddileşti ifadesi. Gözlerini Levent’in kolumda asılı kalan eline dikip, "Çek elini." dedi kısık fakat sert bir ses tonuyla.
"Çek bence de." dedi Bay K önünden karanlık bir gölge geçen gözleriyle Levent’i süzerek. Bakışlarını Özgür’e indirirken yüzünde tehlikeli bir sırıtış oluştu. "Tersi pistir."
Levent, Bay K’yi duymazdan gelerek, doğrudan Özgür’ün gözlerinin içine bakmaya devam ediyor, elini üstümden çekmiyordu, meydan okuyordu sanki. Herkesin üstünde işe yarayan otoritesini bir kez de bu evin hudutlarının içinde ispatlamaya çalışıyordu. Benim üstümden kendine kaç ispat daha sunması gerekiyordu ki? Yetmemiş miydi yaşananlar?
"Yosun'un benimle gelmesine izin vermezsen, size yardım etmem Özgür. Hepiniz hapsi boylarsınız!" dedi net bir sesle. Özgür sonunda yerinden kalkıp Levent’in karşısına dikildi. Elini sıkıca tutup benim kolumdan kurtardı.
"Hem Yosun'un bir metre yanına bile yaklaşmayacaksın. Hem de sike sike yardım edeceksin bize." dedi, Levent’in bir şekilde kanına dokunduğunu düşündüğüm sakinliğiyle. Başını hafifçe sağa doğru eğerken bir kez daha Levent ile alay etmeye başladı mimikleriyle. "Yoksa çok saygıdeğer ailen, milyon dolarlık şirketin bu olaylara dahil olmandan nasıl etkilenir?” Gözüyle işaret ettiği köşede, bir heykelin içinde bir kamera ışığı parlıyordu.
"Beni kayıt mı ettin?" diye sordu Levent öfkeyle. Özgür kollarını göğsünün üzerinde birleştirirken rahat bir nefes soludu.
"Babamdan kalma küçük bi' alışkanlık... Bayılırım böyle canlı yayınlara." Levent tam ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki, içeriye biri girdi, kimsenin beklemediği bir anilikle.
"Abi canlı yayın demişken… Siki tuttuk.” Elindeki telefondaki bir yayını kastediyor gibi telefonu salladı. “Hem de baya sağlam tuttuk.”
Gözlerim birkaç saniye içinde cümlenin sahibinin kim olduğunu fark edince kocaman açıldı. Dövme salonundan arkadaşı… Benim de dövmelerimi yapan çocuk… Ara ara Özgür’ü sormaya gittiğim dükkanın sahibi…
“Bora?” Anıl birden ayaklandı.”Sen nerden çıktın?"
Bora, benimle göz teması kurunca yüzündeki tüm mimikler önce gerildi, ardından hayrete dönüştü hepsi sırayla. ”Yardım lazımmış, desteğe geldim de…" Anıl’ın sorusuna sayıklar gibi bir dalgınlıkla cevap verirken başını eğip bana bir de farklı bir açıdan baktı. "Bu kızın morgda olması gerekmiyor muydu? Planda değişiklik mi oldu?"
"Aynen. Zombi oldu diyeceğiz." dedi Anıl alaycı bir sinirle. Özgür ona anlık bir bakış atıp, "Anıl..." diye uyardı kısaca. Ardından yeniden Bora’ya dönerek, "Anlatırım sonra." Çenesinin ucuyla Bora’nın elindeki telefonu işaret etti. Arka planda bir kadın, uzun uzun bir şeyler konuşuyordu. "Ne o?"
"Sizin olay haberlere düştü." Bora, telefonu masanın ortasına, fırlatır gibi koydu. Bay K, göz ucuyla oynayan canlı yayına bakarken yavaşça ayağa kalktı. "Araştırmacı gazeteci güzel bi' abla taktı kafayı size. Sabahtan beri programda bu olayı konuşuyor."
"Bi' bu eksikti..." diye söylendi Özgür. Bu sırada mutfağa doğru yönelen Bay K, hafifçe arkasına bakıp,
"Kahve isteyen?" diye sordu sakince.
"Ya kes sesini!" Anıl ona sabahtan beri attığı ölümcül bakışlarına bir yenisini eklerken telefonu önüne doğru çekti.
"Hayır diyebilirdin." dedi Bay K, ifadesiz ses tonuyla. Gözleriyle telefonu işaret etti. "Oylum devreye girdiyse iş daha da büyür."
"İş daha da büyür? İş büyük zaten! Siz nasıl bir pisliğe bulaştınız farkında değilsiniz!" diye çıkıştı hala Özgür’ün karşısında dikilmekte olan Levent başını Bay K’ye doğru çevirerek. Özgür pis pis sırıttı. ”Sen de bulaştın." Yüzünü hafifçe Levent’in yüzüne doğru yaklaştırırken gözlerini kıstı. “Unutma bunu..." Yanından geçip sandalyesine geri döndüğünde neredeyse hiç dokunulmamış tabağımı inceledi göz ucuyla. Bense tüm bedenimle ona doğru dönmüştüm çoktan.
"Özgür... Anlatacak mısın artık bana? Ne oluyor?” diye sordum. İki gündür belki yüzüncü defa sormuştum bu soruyu. Ama o ana kadar durumun vahimliğinin farkına yeterince varamamıştım. Evet, ambulansla beni hastaneden kaçırdıklarında, morgda çırılçıplak uyandığımda ya da birileri silahla bizi kovaladığında bile… Çünkü eğer Bora’nın dediği gibi ulusal kanalda konuşuşan bir konuya dönüşmüşse bir sebepten benim henüz tam bilmediğim mesele… İşte o zaman, gerçekten sıkıntı aklımın alabileceğinden bile büyüktü.
Özgür, birkaç saniye bana bakıp, sonra hiçbir şey söylemeden Bora’ya döndü. “Sesi aç…” dedi ve yavaşça arkasına yaslanıp gözlerini kapattı. “O başlasın anlatmaya. Ben devam ederim…”
“Üç gün önce korkunç bir olay yaşandı. Hale Hanım'ın ihbarı üstüne gidilen ıssız ve terk edilmiş bir bina da elim bir olay yaşandı. Ekipler gittiğinde bir yangın ile karşılaştı. Ancak bu yangın, öyle büyük sırları örtmek için çıkarılmıştı ki... Duyduklarınıza inanamayacaksınız.”
Televizyondaki güzel kadın öyle bir konuşmuştu ki… O efsunlu ses bizim travmalarımızı anlatırken bilmesem masal okuyor sanırdım. Konuştu da konuştu… Anlattı da anlattı… İki gündür zihnimdeki kayıp parçalar, televizyonda karmaşık bir film gibi anlatılırken, gerçekler midemin üstüne bir yumruk gibi sertçe indi.
Cehennem Evi ve Özgür’ün yaptıkları hem polisin hem de medyanın gündemindeydi… Polisi tahmin ediyordum. Zaten hatırladığım son şey siren sesleriydi ya… Ama olayın bu denli büyüyeceğini asla tahmin edememiştim. Hem Kesik Kol’un mafya adamları intikam için peşimizdeymiş… Hem polis hem basın sadece ismini bildikleri Özgür’ün ve benim… Meğer beni işin içinden kurtarmak, adımı dosyadan silmek ve olası bir mafya kan davasından sıyrılmamı sağlamak için öldü göstermeye ve Özgür’ün o evde yaptıklarının bir “mağduru” olarak lanse edilmemi sağlamaya çalışmışlar… Tabii ben, bana verdikleri ve nabzımı olabildiğince düşürüp öldüğümün sanılmasını sağlayacak ilacın etkisinden tahmin ettiklerinden hızlı kurtulup hastaneden kaçınca, bütün plan bozulmuş…
Mahvolduk… Sanki daha da mahvolmamız mümkünmüş gibi mahvolduk…
Televizyon ekranındaki gazeteci kadın, iştahla olayın bildiği kısımlarını anlatırken, benim gözüm Özgür’ün robot resmindeydi. Ekranın sağında, aşık olduğum o yüz Hale denen canavarın anlatımıyla öyle bir resmedilmişti ki… Kusmak istedim. Ne güzel bir tablo olurdu ondan… Çizseydi azıcık duyguları olan bir ressam… Hep böyle derdim onun için. Ama Hale benim Özgür’ümü anlatınca kendine ayna tuttuğu dili onu azılı bir suçlu gibi gösteriyordu.
Gözlerimden yaşlar sicim gibi boşalırken, Özgür’e döndüm. Yüzündeki hiçbir kas gerilmemişti. Sanki o ekranda anlatılanlar ona ait meseleler değildi… “Ne yapacağız Özgür…” dedim. “Nasıl olacak…”
Yüzümü avuçlarının arasına alıp, gözyaşlarımı silerken “Korkma,” dedi. “Sana hiçbir şey olmayacak.”
Bana bir şey olup olmaması değil ki… Sana ne olacak Özgür?
Kusmak istiyorum…
Kusup, yaşadığım her anının zehrini içimden atmak ve ayılmak…
Ayağa kalktım. Odadaki oksijen sanki beni boğmaya çalışıyordu. Havada asılı gibi duran korku, endişe, stres ve kaos nefesimi kesiyordu. Kaçmak istedim. Kaçmak ve duyduklarımı unutmak…
Birden arkama bile bakmadan koşmaya başladım. Peşimden biri geliyor mu, nereye gidiyorum, üstümde ne var… Umursamadım. Kapıyı çekip çıkarken, kulağımdaki uğultu beni her an yere serip üstümde tepinecek gibi ağırdı.
Özgür o yüzden bana anlatmamıştı… Duyunca vereceğim tepkiyi biliyordu. Ama ben bilmiyordum… Hem de hiçbir şeyi…
Bay K’nin ormanın içinde saklanmış büyükçe evinden çıkıp dakikalarca koştum. Yolun beni nereye çıkaracağını bilmeden…
Ayaklarım beni suya getirdi. Denizin ucunda hangi şehir vardı bilmiyordum ama kaçtığım evin önündeki ormanın sonu, uçsuz bucaksız bir suya çıkmıştı…
Kendimi ıssız kumsala bıraktım. Nefesim kesikti… Ayaklarım acıyordu. Sırt üstü uzandım. Gökyüzü siyaha çalıyordu. Gece üstümü örtmek ister gibi, usulca yayılıyordu gözlerimin önünde…
Bir ayak sesi işittim. Nefesimi düzene koymaya çalışırken, bana doğru yaklaşan ayak sesine ayak uydurdum ben de…
Nefes al… Nefes ver… Nefes al… Tut… Nefes ver…
Bir el beni çekip bana sarıldığında, tekrar ağlamaya başladım. Nefesim, bana sarılan kişinin nefesine; gözyaşlarım bedenine karıştı… Tek istediğim her şeyin bitmesi ve artık sadece huzur bulmaktı halbuki… Ama huzur sanki hiçbir zaman elde edemeyeceğim bir ödül gibi gittikçe uzağa kaçıyordu benden.
Özgür müydü beni kucaklayan? Bay K mi gelmişti yoksa?
Kafamı kaldırıp baktığımda, son tahminim bile olamayacak Anıl’ı gördüm. İyi ki onu gördüm ya… Benimle aynı kişinin peşinde elde edemeyeceği bir mutluluk avına çıkan ve bana kızgın eski dostum, beynimdeki güvenli bir bölgenin kilidini açtı.
Anıl, son birkaç günün aksine oldukça yumuşak bir sesle “Geçecek” dedi. “Sakin ol…”
“Ne olacak Anıl… Ne yapacağız?”
“Ben ne bileyim…" Kendini benden biraz uzaklaştırıp, denize çevirdi başını. Denizin üstünde uçan bir poşete takıldı gözü. Poşeti işaret edip, hafifçe güldü. "Özgür'ün peşinde sürüklenip duruyoruz böyle."
“Pişman mısın?"
“Neyden?"
“Bundan." Önümüze kadar gelen poşeti işaret ettim. Kast ettiğim, böyle sürüklenmek… Rotası bile belli olmayan bir hayatta öylece rüzgara karşı direnmek… Poşet kadar değersiz hissederken hala uçmaya çalışmaktı.
“Pişman olma lüksüm yok Yosun. Hiç olmadı." Kafamdaki monoloğu kesti attı sertçe. ”Her seferinde nasıl hayatta kalırız diye düşünmekten, hatalarımı düşünmeye fırsatım olmuyor maalesef."
Ayakucuma düşen poşeti elime aldım. Birkaç saniye yalnızca poşete odaklandı beynim. “Doğada iki bin yıl yok olmuyor bunlar biliyor musun…” dedim fısıldar gibi. "Herhangi birinin düşünmeden attığı küçük bi' poşet, inatla doğaya yük oluyor."
Anıl, kaşlarını çatıp bana delirmişim gibi baktı. ”Çevreci mi oldun şimdi de? Ne kafa açıyorsun Yosun ya..."
“Komik değil mi? Başkalarının küçücük hataları da bizde iki bin yıl yok olmuyor sanki Altı üstü bi' poşet... Ne bu inat.”
Sayıklar gibi saçmalamam Anıl’ı endişelendirdi birden. "İyi misin?” diye sordu gözlerimin içine bakıp
Değildim…
“Değilim Anıl…” Elimdeki poşetle birlikte sırt üstü yere uzandım. “Her boka derin anlamlar yüklemekten… Kendimi açıklamaya çalışmak için sürekli saçma sapan örnekler vermekten yoruldum.” Denizin üstünde sürüklenmekten kirlenmiş ve ıslanmış poşeti sıktım sertçe. Kendimden yorulmuştum resmen o an… "Dümdüz söylemek istiyorum. Dümdüz düşünmek istiyorum. Dümdüz yaşamak istiyorum! Tek isteğim başkalarının poşetlerini dert etmemek!”
“Hay sikeyim poşetini..." Anıl, elimdeki poşeti çekip aldı ve cebine attı. ”Al, oldu mu?!"
Güldüm. Birinin zihnimi okumasına, saçma sapan örneklerimi anlayıp bana acı gerçeklerle karşılık vermesine o kadar alışmıştım ki… Anıl’ın o gerçekçi tepkisi iyi hissettirdi. Elimi ona doğru uzattım. ”Bana ver…”
Anıl, cebine sıkıştırdığı poşetin ucunu iyice cebine doğru soktu. ”Niyeymiş o?”
“Saklamak istiyorum.”
“Sen iki bin yıl yaşarsın harbi bu poşet gibi…” Sinirle bir nefes verdi. Benimle inatlaşmamak için dediğimi yaptı sonra. Cebinden çıkarıp, bana doğru fırlattı poşeti. “Senin kadar istediğinin tersini yaşayan birini görmedim çünkü. Öleyim öleyim dedin, geçen gün yalandan bile ölemedin.”
Dönüp dolaştık, yine o güne geldik işte… Kaçmaya çalıştığım gerçeğe…
“Bana niye söylemedi ki Özgür planını? Söylese belki becerirdim, belki oynardım rolümü böyle olmazdı hiçbir şey…”
“Bok oynardın. Aklını kaçırırdın planı baştan anlatsa, geri zekalı!” Alaycı bir ifade ile kıvrıldı dudakları. Sesini hafifçe değiştirdi konuşurken… "Yosuncum şimdi şöyle ki, senin yüzünden siki tuttuk da, şimdi sen hapsi boylama diye sana bi' ilaç verip nabzını olabildiğince düşürüp seni öldü göstereceğiz. Sen bi’ morgda diğer ölülerle iki seksen uza keyfine bak... Olur mu?” Omzuma dokundu hafifçe. “Sanıyorsun ki her şeyi kaldırabilirsin… Ama öyle olmuyor işte.”
“Niye dalga geçiyorsun benimle sürekli?”
“Senle dalga geçmeden seninle iletişim kuramam. Kusura bakma." Elimi tutup beni ayağa kaldırdı. Artık gitmemiz gerektiğini belli eder gibi sırtıma dokunup hafifçe ittirdi beni. ”Azıcık akıl sağlığım kaldı zaten, onu da böyle koruyorum, n’apayım…”
Yol boyu Anıl ile benzer sohbetler ettik. Birkaç kez ağladım yine… Birkaç defa Anıl beni güldürdü. İçimdeki kocaman endişe, aslında Anıl’ın savunma mekanizması olan ‘var olan acıyla biraz alay et’ ile biraz olsun sönümlendi.
Anıl ile bahçe kapısından içeri girdiğimizde, arabasının yanında dikilmiş bekleyen Levent ile karşılaştık. Ayaklarım istemsizce onun dikildiği tarafa doğru götürdü beni usul adımlarımla.
“Biraz baş başa konuşabilir miyiz?” diye sordu Levent, doğrudan bana bakarak. Başımı hafifçe Anıl’a çevirip çekingen bir tavırla sordum; “Özgür’e çaktırmasan olur mu?”
Anıl başını olumlu anlamda sallarken keyfi fazlasıyla kaçmış gibi görünüyordu.
“Ben şurada bekliyorum.” dedi ilerideki bahçe sandalyesini gösterirken. Öte yandan ölümcül bakışlarını Levent’in üstüne sabitlemiş, tek kelime konuşmadan tehdit ediyordu onu. “İşin bitince gel, birlikte gireriz içeri.” Bakışlarını bana çevirdiğinde gözleri temkinliydi. Başımı öne doğru eğerek onayladım onu. Anıl yavaş adımlarla sandalyeye doğru yürürken biz de tam zıttında duran ağacın kenarına geçtik. Levent karşımda dikilip kısa bir süreliğine bekledi.
“Yosun…” dedi sonra, buruk bir ses tonuyla. “Yüzüme bak.” Başımı kaldırıp endişeli yüzüne baktığımda kesik bir nefes verdi. “Ne olur kaç benimle…” diye yalvardığı sırada başını öne doğru eğip pişmanlığını samimiyetle ortaya koyan hüzünlü bakışlarını gözlerime dikti. “Gel ihbar edelim herkesi. Hale de dahil… Senin tek bir günahın bile yok. Sana zarar gelmez… Lütfen.”
“Sen de yanacaksın ama?” Cebimdeki poşeti sıkarken bakışlarımı Levent’ten kaçırdım, saçma sapan bir duygu yoğunluğu yaşıyor olduğumu saklamak istercesine.
“Yanayım.” Levent hiç olmadığı kadar korkusuz ve net görünüyordu. “Bırak yanayım Yosun… Umurumda değil artık. Bunca şeyden sonra tek isteğim bu felaketin bir an evvel bitmesi… Ve senin artık huzur bulman.” O kadar mı yanlış bir durumun içindeydim ben cidden? Levent’in böyle fütursuzca yalvarmasına, beni kurtarmak için kendinden dahi vazgeçmesine sebep olacak kadar derin bir çukura mı düşmüştüm?
“Yapamam.” dedim bakışlarımı bir kez daha ona doğrulturken, oldukça net bir ses tonuyla. Ben bile şaşırdım içten içe, bu kadar net olmama..
“Bak… O Özgür denen adam seni manipüle ediyor. Seni ondan uzaklaştıracak herkese karşı aklını karıştırıyor.” Levent nazikçe kolumu tuttuğunda ona karşı koymadım. Bedenimi hafifçe kendine doğru çekip daha yakından göz teması kurmamızı sağladı. Bu hareketi, beni ikna etmesine yardımcı olacakmış gibi hissediyordu sanırım. “Ben kötü bi’ adam değilim… Onun anlattığı gibi zayıf kişileri hayatına çeken, onları kullanan biri de değilim.” dedi burnundan soluyarak. “Ben düz bi’ adamım Yosun. Severim. Sevilirim. Nefret ederim… Ama bu kadar. Plan yapmam. Akıl oyunları oynamam. Hatalarım da şeffaftır. Özürlerim de…” Özgür ile arasındaki farkları anlatıyordu sanki, ikisine de tanımıyormuşum gibi… “Özür dilerim. Sana yaşattığım her şey için, binlerce kez özür dilerim. Zayıf biriydim.” Çenesini sıktı sertçe. “Belki hala öyleyimdir…” Bir kez daha burnundan solurken, bu kez kızdığı kişi kendisiydi sanki. “Ama hatalarımı telafi etmeye hazırım. Yeter ki benim gel… Senden herhangi bir beklentim yok. Beni sevme. Benimle olma… Beni görme istersen. Yeter ki bunlarla kalıp hayatını mahvetme.”
Kendimi tutamayıp homurdanmaya benzer bir sesle güldüm.
“Senin poşetin de benim, değil mi…”
Levent bana şaşkın bakışlar attığı sırada, “Anlamadım?” dedi, soru sorar gibi, alt perdeden bir ses tonuyla. Başımı ağır ağır sallayarak onayladım onu. Anlamayacağını bile bile söylemiştim zaten. “O anlıyor.” Dudaklarımı içe katlayarak gülümsediğim sırada, işaret parmağımı şakağımın üstünde sabitledim. “O benim karmakarışık zihnimi, aklımdan geçenleri… Anlam yüklediğim küçük şeyleri, büyük hislerimi… hepsini.” Derince bir nefes çektim içime. “Ben sadece anlaşılmak istedim Levent.” dedim benden beklemediği bir netlikle. “Anlaşıldığım yerde kalıp, mücadele etmek istiyorum.” Cebimdeki poşeti öyle sert sıkmıştım ki eklemlerime kramp girdi o an. “Yoksa şu ana kadar yaptığım her şey kocaman bir hata olarak ensemde olacak.”
Levent’in yorgunluğu omuzlarına vururken usul usul çöktü karşımda. Mağlubiyete alışık olmadığını biliyordum. Fakat artık futbol kupası gibi bir şeymiş gibi görülmekten de sıkılmıştım zaten.
“Yanlış düşünüyorsun. Yanlış bakıyorsun hayata!” dediğinde herhangi bir cevap verme gereksiniminde bulunmadım. Yanlışlar ve doğrular… sonsuz olasılık içeriyordu. Sonsuz farklı doğru ve yanlış vardı dünya var olduğu günden bu yana akıp gelen…
“Seni koruyacağım. Seni bu olaya dahil etmesin diye elimden geleni yapacağım. Söz.” diye teminat verdim Levent’e. En azından bu kadarını yapabilirdim onun için. “Ama senden tek bir ricam var. Hale’ye sahip çık. İfadesini geri çeksin.”
“Sevgilin o konuyla ilgili detaylı bir istek listesi verdi elime zaten.” Levent’in alaycı bir tavırla kurduğu cümle üzerine merakımı saklamakla uğraşmadan kaşlarımı çattım azıcık.
“Anlatır mısın…” dedim başımı sağa doğru eğerek. “Ne yapacaksın?”
“Başta Hale’ye gidip sanki ona dönmek istiyormuş gibi kandıracağım onu.” Nefes vererek güldü, alaycı tavrını sürdürmeye devam ediyordu. “Nasıl yapacaksam… Sanki herkes onun gibi iyi bir yalancıymış gibi emirler veriyor.” ‘Neyse,’ der gibi başını salladıktan sonra devam etti konuşmaya. “Sonra Hale’nin güvenini kazanıp sana yaptığı şeyleri itiraf ettirip kayıt edeceğim. Sonra kaydı Özgür Beye getireceğim. Artık Hale’yi tehdit mi eder, başka bir şeyde mi kullanır bilmiyorum. Sanırım Hale’nin ifadesini ve suçlamasını geri çektirecek böylece.”
Dinlediğim plan üzerine gözlerimin parlamasına engel olamadım.
“Akıllıcaymış.” dediğimde Levent’in değişen ifadesiyle fark ettim yaptığım gafı. “Özür dilerim.” dedim ağzımı kapatıp gülerek. Bu gülüş üzerine enerji az da olsa değişmiş, konuşma normal seyrine dönmüştü.
“İstediğin bir şey var mı, bir dahaki gelişimde getireyim.” diye sordu Levent, kolumda duran elini indirip nazikçe elimi tutarken. Elleri üşümüştü. Başımı iki yana doğru salladım hızlıca, ‘yok’ der gibi.
“Ellerin buz gibi olmuş. Hadi git artık.”
“Yosun…” diye fısıldadı Levent, parmaklarını parmaklarımın arasına geçirirken. Ardından beni tutup ağacın arkasına doğru çekti. Yüzüme eğildiğinde hudutlar önemli değildi sanki o an. Yanlış bir hareket yapıp beni kaybetmekten korkmuyordu artık. Zaten kaybetmişti. “Belki seni tam olarak anlayamadım. Ama anladığım kadarıyla çok sevdim. Hala da çok seviyorum. Bunu unutma olur mu?” Gözleri dolu doluydu. Sözlerindeki samimiyet damarlarımın içinde akıyordu sanki. Başımı ağır ağır sallarken uzanıp kollarımı boynuna sardım.
Levent’e sarılmam büyük bir hataydı. O saçlarımı usulca severken ağladı. Büyük bir hataydı. Ben içimi çeke çeke ağlamaya başladığımda yanaklarımdaki yaşları sildi. Hata… Hepsi kocaman bir hataydı. Biriyle sevişmek derin bir bağdı benim için. Birine aşık olmak… Kendimi kaybediyordum aşk içime düştüğünde. Ama bağların en büyüğü, biriyle duygusal bir an paylaşmaktı. Belki o an Levent tutup öpse beni, Özgür’ü aldatmış gibi hissetmezdim bile. Ama eliyle gözyaşlarımı silerken, dudağımın üstüne düşen tuzlu gözyaşını başparmağıyla usulca çekerken oradan, Özgür’ü aldatmışım gibi hissettim.
Bir kez de ben hata yapsam ne olur ki?
Özgür’ün ilk aşkı masumdu ama benimki kirliydi ya… O Pınar’dan bahsederken hiç kıskanmamıştım onu. Kim karar veriyordu ki? Niye kendimi zorlayayım ki? Kirliyse, kirliydi işte. Yanlışsa yanlıştı. Ama sevdiğimi ve sevildiğimi hissettiğim ilk adamdı o. Neden ilk aşkımın zaafını sırf yanlış diye büyük bir sadakatsizlik oyununun bir parçası haline getirmiştim ki zaten?
Belki benim ilk aşkım seninki kadar masum değil Özgür… Belki benim ilk aşkım dünyadaki en büyük hata. Belki psikolojik bir hastalık… Belki hasta beynimin aşk adını verdiği berbat bir yanılsama. Ama biz hep böyle demiyor muyduk zaten…
Kirli bir peri masalındaydık en başından beri. Mutsuz sonları olan… Sonsuza dek mutsuz sonlarda yaşayan… İyilerin öldüğü, kötülerin yaşadığı… Bizim gibi arada kalmış olanların ise ölmeyi bile beceremediği…
Herkes beni kandırabiliyordu ama ben daha kendimi bile kandıramıyordum.
Levent’i bırakıp tek kelime etmeden eve doğru koşmaya başladığımda ağlamam şiddetlendi. Altı üstü sarılmıştık… Altı üstü birlikte ağlamıştık… Özgür’den mi intikam almak istiyordum, yoksa kendimden mi? Yoksa gerçekten Levent’le kaçıp her şeyi ardımda bırakmak için bahane mi yaratmaya çalışıyordum kendime?
Anıl çoktan içeri girmişti, yoktu onu bıraktığım yerde. Gördü mü acaba diye geçirdim içimden. Gördüyse yanlış anlamış mıdır ki? Dışarıdan nasıl görünüyorduk acaba? Birbirine veda eden iki eski tanıdık gibi mi, yoksa birbirinde acıyla karışan iki eski aşık gibi mi…
“Yosun…” diye seslendi Levent ardımdan, ama ona dönmedim bir kez daha. “Sevgiline selamlarımı ilet. Sana ben gelene kadar iyi baksın.”
Sevgilime… Sevgilime… Sevgilime…
İçeri girip, elimde sımsıkı tuttuğum tozlu poşeti yere bıraktım. Koşarak gidip Özgür’e sarıldım. Elini, belime atıp beni kendine çekti. Öyle sıkı sarıldı ki… Sanki dönmemi beklemiyormuş gibi…
“Teşekkür ederim.” diye fısıldadı saçlarıma doğru.
“Ne için?” diye sordum şaşkınlıkla. Hala içten içe kıvranıyordum pişmanlıkla. Özgür bir süre sessiz kaldı. Sonunda, pürüzlü sesiyle konuştuğunda göğüs kafesimdeki kemikler acıdı.
“Gitsen bile sana kızmazdım. Ama kaldığın için teşekkür ederim.”
Yavaşça geri çekildim yüzünü kontrol etmek için. İfadesiz yüzündeki bir şey… suç işlerken yakalanmış bir çocuk gibi hissetmeme neden oldu.
“Gördün mü bizi?” diye sordum gözlerim büyürken. Özgür, omuzlarıma çıkardığı elleriyle üstümü silkeledi, hayali tozlardan.
“Hala o adam gibi kokuyorsun…” diye söylenirken gözlerinden koyu bir gölge geçti. “Sana dokunmasından nefret ediyorum.”
“Beni kandırdığını düşünüyor. Manipüle ettiğini… Yanında kalmam için aklımı karıştığını…” diye anlatmaya başladım dürüstçe. Özgür, git gide karanlıklaşan ruh halini toparlayıp bakışlarını bir kez daha gözlerimle birleştirirken, ilgili bir ifadeyle sordu.
“Sen öyle düşünüyor musun?”
Başımı, ağır ağır iki yana doğru sallamakla yetindim.
Son üç yıldır benden sık sık giden Özgür, onun yanında kalmak için akla mantığa sığmayan şeyler yapan bendim. Özgür’ün beni yanında tutmak için beni kandırmasına hiç gerek yoktu.
Ben daha ilk cümlesinde kanmıştım.
Ölmek için fazla ölüsün dediğinde…
Soğuk bedenimle onun pek de sıcak olmayan bedenine sokuldum. Sıcacık bir avcu ittirip, soğuk bir bedene sığınmak tam da benlik bir hareketti. Ama Onun da geçmiş bir gün dediği gibi… Bazen soğuk ve ıssız şeyler daha güzeldi.
Ah… Hastalıklı zihnimi değiştirmem gerek. Baştan doğmam, baştan öğrenmem gerek her şeyi… Gözümün gördüğünü kabul etmeyi bilmem, kafamdaki seslerin ses tellerini tek tek sökmem gerek…
Kafamı iki yana salladım. Aklımdan geçenleri, ruhumun arzu ettiği şifayı bulma işini erteledim. Hep yaptığım gibi… Sonra düşünürüm. Düşünmekte iyiyim… Düşünmekten başka yaptığım ne vardı ki?
Salona geçtiğimizde, Anıl bana imalı bir bakış attı. Sanki bana verdiği “bekleme” sözünü tutamamasının sebebi benim hatamdı ve bunu bakışlarıyla belli ediyordu açıkça. Haklıydı belki de… Birkaç dakika konuşmak için müsaade istemiştim ama işin sonu eski sevgilimle sarılıp zırıl zırıl ağlamaya varmıştı… Anıl’ın Özgür’e sadakatini zorlayacak bir sözdü bana verdiği o noktada. Kızmadım… Belki Özgür’e bile o söylemişti, kim bilir…
İkili koltuğa Özgür ile birlikte oturduğumuzda Bay K ortalıkta yoktu. Bora, önüne açtığı onlarca dosyayla ne olduğunu anlamadığım bir şeylerle uğraşıyordu. Artık içine düştüğümüz bataklığı biliyordum ama şimdi de bilmediğim kısım çıkmak için kurdukları plandı… Özgür, Bora’nın incelediği dosyalara üstten bir bakış attı. Onun tuttuğu defter hep aklındaydı ya… Orada dönen tilkilerini besledi sanki birkaç saniyelik bakışla.
Bora birden Özgür ile göz göze geldiğinde cebinden peçeteye sarılmış yemek bıçağını çıkarıp, ”Suçu Levent'in üstüne yıkalım bence abi.” dedi. Çatalı hafifçe sallayıp güldü. ”Parmak izi falan çözeriz belki diye cepledim.”
Bora’nın alelade bir şeymiş gibi söylediği şeyle gözlerim fal taşı gibi açıldı. Anıl da diğer taraftan atladı muhabbete. ”Ben de kartını çaldım. Daha çok iş görür.” Anıl, elindeki kredi kartını gösterdi. Gözlerim bir kez daha kocaman oldu onu görünce. Biz Levent’le konuşurken arabasından çalmıştı yüksek ihtimalle. "Karttan harcama yaparsak sakat şeyler almak için-" derken Anıl’la göz göze geldik. Ben kaşlarımı çatıp ona bakarken, omuz silkti umarsızca.
“Ne saçmalıyorsunuz ya siz..." Olduğum yerde doğruldum. Birden Levent’e verdiğim söz aklıma gelmiş gibi panikledim. “Yapmayacaksınız öyle bir şey!” İkisi de beni umursamadı. Mevzu o ikisi olduğunda ağzından çıkan her söz bir emir gibi duran Özgür’e döndüm hemen. “Özgür?”
Arkadaşlarına bakıp "Olmaz onlar.” dedi gülerek. Ben hayal kırıklığıyla ona bakarken, bana döndü. ”Olsa da yapmam zaten merak etme.” diyerek yatıştırmaya çalıştı beni. Güldü hafifçe. "Levent'in bu kadar zekice bir şey yaptığına kimse inanmaz. Onda o akıl yok."
“Bana mı atacaksın suçu?” Kucağında bir dolu dosyayla odaya yürüyen Bay K’nin sesi kendinden önce girdi salona.
Anıl alaycı bir ifadeyle, “Bunun da kendini zeki sanması yok mu…" derken, ayağa kalkıp sertçe Bay K’nin kucağındaki dosyaları çekip aldı.
Özgür, gözüyle Bay K’nin hareketlerini takip ederken, kendinden emin bir şekilde; ”Sana suçu yıkmama gerek yok ki. Sen zaten suçun içindesin.” dedi dudaklarını ıslatırken. “Şu Oylum denen kadını tanıyor musun sen?”
“Bir iki kez karşılaşmıştık. Ortak arkadaşlarımız var.” diye cevapladı Bay K başını eğerek.
“Özgür… Ne geçiyor aklından? Kadına bir şey yapmayacaksın değil mi?” diye sordum tedirgince.
“Saçmalama… Ne sanıyorsun beni?” Özgür onaylamaz bir ifadeyle baktı bana yarım saniyeliğine. Ardından Bay K’ye döndü tekrar. “Ara.”
“Oylum öyle kolayca manipüle edebileceğin, yalan söyleyebileceğin biri değildir.” Bay K her zamanki netliğiyle konuştuğunda Özgür burnundan soluyarak güldü.
“Yalan söyleyeceğimi kim söyledi ki?” Rahat bir tavırla arkasına yaslanırken kolunu omzuma attı. “Onu dürüstlüğümle manipüle edeceğim.” dedi, gözleri koyulaşırken. “Bazen doğrular, en iyi manipülasyon aracıdır.”
Bay K, ihtiyatlı, sakin ruh haliyle telefonunu çıkarıp rehberde dolaşmaya başladığı sırada Bora ayağa fırlayıp cebinden tek kullanımlık bir telefon çıkardı. “Salak mısın abi?” Bay K’nin telefonunu çekip aldı ve boş eline tek kullanımlık telefonu koydu. Ardından Bay K’nin telefonunu sallayarak, “Buradan ara da şak diye tespit etsinler yerimizi.” Gözleriyle diğer telefonu işaret ederken gergin görünüyordu. “Şunu kullan…”
Çınar, telefonunu Bora’dan geri alıp Oylum’un numarasını buldu ve diğer telefona geçirdi. Arama tuşuna basmadan önce Özgür’e alttan bir bakış attı. “Ne dememi istersiniz Özgür Bey? Asistanınız olarak ileteyim.” dedi soğuk, alaycı tavrıyla.
Özgür yanımdan kalkıp iki adımda Bay K’nin karşısına geçti ve telefonu ondan alıp doğrudan kendi kulağına dayadı. “Alo.” dedi birkaç saniye sonra, ahizeye doğru. “Oylum Hanım ile mi görüşüyorum?”
Odadaki kimse kımıldamıyordu. Herkes şok içinde Özgür’e bakarken çıt ses çıkaramıyorduk hiçbirimiz. Ne yapmaya çalışıyordu? Amacı bizi bugünün akşamında yakalatmak falan olabilir miydi?
Telefondan pürüzlü bir şekilde sesi duyuldu kadının,
“Kimsiniz?”
“Ben Özgür.” dedi özgür, dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrılırken. “Özgür Gencay.”
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
*VILLIAN