Çiziklerle dolu eski plak, yaşlı gramofon ile buluştuğu an çirkin bir çığlık atar gibi ses çıkardı. Bay K, gramofonun iğnesini yerinden kaldırıp, eski bir çizgiye denk gelecek şekilde tekrar yerleştirdiğinde boğuk sesli şarkının sesi odada yankılandı. O adamı canlı dinlemişti İsviçre’de. Sesi o kada iyiydi ki, eski plak bile komplo kuramamıştı o sese. “Güzel…” dedi kendi kendine. “Hala çalışıyor…”
Pencerenin önüne doğru yürüdü. Camı açarken, o sesin bahçedeki Özgür ve Yosun’a ulaşmasını umdu. Birbirine sarılmış Özgür ve Yosun’u görünce hafifçe gülümsedi. Üstlerindeki kıyafetlerin babasına ait oluşu, yıllar önce babasının iyi hissetmek için çıplak ayakla gezdiği toprağa basmaları ve yine babasından kalan bir plağın melodisi ile usulca dans etmeleri hiç romantik değildi aslında. Hayatlarını mahveden adamın gölgesi, dans ederken aralarına düşüyordu.
Hisler, onun için başka insanları gözlemleyerek öğrenilmiş şeylerdi. Yıllardır başkalarının tepkilerini ve hislerini gözlemleyip uygun durumlarda uygun şekillerde kullanmayı öğretmişti kendine. Ama o an, o iki genci izlerken uygun hissi bulamıyordu. Onlar için sevinmeyeceğini emindi. Endişe? Muhtemelen endişelenecek daha çok şey vardı.
“Sanırım, hislerim olsa şu an onlar için üzülürdüm” diye geçirdi içinden. Kafasını iki yana sallayıp, kendi iç sesini düzeltti. “Sadece üzülmezdin… Hislerin olsa, o ikisinin yaşadıkları yüzünden üzüntünden ölürdün Çınar.”
Derin bir nefes çekti içine. Yağmur sonrası, toprak ve ağaç kokusundan hiç hoşlanmazdı. O’na çocukken kaza geçirdiği günü hatırlattığından mıydı, yoksa o kaza öncesi o kokuyu sevdiğini bildiğinden miydi… O da bilmiyordu.
Ne kadar süredir onları izlediğinin farkında değildi. Gördüğü şey, iki kişinin mahrem anından ziyade onun için yalnızca gözlemlenecek hislerdi çünkü. Özgür, kafasını kaldırıp penceresine baktığında kendine geldi. Gözün çekmek istemediği için, birkaç saniye Özgür ile bakıştı. Karanlıkta küçük bir figür gibi görünen ve detaylarını okuyamadığı bir silüet gibi olsa da; o an onun yüz ifadesini çok net tahmin edebiliyordu. Muhtemelen, her zamanki kendini üstün gören ve ona meydan okur gibi bakan o ifade vardı…
Özgür, onun penceresine bakarak Yosun’un dudağına bir öpücük kondurduğunda gözlerini çekti. Özgür de muhtemelen o sebeple yapmıştı zaten. Kendi kendine “İyi eğlenceler…” dedi usulca. O öpüşmenin, onları zehirlediğini bilse de…
Ancak bildiği diğer şey Yosun’un aylarca o zehrin özlemi ile ağladığıydı. Bilmemeyi diliyordu, ama öğrenmekte çok iyiydi.
Yosun mutlu olsun istiyordu. Başka bir insana karşı nadiren böyle düşünürdü. Onun için mutluluk sadece teorikti. O yüzden ne denli kıymetli bir histi çok da çözemiyordu aslında. Ama yine de, Yosun’un mutlu olması için birçok şeyi feda etmeye hazırdı. Belki suçlu hissetmesi gerektiğini bildiği için, belki de aylardır her anında yanında olduğu o genç kızın gerçekten mutlu olma hakkının gasp edildiğini düşündüğündendi.
Özgür’ün Yosun’u mutlu etmesi ona göre çok güçtü. Belki bir mucize, belki mutluluğun tanımının değişmesi işe yarayabilirdi. Ancak çok iyi bildiği bir diğer konu da, Yosun’un kendini mutlu olmaya layık görmeyi çok uzun zaman önce kestiğiydi. Bunun değişmesini dileyerek, çalan cılız melodi onlara ulaşırken o ikisini kendi dünyalarında bıraktı ve arkasını dönüp çalışma masasına oturdu.
Gürgenden oyulma, eski masanın asma kilitli çekmecesini açtı. Babasının bu kadar zevksiz olması içten içe onu güldürürken, çekmeceden çıkardığı dosyalar ona babası ile ilgili başka bir şey söylüyordu. Babası sadece zevksiz değildi. Acımasızdı. Ve bu, pek de eğlenceli bir bilgi değildi.
Yüzü düştü. Dikkatle bakılmadığında anlaşılmayan mimikleri, bir tek elinde tuttuğu o üç dosyadaki isimler yüzünden hareketleniyordu son yıllarda. Babasının yapmaya çalıştığını, belki de o üç genç yıllar sonra çok az da olsa başarıyordu.
İlk olarak, Özgür’ün dosyasını açtı. Özgür’ü ararken defalarca okumuştu orada yazanları. Kelimesi kelimesine ezberindeydi. Ancak o zamanlar Anıl’ı tanımadığı için üstünde pek durmadığı bir bölümü açtı. Özgür ve Anıl’ın ortak değerlendirildikleri ve analiz edildiği…
“21:00 / Özgür, okulda Anıl’ı döven çocuklarla kavga ettiği için disipline verildi.”
“15:40 / Özgür, ceza odasına gizlice girip Anıl’a yiyecek götürdü. Altına kaçıran Anıl’a, temiz kıyafetler giydirdi. Ebeveyn rolü oynamaya meyilli…”
“23:00 / Ebeveyn tip 3, Anıl üstünde korkutucu bir figürken; Özgür tepkisiz kalmaya devam etti.”
Notları hızlıca okurken, Anıl’ın Özgür’ü “kurtarıcı” olarak gördüğü ve Özgür’ün de öyle davrandığı açık açık yazdığını gördü. “Demek o zaman başladı, ha?” Güldü. Özgür’ün kahraman kompleksinin hep farkındaydı. Kurtarıcı kimliğini ilk sekiz yaşında üstüne dikip, bir daha çıkarmamış olmasını beklemiyordu sadece. “Senin için zor olsa gerek…” dedi kendi kendine. Kurtarıcı kimliği ile doğup, ceza veren kimliğine bürünmek…
Cehennem Evi’nde neden aklını kaçıracak gibi olup Yosun’a döndüğünü de daha iyi anlamış oldu. En çok kurtarmak istedikleri, onun yüzünden yok olmuştu. O da kendi kimliğini yok edip, ceza kesmeye başlamıştı. Kendi yönetimi ile… Sonunda iki kimlik cana gelmiş, birbiri ile savaşırken olan ona olmuştu ve sonunda aklını yitirecek hale gelmişti.
Özgür’e pek bir sempatisi yoktu. Hatta yer yer, onun kibirli ve iş yaramaz biri olduğunu düşünürdü. Ama dosyasında yazanları okurken farketmişti ki, Özgür’ü o hale getiren yine dolaylı yoldan oydu.
Eğer tüm bunlar olmasa, Özgür nasıl bir hayat yaşardı merak etmeden edemedi. Tanıdığı en zeki insanlardan biriydi. O yüzden, parlak bir geleceğe sahip olması oldukça yüksek bir ihtimaldi.
“Belki üniversiteye giderdi” diye geçirdi içinden. “Belki…
Belki de Özgür yine bir gün bir yabancının kapısını çalardı. Ama bu defa dolandırdığı adamlardan kaçmak için değil de, anahtarını evde unuttuğu için… Belki kapıyı yine Yosun açardı. Ben olmasam belki o da normal bir hayat yaşıyor olurdu. Belki Özgür kapısını çaldığında, o da kafasındaki seslerle savaşmak yerine sadece sınav haftası geldiği için stresli olurdu. Belki… Belki o gün onu içeri buyur ettiğinde, aynı dersi aldıklarını fark ederlerdi. Aşık olurlardı. Sıradan bir ilişki yaşar, sıradan kavgalar ederlerdi. Belki…
Belki… Mutlu olurlardı.
Keşke normal bir hayat yaşayabilme lüksleri olsaydı.”
Ne zaman “keşke" kelimesini geçirse içinden, kendine şaşırırdı. O an, imkansız ihtimaller aklından geçerken “keşke” ile bitirmeyi hiç beklememişti. Acaba… Gerçekten bir şeyler hissetmeye başlaması… Yirmi yıl sonra mümkün müydü?
Notlara geri döndü. Kendini analiz etmeyi bir süre önce bırakmış, sadece o üç gence odaklanmaya karar vermişti çünkü.
“23:00 / Ebeveyn tip 3, Anıl üstünde korkutucu bir figürken; Özgür tepkisiz kalmaya devam etti.”
“03:12 / Anıl, altına kaçırmaya devam ediyor. Altına kaçırdığında ceza almamak için, ne Özgür ile yatakları değiştiriyorlar. Özgür yapmalarını söylüyor.”
“09:02 / Anıl’ın doğum gününde Özgür Ebeveyn tip 3’ten para çalıp pasta aldı. Yakalandıkları için ikisine de üç gün aç kalma cezası verildi.”
Doğum gününde yaşanan olayların detaylıca anlatıldığı paneli okumak istemedi. Gözü, o panelin üstündeki tarihe kaydı. “Üç gün sonra doğum günün demek…”
Anıl’ın ona duyduğu öfkeyi ve nefreti bildiğinden onunla ilgili özel şeyleri okumak yanlıştı. Yanlış olana başlamak ama yarıda kesmek adeti olduğu için geri kalanları okumadan direkt sayfaları çevirdi. Özgür ve biyolojik ailesi ile ilgili kısma gelince durdu. Kalın dosyada, o kısım daha önce hiç dikkatini çekmemiş ve pek de ilgilenmemişti. Ancak o an, o bilginin Özgür’ün çocukken okuduğu doktor notlarında olmadığı gerçeğini fark etti. Özgür’ün dahi bilmediği bir şeyi öğrenmek, birden heyecanlanmasına sebep oldu. Nasıl bir ailesi vardı, zekası kimden geliyordu merak ediyordu.
Annesi hakkında pek bir bilgi olmasa da, babası ile ilgili epeyce bir bilgi vardı.
Özgür’ün biyolojik babasının adının üstünde parmağını gezdirirken, alay eder gibi güldü kendi kendine. “Babanı tanımak ister miydin Özgür Gencay…” dedi usulca. “Seninkinin de benimkinden pek bir farkı yokmuş anlaşılan.”
Özgür’ün babası ile ilgili yaşadığı tatminiyet, sertçe tıklatılan kapı yüzünden kısa sürdü. Hızlıca dosyaları kapatıp, çekmeceye saklarken “Daha geç bekliyordum…” dedi kendi kendine.
Kapıyı açmadan evvel, odaya son bir kez göz gezdirdi. O’nun görmemesi gereken herhangi bir şey var mı diye baktıktan sonra aynada kendi yansımasını görünce istemsizce ceketini düzeltti. O saatte neden hala ceketi ile durduğunu kendi de anlamadığı için hızlıca üstünden ceketini çıkardı ve yatağa fırlattı.
Kapıdaki kişi, iki kere daha tıklattı kapıyı. Öncekine göre daha sertti. O’nu daha fazla sinirlendirmemek için kapıyı hızlıca açtı.
Anıl’dı. Tahmin ettiği gibi… Uzun saçları ıslaktı ve duştan yeni çıktığı belli oluyordu. Ancak duş almasına rağmen üstünde ona giymesi için verdiği temiz kıyafetler yerine, kendi kirli kıyafetleri vardı. Bir de ona, her an onu öldürebilirmiş gibi bakıyordu.
Yüzüne alaycı bir ifade kondurmaya çalışarak “Korkmalı mıyım” diye sordu. Anıl, ona cevap vermeden onu sertçe ittirerek odaya daldı. Bay K, onun içeri girişini izlerken “Neyse ki, öyle şeyler hissedemiyorum” dedi gülümseyerek. “Yoksa bu yüzle, bu saatte odama geldiğin için korkutan tir tir titrerdim.”
O kapıyı örterken, çattığı kaşları ile doğrudan pencerenin önüne doğru yürüyen Anıl “Kafa açma iki dakika ya…” diye homurdandı. “Başım çok ağrıyor, ilaç ver bana. Güçlü bir şey olsun.”
Yavaş adımlarla, pencereden dışarıya bakan Anıl’ın yanına doğru yürürken “Kafama göre ilaç veremem” dedi. Ellerini cebine atıp, omzunu pencerenin yanındaki duvara yasladı. “Etik değil…”
Anıl, “Taşak mı geçiyorsun şu an” diye sordu öfkeyle. “Yaptığın herhangi etik bir şey mi var senin?”
“Bir şey hissedememenin en kötü yanlarından biri ne biliyor musun…” Omzunu duvardan çekti. Kendi kendine konuşur gibi, sakince devam etti. “Şaka yaptığında insanlar anlamıyor. Çünkü yüz ifadeni ayarlayamıyorsun.” Birkaç adımda Anıl ile arasındaki mesafeyi kapattı. Sakin ses tonu ile, fısıldar gibi “Mesela senin yüzünden her hissin okunuyor” dedi ona bakmadan. “Kızgın mısın, küskün mü… Mutlu musun…” Alaycı tebessümünü, yüzüne kondurup ona baktı. “Aşık mı…” Bahçede hala birbirine sımsıkı sarılmış halde, öylece duran Yosun ve Özgür’ün görüntüsünün üstüne pencerenin kenarından sarkan uzun krem renkli perdeyi çekti. “Rahatsız oluyorsan, izleme.”
Anıl, çattığı kaşlarını tek bir saniye gevşetmeden rahatsız olmuş gibi ona bakarken; o hiç umursamadan aynalı komodine doğru ilerledi. Komodinin, kilitsiz çekmecelerinden biri çekip içinden bir kutu çıkardı. Arkasını döndüğünde, Anıl “Ne ima ediyorsun sen kendince” diye sordu sertçe. “Bana laf oyunu yapma. Açık açık söyle.”
Bay K, ona doğru yaklaşıp, sorusuna cevap vermeden onu omzularından tutarak çalışma masasının önündeki sandalye oturttu. Elini, çenesine yerleştirip “Ağzını aç” dedi sakince.
Anıl, Bay K’nin elini sertçe itip “Ne saçmalıyorsun” diye sordu tıslar gibi.
Parmak ucuna sıkıştırdığı minik pembe ilacı havaya kaldırdı. “Dil altından alırsan, beş dakika içinde ağrını keser.”
Anıl, ilaca doğru bir hamle yapıp “Ben hallederim” derken Bay K ilacı onun uzanamaması için havaya kaldırdı. “Doğru noktaya yerleştirirsen, daha etkili olur. Güven bana…” dedi kendinden emin bir şekilde. Güvenmeyeceğini bile bile… Güvenmemesi de, akılcı bir tercih olurdu aslında. Çünkü elinde tuttuğu ilaç ağrı kesici dahi değildi. “Ağrını tak diye kesecek” diye bir yalan uydurdu onu ikna etmeye çalışarak.
Baş ağrısı öyle şiddetliydi ki, karşısında dünyada en son güveneceği insan olmasına rağmen pes etti. Omuzlarını düşürüp, “Parmakların bana değerse, koparırım haberin olsun” diye bir tehdit savurduktan sonra yüzünü ona çevirdi.
Bu, Bay K’yi o kadar eğlendirmişti ki mimiksiz biri olması o an işine yarıyordu. Yoksa, onunla oyun oynadığını düşünen Anıl’dan çoktan yumruğu yemişti, biliyordu.
Parmağının ucundaki minik ilacı, nazikçe Anıl’ın dilinin altına yerleştirdi. İyice bastırıp, emilmesini sağladı. Birkaç saniye içinde Anıl rahatsız olup kendini geri çekerken “Ne zaman etkisini gösterir” diye sordu huysuzlanarak. “Eğer söylediğin gibi ağrımı kesmezse, bittin.”
Bay K, bir adım geri gidip yatağa oturdu. Anıl’ın hala ayaklanıp odasından çıkmamasına şaşırarak; “Birazdan etki eder” dedi.
İçinden, bir an önce kalkıp odasına gitmesini diledi. Çünkü ona verdiği ilaç, birkaç dakika içinde derin bir uykuya dalmasını sağlayacaktı. Ancak, genç adam kalkmaya hiç niyeti yok gibi gözüyle odayı inceliyordu. “Üç gündür uyumuyorsun, odana gidip yat hemen” dedi gidişini hızlandırmak için. Ancak Anıl, oturduğu sandalyeye daha çok yayılıp “Olmaz,” dedi. “Beş dakika daha kalacağım. Eğer ağrım kesilmezse, önce seni dövüp öyle gideceğim.”
Bay K, kendini tutamayıp kahkaha attı. “İstersen şimdiden döv, öyle git.”
“Özgür’e söz verdim. Canım istiyor diye dövemem seni. Önce bir sebebim olsun.”
“Sebebin yok mu zaten?”
Anıl, masmavi gözlerini ona dikti. Abajurun loş ışığı, yüzüne vuruyordu ve gözünün etrafındaki koyu halkaları, ince derisinin altında gölge gibi beliren kılcal damarları ve burnunun üstündeki birkaç küçük çili yüzünün haritası gibi ortaya çıkarıyordu. Sanki, söylemek istediği şey öyle ağırdı ki; ilacın etkisi ile güçsüzleşen bedeni taşıyamıyordu kelimeleri ve dudaklarından dökülemiyorlardı.
Elini yatağa yerleştirip, usulca kendini geriye attı. “Söyleyebilirsin,” dedi. “Bana söyleyeceğin hiçbir kelime beni incitemez.”
Vücut dilinden, uyku haline geçmek üzere olduğu anlaşılan Anıl son gücünü kullanır gibi “O yüzden söylemiyorum zaten.” dedi usulca. “Seni incitmeyecekse, söylememin bir anlamı yok.”
Bay K, nadiren verecek cevap bulamazdı. Karşısında, güçlükle açık tuttuğu gözleri ile ona nefretle bakan o gencin öfkesi verebileceği tüm cevapları eziyor, un ufak ediyordu sanki. Sustu. Anıl, gözlerini birkaç kez kırpıp rahatsızlıkla oturduğu sandalyede kıpırdarken; Bay K ne olacağını fark edip ayağa kalktı. Genç adamın başı, daha fazla dik tutamadığı için masaya doğru düşerken, Bay K elini masaya koydu ve başını tuttu.
“Hadi git, odanda uyu…” dedi çaresizce. Ancak verdiği ilaç, güçlü kuvvetli bir adamı dahi on iki saat kesintisiz ve derin bir uykuya daldıracak kadar güçlüydü. O yüzden, sadece söylemiş olmak için söylemişti. Ellerini, gencin koltuk altlarına geçirip kaldırdı. Dikkatlice tutarak, birkaç adım ötedeki yatağa yatırdı.
Yatağın ucunda duran, düzgünce katlanmış battaniyeyi alıp üstüne örterken, yüz ifadesi ilgisini çekti. Uyanık iken, tüm dünyaya öfkeli küçük bir çocuk gibiydi. Uykusunda ise, her nefesi onu parçalara ayırabilecek güçteymiş gibi hassas görünüyordu.
Yatağın kenarına oturdu. Gözünü genç adamın yüzünden tek bir saniye çekmeden… Yosun’u ilk gördüğünde ne düşünmüşse, onun hakkındaki fikri de aynıydı. Duygular, ete kemiğe bürünse; o ikisi gibi görünürdü. Emindi.
Güldü.
Her şey, o hislerini kaybetti diye başlamış bir kabustu. Kaybettiği hisler, büyüyüp “o çocuklara” verilmişti sanki. İçlerinde onlarca kişiye yetecek kadar his birikmiş, taşıyordu. Ama o, o hisleri uzaktan izliyordu sadece. Sahip olamadığı tek şey, sebep olduğu kabusla gelmiş yatağına uzanmıştı.
Anıl’ın, uykuda seğiren göz kapaklarına takıldı gözü. Uykusunda bile bir dakikadan uzun huzurlu kalamaması muhtemelen üzücüydü. Ama o üzülemedi. Becerebilse, kesinlikle yapardı. Ama sadece öğretilmiş hislerle, öyle olduğunu tahmin edebiliyordu. Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı ona bakarken. “Ağla…” dedi fısıltıyla. Uykusunda ağlamasını neden arzuladığını bilmiyordu. Ama hayatında doğru düzgün ağlamayı beceremediği için, birinin uyurken ağlaması fikri ona ilginç gelmişti birden. Genç adamın, uzun kirpikleri kabusundan sızan bir rüzgarla kıpırdıyormuş gibiydi. Bay K’nin yüzündeki gülümseme büyüdü. Usulca ona yaklaşıp, tekrar etti. “Hadi, ağla…”
Daldığı derin uykuda, onu ne boğuyordu bilmiyordu. Ama dudaklarından dökülen kelimeler, bir büyü gibi ona ulaştı. Minik bir damla gözyaşı, kabusundan taşıp şakaklarına doğru süzüldü. Bay K, o damlanın kayışını gözleri ile takip ederken; istemsizce parmağını o yaşın yol yaptığı şakaklara yaklaştırdı. Dokunmak istedi. O gözyaşının dokusunu, kokusunu hatta tadını bile merak etti o an.
Ama yapmadı.
Kafasını, hayal kırıklığı ile iki yana sallayıp Anıl’ın üstündeki battaniyeyi onu iyice sarmalayacak şekilde üstüne çekti. Hayal kırıklığı, kendisiydi. Komşunun çocuğunun oyuncağına özenen ve sürekli onu izleyen küçük bir çocuk gibi; o da başkalarının hislerini izlemeyi seviyordu. Hiçbir zaman sahip olamayacağı hisleri… Ama işin özü, o kadar masum değildi. Ne zaman bunu fark etse, kendi ile ilgili şüpheleri artardı.
“Özür dilerim…” dedi usulca. Eli, Anıl’ın uyurken yumruk yaptığı elinin üstündeydi. Battaniyeye saklanmış o yumruğu usulca gevşetmeye çalıştı. “Başına gelenlere sebep olduğum için…” Anıl’ın eli, hafifçe gevşerken; o eli usulca sıktı. Arada battaniyenin kalın dokusu vardı. Ama nedense, doğrudan tenine değiyormuş gibi hissettiriyordu o dokunuş. Belki de Anıl’ın kendine ördüğü ve gerçek hislerini sakladığı o kılıf da o battaniye gibi kalındı. Belki o yüzden, tenini hep öyle hayal etmişti. Kalın, soğuk geçirmeyen ve sert…
Tekrar, uykusunda huzursuzca kaşlarını çatan Anıl’ın savunmasız yüzüne kaydı bakışları. “Keşke üzgün hissedebilseydim de acılar içinde kıvransaydım…” diye fısıldadı usulca. Hafifçe üstüne doğru eğilip; saç diplerini, tırnak tiplerini ve dişlerini kontrol etti. Ona dair hiçbir şey bilmediğinden, sakladığı bir hastalığı, bir bağımlılığı ya da kontrol altına alınması gereken potansiyel bir sağlık sorunu var mıydı anlamaya çalışıyordu. Daha önce çaktırmadan Yosun’a da yaptığı gibi; böyle bir durum varsa da bilip müdehale etmek ve olası bir sorunda gerekli ilaçları yanında tutmak istiyordu.
Birkaç dakika önce sımsıkı kapattığı battaniyenin altından gencin kolunu çıkardı. Günlerdir üstünden çıkarmadığı uzun kollu kazağını dirseğine kadar sıyırırken, ona verdiği kıyafetleri giymemesi detayına takıldı tekrar. Ne ona, ne de babasına ait herhangi bir şeye dokunmak istemiyordu, belliydi. O an, iyi bir amaçla dahi olsa, ona dokunuyor oluşunda suçluluk duyması gerektiğini biliyordu. “Yeni kıyafetler almalıyım,” diye geçirdi içinden.
Anıl’ın kolunda herhangi bir enjeksiyon izi yoktu. Nedensizce rahatladı. Açıkta bıraktığı kolu, geri sıyırmadan ayağa kalktı. Önce kapıyı kilitledi. Ardından aynalı komodine doğru yürüyüp, kilitli çekmecesini açtı. Çekmeceden malzemelerini çıkarıp, şırınga ve tüpleri ayarlamaya başladı.
Yaptığı şeyi sorgulamadı. Sorgulasa, yine yanlış bulacaktı çünkü.
Hisleri yoktu. Ama aklı vardı. Vicdanı yoktu. Ama vicdanı öğrenmişti. Hayatta bir amacı yoktu. Ama, kendine amaç yaratmıştı.
Yarattığı amaç, onları kurtarmaktı.
Şırıngayı paketinden çıkarırken, kendi kendine güldü. Özgür’ün kurtarıcı kompleksi ile onun bu dürtüsü arasındaki farkı düşündü. Benziyorlar mıydı? Özgür’e uzaktan yakından benzemek istemezdi. Tüpleri eline alıp, arkasını döndüğünde kafasını “hayır” der gibi iki yana salladı. “Özgür ile aynı sebeple yapmıyoruz” diye geçirdi içinden. Özgür, kendi sevdiklerini kurtarmak için elini kirletmekten korkamayan genç bir adamdı. O ise, sevgi gibi bir hissi günlerce düşünmeden anlayamazdı bile. Özgür, sevgiden kurtarıcı rolü üstlenmişken; o hiçbir kişisel his gütmeden onlara yardım ediyordu.
Kendi hastanelerinin olmasının avantajlarını sonuna kadar kullanıp, bir de kan testi yapmak istiyordu. O evde, ne kadar süre kalacaklarını bilmediğinden onlarla ilgili ne kadar çok şey bilirse o kadar iyiydi. Anıl’ın açtıkta duran kolunu hafifçe kavradı. Parmağını iğneyi batıracağı yere usulca vurup damarlarının daha görünür hale gelmesini sağladı. Teni o kadar beyazdı ki, o minik dokunuş bile kırmızı bir leke gibi yayılmıştı koluna. Durdu. Eğer iğneyi oraya saplarsa, o tenin sabaha mosmor olacağını ve onu korkutacağını biliyordu.
Kazağın kolunu, dikkatlice tekrar bileğine kadar indirdi.
Yatağın ucuna gelip, battaniyeyi hafifçe açarak gencin ayağını görünür hale getirdi. Çoraplarındaki toprak lekelerini görünce, “Kesinlikle yeni kıyafetler almalıyım sana” diye geçirdi içinden tekrar. O lekenin, Özgür’ün haberini alınca ayakkabısını bile giymeden sokağa koştuğunda oluştuğunu bildiğinden kirli bir çorap gibi gelmedi gözüne. Tiksinmedi. Çoraplardan birini dikkatlice çıkarıp, ayağın üstündeki damarlardan birine iğneyi sapladı. Kan, tüpe dolarken Anıl’a çevirdi bakışlarını. Kaşları usulca çatılmıştı ama uyanmamıştı. Uyusun diye verdiği ilaç, epeyce güçlüydü. O yüzden uyanmasını beklemiyordu ama, yine de en son isteyeceği şey onu öyle görüp yanlış anlamasıydı. Tedbirli olmak ve zaten hali hazırda ondan nefret eden Anıl’ı daha da tetiklemek istemiyordu.
İki tüp kan doldurup, tüpleri özel çantasına attıktan sonra kirli çorabı tekrar Anıl’ın ayağına geçirdi.
Bahçede, soğuk ve temiz havanın iyileştirici gücü vücudumda gezinen ilaçların etkisini biraz daha azaltmıştı. Odaya döndüğümüzde, biraz olsun üşümek iyi hissettirmişti bu yüzden. Doğrudan yatağa uzanıp, yorganın altına girdim. Özgür, üstünde eğreti duran eski montu tiksinir gibi üstünden çıkarıp yere attı ve yanına uzandı. Bana usulca sarılırken, başım tişörtünün altından görünen sargılara değiyordu. Ağırlığımı vermemeye çalışarak “Kolun acıyor mu” diye sordum.
“Hayır.” Gözlerime baktığında, artık beyaz yalanlarına bile katlanamadığımı biliyormuş gibi hızlıca “Yalan söyledim, acıyor” diye itiraf etti. “Ama acısın. Acımasını istiyorum.”
“Evde böyle dikildiği için mikrop kapar mı acaba?”
Üstündeki tişörtü hafifçe sıyırıp karnını açıkta bırakacak şekilde sıyırdı. Lunaparkta, onu öldürdüğünü sandığım yara kabaca bir dikişle dikilmiş kırmızı çirkin bir iz bırakmıştı. Elimi, o ize dokundurup “Vücudunda bu kadar çok iz olmasından nefret ediyorum” dedim. “Dikiş izleri, korkunç dövmelerin…” Parmaklarımı, karnındaki belirgin sigara izine kaydırdım. “Kendine zarar vermek için mi, yoksa yanlışlıkla mı yaptın bunu?”
“En eski iz o,” dedi hissiz bir gülümsemeyle. “Dolandırdığım heriflerden biri yapmıştı.”
“Özgür…” Derin bir nefes çektim içime. Kocaman laflar etse de, büyük işlere kalkışsa da yaşı o kadar gençti ki… Bedeni ve ruhu türlü yaralar ve izlerle doluydu ve daha ömrünün ilk çeyreğindeydi. Yer kalmamıştı hiçbir yerde. Nokta koysan, ağır gelirdi. Tek bir hataya, tek bir acıya dahi hakkı kalmamıştı sanki.
Gövdesindeki, nadir boşluklardan biri olan göğsüne elimi koyup kalp atışlarının parmak uçlarımda atmasını sağladım. Orada ne dövme vardı, ne yara izi… Sanki kalbi o kadar çok yara izi ile doluydu ki, üstündeki ince kılıf boş kalsın istemişti. Yüzümü, göğsüne gömdüm. O kadar çok şey sormak istiyordum ki… O gece, sakin geçecek son gecemiz olduğunu bildiğim için en azından birkaç saat huzurlu geçirmek adına kendimi tutmaya çalışıyordum. Ama, öyle ya… Huzur bana bir beden büyüktü ve içini dolduramıyordum. “Ne kadar kalacağız burada” diye sordum çekinerek.
“Bir süre…” diye geçiştirdi hızlıca. “Merak etme, bu kabus hızlıca bitsin diye elimden geleni yapacağım.”
“Kabus…” dedim kendi kendime. Kabusumuz neydi, onu bile bilmiyordum. “Bittiğinde ne yapacağız peki?”
“Seni, kimsenin bizi bulamayacağı bir yere götüreceğim.”
“Öyle bir yer var mı ki?”
“Yoksa da, yaratacağım.”
Kafamı kaldırıp, ona baktım. Eliyle usulca saçlarımı okşarken, yorgunluktan yarım yamalak açık olan gözleri ile bana bakıyordu. Büyük sözler, öyle zahmetsizce çıkıyordu ki ağzından… “Ne sen büyük sözler vermeyi bırakacaksın, ne de ben onlara inanmayı… Değil mi?”
“Küçük hayaller kuralım ister misin?”
“Olur.”
“Bizi kimsenin tanımadığı bir şehire gideriz.”
“Küçük bir ev kiralarız…”
“Sen, küveti yok diye üzülürsün… Ben, balkonu yok diye…”
“Sigarayı bırakman için her gün söylenirim.”
“Ben bırakmayı beceremeyince de bana sinirlenip, bir sigara yakarsın…”
“Külleri alt komşunun penceresine dökeriz.”
“Sen saçını uzatırsın, ben kazırım…”
“Lunaparka sadece eğlenmek için gideriz. Ama ben yine de dönme dolaba bindiğimizde ağlarım.”
Yatakta doğrulup, elimi yatağa dayadım. “Küçük hayaller, daha büyük geldi biliyor musun?”
“Biliyorum” dedi usulca. “Özür dilerim…” Beni kendine çekip, sımsıkı sarıldı. “Hadi önce seni yıkayalım, sonra da uyuruz.”
Küçük hayaller, uykuda belki daha gerçekçi gelirdi. Onu söylemek mi istemişti, yoksa gerçekten sadece uykusu mu gelmişti bilmiyordum. Anlam yüklemek, benim en sevdiğim özelliğimdi ya… O yüzden üstünde durmayıp sözüne uydum.
Banyoya geçtiğimizde vücudumun tamamen uyanışa geçtiğini hissedebiliyordum. Birkaç saat öncesine göre iki ayağımın üstünde sallanmadan durabiliyordum bile. Belki iyi olduğuma ikna olmadığından, belki de sadece küçük bir nostalji için… Özgür, üstümdeki kıyafetleri çıkarmama yardım ederek beni duşa hazırlıyordu. Sesimi çıkarmadım. Benimle ilgilenmesi içten içe hoşuma gidiyordu. Her ne kadar hoşuma gitmesi, hoşuma gitmese de…
Tişörtümü çıkardığında üstüm tamamen çıplak kaldı. Kollarımı, hafifçe bedenime doladım. Aklıma, hastane koridorlarında tenimi örten tek bir parça kumaş dahi olmadan delirmiş gibi koştuğum geldi o an. Ne tuhaftı… Aşık olduğum adam, gözlerini tek bir saniye bedenime çevirmeden üstümdekileri çıkarmama yardım ederken, düşünmeden edemedim. Beni defalarca çıplak görmüştü. Ama bunların çok azında sevişiyorduk. “Beni hala beğeniyor musun Özgür?” Birden, daha önce beni güzel bulup bulmadığını hiç söylemediği gerçeğini anımsadım. Sorumu hızlıca, “Daha doğrusu beni hiç güzel buldun mu” diye değiştirdim.
Özgür, birden durdu. Yüzüne yerleştirdiği çarpık gülümsemesi, kısık gözlerideki alaycı ifade ile “Daha önce hiç söylemedim mi” dedi aklımı okumuş gibi. Hoş, aklım devrik cümlelerle ve çirkin el yazısı ile yazılmış bir mektup gibiyken; ben bile dönüp tekrar okumakta güçlük çekerken o hep tek seferde su gibi okurdu zaten. Usulca kafamı salladım.
Elini, bana yine birkaç saat önce kendi elleri ile giydirdiği eşofmana atıp usulca sıyırırken gözlerini gözlerimden çekmeden “İnsanların yüzlerini daha ilk saniyede ezberleme gibi bir yeteneğim var” dedi. Eşofman, baldırlarımdan aşağı kendi kendine kayarken beni belimden tutup kendine çekti. Vücudunu bana yaslayıp, acımasızca bir güzellikte olan gülüşü ile süsledi cümlesini. “Ama senin yüzünü,” derken, bir eliyle belimi usulca okşuyor diğer eliyle çenemi tutuyordu. “Senin yüzünü ezberlemem zaman aldı. Neden biliyor musun?” Dudaklarını, dudaklarıma yaklaştırdı. “Yüzün, alıştığım hiçbir yüze benzemiyor. Her baktığımda, başka bir detay yakalıyorum.” Dudaklarını hafifçe aralayıp öpmeden, dudaklarımın hemen önünde tutmaya devam ederken derin bir nefes çekti içine. “Belki de o yüzden güzelliğini keşfetmem zaman aldı.”
Araladığı dudağını, bana işkence çektirir gibi bir santim bile oynatmadan “En çok dudaklarını seviyorum,” dedi fısıldayarak. Fısıltısı, dudaklarını bana bir milim daha yaklaştırırken “En çok da su içmeyi sık sık unuttuğun için kuruyup bembeyaz kesildiğinde…” Nefesim, hızlanırken o an dudaklarımın tam da tasvirlediği gibi göründüğüne çok emindim. Gözlerimi kapattım. “Dudakların böyleyken, sadece benim görebileceğim bir renkte gibi geliyor.” Dudağımda, bir ıslaklık hissettim. Dilinin ucu, alt dudağıma hafifçe değerken; sanki ruhu da bedeninden çıkmış sırtımda geziniyormuş gibi bir ürperti geldi. Susmasını istemiyordum. Söylediği tatlı cümleler, o kadar iyi hissettiriyordu ki devam etmesi için gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim. Beni, kendine iyice yaklaştırdı. Göğüs kafesim, onun karın boşluğuna sıkı sıkı tutunurken; kalp atışlarımın hızı beni utandırdı. Belimi okşadığı elini usulca iç çamaşırıma kaydırdığında istemsizce minik bir ses çıkardım. Boşlukta süzülen ellerimi, kollarına geçirdim. Beklentimin ne olduğunu fark etmiş gibi, kulağıma eğildi. “Ben de istiyorum,” dedi usulca. “Ama şimdi olmaz. Çünkü bedenin hala biraz hissiz…” Sözlerinin aksine, beni tamamen çıplak bırakırken devam etti. “Sana dokunduğumda parmak izime kadar hisset istiyorum.” Yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerimi açıp, reddedildiğim için biraz utanarak ona baktım. Gülümsedi. “Yıkanmana da yardım etmemi ister misin?”
Ebeveyn banyosunun küçük duşa kabininde ikimize yetecek yer yoktu. Neredeyse birbirimize geçecek şekilde yüz yüze bakarken; Özgür elindeki duş başlığından suyu ayarlamaya çalışıyordu. Suyun, usulca omzuma akmasını sağlayıp “Sıcak mı” diye sordu.
“Bilmem… Pek anlamıyorum” diye geveledim. Vücudum çok sıcaktı. O yüzden bütün algım, bir yalandan ibaretti, biliyordum. Belli belirsiz bir gülümseme ile, duş başlığını çevirip suyu kendi teni ile buluşturdu. Gözlerini, gözlerimden çekmeden, “Sıcakmış” dedi usulca. Gözüm, suyun göğsünden usulca akıp gittiği karnındaki korkunç dövmeye kaydı. Elimi dövmeye değdirdim. Dövmedeki sembolün iç içe geçmiş kuyruklarını parmağımla okşarken kasıklarına geldiğimde durdum. Rahatsız olup olmadığını anlamak için kafamı kaldırdığımda, yüzündeki çarpık gülümsemeyi gördüm. “Niye durdun…” diye sordu. Sırtımı duşa kabinin camına yaslayıp, “Rahatsız olma diye…” dedim çekinerek.
Elimi tutup, tekrar kaldığım yere değdirdi. “Bana ne istersen yapabilirsin. Bunu daha önce defalarca söyledim.”
Elimi, parmaklarım derisinde iz bırakacak şekilde bastırdım. “Sen hissediyor musun” diye sordum. “Parmak izimi…”
Elini, kasıklarının hemen üstündeki elimin üstüne yerleştirdi. “O kadar net hissediyorum ki… Gözüm kapalı parmak izini çizebilirim.” Rotasını şaşırmış elim, ne yöne gideceğini bilmeden öylece dururken; onları sımsıkı kavradı ve dudaklarına götürüp parmak uçlarımı öptü. “Parmak izini, yüzünden önce ezberledim.”
“Bana böyle şeyler söyleme,” dedim yüzüme alaycı bir gülümseme kondurmayı becerdiğimi umarak. “Abartmayı seven benim. Sen değilsin…”
“Abartmayı değil, seni abartmayı seviyorum.” Elimi bırakıp, ayağımızın altında bileklerimizi ıslatan duş başlığını kavradı. Bir eli saç köklerimde usulca gezinirken, diğer eli ile duş başlığından akan suyun saçlarımı ıslatmasını sağlıyordu. Yüzümden sular akarken, “Bana böyle davranmana alışamayacağım sanırım” diye itiraf ettim. “Sanki beni yine eskisi gibi kendine bağlayıp bir anda gidecekmişsin gibi geliyor.”
Duş başlığını yerine takıp, avucunun içine döktüğü şampuanla saçlarımı yıkamaya başladı. Sorumu görmezden mi geliyordu, yoksa söyleyecek yalanı mı yoktu anlamadım. Hızlı cevaplarına alıştığım için, dudakları bir şey söylemek için aralandığında kalbim çarptı. “Geçmişi değiştirmemin mümkün olmadığı gerçeğini yüzüme vurma artık” dedi kısık sesiyle. “Bir anda böyle bir adama dönüşmedim.” Omuzlarımdan tutup, sırtımı duş başlığına doğru çevirdi. Su, enseme doğru akarken, köpüklü saçlarımı parmakları ile usulca taramaya başladı. “Sevgimi göstermeme engel olan şeytanları yenmem zaman aldı sadece.”
Elleri, vücudumdaki kirleri o küçük ve eski banyoda gidere akıtırken; dudaklarından kendi ruhundaki kirler itiraf olup dökülüyordu. Giderek beynim ve vücudum ilaçların etkisinden de tamamen arınırken; birkaç saat önce ona teslim olan zihnim de ipleri tekrar eline alıyordu. Köpükler, vücudumu tamamen terk ettiğinde duş başlığını ben kaptım. “Seni de temizleyelim,” dedim onu yavaşça ıslatırken. Güldü. “Ben temizim zaten,” dedi sırtını fayansa yaslarken. “Ama önce kirleteceksen olur.”
O an, arsızca kelimeler dudaklarından düşerken; bana yüzündeki en davetkar gülümseme ile bakarken fark ettim ki; Özgür benimle daha önce hiç gerçek anlamda flört etmemişti. Demek diğerleri ile böyle flört ediyordun Özgür diye geçirdim içimden. Beni kendisine aşık etmesi o kadar kolay olmuştu ki, onun bu hallerini aklımdan bile geçirmemiştim. Flört ederken bile, aynı oyunları oynuyordu. Tatlı sözler verip, bekletiyor; sonra süre dahi dolmadan o vaatleri hatırlatıp seni köşeye sıkıştırıyordu.
Madem öyle, ben de gerçekten flört edeyim seninle… Hoş… Ben nasıl flört ederdim ki Özgür’den önce?
Doğru ya… Özgür’den önce üzüleceğimi bilsem de doğrudan aklımdan geçeni yapardım. Elimdeki duş başlığını yere fırlatıp, onun sözüne uymadan hafifçe ayak uçlarımda yükselip ensesinden tuttum ve kendime çektim. Dudaklarımı, dudaklarının hemen önünde durdurup “Benim duygulardan oluştuğumu sen söylemiştin,” diye fısıldadım. “Bedenim hala biraz uyuşuk… Ama yine de seni hissedebilirim.”
Dudakları hemen önümdeydi. Söylediğim şey, onu eğlendirmiş gibi dudakları hafifçe yukarı kıvrılırken içine derin bir nefes çekti. İki eli ile çenemi kavrayıp dudaklarıma nazik bir öpücük kondurdu. Nezaketi kısa süren öpücük, birden şiddetlendi. Dili, dilime değdiğinde bana söylediği yalanlar bile tatlı geldi. Bana böyle hissettirmesinden artık nefret ediyordum. Öfkem, tutkum birbirine karıştı. Tıpkı bedenlerimizin, birbirine değdiği yerlerin eriyip birbirine karıştığı gibi… Canını acıtmak istedim. Dudaklarımız tek bir nefesi paylaşırken, sertçe alt dudağını ısırdım. Hafifçe inledi. Kendini geri çekip, güldü. Dudağını kanattığımı fark edince, birden ne kadar sert ısırdığımı anlayıp “Özür dilerim” dedim. “Canın acıdı mı?”
“Acıdı…” dedi dudakları yana kıvrılırken. Dudağının kenarındaki minik kanı, baş parmağının dışı ile sildi. Elini, enseme atıp beni kendine çekerken alnını alnıma dayadı. “Bir daha yap…”
“Özgür…” Dudaklarını, dudaklarıma sertçe bastırdı. Sanki, adını dudaklarımdan silmek istiyordu. Elleri hala ensemde gezinirken bir nefesliğine geri çekti kendini. Kısık sesiyle, “Normalde birinin sevişirken canımı acıtmasından hiç hoşlanmam. Ama sen yapınca…” derken, içimde bastırdığım dürtü insan formuna geçip beni bir kukla gibi hareket ettirdi. Yüzümü boynuna gömüp dişlerimi “beni kurtar” anlamına gelen dövmesine geçirdim. Omzu acıyla gerilip, boynu kasılırken “Siktir…” diye fısıldadı. Göğüs kafesi, hızla inip çıkmaya başladı. Öyle hızlı nefes alıp veriyordu ki; nefesi buhardan birbirimizi zor gördüğümüz banyoda havada asılı kalıyor gibiydi. Beni, hala sağlam olan koluyla kucağına aldı. Sırtım, duşa kabinin camına yaslı; bacaklarım beline dolanmış haldeydi. Birkaç saniye sakinleşmeyi bekler gibi, gözlerini kapadı. Sonra sırtımı camdan çekip elini ıslak cama atıp sürgüyü açtı.
Tek eliyle beni öyle kolay taşıyordu ki o an bir tüy kadar hafif olduğuma neredeyse ikna olmuştum. Banyodan çıkıp, iki adımda yatağın önüne geldi. Beni yatağa bıraktığında, tenimize tutanmakta zorlanan sular özgürce yatağımıza sızdı.
İkimizin arasındaki garip bağda, suyun böyle bir yeri vardı sanki. Birbirimize dokunurken, tenlerimizin arasına girip bizi koruyan bir enerji gibi… Mutlaka orada olurdu. İlk günden beri… Hoş, tenim susuz kalıp pul pul dökülürken zaten Özgür yok demekti. Susuz kalmış, ona duyduğum özlemle un ufak oluyorum demekti…
Ağırlığını vermeden, dikkatlice üstüme uzandı. Her nefesinde, karnı usulca karnıma değiyor ve bir zamanlar öldürdüğü kelebekleri diriltmeye çalışıyordu. Dili, boynumda yaşadığımı fısıldayan ve usulca atan damarın üstünden köprücük kemiklerime doğru kaydı. Elleri, ellerimin kelepçesi gibiydi. Bileklerimi, ellerinden kurtarıp, dili tüm bedenimde usulca gezinirken; elimi kısa saçlarına değdirdim. Saçlarını tutmak istedim ama kendini cezalandırmak için kısacık kestiği için beceremedim. Tırnaklarımı, ben de onu cezalandırıyormuşum gibi saç diplerine geçirdim. O da, benimle eş zamanlı olarak elini baldırlarıma atıp usulca sıktı. Kafasını kaldırıp, bana baktığında gördüğü şey hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. Beyaz tenimde, parmaklarının boğumlarının izi kırmızı bir gölge gibi düşmüşken; o izi öptü. Dudakları usulca tenimde kayarken; yukarı doğru kalktım. “Yapma…” dedim çekinerek.” “Gerek yok…”
Beni omuzlarımdan ittirip, yere bastırdı. “Niye… Sadece senin zevk alacağını mı düşünüyorsun yoksa?” Haklıydı. Eski alışkanlık kolay geçmiyordu işte. “Sadece ben” demeyi hiçbir zaman bilmemiş, kendimi tek kişilik zevklere layık görmemiştim hiç. Tekrar, bedenini aşağı kaydırdı. “Sen zevk alırsan, ben de alırım” dedi usulca beni ikna etmek için. Cevap veremedim. Gözlerimi kapatıp, kontrolü tamamen ona bıraktım.
Dokunduğu yerler, cehennemin adını sayıklıyor gibi bu dünyaya ait olmayan yapay bir ateş ile beni yakıyordu. Aldığım haz, öyle büyüktü ki bedenimin verdiği kocaman tepkiler neredeyse beni utandırıyordu. Elimle, kapalı gözlerimin üstüne ikinci bir perde indirdim. Kanımdaki kasılmalar, ilk aşkın tatlı anılarını canlandırmak ve kelebekleri diriltmek yerine onların dans etmesine ve çıldırmasına sebep olmuş gibiydi. Karnımın üstünde bir baskı hissettiğimde küçük bir çığlık atarak elimi gözümden çekip, ona baktım. Elini, karnıma bastırmıştı. “Yapma,” dedim güçlükle. “Zaten zor dayanıyorum çığlık atmamak için…”
Usulca, tekrar üzerime gelirken “Kendini tutma” dedi. “İstediğini yap.”
“Seni istiyorum…”
“Bana sahipsin zaten.”
Oynadığı oyun artık tahammül edemeyeceğim bir hal aldığında elimi boynuna atıp kendime çektim. “Neyi kastettiğimi biliyorsun, beni yalvartmak hoşuna mı gidiyor?”
Alaycı gülümsemesiyle, “Asla” dedi. “Sadece iyi hissettiğini görmek hoşuna gidiyor.”
Boynumdaki elini sırtına kaydırıp onu iyice kendime çektim. “O zaman daha iyi hissettir.”
Sözlerimin ondaki etkisi, önceleri çok farklıydı. Ya üzülür, ya umursamazdı. Ama o an, her kelimem onu kendinden geçiriyormuş gibiydi. Belki değişen tavrım… Belki beni eskisi gibi kontrol edememesi… Belki başka bir sebep… Ama, gözlerindeki tutku ağzımı açıp her konuştuğumda büyüyordu, görüyordum. “Daha önce defalarca kez nefes almamı sağladın…” Elleriyle, bana istediğimi vermek için bacaklarımın arasında kendine yer açarken “Ama şu an nefesimi kesiyorsun” dedi. Kendini tamamen yerleştirdiğinde, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Bu yüz ifaden…Daha önce hiç görmemiştim.”
“Daha önceki sevişmelerimizde, kendim gibi değildim çünkü. Öyle anlarda yüzünde aşk arıyordum. Aldığım zevk, umurumda değildi. Ama şu an öyle değil…”
“Sana aynı anda ikisini de verebilirim.”
Ona cevap vermek istedim, arsızca sadece aşk ya da zevk değil; daha ötesini borçlu olduğunu hatırlatmak istedim. Ancak yapamadım. Vücutlarımız, birbirine daha da karışmak ve tek vücut olmak için çaba harcarken kaskatı kesildiğim için, çenem bile hareket edemiyordu. “Uzun zaman oldu… Normal” dedi, bedenimin sessizce söylediği cümleye karşılık. “Rahat bırak kendini…” Ona bakarken, bedenim zırhını bir saniye düşürmüyordu. O yüzden, söylediğini yapabilmek için gözlerimi kapadım. Vücudum, vücudunda erirken “İşte böyle,” dedi. “Aferin…”
Kontrol tamamen ona geçti. Vücudum, bir kağıt parçası gibi havada süzülüyor gibi, hafif ve hassastı. Ama, kağıt kesiği bıçak kesiğinden daha çok can acıtabilirdi. İpleri onun ellerine verip, beni kendine kördüğüm etmesine izin vermemek için o bana yaşadığım en büyük zevki tattırırken; ben onun canını acıtmak istedim yine. Bana öğrettiği gibi, kelimelerimin içine taşlar koyarak…
“Levent ilk aşkımdı” dedim, o nefes nefese bedenimle oyunlar oynarken. Birden afalladı. Hareketleri yavaşladığında, hafifçe gülümsedim. Gözlerinin içine bakıp, “Şu an baktığımda, yanlış geliyor her şey ama… Onunla sevişirken, mutlu hissetmiştim. Yanlış da olsa…” dedim usulca.“Bana her dokunduğunda, kalbim yerinden çıkacakmış gibi olurdu-” Cümlemi bitirmeme izin vermeden, eliyle ağzımı kapattı.
“Konuşma.”
Elini, bir hışımla ağzımdan çektim. “Dinlemek zorundasın. Acı çekmek seni tahrik ediyordu hani?”
Yüz ifadesinden, onu gafil avladığımı anladım. Hakimiyetimi, sadece kelimelerle kısıtlamamak için ani bir hamle ile kocaman bedenini kolayca altıma alıp üste çıktım. Elimi, göğüs kafesinin üstüne yerleştirdim. O hala, hareket etmeden cezasına razı olmuş gibi bana bakarken, “Levent bana her dokunduğunda kalbim yerinden çıkacakmış gibi olurdu” diye anlatmaya devam ettim. “Her defasında, ona gitmeden saatlerce duşta kalırdım. Bedenimde temiz olmayan, güzel kokmayan tek bir nokta dahi kalmasın isterdim.” Uzanıp, dudaklarına tutkulu bir öpücük kondurdum. Sesim, giderek daha alçalıyordu. “En çok kokumu severdi…” dedim, boynuna doğru eğilirken. “Doğal kokum sanıyordu… Üstümdeyken, yüzü hep boynuma gömülü olurdu. Çünkü sürekli koklamak isterdi beni…” Boynunu kokladım. “Bilmediği şey, o güzel koku için saatlerimi harcamış olmamdı.” Tekrar dudaklarına yöneldim. Küçük bir kaç öpücük kondurup, “Çok iyi öpüşürdü” dedim. “Benim pek bir deneyimim olmadığından bana öyle geliyor sanıyordum ama… Yok…” Gülümseyerek kafamı iki yana salladım. Onu öptüğüm anlar, zihinimde canlanmış gibi “Güzel öpüşürdü” diye tekrar ettim. Kendimi, onun üstüne iyice bırakıp ağırlığımı hissetmesini sağlamayı umdum. “Çok ağırdı” dedim fısıldar gibi. “Üstümde ağırlığını hissetmeyi çok severdim. Çünkü onu tüm ağırlığıyla hissetmek-” Elleri, sırtımda birleşti. Bir saniye içinde, sırtım tekrar yatağın nemli çarşafları ile buluştu. Cümleye onun üstünde başlayıp, sonunu yüzü benim yüzümün üstündeyken getirdim. “Hoşuma gidiyordu,” dedim.
“Hak ediyorum. Şu an yaptığın şeyi…” Bedenin, bana iyice yasladı. Sesini, olabildiğince kısarak kendi dahi duymak istemiyormuş gibi “Ama bari ben hala içindeyken yapma” diye fısıldadı.
“Hala devam edebilmene şaşırıyorum… Hatta susmamı istesen de, daha çok tahrik oldun. Niye?”
“Seni başkası ile düşünmekten nefret ediyorum. Ve hiç hoşuma gitmedi söylediklerin. Ama… Gözlerimin içine bakıp, hala beni öperken başka birini anlatman… Beni bile bile üzmeye çalışman…” Dudakları, boynuma değerken, “Gücün beni tahrik ediyor şu an” dedi. İki elimi aynı anda bilekten kavrayıp, tek eli ile başımın üstünde birleştirdi. “Özür dilerim,” dedi güçlükle. “Kendimi daha fazla tutamayacağım.”
O gece, sabahın ilk ışıkları tenimizle buluşana kadar; teni tenimden ayrılmadı. Bazen, aşktan ağladım. Bazen aldığım hazdan… Bazen kelimelerimle onun canını yakmaya çalıştım, bazen ellerimin altında aşkla tutuşmasını izledim.
Biliyordum çünkü.
O geceden sonra, uzun bir süre “ikimiz” diye bir şey olmayacaktı.
Cehennem evinde yarattığı ve peşimize düşen iblisler tek bir geceliğine bizi ödüllendirmiş ve yatağımıza gelmek ve bizi uykumuzda boğmak için dakikaları sayıyordu. Bir gece önce dans ettiğimiz bahçede, çamurların arasında saklanıyorlar ve nefeslerini tutuyorlardı.
İki günde aldığı dördüncü duştu. Sanki, geçmişindeki karanlık eller boğazını bıraksın ve hem kendisi hem de sevdiği o iki insan artık huzurla nefes alsın diye çıktığı yolda; her şey ona ne kadar “kirli” olduğunu hatırlatır gibiydi.
Kısa saçlarında tutunamayan damlalar, şakaklarından boynuna doğru akarken yatağın ucuna oturdu. Yorganın içine gömülmüş, gözleri sımsıkı kapalı olan Yosun’un saçlarına dokundu usulca. Ona karşı hissettiği şeyler, garipti hala. Kimseye bir daha aşık olamayacağını sanırdı hep. Ama yanılmıştı. Aşk, onu en zayıf anında gafil avlamıştı. Gözündeki perdeleri yırtması gerekmişti görmek için, ama tüm gücüyle paramparça etmişti hepsini.
Ve işte, oradaydı.
Parçalanan perdelerin ardında, kısacık saçları ile yatağında uyuyordu.
On altı yaşında, ilk aşkı için dünyada cenneti yaratmak istemişti. Yirmi iki yaşında, sevdiği kadına acı çektirenlerden intikam almak için ise cehennemi insa etmişti yeryüzüne… Ama ikisini de, tam olarak becerememişti.
Çünkü kendisinin de farkında olduğu gibi; o ne tam olarak kurtarıcıydı. Ne de ceza kesen… O, arafa ait bir gölgeydi. Yaşadığı süre boyunca, kafasındaki tilkiler ve o tilkilerin gölgelerinden doğan şeytanlar ile savaşması gereken bir askerdi. Yosun’un, alnına minik bir buse kondururken “Arafta sana güzel bir ülke inşa edeceğim” diye geçirdi içinden. “İyiler de giremeyecek içeri, kötüler de…Gri bulutlarımız olacak. Belki ışıksız kalacağız ama, fırtına da kopmayacak hiç. Seni soğukta sımsıkı saracağım. Sıcak, bize pek uğramayacak.” İçinden geçirdiği cümleler, bilinci bile açık olmayan Yosun’a ulaşmış gibi uykusunda gülümsedi. Özgür, parmaklarını genç kadının dudaklarının kenarına yerleştirdi. Hafifçe okşadı. İçinden geçirdiği cümlelerin sonu fısıltıyla dudaklarından döküldü. “Çünkü cennet de, cehennem de bizi kabul etmeyecek artık…”
Parmakları, genç kadının güzel ve yorgun yüzünde usulca dolaşırken “Seni seviyorum,” diye fısıldadı tekrar. “Belki herkes gibi değil ama… Kendim bildiğim gibi.”
Elini, ondan çekip üşümesin diye yorganı iyice boğazına kadar çekti. Onu uyandırmamak için, dikkatli adımlarla odadan çıktı. Aklı, Anıl’da kalmıştı.
Evin ince uzun koridorlarında yürürken, o adama ait hiçbir kıyafet giymek istemediği için üstüne bir şey geçirmediğine biraz pişman oldu. Ev, soğuktu. Öyle ki, nemli üst bedeni neredeyse ince bir buz tabakası ile örtülü gibiydi. Soğuktan kastığı omuzlarını hafifçe esneterek, Anıl’ın odasının kapısını tıklattı. Birkaç saniye bekleyip, ses gelmeyince kapıyı açtı dikkatlice. “Anıl?” Yine cevap yoktu. Birden endişeyle odaya daldı.
Yatağı dağılmamıştı bile. Endişesi, büyüdü. Odadan koşar adım çıkıp alt kata indi. Salonu, mutfağı, banyoları hatta bahçeyi dahi kontrol etti. En yakın yerleşim yeri, yürüyerek iki saatti. Bir yere gitmiş olması da mümkün değildi. Derin bir nefes alıp, kaşlarını çattı. Gözü, Bay K’nin perdeleri örtülü penceresine kaydığında kafasını “hayır” der gibi iki yana salladı.
Endişe, hızlıca yerini öfkeye bırakırken; çıplak ayak çıktığı bahçeden içeri çamurlu ayakları ile becerebildiği kadar hızlı koştu. Merdivenleri ikişer üçer çıkıp, Bay K’nin kapısına gitti. Kapıyı çalmadan, doğrudan açmaya çalıştı ancak kilitliydi. Durup, öfkesini bastırabilmek için gözlerini kapadı. Neden o kadar öfkelenmişti, kendi dahi anlamadı o an. Anıl’a karşı, çocukluklarından beri hissettiği korumacı his söz konusu Bay K olunca öyle bir vurmuştu ki onu; o an o kapı açıldığında içeride ne görürse görsün onu paramparça etmek istiyordu.
Anıl’ın yaşadığı korkunç tecrübeler ve travmalar Bay K’nin her nefesinde tetiklenecek cinstendi. O yüzdendi belki de bu kadar öfkelenmesi. Belki sadece Bay K’den haz etmediği içindi. Ama ne olursa olsun, ona hep zarar veren öfkesinin Anıl’ı ürkütmesine izin vermek istemedi. Derin birkaç nefes alıp kendini sakinleştirdi. İçinden geldiği gibi, kapıyı kırıp içeri girmek yerine kapıyı tıklattı.
Kapı açılmayınca, daha sert vurdu.
Bu defa hızlıca açıldı kapı. Karşısında, bir önceki gece giydiği gömleği ve pantolonu ile uykudan yeni uyandığı belli olan Bay K vardı. Her zaman taktığı gözlükleri gözünde değildi. “Günaydın” dedi rahat bir tavırla. “Erkencisin.”
Özgür, cevap vermeden onu sertçe ittirip içeri girdiğinde Anıl’ı onun ayağında uyurken buldu. Anlamız bu görüntü yüzünden bağırarak küfretmek istedi, ama yapmadı. Bay K’ye tehditkar bir bakış atıp, tüm küfürlerini yutarak Anıl’ın yanına gitti. Korkarak, nefesini kontrol etti. O odadaki adama o kadar güvenmiyordu ki, bunu yaparken elleri titredi. Anıl’ın sıcak nefesi, işaret parmağına değdiği an bir anlığına rahatladı. Elini, onun sırtına geçirdi ve yatakta doğrulmasını sağladı. “Anıl, hadi uyan…” dedi usulca. Ancak genç adamın gözleri açılmadı. Anıl’ı kollarında tutarken dişlerini sıkarak Bay K’ye baktı. “Anıl’a ne yaptın?!”
“Hiçbir şey…” dedi sakince. “Sadece üç gündür gözüne uyku girmediği ve uyumayı red ettiği için ağrı kesici yerine uyku ilacı verdim. Bırak, birkaç saat daha uyusun.”
“Niye odanda peki?”
“Kendi geldi.”
Özgür, ona utanmadan rahatça cevap veren Bay K’yi oracıkta öldürmek istedi. Ancak kucağında, hafifçe kıpırdanan Anıl onu kendine getirdi. Öfkeden kızaran gözlerini, Anıl’ın yüzüne çevirdiği an istemsizce sakinleşti. Kolundaki taze dikişi bir saniye bile umursamadan kucağına aldı onu. Boyları aynıydı ama kilosu ondan daha azdı. Yine de, kolay değildi onu taşımadı. Ayağı kalktığı an, hafifçe yalpaladı. Onlara doğru bir adım atan Bay K, kollarını uzatıp “İstersen ben taşıyayım” dedi. “Dikişlerin açılacak.”
Özgür, “Siktir git,” dedi tıslar gibi. “Uzak dur!"
Bay K, ellerini havaya kaldırıp “tamam” der gibi teslim oldu ve kenara çekildi. Özgür, güçlükle Anıl’ı taşıyarak odadan çıkarken; Bay K tekrar geleceğini bildiği için kapıyı kapatmadı bile.
Kolları her adımda taşıdığı ağırlık yüzünden zangır zangır titrerken; öfkesi de bu titremeye çanak tutuyordu. Güçlükle, onu odasına taşıyıp yatağına yatırdığında birkaç saniye soluklandı. Bay K’nin söylediği tek bir cümleye dahi inanmıyordu. Hemen Anıl’ın vücudunu kontrol etti. Kolunu, ensesini hatta dilini… Görünürde, herhangi bir sıkıntı yoktu. Kalbini dinledi. Biraz yavaştı, ama derin bir uykuda olduğu için normaldi. Yatağın ucuna oturup, çok mu şüpheci davranıyorum diye kendini sorguladı. Kendi kişisel meselesi yüzünden, Bay K’ye çatacak yer arıyordu belki de. Anıl’ın üç gündür bir dakika uyumadığı doğruydu. Uyumayı red ettiği de…
Gözü, Anıl’ın çoraplarına kaydı. Kendi çıplak ayakları gibi çamurluydular. Aynı sebepten kirlenmiş olmaları birden Özgür’ü güldürdü. Çocukluklarından beri aynıydı gerçi…
Sakinleştiği için, nefesi düzene girdi. Onu, birkaç saat daha rahatça uyuması için yorganın altına soktu önce. Sonra, kirli çoraplarını çıkardı. Ve, o an hiç de görmek istemeyeceği bir şey gördü.
Ayağının üstündeki iğne izini…
Anıl’ın odasından çıktığında bastırmaya çalıştığı öfkesi bir saniye içinde taşmış gibi vücudu tekrar titremeye başladı. Uzun zamandır o denli bir öfke hissetmemişti içinde. Elini yumruk yapıp, sıktı. Çenesini öyle bir kasıyordu ki, sanki vahşi bir hayvanmış ve dişleri avını parçalıyormuş gibi diline batıyordu.
Birine öfkelendiğinde, onu aklında yenerdi ilk. Ama o an, ilkel duygulardan öte bir his yoktu içinde.
Odaya daldığında, Bay K onu bekliyormuş gibi odanın ortasında elleri ceplerinde öylece duruyordu. Öfkeden gözü dönen Özgür, hiç düşünmeden yüzüne sert bir yumruk attı. Yumruğun şiddeti ile hafifçe geriye sendeledi Bay K. Özgür bir saniye beklemeden ikinci bir yumruk daha geçirdi. Çalışma masasına doğru devrilen Bay K, ağzından akan kanları umursamadan alay eder gibi gülümsedi. Özgür, kasılan parmaklarını Bay K’nin boynuna geçirip onu masaya yatırdı ve tüm gücüyle boğazını sıktı. Dişlerini sıkarak, yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı. “Orospu çocuğu,” dedi sinirden kıpkırmızı olmuş gözlerini sonuna kadar açarak. “Görünmesin diye bir de ayağına saplamışsın iğneyi bir de…” Boynundaki eli, bir saniye gevşetmeden “Küçük aklınla, kendince oyun mu oynuyorsun” diye bağırdı.
Bay K, giderek nefessiz kalırken hala bir tepki vermiyordu. Daha da öfkelendi. Boynundaki elini, adamın saçlarına götürüp saçından kavradı tüm gücüyle çekip kafasını masaya bastırdı kafasını. “Kanını aldın değil mi” diye sordu eliyle kafasını ezerken. "Ne yapacaksın? Ucube baban gibi deney mi?!”
Yüzünde, canının acıdığına dair hiçbir ifade olmayan Bay K, kafasının üstündeki elin altında ezilirken ağzındaki kanı tükürdü. “Belki sana bile söylemediği bir sağlık problemi vardır diye test-” Cümlesi bitmeden, yüzüne bir yumuk daha yedi. Kulağı masaya öyle bir çarpmıştı ki, beyni zonklamaya başladı. Özgür, en ufak bir merhamet göstermeden yakasına yapıştı tekrar. “Test” kelimesi öyle damarına basmıştı ki, iyi niyetle yapılmış olması umurunda bile değildi. Öfkesi soğumadı. “Bana bak orospu çocuğu…” dedi, öfkeyle. “Değil kendi kafana göre Anıl’a yardım etmeye çalışmak… Seni Anıl ile konuşurken bile görürsem şu saatten sonra… Yemin ederim seni kendi ellerimle gebertirim.”
Ellerini gevşetip, onu masada boş bir çuval gibi bırakıp arkasını döndü. Gözüyle, odayı hızlıca tarayıp ilk olarak aynalı komodine gitti. Çekmeceleri hızla karıştırıp, içindekileri boşaltmaya başladı.
Kendini toparlayan Bay K, elinin tersi ile ağzındaki kanı silerken, aynadaki yansımasını izlediği Özgür’e oldukça sakin bir ses tonuyla “Yosun’u bana emanet ederken için rahattı… Neden Anıl ile de ilgilenmeme izin vermiyorsun” diye sordu. Özgür, elinde aldığı kutuyu açmadan bir anlığına durdu. Özgür’ün damarını yakaladığını fark edip, hızla o damara görünmez bir bıçak sapladı. “Ah, pardon” dedi alaycı bir tebessümle. "Yosun’un kurtarıcısı artık sen değilsin. Anıl’ı da kaybetmek istemiyorsun. Değil mi?” Özgür, arkasını döndü sinirle. Göz teması kurdukları an, ikinci darbeyi indirdi. “Bırak… O da artık altını ıslatan ve senin yardımına muhtaç o küçük çocuktan kurtulsun.”
“Sakın…” Öfkeden titreyen elini havaya kaldırıp, işaret parmağını ona doğrulttu. “Sakın bizi analiz etmeye kalkma.” Elindeki kutuyu parçalar gibi açıp içindeki kan dolu tüpleri alıp cebine attı. “O okuduğun dosyalarda yazmayan bir on yıl daha var. O on yıl, neler yaşadık bilmeden… Bizim yaşadıklarımızı yaşamadan…” Ona doğru bir adım attı. Sesi daha sakindi ama bakışları hiç olmadığı kadar sertti. “Sakın bizi anladığını düşünme. Anlamaya çalışma bile!”
Özgür, kan dolu tüplerden sonra başka bir şey daha arıyormuş gibi odadaki tüm çekmeceleri açıp kontrol etmeye ve odanın altını üstünü getirmeye devam etti. Bay K, onun o hallerini izlerken sırtını duvara yaslayıp ellerini göğsünde birleştirdi. “Senden hoşlanmıyorum Özgür” dedi usulca. “Hiçbir zaman hoşlanmadım.” Özgür, söylediklerini umursamadan işine devam ederken, “Bir şey hissedemediğim için sana karşı bir nefretim yok” diye devam etti. Sesinde, öfke yoksa da aşağılama vardı. Çok belliydi. “Kinim de yok. Pek bir şey ifade etmiyorsun benim için. Ama sana saygı duyuyorum.”
“Senin bana saygı duymana ihtiyacım yok.”
“Sana saygı duyuyorum, çünkü zekaya hep saygı duymuşumdur. Herkese bahşedilmeyen bir şey… Ama bu kibirin ve öfken, zekanı köreltiyor.”
Özgür, ona cevap vermeye tenezzül bile etmeden çalışma masasına yöneldi. Kilitli çekmeceyi fark ettiği an, masada duran kocaman abajuru eline alıp kilide geçirmek için havaya kaldırdı.
O daha kilide bir darbe vuramadan dışarıdan gelen bir araba sesi onu durdurdu. Abajuru, yerine bırakıp pencerenin yanındaki duvara sırtını yasladı. Dikkatlice, perdeyi açıp dışarı baktı.
Korktuğu gibi polis ya da peşindeki adamlardan biri değildi.
Görmeyi çok da istediği biri de…
Lüks arabasından, uzun siyah kabanı ve elindeki torbalarla inen kişi Levent’ti.
Özgür'ün her zaman kendinden önce başka kişileri, başka şeyleri düşünmesi ama dışardan düşüncesiz gibi durması beni her zaman derinden etkiliycek sanırım
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
(hayır özgür aşkımın bununla bir ilgisi yok!)