İki bin model gri chevrolet, sert bir viraj alarak toprak yola saptığında tekerleklerden çıkan ses, izbe sokakta yankılandı. Üç mil ötedeki moloz yığınının etrafına sarı, parlak şeritler çekilmişti. Arabayı süren kişi, yığına yakın bir noktaya park etti, iki ön kapı aynı anda açıldı ve genç adamlar, oyalanmadan olay yerine doğru yürümeye başladılar. İçlerinden daha uzun boylu olan, yaşça da daha büyük görünüyordu, yanındaki genç, çekingen, naif ortağına göre. Gri ve yeşil arası bir renge sahip olan gözleri, sabah güneşinde kırcıllanıyor, eşsiz bir renge dönüşüyor, oldukça yakışıklı hatlara sahip olan yüzünü aydınlatıyordu adeta. Yüzünde ciddi, ihtiyatlı bir ifade vardı. Sırtı dikti, siyah boğazlı kazağı geniş omuzlarını daha da geniş gösteriyordu. Adımları yere sağlam basıyordu. Arabanın arka kapısı açıldı, genç ve çok hoş bir kadın çıktı içeriden. Saçlarını atkuyruğu şeklinde toplamış, kemikli yüz hatlarını iyice ortaya çıkarmıştı. Simsiyah gözlere, yanık bir tene ve orantılı dudaklara sahipti. Bir kadına göre oldukça uzundu o da. Giydiği siyah kumaş pantolon, bacak boyunu daha da uzun göstermiş, bej rengi gömleği, yanık teniyle kusursuz bir uyum yakalamıştı. Dışarı çıkar çıkmaz yüzünü buruşturdu, üç metre ötesinde duran çöplüğe bakarak. İş arkadaşlarını takip etmek yerine orada kalmaya karar verdi ve arabaya yaslandı.
Güneş yeni yeni yükselmeye başlamıştı fakat bu ücra sokakta gün her an kendini karanlığa bırakacak gibiydi. Yığının etrafına çekilen polis şeridinin içinde, sessizce çalışan olay yeri inceleme ekibi, kendilerini her türlü zararlı şeyden koruyacak o kalın, tüm bedenlerini kaplayan tulumlarını giymişti çoktan. Sokağın hudutlarının içindeki tek ev olan bahçeli villanın sahip olduğu hoş giriş kapısı, devasa bir çöplüğe dönüşmüştü zaman içinde. Yığının ortasında bir ceset yatıyordu. Çöplüğe atılmış bir kadın… Öylesine değersizleştirilmiş, çöp muamelesi yapılmış kadına…
Aras Başkomiser, arabadan inip yürümeye başladığı sırada, yolun ortasında bir saniyeliğine duraksadı, kalakaldı kadını gördüğü noktada. Yolun geri kalanında adımlarını yavaşlatmak zorunda kaldı. Yerdeki ceset —çıplak, saçları sıfıra vurulmuş, parmak uçları yanmış, kapkara olmuş— sessizce bağırıyor gibiydi ona. Gözleri hâlâ açıktı. Kadının mat bakışlarında bir şey vardı… Donmuş bir dehşet, dudaklarında yarım kalmış bir çığlık…
Bir adım arkasında yürüyen Rüzgar, yol sona erdiğinde Aras’ın yanına geçmek zorunda kaldı. Bu çöplüğün bulunmak istediği son yer olduğunu belli eden, buruk bir ifade oturmuştu yüzüne. Başını öne eğdi, ihtiyatlı bir tavra bürünmeye çalışırken fakat yine de doğrudan kadına bakamadı. Cesetten yayılan koku çoktan sarmıştı etraflarını. İkisinin de burnunun direği sızladı aynı anda. Rüzgar, sonunda tüm cesaretini toplayıp, kadına yarım saniyelik bir bakış attı. Aras, başını ona doğru eğerken, ortamdaki sessizliği bozmak istemiyormuş gibi, kısık sesle,
“Bir cesede baktığında ilk merak ettiğin şey ne oluyor?” diye sordu. Yerde yatan çırılçıplak, saçları kazınmış, parmak uçları yakılmış kadında, daha evvel rastladığı cesetlerden farklı bir şey vardı… Buz kesmiş yüzüne bakmak bile göğsünün sıkışmasına yol açıyordu. Ama o, bir şekilde kadına borçlu hissediyordu kendini. Zaten meslek etiği konusunda hissettiği şeyler abartıya kaçardı hep. Bu sebepten midir, kadının dehşetle açılmış gözlerinden gözlerini çekmiyordu, bir saniye için dahi izin vermiyordu kendine. Ona göre yaşça ve rütbece genç olan ortağı Rüzgar içinse o kadar kolay değildi… Aras kadar cesur hissetmiyordu cesedin gri yüzünü incelemek konusunda. Kaçamak bakışlarını bir kez daha çevirmeye çalıştı, kadına doğru. Korkunç yüzü yalayıp geçti ürkek gözleri. “Kim öldürdü?” diye cevapladı sonunda, Aras’ın sorusunu. Ağzını açtığı an kokuyu daha baskın bir şekilde hissetti. Öğürmemek için nefesini tutmak zorunda kaldı ilerleyen dakikalarda.
Aras, başını ağır ağır iki yana doğru sallarken, onaylamaz bakışlarını Rüzgar’a doğru çevirdi. Sanki sorduğu sorunun tek bir cevabı varmış gibi, kendinden emin bir tavırla, “Neden öldürdü?” diyerek düzeltti onu. “Nedenini bulmak, kimin öldürdüğünden daha hayati bir önem taşıyor bana göre.”
“Sence böyle bir şeyin nedeni ne olabilir ki?” diye sordu Rüzgar, yüzünü ekşiterek. Dikilmeye devam ettikleri her saniye, koku çekilmez bir hal almaya başlıyordu. Son zamanlarda gördüğü, en vahşice işlenmiş cinayetti Rüzgar için. Hatta mesleğini kapsayan tüm zamanların en kötüsüydü belki de. Kokudan o kadar rahatsız olmuştu ki, ceketinin uzun kolunu parmaklarıyla çekiştirdi ve kalın yenini burnuna dayayıp cesedin görüş açısında olmayacağı şekilde, sağa doğru döndü hafifçe.
Aras ifadesiz gözleriyle, Rüzgar’a yandan bir bakış attı. Oyalanmadan cesede bakmaya geri döndüğü sırada bir çift lateks eldiven çıkardı cebinden. Tekini sağ eline geçirip kadının yanına çömelirken, koku çok daha baskın hissedilmesine rağmen, öğürmeyi bırak yüzünü dahi buruşturmadı. Buz tutmuş bir gölün üstünde yürüyormuşçasına dikkatliydi. Cesedin kolunu yavaşça kaldırıp parmak uçlarını bir kuş tüyüymüş kadar hafifçe tuttu ve açtı tek tek. Deri, kavrulmuş gibiydi. Sanki saatlerce, harlı bir taş fırının içine atılmıştı. Öyle kalın kabuk bağlamıştı ki, tanınmaz haldeydi. Kadının bedeninden ayrılmış şekilde bulsalardı bu eli, incelemeye göndermeden önce kimse inanmazdı bir insan uzvu olduğuna. Tırnakları, eriyene kadar yanıp kül olmuş, birkaç tanesi kökünden soyulmuştu.
“Parmak uçları yakılmış,” Aras, kadının elini, sanki hâlâ canı acıyabilirmiş gibi, nazikçe geri koydu karnının üstüne. Asabı bozulmuştu iyice, kesik bir nefes aldı. “Kıyafetleri çıkarılmış. Saçları kazınmış…” dedi, kendi kendine söylenerek. Ayağa kalktığı sırada bir an önce kurtulmak istiyormuş gibi, aceleyle çıkardı elindeki eldiveni. Sırtını biraz da olsa uzakta kalan çöp konteynerlarından birine yaslayıp, düşünceli bir ifadeyle cesede doğru baktı yeniden. Güneşin, kadının boş bakan mat gözlerine parlaklık katarcasına vuruşunu izledi sessizce. “Kimliksiz bırakmaya çalışmışlar.”
Zaman geçtikçe, leş kokusuna ve karşısında somut bir şekilde yatmakta olan faciaya karşı bağışıklık kazanmaya başlayan Rüzgar, dikkatini çeken bir detay fark etmiş gibi, öne doğru eğildi, temkinli bir ifadeyle. Kadının çıplak bedeninin sahip olduğu tek şey… Boynundaki ince zincirdi. Gümüş zincirin ucunda küçük bir ‘G’ harfi sallanıyordu. Yavaş yavaş batıya doğru çekilmeye başlayan güneş artık kadının gözlerine değil, o ‘G’ harfine vuruyor, kolye ucunu, insanların dikkatini çekmesini istercesine parlatıyordu.
“Ama boynundaki kolyeyi çıkarmamışlar?” dedi Rüzgar, sorgulayan tavrıyla, kaşlarını çatarak. “Kim olduğunu kimse anlamasın diye bu kadar uğraşıp… Kolyeyi bırakmak mı?” Bedenini bir kez daha cesetten uzaklaştırırken konuşmaya devam edecekti ki, gözlerini kolyeye diken diğer bir kişi, Aras, sözünü tamamlamasına izin vermedi Rüzgar’ın.
“Kimse anlamasın diye değil… Biz anlamayalım ama anlaması gereken kişiler anlasın diye…” Aras yüzünde imalı bir gülümsemeyle başını sağa doğru eğerken tamamladı cümlesini: “Birilerine mesaj veriyorlar.”
Aynı anda cesedi ve boynundaki kolyeyi inceleyen genç polislerin arasında kısa bir sessizlik yaşandı. Olay Yeri İnceleme Şefi, dağınıklığın arasından çıkıp Aras’a doğru yaklaştı bu sırada. Elinde tuttuğu not defterini ona uzatırken,
“Ceset gece yarısı bırakılmış yüksek ihtimalle. Böceklenme başlamamış henüz, ama rigor mortis* kısmen çözülmüş gibi duruyor. Parmak izini almak mümkün değil, parmak uçlarını sistematik şekilde yakmış kadının. İşinin ehli biri çalışmış sanki üstünde… Adli tıp gelip otopsi için alacak birazdan.” diye bir bir anlattı durumu. Aras, adamın rapor ettiği her şeyin farkındaydı zaten, kadını gördüğü andan itibaren gözlemlemişti tüm detayları. Yine de başını salladı ihtiyatla.
“Geri kalan delilleri toplamaya devam edin Kadının kolyesini boynundan kesmeyin. Zincirle birlikte çıkarın.” diye uyardı şefi. Adam başını eğerek onaylamakla yetindi ve harıl harıl çalışmaya devam eden ekibinin yanına döndü.
Aras, başını arkaya doğru çevirip, hala arabanın yanında dikilmekte olan genç kadına,
"Verda. Sen ev sahibi ve emlakçıyla konuş." diye buyruk verdi, arkasında kalan gösterişli villayı kastederek. Evin ön cephesinde, devasa bir, ‘KİRALIK’ tabelası asılıydı ve her halinden belliydi, uzun süredir boş olduğu. "Son bir ayda evi kimlere göstermişler, eski kiracıları kimmiş, bir sor.”
Verda, başını öne doğru eğerek onayladı onu. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı fakat bu memnuniyetsizliğin kaynağı belirsizdi o an için. Belki kadın cinayetlerine karşı şahsi bir hassasiyet geliştirmişti, belki koca bir çöp yığınının ortasında çalışmaktan memnun değildi, yahut çalıştığı iş arkadaşlarından hoşlanmıyordu… Saklayamadığı gergin ifadesinden düzinelerce olasılık çıkartılabilirdi o an.
Aras sanki özellikle görmezden geliyordu Verda’nın sorununu. Mesai saatleri içinde profesyonel bir tavra sahip, mevzu yalnızca iş olduğunda konuşan bir tipti zaten. Kolay kolay duygusal bağlar kurmazdı iş arkadaşlarıyla.
Ya da… Belki de geçmişte kurduğu bağlardan çıkardığı dersler üzerine dönüşmüştü bu duygudan arınmış, ifadesiz kişiliğe.
Başını bu kez de daha yakınında olan ortağına çevirdi.
“Rüzgar. Komşular, görgü tanıkları, kameralar... Yabancı plakalı araba gören olmuş mu bak. Uçan kuşa kadar sorgula.” dedi, genç olana. Rüzgar hala kaçamak bakışlarıyla kadının boynundaki kolyeyi inceliyor, Aras’ın söylediği şey üzerine düşünüyordu. Küçücük bir G harfi… Kocaman bir meydan okumanın en önemli parçası olabilir miydi gerçekten?
“Tamamdır,” diyerek onayladı Aras’ı, dalgın bir tavırla. Biraz sonra, zihninin içinde aniden doğan soruyla, tüm dikkatini ona yönlendirdi. “Sen kimi sorgulayacaksın?” Ses tonu meraklı, çekingen ve biraz da heyecanlı çıkmıştı. Aras yüzünde, tek bir duyguyu açık etmeyen ifadesizliğiyle, yerde boylu boyunca uzanan kadına diktiği gözlerini, oradan çekmeden, kollarını göğsünde birleştirdi. Yavaş ama kesin bir ses tonuyla yanıtladı Rüzgar’ın sorusunu:
“G’yi.”
Polis merkezinin beton merdivenleri, her gün olduğundan biraz daha soğuk hissettirmişti o gün Rüzgar’a. Yakılmış kadını gördüğü andan itibaren sırtında dolaşan ürpertiyle ilgiliydi bu belki de biraz. Dışarıya içindeki hiçbir şeyi yansıtmamayı öğrenmeye çalışıyordu. Aras’a benzemek istiyor, onun keskin sağduyusunu taklit etmeye çalışıyordu sürekli. Ama bu, içinin boş olduğu anlamına gelmiyordu elbette. Aksine oldukça içli bir çocuktu Rüzgar, annesi ona defaatle sormuştu, polis olmaya karar verdiğinde. O bile güvenmemişti, Rüzgar’ın bu tarz bir işi kıvıracak kadar soğuk kanlı olabileceğine. Deniyordu yine de, belki bir gün… Duygularını arka plana atıp, mesleğine tam olarak adapte edebilirdi kendisini. Kadının donuk gözleri kafasına takılmıştı. Yaşarken hangi renktiler acaba? Yüksek dozda ateşe maruz kaldığı için kabuk tutan elleri kaç kez tutulmuştu? Kazınmış saçları annesi tarafından okşanmış mıydı hiç, küçük bir çocukken?
Cinayet Büronun üçüncü katına çıktığında, kenarındaki küçük, parlak tabelada, ‘Emniyet Müdürü Tekin Kaleli’ yazan kapıyı tıklarken daha sakin hissediyordu kendini. İçeriden, ‘Girin.’ Komutunu duyar duymaz kapıyı açtı ve sağlam adımlarıyla girdi odaya.
“Sen miydin Rüzgar? Evet… Nedir durum?” Tekin, otoriter, ciddi ve vakur bir adamdı. Ellilerinde olmasına rağmen daha genç görünen, dinç bir bedene ve dik bir duruşa sahipti. Rüzgar, elindeki dosyayı masaya bırakıp, Tekin’in çaprazındaki deri koltuğa otururken kısa bir baş selamı verdi amirine.
“Kimse ne bir şey görmüş ne de duymuş.” dedi. Tekin vakit kaybetmeden dosyadaki fotoğrafları incelemeye koyulmuştu. Yüzüne bakmasa da onu tüm dikkatiyle dinlediğini biliyordu Rüzgar, konuşmaya devam etti: “Güvenlik kameraları çalışmıyor, hırsızlar için göstermelik takılmış… Dna’sı sistemde kimseyle eşleşmedi.”
Tekin başını dosyadan bir anlığına çekip tek kaşını kaldırarak,
“Kayıp kişileri kontrol ettiniz mi?” diye sordu büyük bir ciddiyetle. Rüzgar başını hafifçe salladı öne doğru.
“Ettik. Ama yüzü…” Bir anlığına dudaklarını içe doğru katlayıp burnundan nefes verdi. Ardından hızlıca toparladı kendini, sakin ruh haline geri dönmeye çalıştı içsel bir panikle. "Yüzü dağıldığı için eşleşme sağlayamadık." dedi ve arkasına yaslandı huzursuz bir ifadeyle. “Tek bildiğimiz, genital bölgesindeki tüylerden kızıl saçlı olduğu ve kemik testine göre de elli yaşlarında olduğu.” Tekin dosyayı incelemeye devam ederken genç olan polis, aklına yeni bir şey gelmiş gibi masaya doğru eğildi ve, “Sormadan söyleyeyim, evde tek bir parmak izi bile yok.” diye devam etti rapor vermeye. “Ki günde dört kişiye gösterilen bir ev için imkansız bir şey bu... Baya iyi temizlemişler.”
Tekin Amir, asabı bozulmuş gibi bir tavırla, önündeki dosyayı sertçe kapatıp Rüzgar’a doğru ittirirken,
“Bu mudur yani?!” diye çıkıştı yüzünü buruşturup. “Bulabildiğiniz tek şey kadının mahrem yerinde çıkan kılın tüyün rengi mi?!”
Kendisine karşı çekinmeden sesini yükselten amirinden oldu olası korkardı Rüzgar. Başını, mahcup bir ifadeyle öne doğru eğerken verecek bir cevap bulamadı. Kısa bir sessizliğin ardından Tekin, burnundan soluyarak,
“Aras nerede?!” diye sordu. Sesi yüksek değildi bu kez fakat oldukça sert ve keskindi.
“Odasında.” Rüzgar ona cevap verirken saygısızlık etmemek adına başını kaldırdı, tüm cesaretini toplayıp. Doğrudan Tekin’in yüzüne bakarken sırtı bir kez daha ürperdi.
“Ne yapıyor beyefendi?” diye sordu amir, imalı bir ses tonuyla. Rüzgar, azıcık da olsa rahat görünmeye çalışarak omuz silkti hafifçe.
“Bilmiyorum. Eski dosyalara bakıyor. Şüphelendiği bir şey var sanırım.”
Tekin bir kez daha burnundan soludu. Aras’ın çalışma metotları konusunda bir çeşit bıkkınlık yaşadığı ortadaydı. Arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne atarken eliyle sağ duvarı işaret etti.
“Ona söyle, eğer bu davayı da çözemezse bu son çözülmemiş davanız olacak!” diye çıkıştı son kez. Elini kapıya doğru kaydırdı hemen sonra. “Çık şimdi!”
Rüzgar, üç bölüme ayrılmış, bölümlerin her birine geniş masalar yerleştirilmiş, duvarları boydan boya evrak dolaplarıyla dolu geniş ve ferah odaya girdiğinde, Aras’ı kendi masasının üstüne çıkardığı onlarca dosyanın içine gömülmüş halde buldu.
“Amir çıldırdı…” dedi kapının dibindeki masaya doğru yürüyüp rahat bir nefes alarak sandalyesine yerleştiği sırada. Aras düşünceli bir ifadeyle başını sallarken, gözlerini dosyaların üstünden çekmeden konuştu:
“Sesi buraya kadar geldi.”
Rüzgar, oturduğu yerden başını uzatıp, aralarındaki tahta paravanın üstünden, Aras’ın önündeki dosyaları incelemeye çalıştı.
“Siz ne yapıyorsunuz komiserim?” diye sordu çocuksu bir ifadeyle. Aras dosyalara doğru cılız bir gülümsemeyle eğilip,
“Amirden azar işitince komiserin mi oluyoruz…” diye takıldı Rüzgar’a. Rüzgar dosyaların tarihlerine göz attı sessizce.
“Son altı aydır çözülmemiş davalar o kadar çoğaldı ki… Adam haklı bir yerde.” Arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attığı sırada, önündeki dosyalardan başını ilk kez kaldıran Aras, ona dik bir bakış attı.
“Çözülmemiş dava diye bir şeyin olmadığını sana öğretemeyecek miyim ben…” diye söylendi bakışlarını Rüzgar’dan çekip bir kez daha önündeki işe odaklanırken. Rüzgar hevesli bir öğrenci gibi anında düzeltti kendini.
“Pardon. Henüz çözülmemiş davalar!” Ayağa kalkıp masanın solunda duran birkaç dosyaya bakatı. Kendini tahta paravanın üstünden sarkıtıp çenesinin ucuyla işaret ederek, “Bunları neden ayırdın?” diye sordu merakla.
“Dünkü cinayete bazı noktalardan benziyor diye…” Aras, öyle derinden odaklanmıştı ki dosyalara, sesi sayıklar gibi dalgın çıktı. Ona tezat, heyecanı her geçen saniye daha da artan Rüzgar, gözbebekleri büyürken,
“Hangi açıdan benziyor?” diye sordu bu kez de. Aras, önünde duran dosyayı incelemeyi bitirmiş olacak ki, kapağını yavaşça kapatıp sağ tarafa attı. Rüzgar’a doğru dönerken arkasına yaslandı yavaşça, beli ağrımış gibi bir hali vardı.
“Hepsi kiralık yerlerde işlenmiş. Biri günlük kiralanan bir evde, biri kiralık bir araçta…” diye açıkladı ayırdığı dosyaların gizemini. Usulca esnedi ve omuz silkti. “Bilmiyorum, tesadüftür belki ama…” dedi, ellerini birbirine girmiş, dalgalı saçlarının arasına geçirirken. Ardından pes eder gibi bir kez daha silkti omuzlarını. “Bilmiyorum gerçekten.”
“Emlakçı seri katil mi yani?” diye sordu Rüzgar, alaycı bir tavırla. Başını Aras’a doğru eğip, olay yeri inceleme polisi gibi onun yorgun çizgilerle dolu olan yüzünü inceledi enine boyuna. “Kaç gündür uyumuyorsun sen?”
Aras’ın zihni, onun bu abartılı rol kesmesini kale alamayacak kadar meşguldü. Çoktan başka bir dosya daha açmış, incelemeye koyulmuştu bile. Yeni bir sayfaya geçip raporları okurken, aniden fark ettiği bir detayla kalakaldı.
"Hassiktir… Yok artık..."
Rüzgar, Aras’ın kolay kolay böyle tepkiler vermeyeceğini bildiğinden oldukça şaşırmış, vakit kaybetmeden başını dosyaya eğip, Aras’ın ne gördüğünü anlamak için yazıları okumaya başlamıştı. Günlük olarak kiralanan dairelerin birinde işlenmiş bir cinayetin dosyasıydı bu. Maktul erkekti bu kez. Bileğinde gümüş künye taşıyan bir erkek… Ve künyenin ucunda sallanan yeni bir harf… E harfi…
Rüzgar ve Aras aynı anda başlarını kaldırıp birbirlerine baktıklarında, ikisinin de yüzünden benzer aydınlanmalar okunuyordu. Bunun bir seri cinayet dosyası olduğu kesinleşmişti artık. Sessizce onayladılar birbirlerini, yeni bir bilmece çözdükleri her seferde ışıldayan gözleri, bu onay için yeterliydi.
Oda küçük değildi fakat ferahlatıcı pek bir yanı da yoktu. Tarif edilemeyen bir basıklık söz konusuydu ve insan istemsizce bunalmaya başlıyordu bu odaya girer girmez. Duvarlar, yaşlı duran sarı bir solgunlukla boyanmış, her gün orada kaydedilen insan hikâyeleri, betonun içine sinmiş gibi kirli bir hava katmıştı sanki duvarın rengine. Zemin kirli değildi ama temiz de sayılmazdı pek. Onlarca tozlu ayak izine ev sahipliği ediyordu. Yeri silen kişi, özellikle bırakmıştı sanki o izleri orada, geriye kalan her şeyi tertemiz yapmış, fakat odadan geçip giden insanlar unutulmasın istemişti. Kaygılı bir toz karmaşası… Sorgu odasında bulunmak zorunda kalan insanlar için anlamlı bir tasvir gibiydi.
Lambalar tavanın merkezinden değil, kenarından sarkıyor, ışık doğrudan değil, eğik bir açıyla düşüyordu masaya. Tıpkı sorgu odasında kurulan cümlelerin, doğrudan değil, kıvrılarak ve farklı açılardan geldiğinin küçük bir göstergesi gibi... Bu odada hiçbir şey, ışığını doğrudan yansıtabilecek kadar cesur değildi.
Dikdörtgen masanın sivri kenarları törpülenmekle uğraşılmamıştı. Bu da özellikle yapılmış bir ihmaldi sanki; Pişmanlıklarının acısını kendinden çıkarmak isteyen insanlara özel, küçük çaplı, şahsi bir işkence aleti gibi… Masanın ortasında, bir dosya duruyordu. Sayfaları ne tam olarak açıktı ne de tam olarak kapalı, odayı tamamlayan her detay gibi, o da kendi içinde bir araf yaşıyordu. Arafta kalmış sayfadan bir cesedin olay yeri inceleme fotoğrafının yarısı görünüyordu. Sanki birazdan o ölü adamla konuşulacaktı, sorgu odasının bugünkü misafiri bizzat kendisiydi sanki. Öylesine sessiz, öylesine mahrem bir havaya sahipti oda.
Aras, sağ taraftaki rahatsız sandalyede omuzları sandalyenin sırtlığına rahatça yerleşmiş gibi oturmakta, düz duruşu ne kadar rahat görünse de Aras içten içe o kadar da rahat hissetmemekteydi. Bakışlarını önündeki yarım dosyaya değil, boşluğa sabitlemişti sebepsizce. Fakat iç gözüyle, bir milim sapmayan bir dürbün gibi, karşısında oturan genç kızı ölçüp biçiyordu. Onu daha evvel görmüştü, bir kez daha cılız bedenini somut bir şekilde süzmeye ihtiyacı yoktu.
Masanın diğer tarafında, sandalyesinin ucunda oturan genç kızın adı Eylül’dü. Kısa kesim simsiyah saçları şakaklarına doğru dökülmekte, hafif çekik, gri mavi gözleri, karşısında ne varsa delip geçecekmiş gibi net bakmaktaydı. Solgun yüzünde herhangi bir endişe belirtisi görünmüyordu. Bileklerini masanın altına gizlemiş, sırtı dik bir şekilde oturduğu sandalyede bakışlarını masaya doğru eğmişti. Açık mavileri durgun bir deniz kadar sakindi genç kızın. Ne mağdur görünüyordu, ne cani. Çok sakin, çok mesafeli, çok… Normaldi. Zihninden geçen düşünceleri okumanın mümkün olmadığı, ihtiyatlı insanlardan biriydi o da. Konu insanları okumak olduğunda kendisini ustalaşmış hisseden Aras bile, bir türlü analiz edemiyordu bu kızla ilgili hiçbir şeyi. Bu durum hafiften gururuna bile dokunmuştu ilk görüşmelerinde, yeni yeni anımsıyordu. Belki de kız… O kadar güzeldi ki illüzyon yaşıyordu Aras, yalnızca kabuğuna odaklanabiliyor, güzelliğiyle onun dikkatini dağıtıyordu Eylül…
Genç kızın sol çaprazında oturan Rüzgar yüzünde yersiz bir tebessüm taşıyordu. Kişiliği ve gençliği gereği sahip olduğu kontrolsüz enerjiyi bastırmak için uğraşsa da beceremiyordu bir türlü. Eylül’ün soluk tenine attığı her kaçamak bakışta, diliyle söylemediği ama gözünün ucunda kıpırdayan bir şey vardı: hayranlık. Bunu inkâr etmiyordu, ama diğer insanların anlamasını da istemiyordu. Onun için kendine ispatlaması gereken bir şeye dönüşmüştü bu, işinde profesyonel bir tavır takınmak hakkında düşünüp duruyordu son zamanlarda.
Aras prensip olarak, tanık olarak çağırılan kişiler konuşmaya başlamadan tek kelime dahi etmezdi. Önce onlardan bir şey bekler, bu ilk sözün panikle edilme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünür, herhangi bir şeyi ele vermesi ihtimali için sabırla beklerdi. Karşısında oturan kişinin hassas karnını yoklardı bu metotla. Fakat Eylül’ün ağzını bıçak açmıyordu dakikalardır. Özgüvenli ama saygılı bir duruş sergiliyor, sessizce bekliyordu, neler olacağını görmek için. Aras saniyeler aktıkça geriliyordu içten içe, kaleminin ucunu defterine değdirdi usulca. Rüzgar, Başkomiseri Aras konuşmadan konuşmazdı hiç. Beklerken sıkılmaya başladığı da karşı konulamaz bir gerçekti ama… Aras’a doğru yandan bir bakış attı, ne yapmaya çalıştığını çözmeye çalışıyordu. Bu sırada Eylül ile göz teması kuran Aras, yıllardır edindiği prensibi bir kenara bırakmak zorunda kaldı ve buz mavisi gözlere meydan okurcasına bir soğukkanlılıkla,
“Geldiğiniz için teşekkür ederim. Beş ay önce tanık olduğunuz olayla ilgili tekrar konuşmak istedik.” diyerek, açıkladı durumu kısaca. Yarısı açık olan dosyaya uzanıp tamamen açtı Eylül’ün önüne doğru, konuya tam manasıyla girmek istercesine. Eylül sakin tavrını bozmadan,
“Bir gelişme mi var?” diye sordu ciddi bir tavırla.
“Geçen gece…” Rüzgar söze atlar atlamaz Aras, ona doğru delici bakışlarından birini gönderdi ve sözünü sertçe kesti. Karşılarındaki genç kadına, beş ay önce şahit olduğu cinayet vakasının ardından çöplükte buldukları ceset ile dosyanın bir seri cinayet dosyasına dönüşyüğünü ve bu sebeple onu tekrar sorguya çağırdıklarını söylemek istemiyordu. Rüzgar'ın heyecanlı yapısı gereği ağzından kaçırmak üzere olduğu şey, ona ilk öğrettiği şeye tersti. Seri cinayet vakaları, basın da dahil herkesten bir süre gizlenmeli ve dosyaya gölge düşürmemeliydi. Katil yakalanana dek dikkatlice saklanmalı ve çok azı paylaşılmalıydı.
“Maalesef bunu sizinle paylaşamayız.” Doğrudan Eylül’e bakmaya devam ettiği sırada oldukça mesafeli görünüyordu. “Yardımcı olacak mısınız?” diye sordu, sanki Eylül yardım etmeyi kabul etmese bile onlardan çok bir şey eksilmeyecekmiş gibi, umarsız bir tavırla.
“Tabii.” dedi Eylül aynı umarsızlıkla. “Fakat beş ay önce anlattıklarımdan farklı bir şey söyleyebilir miyim bilmiyorum.”
“İnsan hafızası, sandığımızdan daha güçlü. Bazen hatırlamadığımızı sandığımız çoğu şey, burada kayıtlı oluyor.” Aras işaret ve orta parmağını birleştirip şakağına vurdu bir kereliğine. Sesinde, duruşunda, jest ve mimiklerinde ortak olan tek yön, salt ihtiyatıydı. Eylül ile göz temasını yoğun tutuyor, sakin bir tonda konuşuyordu. “Eğer izin verirseniz… Gözlerinizi kapatıp, o ana geri gitmenizi istiyorum.”
Eylül tepkisizce Aras’ın bakışlarını inceledi bir süre. Olumlu yahut olumsuz bir yanıt vermedi. Dışarıdan bir gözle, ne olduğunu anlamaya çalışan, acemi, naif bir genç kızdan fazlası değildi o an. Aras hızlıca açıklamaya koyuldu:
"İnsan hafızasını kasete benzetebiliriz... Anılar silinmez. Zihnini geri sarıp dinlersen bazen dikkatini çekmeyen bazı detayları hatırlayabilirsin."
Eylül’ün ilgisini çekmeye başlamıştı az da olsa. Genç kız ellerini çözüp biraz daha rahat görünen bir tavırla arkasına yaslandı. Aras içten içe çok memnun oldu bu beden dili değişikliğinden. Fakat konuşmaya, aynı sakin, ifadesiz tavrıyla devam etti.
“Normal sorgudan farklı bir teknik uygulayacağız size. Bilişsel sorgu..." Dostane bir ifadeyle gülümsedi Aras bir anlığına. Sanki onu bu anlık mimikle bile ikna edebilirmiş gibi hissediyordu. Kız o kadar toydu ki… "Bilişsel sorguda sana ‘ne gördün’ diye sormayacağım. Onun yerine ‘ne hissettin’, ‘ne duydun’, ‘neye bastın’, ‘‘hava nasıldı, aldığın koku neydi’ diye soracağım. Çünkü travma anında bilinç devre dışı kalır ama duyular çalışmaya devam eder. Beynin en ilkel bölgesi kayıtta kalır yani... Kokuyu, sesi, gölgenin yönünü bile farkında olmadan buraya kaydedersin." Bir kez daha parmağını şakaklarına bastırdı hafifçe. Eylül tüm konuşma boyunca sessizce dinlemişti onu. Sonunda başını usulca salladı.
"FBI'ın kullandığı bi' teknikti yanlış anımsamıyorsam. Cognitive Interview..." Genç kız konuşmaya başlar başlamaz Aras hem şaşırdı hem de çok etkilendi ondan. Fakat dışarıya yansıtmamak için stabil tavrını sürdürmeyi başardı. Sessiz ve naif görünümünün altında neler gizliydi? Çok kültürlü, bilgili, zeki bir genç kız gibi görünmüştü o an gözüne Eylül. Ama mütevazıydı da… Sırf ukala görünmek için yeri gelmeden satmıyordu sahip olduğu bilgileri. Nasıl oturup kalkmasını, kime nasıl davranmasını, yerinde konuşmasını çok iyi biliyordu. Yalnızca güzel bir kabuktan ibaret değildi. Bu, Aras için işleri daha da zorlaştıracağa benziyordu…
Rüzgar, hiçbir şeyi gizleyemediği gibi Eylül’den ne kadar etkilendiğini de gizleyemedi. Elini dudaklarına bastırıp kıkırdadı sessizce. Aras, onun kusurunu kapatmak istercesine konuşmaya başladı eş zamanlı olarak.
"Güzel... Duruma hakimsen daha fazla anlatmama gerek yok. Gözlerini kapatıp, tekrar o güne ve o sokağa gitmeni isteyeceğim senden." dedi, işini profesyonelce yapmak istediğini belli eden ses tonuyla. Eylül kısa bir süreliğine sustu, ortama derin bir sessizlik hediye etti o süre zarfı içinde. Aras nazik, işbirlikçi bir tavır takınarak,
“Ama eğer kendini kötü hissedersen, dururuz.” diye teminat verdi genç kıza. Eylül rahatlamış görünüyordu şimdi, ağır ağır kapattı gözlerini. Bu yolla hazır olduğunu ifade etmiş oldu.
Aras, zihnindeki bilgileri gün yüzüne çıkarıp kendi içinde tekrar etmeye başladı bu sırada; Bilişsel sorgunun ilk aşaması: ortamın duyusal koşullarını çağırmaktır. Hava, zaman, sıcaklık... Travmanın oturduğu zemini netleştirmek oldukça önemli bir unsurdur.
Eylül, birkaç uzun saniye boyunca öylece durdu. O güne tam anlamıyla geri dönmek için beyninin sınırlarını zorluyordu sanki. Sonunda,
“Yarım saatten daha uzun bir süre, tek başıma durakta oturdum. On beş dakikada bir gelen otobüs gelmedi. Hatta hiçbir araç geçmedi.” diyerek anlatmaya başladı. “Bir problem olduğunu anlayıp, yürümeye başladım. Yürürken, okuldan bir arkadaşımı aradım. Staja geç kalacağımı, otobüsün bir türlü gelmediğini söyledim. O da bana, yol çalışması olduğunu ve diğer sokaktaki durağa yürümemi söyledi.”
“Etrafında senden başka birileri var mıydı?” diye sordu Aras, olduğundan çok daha sakin bir sesle.
“Birkaç küçük çocuk… Okul formalı… En fazla on yaşında…” Eylül usul usul konuşuyor, gözlerini açmıyordu hiç. “Annelerinin elini tutmuş, bana doğru yürüyordu. Onların arkasında da bir adam vardı.” Kesik bir nefes alıp son kez düşündükten sonra, “Başka kimse yoktu.” dedi, kendinden emin bir sesle.
“Anne ve çocuğun arkasındaki adam ne yapıyordu?” Aras duraksamadan sorular soruyor, bulma ihtimali olan her detay için Eylül’ün bilincini zorlamaktan çekinmiyordu.
“Yavaşça yürüyordu. Kulağında kulaklık takılı, kendi kendine konuşuyordu. O da benim gibi telefonla konuşuyordu sanırım.” dedi Eylül, hafifçe kaşlarını çatarak.
“Genç miydi, yaşlı mıydı?”
“Benim yaşlarımdaydı sanırım. Çok dikkatli bakmadım.” Hafifçe omuz silkti.
“Üzerinde ne vardı adamın?”
“Uzun siyah bir palto vardı.” diye cevapladı, bu kez hiç tereddüt etmeden.
"Saçları nasıldı... Ya da dikkatini çeken bir şey oldu mu adama dair?” Aras istemsizce öne doğru eğilip kızın yüzünü daha yakından incelemeye başlamıştı.
"Saçları kısaydı sanırım..." Durdu Eylül. Adamla ilgili anımsamaya çalıştığı bir detay varmış gibi gözlerini sıktı. Sonunda, hafif bir heyecan barındıran sesiyle: "Boynunda bir leke... Boynundan uzanıp saçlarına doğru ilerliyor..." dedi, fısıldar gibi.
"Dövme olabilir mi?" diye sordu Aras, kendini onun heyecanına kaptırıp.
"Evet evet, olabilir. O detayı daha önce hatırlamamıştım... Garip..." dedi Eylül masum bir ifadeyle, kendi kendine söylenir gibi.
Aras, halinden memnun bir ifadeyle, ‘ eh… tekniğin güzellikleri’ diye geçirdi içinden. Not defterine doğru eğilip, ‘ensesinde dövme’ notu düştü kısaca. Ardından genç kızın beynindeki akışı sekteye uğratmak istemediğinden sorularına devam etti: “Yürüyordun… Devam et yürümeye."
“Hızlı hızlı yürümeye başladım. Önce anne ve çocukları geçtim. Sonra o adamı… Sokağın sonuna geldiğimde, ayakkabımın topuğu kırıldı. Bütün aksilikler üst üste geldiği için sinirlenip birkaç dakika sinirden olduğum yerde durup derin derin nefes aldığımı hatırlıyorum.” Eylül artık sayıklarmış gibi konuşuyordu tamamen. Sanki sorgu odasında değildi bedeni, o günü en baştan yaşıyordu.
“Hiç arkanı dönüp baktın mı peki?”
“Hayır. Sırtımı duvara yaslamıştım. O kadar sinirliydim ki, etrafıma bakmadım.” dedi, dudakları sinirden hafifçe titreyerek. Duyguları dahil her şeyi o güne odaklandığından Aras daha da memnun göründü. İlk kez bariz şekilde heyecanlı çıkan sesiyle,
“Seslere odaklan… Ne sesi duyuyorsun şu an?” diye sordu, Eylül’ü daha da yüreklendirmek ister gibi.
“Rüzgarın uğultusunu… Ve ayak sesi…”
“Ayak sesine odaklan… Kaç kişi yürüyor?” Aras dikkatli bakışlarını Eylül’ün ince parmaklarına dikti. Kız işaret parmağını kaldırıp,
“Bir…” diye fısıldadı, biraz daha düşündükten sonra başını salladı hızlıca. Zihninden geçen bilgiden emin olmuştu. “Bir çift ayak sesi.”
“Hızlı mı yürüyor, yavaş mı?”
“Yavaş…”
“Senden uzaklaşıyor mu ses, yakınlaşıyor mu?”
“Uzaklaşıyor…” Eylül bir kez daha kaşlarını çattı. “Ama çok da uzaklaşmıyor…” Kesik bir nefes verirken yere sabitlenmiş ayaklarını adım atar gibi kımıldattı farkında olmadan. “Sanki bir aşağı bir yukarı yürüyor gibi.”
Aras, Eylül’ün ayağından çıkan sesleri duyunca atlamaması gereken küçük bir detayı hatırlayıp sordu ona:
“Ayakkabılarını çıkardın mı?”
“Kırılanı çıkarıp elime aldım. Dengede kalabilmek için çıplak ayağımın ucuyla kaldırıma basıyordum.” dedi Eylül, sanki dün akşamdan bahsediyormuş kadar net hatırlıyordu bu detayı. Parmaklarının ucu üç gün boyunca sızlamıştı. Biraz sonra… yüzündeki ifade donuklaştı aniden. “Sonra sesi duydum…”
“Ne sesi?”
“Çığlık sesi…” Sırtını sandalyeye yasladı. “Sırtımı yasladığım binadan geldi.” dedi titreyen dudaklarıyla. “Birden yerimden sıçradım. Ayağımın biri boşlukta olduğundan yere devrildim.”
“Yerdesin… Ve binaya bakıyorsun. Az önce duyduğun ayak seslerinin geldiği yeri görebiliyor musun?” Aras sesini sakin tutmaya çalışsa da heyecandan delirebilirmiş gibi görünüyordu yüzündeki ifade. Gözleri ışıldıyordu.
“Ayak sesleri çığlıkla birlikte kesildi.” dedi Eylül, yavaşça yutkunarak.
“Etrafında ne görüyorsun şu an?”
“Evler… Sokak…” Dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı genç kızın. “Sokakta birkaç tane kedi vardı. Birkaç tane park halinde araba…”
“Yerden kalktığında ne oldu?”
“Apartmandan çıkan, eli silahlı bir kişi gördüm. Beni görmemesi için kendimi hemen binanın yanına attım.” Elini kaldırıp kalbine yasladı genç kız. Göz kapakları titredi. Bu anı, onu zorlamaya başlamış gibi duruyordu ama bu kadar derinleşmiş olması işine geliyordu Aras’ın. Dirseklerini dizlerine yaslamış, olabildiğince öne eğilmişti. Yüzündeki her noktayı, titreyen gözlerini ve dudaklarını, boynunda seğiren damarı inceliyordu an be an.
Doğru soruyu sormanın zamanı gelmişti.
"Apartmandan çıkan adam... O siyah paltolu adam boylarında mıydı?" Bu soru sanki Eylül'ün zihninde bir karaltının çözülmesini sağlamıştı.
"Evet... Hemen hemen o boylarda..."
"Peki ayakkabıları?"
"Benzer..."
Eylül soruların onu ne yöne sürüklediğini anlamış gibi "Oydu" dedi birden. Sadece üstündeki paltoyu çıkarmış!"
"Zihnin dikkat etti... Odaklan lütfen." Aras, huzur verici sakinliğiyle, daha yakın bir mesafeden konuşunca genç kız az da olsa rahatlamış göründü. Birkaç saniye sonra gözlerini kırpıştırdı hızlıca. Hatırlıyordu…
“Çok hızlıydı. Ama o dövmeli olan... Sol elinde tutuyordu silahı. Eminim çünkü çantasını omzundan çıkarıp yere atarken sağ eliyle attı. Ama silah hiç yer değiştirmedi. Evet evet...” Yüzünde, bu detayı nasıl hatırladığına kendi bile inanamıyormuş gibi bir ifadeyle, şevkle başını salladı Eylül. Aras keyifli bir ifadeyle gülümsedi. Oyalanmadan not defterine doğru eğildi ve hızlı el yazısıyla yeni notlar düştü. Merakla deftere doğru yönelen Rüzgar, Aras’ın yazdıklarını okuyunca tıpkı onunkine benzer bir keyifle sırıttı.
‘Sol el… çantayı sağ tarafla atmak = refleks. Kasten değiştirilmemiş = dominant el. Solak...’
"Peki sonra..." diye sordu, bilgiye aç bir kurt gibi. Az kalsın ağzı sulanmaya başlayacaktı, konu iş olunca öyle hırslıydı ki Aras…
Eylül o anı tekrar yaşıyormuş gibi, sırtını sandalyeye yasladı bir kez daha. “Sırtımı duvara yaslayıp, gözlerimi kapadım. Ben gözümü açana kadar bir aracın hızla uzaklaştığını duydum.”
“Hemen polisi aradın mı, yoksa biraz bekledin mi?”
“Aracın sesi kesilene kadar bekledim. Sonra kafamı uzatıp, sokağa baktım. Arabanın uzaklaşmasını izledim. Birkaç dairenin penceresinde gölgeler gördüm. Benim gibi sesi duyan insanlardı sanırım.” diye anlatmaya devam etti kısık bir ses tonuyla. “Sonra hemen polisi aradım.”
"Plakası neydi aracın?
Eylül istemsizce gözlerini açarak başını iki yana doğru salladı ağır ağır.
“Plakayı hiç görmedim. O mesafeden o hızla giden bir aracın plakasını görmem imkansız zaten... ”
Aras gülümsedi ama yüzündeki gülümseme teselli değil, oyunun yeni başladığının habercisiydi.
"Bu yüzden buradayız ya..." Cümlesinin sonunda parmaklarını deftere uzattı, ama kalemi almadı. “Bilişsel sorgunun en sevdiğim kısmı bu… Hafızan değil, bedenin konuşacak şimdi.” Başını eğerek, kendinden emin bir ifadeyle teminat verdi genç kıza. “Plakayı okumasan da, gözün plakaya döner. Göz kasların o görüntüyü ‘çevirdi’. Beynin ise bunu alıp belleğe attı.” dedi ve ona alan tanımak ister gibi arkasına yaslanıp eliyle Eylül’ü işaret etti. "Gözlerini tekrar kapat lütfen. Sokağın sağ tarafında... Sabit duran o beyaz arabayı hayal et. Güneş parlatıyordu belki plakayı... Ya da kirliydi... Mutlaka zihnin bir yerden dikkat etti o araca. ”
Eylül gözlerini sıkıca kapatırken Aras, temkinli bir ifadeyle gözlerini kıstı. Beden dili, ‘Hadi kızım!’ diyordu Eylül’e. Onun ne kadar parlak bir zihne sahip olduğunu, ihtiyacı olan her detaya oradan bir yerden çekip alabileceğini anlayalı çok olmuştu.
“Yan sokaktan arabaya yansıyan bir sokak lambası vardı arabaya. Hava aydınlık olmasına rağmen hala yanması ilgimi çekmişti. Bir tek o...” Eylül, uzun bir süre boyunca düşündükten sonra bunları söyledi dürüstçe. Aras başını ağır ağır sallarken, cesaret veren ses tonuyla,
“Tamam. Şimdi başını çevir… Ama hayalinde. Gözün... Plakanın hizasında. Harfler var mıydı?”
Eylül tereddütle plakayı gözünün önüne getirmeye çalışıyordu. Başını fiziksel olarak da sağ tarafa doğru çevirdiğinde Aras sessizce güldü. Bir hipnoz seansındaymışçasına derinleşmişti Eylül. Kesik nefesler aldı. Ardından mırıldanır gibi, "Siyah yazı… Beyaz zemin… 34...” kelimeleri çıktı dudaklarının arasından. Sanki beyninin emir vermesi üzerine değil, içgüdüsel olarak çıkmıştı bu üç beş kelime.
“Devam et.”
“34 G... Son harf B olabilir... Ya da 8 mi... hayır, B. Ve… H var galiba. Ama silik. Üst kısmı çizik gibiydi.” dedi Eylül, göz kapakları titreşirken.
Aras kalemini eline aldı. Hızla not etti kızın ağzından çıkan tüm harfleri ve sayıları.
“34 GBH...” diye fısıldadı başkomiser. Eylül şaşkına dönmüş gibi duraksadı. Aras somut olarak ses çıkarmadı ama içinde bir motor sesi yankılandı sanki sanki. Bir motor çalıştı. Çünkü bu plaka artık bir hedefin kıçına kazınmıştı.
"Görmediğini sandın… ama beyin sensör gibidir. Göz ucun bile yetti bak." dedi Aras, kalemi bırakıp rahat bir ifadeyle arkasına yaslanırken. “Gözlerini açabilirsin.”
Eylül hayretler içinde kalmış gözleriyle önce Aras’a ardından Rüzgar’a doğru baktı.
“Ben böyle bir şeyi nasıl hatırladım?” diye sordu gözleri bir çift misket gibi kocaman olurken.
Aras başını eğdi ihtiyatla.
“Çünkü beyin, hayatta kalmak için her detayı yedekler. Özellikle tehlike varsa..." dedi ve nazik tavrıyla gülümsedi. "Teşekkür ederiz Eylül. Şimdi senden son bir ricamız olacak. O gördüğün siyah paltolu gencin robot resmini çizdirmeni isteyeceğiz."
“Dediğim gibi, yüzünü görememiştim…” dedi Eylül, hafifçe çekinerek.
“Emin ol, kendini biraz zorlarsan tıpkı az önceki gibi dikkat etmediğini sandığın ama dikkat ettiğin çok fazla detayı hatırlayabilirsin.” Aras en başından beri takındığı inatçı ve cesaret verici tavrıyla son sözü söylediğinde Eylül başını öne doğru eğerek onayladı onu. Aras Komisere güvendiği o kısa aralıkta, zihninin ve hafızasının nasıl da hudutsuz olduğunu anlamıştı.
Başından beri yaşanan her şeye dikkatli bakışlarıyla ve kulaklarını dört açmış şekilde tanık olan Rüzgar bir güzel kıza bir Aras’a baktı, büyük bir hayranlıkla. Aras bu dıştan gelen övgüyü fark etmedi bile. Kendi iç tatmini oldukça yeterliydi. Masanın orta yerinde duran dosyanın kapağını kapattı. Eylül’e son kez bakmak için başını yukarı kaldırdı. Gözleri kenetlendi aniden, oldukça yoğun bir biçimde. Sonraki üç beş saniye çok garip bir ana eşlik etti. Aras kendini zorlayarak gözlerini kızdan çekerken kısa bir baş selamı verdi ve hızlı adımlarıyla ayrıldı odadan…
Eylül'ü robot resim için teknik çizerin odasının önündeki koltuklarda beklemeye bırakan Rüzgar, birkaç dakikalığına Aras'ın odasına koştu. Eylül'ü yalnız bırakmak istemiyordu.
Aras'ın odasına adı gibi hızla girdiğinde “Benim sorgumdan farklı ne öğrendin? Bence farklı bir şey anlatmadı. Öyle gizemli ses tonuyla hipnoz eder gibi korkuttun güzelimi…” Çocuksu bir endişe ile çıkmıştı sesi.
Aras dosyadaki Eylül'ün eski ifadesini göstererek: “Paltolu gençten hiç şüphelenmemişiz..." dedi kendine kızar gibi. "Ama tetiği o çekmiş belli ki... Anını kolluyormuş." Derin bir nefes verdi. "Biz içerideki ayak seslerini katilin sanıyorduk ama... İçerideki sadece izliyormuş. Şu an bu dövmeli çocuğua odaklanalım bakalım. Belki bir şey çıkar..." Dosyayı kapatıp bıkkınlıkla masaya atar. "Belli ki epey dikkat çeken de bir dövmesi var. Teşhis kolaylaşır. Sen de şu araç plakasını Verda'ya ver, araştırsın. Bakalım ne çıkacak..."
"Bu vakanın çöplükte bulduğumuz 'G' ile alakalı olduğunu düşünüyor musun hala?"
Aras sıkıntıyla omuzlarını kaldırdı. "Düşünmüyorum. Eminim..."
İki iş arkadaşı, aynı anda iç çekti.
"Başka bir iş yoksa robot resim çizilirken-" Aras cümlesini bile tamamlatmadı genç ortağına. Kızdan ne kadar etkilendiğinin farkındaydı. Ama etik olmayan bir şey yapmayacağını bildiği için gönül rahatlığıyla "Olur, sen yardımcı ol Eylül Hanım'a." dedi.
Rüzgar, çaktırmamaya çalışsa da aldığı onayla keyiflenmiş gibi odadan çıktı.
Rüzgar aralık kapının ardından görünen koridorda gözden kaybolurken, Aras koltuğunda geriye yaslandı. Garip bir his düşmüştü içine. Sanki bir kara delik onları çekiyor ve olacak kötü şeylerin habercisi gibi uğulduyordu kulağında. Sanki, o gün onlar için gelecekteki bir kabusun onları bulmasının yıl dönümü olacaktı... Öyle hissetti.
Henüz kabusun adını bilmese bile...
Beyaz floresan ışığı, dövme makinesinin titreyen ucunda parlıyordu. Sicim gibi ince, iğne gibi ısrarlıydı. Steril bir metal kokusu baskında mekanda. Açılır kapanır bir sedye gibi görünen dövme koltuğu, oldukça rahattı belli ki. Genç bir adam yüz üstü yatıyordu orada, dudaklarının arasından ritmik, ferah nefesler dökülüyordu. Duvarları siyah renge boyanmış dövme salonunda, arka planda çalan müzik, —şayet bu iç çekişlere müzik denebilirse— tek bir notada oyalanıp duruyor, sanki kısır döngüye girmiş gibi işkence çekiyordu kendi çeperinde. Demir hiç sevmezdi müziğin bu türünü, kendi müzik zevkiyle caka satardı her fırsatta. Fakat bir sebepten sesini çıkarmamış, dövmeciden müziği değiştirmesini istememişti.
Üstü çıplak bir şekilde yüzüstü yattığı koltukta kendini o dövmeciye emanet etmişti çünkü. Belki de bu sebeple söylenmemesi gerekiyor gibi hissetmişti, küçük detaylar konusunda. Kürek kemiklerinin arasına doğru uzanan omurgasının çizdiği yol, kaslı sırtının orta yerinde hoş bir boşluk yaratıyordu. Soğuk tenini, sıcak dövme iğnesi dahi ısıtmayı başaramamıştı. Mermer gibi sabit duruyordu boylu boyunca uzandığı yerde. İğne tenine gömülüp şeffafmışçasına hassas ve gergin sırtını kanatıyor, genç çocuk karşılığında anlık bir refleks dahi göstermiyordu. Dövme sanatçısı kadın, bir süre sonra şaşkın görünmeye başladı. Sanki canını yakmak istercesine daha sert ilerletti tenine attığı çizikleri. Demir gözünü dahi kırpmadı.
"Adın ne demiştin?" diye sordu, meraklı görünmemeye çalışarak.
"Demir."
‘Manidar…’ diye düşündü Dövmeci. ‘Derisi demiri andırıyor cidden… Şu tepkisizliğine bakılırsa etten değil demirden bir kabuğa sahip.’
Dövmeci kadın eldivenli elleriyle sırtına bastırdı yavaşça. Sanki test ediyordu onu. Ardından yeniden işine dönüp, dövme makinesini sağ eline geçirdi. İğne, derinin altına mürekkebi taşırken daha fazla sessiz kalamadı ve:
"Bu kadar hareketsiz kalmana şaşırıyorum…" dedi soru sorar gibi. İğneyi daha da derine saplamaya çalışırken canını acıtıp tepki almak istiyordu içten içe. "Ne hissediyorsun şu an?"
Demir, başını çevirmedi bile. Yalnızca dudak kenarından kıvrılan, yarım bir cümle çıktı:
“Ses var... ama his yok. Makinanın vızıltısını duyuyorum sadece.”
Kadın durdu.
Kaşlarını çattı.
“Uyuşukluk mu yani?” diye sordu, ilk kez ürkmüş gibi görünürken.
Demir sessizce güldü.
Göz kapakları bile kımıldamadı.
“İğne batıyor. Ama acı, bana uğramıyor.” Melodik sesi, baskın bir alaycılık taşıyordu. Kadın tüm odağını kaybetmiş gibi dövme makinesini kapatıp kenara koydu. Genç adamın herhangi bir tepki vermesini, başını çevirip onu kontrol etmesini bekledi ama nafile… Öylece uzanmaya devam ediyordu. Kadının gözleri bir kez daha ensesine doğru tırmandığında kesik bir nefes aldı. Ense kökündeki ilginç çizgilere sahip, oldukça eski görünen dövmeyi inceledi bir kez daha.
İlk bakışta karalanmış gibi duran, ama dikkatli bakıldığında karmaşık bir şekle dönüşen göz...
Kadın elini yavaşça kaldırdı, dövmenin çevresine dokunmadan sordu usulca: "Ensendeki... Ne anlama geliyor?"
Demir, sanki kendi hikâyesini anlatır gibi değil, bir yabancının yazdığı romandan altıntı yapar gibi:
“Thanatos’un gözü.” dedi kısaca.
“Ölüm tanrısı mıydı o?” diye sordu dövmeci kadın, mevzu büsbütün dikkatini çekmişti şimdi.
“Acısız ölüm...” Demir’in sesi, mırıldanır gibi çıktı. Sanki uyuyakalmak üzereydi. Kadın bu halini de hesaba katarak, kafasındaki tüm yapboz parçalarını birleştirdiğinde,
"Harbi canın hiç acımıyor mu senin?" diye sordu. İşte… Sorulması gereken asıl soruyu akıl etmişti sonunda.
"Acımıyor." Demir, alelade bir şey söylüyormuş gibi omuz silkti. Kadın her saniye başka bir çeşit hayret yaşıyordu.
“Nasıl yani?”
“Tıbbi bir durum. Beynim, acıyı tanımıyor.”
“Nasıl yani?”
“Teması hissederim. Basıncı da… Ama yanmayı, kırılmayı, sızlamayı… Yok.” dedi Demir, çarpık bir ifadeyle gülümseyerek.
“Çok acayip... Teşhis ne?"
"Kongenital analjezi..." Tanıyı söylerken kızın tek bir harfini anlamayacağından emindi. Yüzündeki çarpık gülüş, alaycı bir ifadeyle kıvrıldı. Kız tahmin ettiği gibi sessizce düşündü uzun bir süre. Ardından ilk kez duyduğu bu şeyi internette aratmak için yarıda bıraktı işi gücü.
Sinir uçları vardır, çalışır.
Dokunmayı, sıcaklığı, basıncı hisseder.
Ama ağrı sinyalleri beyne iletilmez.
Kız okuduklarıyla büsbütün hayrete düşmüş gibi bir sesle, "Dalga geçiyorsun sanmıştım ama..." dedi, yazıları okumaya devam ederken. Ardından başını Demir’e doğru çevirdi. "Baya iyi bir olay yalnız... Şanslısın."
Genç adam, başını ilk kez kaldırıp kadına doğru öylesine bir bakış attığında gözleri buz gibiydi. Bu olayın övünülecek hiçbir yanı yoktu. Acımaya dair her şeyde eksik bir şey varmış gibi hissediyordu oldu olası. Derince bir iç çekti.
“İnsanlar acıdan hoşlanmıyor. Ama acı yoksa... Nerede duracağını da bilemezsin. O yüzden pek şanslı sayılmam."
“Daha önce hiç böyle biriyle karşılaşmadım.” Dövmeci kadın, ondan ne kadar çok etkilendiğini gizleyemeden gülümsedi, flörtöz bir tavırla. Demir’in pek umurunda olmadı. Yüzünü koltuğa yasladı yeniden. Ortamda aniden oluşan sessizliğin iplerini Demir çözdü, sanki sıradan, hatta komik bir anıdan bahsediyormuş gibi:
“Çocukken kolum kırıldı. Hastaneye götürmediler... Çünkü hiç ağlamadım. Üç gün sonra anladılar meseleyi...” diyerek bir örnek verdi bulunduğu duruma.
“Korkunç…” dedi kadın, kendini tutamayıp. Demir tam ağzını açıp cevap verecekti ki masanın kenarındaki telefon titremeye başladı. Yanan ekranda, ‘Köstebek’ yazıyordu. Göz ucuyla kimin aradığına baktığı an uzanıp aldı telefonu, mesaj bildirimini açtı oyalanmadan.
“Sizin dosyaya yeni bir tanık ifade verdi.
Robot resim çizdirdi. Sanırım sensin... Dikkat et.”
Demir’in yüzüne bir kez daha, alaycı bir gülüş yerleşti. Mesaj kutusuna basıp yazmaya başladı heyecanla:
"Tanık kim?
Fotoğrafını atsana.”
Telefon bir kez daha titredi.
Gelen fotoğraf…,
Buz mavisi gözlü, solgun tenli bir genç kadına aitti.
Eylül’e.
Ve Demir’in gözleri, kadının gözlerinin güzelliğinde değil, irisinde beliren uzaklıktaydı.
Dövmeci, Demir’in yüzünde oluşan yeni bilmeceyi çözmek ister gibi, başını sağa doğru eğdi.
“Bir şey mi oldu?”
Demir, ayağa kalktı aniden. Dövmecinin önündeki taslak çizimde sırtına çizdirdiği karışık bir desen ve belli belirsiz bir çift göz vardı.
Dövmeci anlamsız bakışlarla, biraz da bozulmuş gibi görünerek Demir’in yüzüne bakarken, genç çocuk telefonunun ekranını ona doğru uzattı. Ekranda Eylül’ün buz mavisi gözleri vardı yalnızca. Yakınlaştırılmıştı fotoğraf, son raddeye kadar.
"Gözleri böyle yap. Tam istediğim gibiymiş...” dedi Demir, kişiliğine zıt bir tatlılıkla gülümseyerek.
'Thanatos Yunan mitolojisi'nde "ölüm"ün tecessümü, vücut bulmuş haliydi. İnsandaki tüm yıkıcı, öldürücü dürtüleri temsil eden Thanatos, yapıcılığı, yaratıcılığı ve sevgiyi temsil eden Eros'un tamamen karşıtıdır.'
Tamam reis bu kadar abartmaya gerek yok. Anladık tehlikelisin, tehlikenin içinden geldin, en tehlikelisi de sensin. (Üzgünüm ben ondan hoşlanıyorum, buyum ben bu kadarım çok seksi ve ateşli biri ne yapayım aşık olmayıp...)
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.