“Algún día en cualquier parte, en cualquier lugar indefectiblemente te encontrarás a ti mismo, y ésa, sólo ésa, puede ser la más feliz o la más amarga de tus horas.”
“Bir gün, bir yerde, kaçınılmaz bir şekilde kendinizi bulacaksınız. Ve bu, en mutlu ya da en acı saatiniz olacak.”
13.10.1988
Aynada genç bir yüz.. Ama aynı anda hem yirmi yaşında, hem yüz...
Genç kadın, gece kulübünün kalabalık ve köhne tuvaletinde küflenmiş lavaboya ellerini dayadı. Fakülteden bir arkadaşının zararsız bir kokteyl olarak sunduğu içecekten içeli yalnızca on dakika olmuştu. Genç kadın, zararsız tatlı bir içecekten daha fazlası için kandırıldığını anlayalı ise birkaç dakika...
Bir yandan damarlarında saf enerjinin aktığını hissediyor ve bu ayaklarını yerden kesiyordu; ama diğer yandan hareketleri zayıf bedenine tonlarca taş bağlanmış gibi ağır geliyordu. Aynı anda nasıl böyle hissedebilirdi, bilmiyordu. Anlamıyordu. Tıpkı rüyalarındaki gibiydi. Kuş kadar hafif ama dağ kadar ağırdı. Gözleri açıkken renkler her zamankinden daha canlı ama gözlerini bir anlığına kapasa her şey eskisinden daha karanlıktı. Aynı anda tüm tezat duyguları hissetmenin verdiği ağırlık öyle büyüktü ki, tek istediği kendine gelmekti. Ancak kendi ona öyle uzak görünüyordu ki; bunun hissettirdiği çaresizlikle gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Müziğe ayak uydurur gibi hızla atan kalbini biraz olsun dizginlemek umuduyla elini göğsünün soluna bastırdı. Ama olmuyordu. Hiçbir şeyi kontrol edemediği gibi, tüm organları, tüm kasları hatta zihni onun isteğinin tam aksine hareket ediyordu. Tıpkı bir kukla gibi…
Becerebildiği kadar hızla kendini dışarı atmak istedi. Ellerini yaslandığı yerden çektiğinde her şey daha kötü oldu. Güç bela içeride tıpkı vahşi hayvanlar gibi dans eden kalabalığa karıştı. O an, yüksek tavanlı mekanın en tepesiyle en dibini tek bir saniyede gördüğünü hissetti. “Biri beni çıkarsın…” diye sayıklamaya başladı. “Lütfen…” Ancak kimse duymuyordu onu, zaten duysalar bile yardım edecek durumda değil gibiydiler. Deli gibi dans eden, rengarenk giyinmiş insanlar canavarlardan farklı değildi gözünde. Kapana kısılmış gibi hissediyordu. Gözünü kapatıp, kime çarptığını umursamadan kapıya koşmaya başladı. Birkaç adımda bir düşüyor, ancak yine de her zamanki hızından on kat daha hızlı koşuyor gibi hissediyordu. Zaman, hız, mekan… Bütün algılarını kaybetmişti. Kapıya ulaştığında kendini tüm bu hislerden kurtarmayı umarak dışarı attı. Kapı arkasından kapanmasına rağmen, içeride çalan yüksek sesli müzik hala duyuluyordu. Ve bu, içeride hissettiği şeylerden kaçamayacağının bir kanıtıymış gibi müziği duyamayacağı bir yere gitmek istedi. Birkaç adım attığında daha fazla yürüyemeyeceğini hissedip yalpalayan bedenini mekanın çöp konteynırlarının arasına attı. O kadar çok çöp vardı ki, hepsi dışarı taşmıştı ve genç kadının bedeni tüm o çöplerin arasındaydı.
Kendini içinde yattığı çöpler gibi hissediyordu. Etraftan geçen, birçoğu sarhoş insan gelip geçerken ölü olup olmadığını anlamadıkları hareketsiz kadına bakıyordu. Ölü olmadığını belli etmek ister gibi kendi kendine konuşmaya başladı. Ancak ne söylediğini kendisi bile anlamıyordu. Yeni bir dil uydurmuştu beyni sanki. Korkuyordu. Daha önce hissetmediği hislerinden, aklına gelmeyen korkulardan; kendinden ve çevrede ona bakıp uğuldayarak ses çıkaran insanlardan… Her şeyden korkuyordu. Kafasını çevirip, sokağın başına baktığında iki kişiyi fark etti. Gözlerini kısıp, daha net görmeye çalıştı ancak olmadı. Karanlıkta parlayan iki gölge gibiydiler. Üstlerindeki duman bulutu, onları yanıyor gibi gösteriyordu adeta. Bu onu, daha çok korkuttu. Kafasını çevirip, ne yaşıyorsa geçip bitmesi için beklemek istedi. Bunu aklından her geçirdiğinde zamanın içine hapsolduğunu düşünüp, daha da kötü hissediyordu. Bir kum saatinin içinde olduğunu düşünüyordu. Bazen tepetaklak, bazen düz… Zaman üstünden akıp geçiyor ama dışarı çıkamıyordu. Kurtulmasının tek yolu zamanın hızla akıp bitmesiyken; bitmeyen bir zamanda kapana kısılmış gibiydi.
Yoldan geçen bir adam, çöplerin arasındaki genç kadını fark etti. Ayağıyla dürtüp, ölüp ölmediğini anlamaya çalıştı. Adamın geldiğini fark etmeyen genç kadın istemsizce sıçradı yerinden. Adam, birkaç adım arkasındaki iki arkadaşına gülerek bakıp, “Yaşıyor bu!” dedi. Ardından çirkin dişlerini belli ederek sırıtıp, tek dizinin üstünde yere eğildi ve genç kadına yaklaştı.
Üstüne üstüne gelen çirkin adam, genç kadının o an yaşadığı karmakarışık duygular ve illüzyonla birleşti birden. O bir, iblisti. Onu alıp götürecek ve cehenneme atacaktı. Geriye doğru sürüklenmeye çalıştı. Elini attığı yerdeki yapış yapış çöpler, çürümüş gibi hissettiği bedenine dokunuyormuş gibi hissettirdiğinden hızla elini çekip yapabildiği tek şeyi yaptı, gözlerini kapadı. “Lütfen” dedi sadece. “Lütfen…”
“Lütfen ne” dedi adam. Diğer ayak sesleri de kendisine yaklaşırken, başındaki iblisin soluğunu yüzünde hissediyordu. “Lütfen beni evine götür mü?” diye sordu nefesi kokan çirkin adam.
O an öyle şiddetli bir yumruk sesi geldi ki, genç kadın o yumruğu kendisinin yediğine neredeyse emindi. İblisin göğüs kafesini delip, kalbini yumrukladığını hissetti. Ağlamaktan nefessiz kalmıştı. Dudaklarını aralayıp, sıktığı dişlerinin arasından cılız bir nefes çekti içine. Korkarak gözlerini açtığında, yumrukların kendisine değil iblislerin yüzüne indiğini gördü. Köşede yanan iki gölge, ona musallat olan iblisleri yumrukluyordu.
Gölgelerden biri üstüne doğru eğildiğinde, diğeri arka planda, oradan kaçamayan tek adamı tutmuş hırpalamaktaydı. Genç kadının yakınında olan uzun boylu, cüsseli adam başını arkaya doğru hafifçe çevirip arkadaşına seslendi, “Taner, bırak artık!” Bir kez daha kendisine döndüğünde bu kez dakikalarca inceledi sanki yüzünü. Dağınık kaşları hafifçe çatılırken, “Ne kullandığını hatırlıyor musun?” diye sordu usulca. Sanki o an kızın beyninin içindeki keskin sancıyı tahmin edebilecek kadar çok şey yaşamıştı da, ses tonunu bile buna göre ayarlıyordu. Arkada kalan gölge, elinde çırpınan bedeni boş bir çuvalmış gibi yere bırakırken kesik bir nefes aldı, ya da güldü, genç kadın bu iki şeyi ayırt edemedi o an. Onlara doğru yürüyüp dizlerini kırarak yere çöktü ve çöplerin arasına kıvrılmış olan zayıf bedene bakarken, “Erdem korkutma kızı…” dedi sırıtarak. Adının Erdem olduğunu öğrendiği uzun çocuk, tıpkı arkadaşı gibi yere çöküp, sürekli açılıp kapanan bir çift bal rengi gözle göz teması kurmaya çalıştı çaresizce. “Yardım etmek için soruyorum, polis değilim.” Sesi güven vericiydi ve yüzünde ihtiyatlı bir ifade vardı. “Atıldık.” dedi birden diğer çocuk. Erdem’in ona dik dik baktığını fark edince omuz silkti umarsızca. “Ne?” Bu kez göz ucuyla kıza baktığında yüzündeki çarpık sırıtış silikleşti. “Yarın hiçbir şey hatırlamayacak nasıl olsa.”
“Bilmiyorum.” Genç kadın avcunu şakağına yaslamış, olabildiğince düzgün nefes almaya çalışıyordu. Doğrudan Erdem ile göz kontağı kurma çabasındaydı o da, Taner’de o an çözemediği bir acımasızlık, ve bu acımasızlıktan üstüne sinen çabasız bir çekicilik vardı. Böyle tipler oldu olası korkuturdu onu. Dikkatini yabancı gölgeden çekti ve yalnızca cümlelerini toparlamaya odaklanıp, “Arkadaşım verdi… Eğlenirsin dedi…” diye fısıldadı gözlerini sıkarak. Beyninin içine yeni bir kramp daha girmişti. “Ama ben eğlenmiyorum.”
“Ne verdiler kıza kim bilir…” Erdem burnundan derin bir nefes alırken başını sağa doğru eğmiş, onu başka bir açıdan inceliyordu. Taner ise hiç istifini bozmadan, aynı çokbilmiş bakışları ve çarpık sırıtışıyla, “Benim bir tahminim var ama…” dedi ve kızı küçük düşürmek istercesine dudaklarını büktü, sahte bir acıma ifadesiyle, “Önemli değil.” dedi omuz silkerek. Genç kadın kaşlarını çatmış, Taner’in ne demek istediğini anlamaya çalışırken, adamın kumral, dalgalı saçları, güneşe maruz kalmış iki cam misket gibi parlayan koyu yeşil gözleri dikkatini dağıttı. Midesi bulanıyormuş gibi hissediyordu şimdi de. Herhangi bir kusma refleksi göstermekten korkup nefeslerini iyice derinleştirmeye çalıştı.
“Korkma… Geçecek.” Erdem tereddütlü bir tavırla uzanıp kızın kolunu okşadı yarım saniyeliğine. Gösterdiği tek tepki, tepkisizlik oldu. Sanki pelteye dönüşmüştü bedeni kadar zihni de… Erdem güven veren sesiyle, “Sen kendine gelene kadar biz burada bekleriz.” dediğinde genç kadın ağır ağır salladı başını iki zıt yöne doğru. Kimseye yük olmayı sevmezdi, hele eğlenmek için dışarı çıkmış iki yabancının gecesini mahvetme fikrine tahammül dahi edemezdi. Yeteri kadar vakitlerini almıştı. Büzüldüğü zeminden ayrılıp yavaşça oturmayı denedi, başardı da. Dizlerini karnına çekerken hala Taner’e bakmıyordu. Daha önce onunki kadar yakışıklı bir suratla karşılaşmış mıydı? Neyse ki şu an bu sorunun bir önemi yoktu. Daha iyiymiş gibi görünmek istercesine başını dikleştirip Erdem’e doğru baktı. Mahcup bir ifadeyle, “Arkadaşlarımı çağırsanız? Beni eve götürürler.” dedi hala titreyen bacaklarını sabit tutmaya çalışarak. Aniden alnı kırış kırış olan Erdem tek kaşını kaldırdı ve karşısında kalan diskoya doğru dik dik baktı. “Arkadaş?” Burnundan soluyarak güldüğünde ilk kez Taner’e benzemişti biraz. “Seni bu hale getirdilerse, kendileri de farklı değildir şu an.” Genç adam ihtiyatlı bakışlarıyla yeri izleyerek bir çözüm yolu düşünüyordu sanki. Taner ise ışıldayan gözlerini diskonun giriş kapısına dikmişti. “Ben gidip arkadaşlarıyla takılabilirim bence.” dedi yüzüne yapışıp kalan çapkın gülüşle. Erdem onu duymazdan gelmeye karar vermiş gibi tepkisiz kaldı.
Erdem, ihtiyatlı bir ses tonuyla “Sen gidip içeride bir bak arkadaşlarına istersen.” dedi arkadaşına. Ardından terkar genç kadına döndü. “İsmini hatırlıyor musun?”
Zavallının güzel yüzünü incelerken dikkatli ve biraz da tedirgindi Erdem. Kafasını hala tam olarak toparlayamamış olan kadın, kesik bir nefes aldıktan sonra, “Güneş…” diye fısıldadı. Erdem, dudaklarından belli belirsiz ismi düşen kadına çarpık bir gülümsemeyle baktı. “Sanmam” dedi. “İsmin sana fazla yakışıyor. Ailenin sana bu ismi verdiğini düşünmüyorum.” Taner, Erdem’in sözlerine karşılık, imalı bir bakış attı yanına doğru. Genç kadınsa istemsizce kaşlarını çatarken, “İsmim Güneş” diye ısrar etti gücünün yettiğince. “Evcil hayvan mıyım ben….” Birinin onun, kendisini güvende hissettiği kimliği sorgulamış olması Güneş’in öyle bir keyfini kaçırmıştı ki, karşısındaki adam onu az önce kötülükler lordundan kurtaran gölgelerden biri olmasaydı çok daha ters laflar edebilirdi. Dişlerini sıkarak ve sakin kalmaya çalışarak, “Neden ailemin beni çağırmayı seçtiği isimle yaşayayım?” diye söylendi. Erdem’in yüzünden şefkatli bir tebessüm geçti yarım saniyeliğine. Sanki kızın onu terslemiş olmasının altındaki sebepleri okuyabiliyordu gözlerinden. Sanırım bu yüzden, “Ailen seni ne diye çağırırdı?” diye sorduğunda, sesi hiç olmadığı kadar yumuşak çıkmıştı. Güneş, buna karşılık yenilgiyi kabullenmiş gibi düşürdü omuzlarını ve ağzında hiç sevmediği bir lokma yemeği geveler gibi söyledi ona konulan adı; “Güzide…”
“Ailene haksızlık etme. Baya güzel bir isim seçmişler senin için.” Erdem, genç kadının kendine has güzelliğini incelerken ailesi tarafından konulan bu ismi, enine boyuna değerlendirdi kafasının içinde. Sonra, kutsal bir kitabın adını ağzına alır gibi, usulca, “Güzide…” diye fısıldadı. Taner bacaklarını düzelterek ayağa kalktığında Güneş, Erdem’in ismini söylerken parıldayan gözlerine bakıyordu hala. “Bence Güneş daha iyi. Sen bakma bu geri kafalı herife…” dedi Taner artık ona tanıdık gelen pervasız tavrıyla. Erdem’in omzuna hafifçe vurdu. “İçeri gidip bir bakayım Güneş’in arkadaşlarına.” Diskonun geniş verandasını tırmanırken ceketinin önünü ve saçlarını düzeltmekle meşguldü.
Aradan geçen sessiz birkaç dakikanın ardından Güneş derin bir iç çekti. Bu sessizlik ona bol bol temiz hava alması için yardımcı olmuştu. Çöplerin ortasındaki havanın temizliği tartışılırdı gerçi de, o çöplerden yayılan kesif koku Güneş’in bilincine yavaş yavaş kavuşmasına yardımcı oluyordu. “Hatırlamak istiyorum.” dedi aniden, gözlerini diktiği boşluktan çekip Erdem’e doğru bakarak. Erdem hafifçe çizgilenen alnıyla, “Neyi?” diye sordu. “Şu an nasıl hissettiğimi…” Güneş kollarını dizlerinin üstüne sıkıca dolarken üşüyormuş gibi gerdi omuzlarını. Erdem başını sağa doğru eğerken, “Nasıl hissediyorsun?” diye sordu bu kez de. Ses tonundaki ilgi Güneş’i yüreklendirmişti. “İçimdeki iblislerin dışarı çıktığını… Ama benim onları zapt etmek için kendimden parçalar verdiğimi…” Kelimeler ağzından döküldükçe gözlerindeki kararlı ifade, müphem bir şeyden çok korkan genç bir kadının ürkek bakışlarına dönüştü. “Açlar. Ve ben onları doyurmak için iç organlarımı yemelerine izin veriyorum sanki.”
“Fazla şiirsel… Pek anlamam ben.” dedi Erdem karşısındaki kadınla herhangi bir empati kırıntısına dahi sahip olmadığını fark ettiği noktada. “Taner böyle konularda benden daha iyidir.” Sıkıntılı bir nefes aldı. Genç kadın için endişeleniyor, ona bir şekilde yardım edebilmek istiyordu. Ama söyleyebilecek mantıklı bir cümle bile gelmiyordu aklına. Güneş başını kaldırıp karanlık geceyi izlemeye başladı. Kendisi her ne kadar ayılmaya başladığını düşünse de dışarıdan hala kullandığı maddenin etkisinde olan, zihninin içindeki duvarlara savrulup duran savunmasız bir kız gibi görünüyordu.
“Şu yaşımda, şu bedenimle yeniden doğmuş gibiyim. Her şeyi içgüdüsel olarak bilen ama gördüğü her şeye şaşıran bir bebek gibi…” Aklına komik bir şey gelmiş gibi omuzlarını yukarı doğru kaldırdı. “Karanlık beni korkutuyor ama karanlığı ilk kez görmüş gibi dehşete düşüyorum.” Pürüzlü sesi sokağın boş tarafında yankılanıyordu sanki. Erdem nasıl bu kadar kısık bir tonda konuşurken, her kelimeyi bu kadar güzel tonlayabildiğini, nasıl bilinci büyük oranda kapalıyken böyle şairane cümleler kurabildiğini düşündü. Genç kadınla ilgili onu etkileyen tek şey güzelliği değildi en başından beri. Bir şey vardı onda, bir derinlik. Kendisini dahi içine atıp boğduğu, dibi olmayan bir nehirdi. “Eminim bunları yarın sen daha iyi anlarsın.” Erdem anlayışla gülümsedi. O sırada Güneş’in önündeki boş yerde duran çantasına takıldı gözü. Çantanın açık fermuarından bir defter taşmıştı dışarıya doğru. Erdem, aklına gelen ani fikirle defteri çekip aldı. Sert kapağının kenarına takılmış kalemi tutarken, “Senin için not edebilirim. Elimden gelen tek şey…” Güneş, duyduğu fikir üzerine heyecanlanmış gibi başını hızlı hızlı salladı ve karşısındaki adamın sözünü keserek, şu ana kadar ki en yüksek ses tonuyla, “Oraya yaz ki…” dedi. Sonra sustu bir süre. Sanki damarlarındaki kan akışı saniye saniye yavaşladı. Genç kadının morali büsbütün bozulmaya başladı ve artık Erdem’in en aksi yönündeki boşluğu izliyordu. “Bir daha sakın ama sakın böyle bir şey yapma. Kendi hayatında daha güvendesin.” İşaret parmağını havaya kaldırıp karşısına kendisini oturtmuş gibi bir öfkeyle salladı. Erdem başını deftere eğip elindeki işe odaklanmayı tercih etti çünkü şu an bu küçücük kız biraz korkunç birine benziyordu.
“Damarlarında akan kanın sıcaklığı… Sabahları içtiğin ılık süt gibi. Kandan korkma bir daha. Bu gece seni o sıcak tuttu, yoksa donardın.
Beynin sandığından daha yakın sana… Onu kandırmaya çalışma, beceremezsin. Onu olabildiğince sustur… Konuştukça seni korkutacak…
Zaman, her şeyin üstünde bir yaratıcı… Dakika, saniye, salise… Hepsi senin zihninde. Zaman hem ceza veren, hem ödüllendiren… Kıymetini bil.
Görünce korkacağın düşler kurma. Kurduğun bütün düşler, merak ettiğin bütün hisler, senin yarattığın bir kabusa dönüşüp yine seni bulacak çünkü…
İnsanlar çok kötü. Sakın onlara inanma…
Çöpler sandığın kadar mide bulandırmıyor. İnsanlara değmektense, çöplere basarak yürü…
Ve sakın… Hayatının sonuna kadar, böyle bir şeyi deneme. Hayatının en kötü gecesini yaşadın.”
Güneş, ağır ağır konuşuyor, bazen öfkeli, bazen ağlamaklı oluyor, cümlelerin arasında susup uzaklara dalıyordu. Erdem bu duraksamalar sayesinde karanlık bir sokakta da olsalar kızın ağzından çıkan her kelimeyi aynen kağıda geçirmeyi başarmıştı. Artık neredeyse tamamı dolu olan beyaz sayfanın altında kalan tek satırlık boşluğa kendinden bir cümle ekledi. “Kendi ismin daha güzel… Bence bundan sonra onu kullan.”
Onlarca küçük tuval, hepsi farklı renklerle lekelenmiş birer meyve çürüğü gibi odanın zeminine yayılmış, kendilerine has bir uyum yakalamışlardı. Onlara otuza yakın boş şişe ve içi dışına çıkmış birkaç sigara paketi eşlik ediyordu. Odanın ortasında, sert halının üstünde bir kadın huzursuz göz kapaklarıyla uyumaktaydı. Dün geceyi ölmeden atlatabilmiş olması dahi bir mucizeyken ve şimdi hareketsizce yatarken, eğer göz kapakları da olmasaydı, ölü sanırlardı onu. Tüm şartlar, Güneş’in ölülüğü için olgunlaştırılmıştı sanki. Etrafında en az dört farklı kişinin kıyafetleri oraya buraya savrulmuş, boş ama lekeli tabaklar, kaşıklar ve çatallar kıyafetlerin üstüne gelişigüzel konulmuş ve zaten dar olan oda, dağınıklık sebebiyle bir kapanı andırmaya başlamıştı.
Güneş gözlerini kırpıştırmaya başladığında vakit öğleni bile geçmişti. Uyanıp oturduğu yerde doğruldu panik hissiyle dolu bir refleksle. Hızlıca etrafına bakındı birkaç dakika boyunca, nerede olduğunu anlayana kadar kolları titredi korkudan. Sonunda karşısındaki duvarda asılı duran ‘Gençliğe Hitabe’ çerçevesini gördü. Aydın bunu geçen bahar bir okul inşaatından çalmıştı. Güneş evdeydi fakat Aydın diye bir insanın var olduğunu hatırlayınca öyle midesi bulandı ki evde olmamayı diledi. Tam olduğu yere geri uzanacaktı ki zihninin içinde bir ip söküldü. Dün gece yaşadığı her şey sırayla, çok detaylı bir şekilde zihnini doldurmaya başladı. Telaşla yerinden fırlayıp kendini banyoya attı.
Banyodaki yarısı paslanmış aynanın karşısında dikildiğinde Güneş’in omuzları düşük, kan çanağı gözleri ağlamaklı, dudakları kupkuruydu. Yüzüne çarptığı berrak su, önceki geceden kalma makyajı dağıtırken, elmacık kemiklerine doğru simsiyah yollar uzandı. Temizlenemiyor gibi hissetti birden, dün gecenin izlerini asla yüzünden silemeyeceğini sandı. Tırnaklarıyla tenini kazımak istiyormuş gibi parmaklarını yüzüne geçirdi. O kadar çaresiz hissediyordu ki, kendini tutamadı ve ağlamaya başladı. Yüzünde beliren yeni yollar sanki öncekilerden bile daha siyah, daha kasvetliydi. Sanki Güneş’in gözüne sürdüğü kalem değil, ruhundan yansıyan ve onu o eden karanlıktı. Yüzüne düşen siyah allık, dönüşmekten korktuğu kişiye benzetiyordu onu. Güneş, ayağının altındaki çok sağlam görünen buz parçasını tek yanlış adımıyla kırmış, suyun içine düşmüştü. Yüzme bilmiyordu ve üşümekten nefret ediyordu…
Güneş, üstünde kambur gibi hissettiği kıyafetlerden kurtulup bedenini banyonun zeminine attı. Dizlerini karnına çekerek oturup başını yan bir şekilde dizlerine yatırdığında saçları bir başak tarlası gibi dağıldı bacaklarının üstüne. Birkaç kesik nefes aldı. Alacalı zemindeki kırıklıkları inceledi. Bu evi tuttuklarında bile kırık olan fayanslar şimdi iyice parçalanmıştı. Evdeki her şey, içindeki insanlar dahil her şey kendilerini parçalamaya, mahvetmeye, yok etmeye öyle meraklılardı ki… Fayansların yeşil ve maviden oluşan desenlerini anlamaya çalışırken kırıklar buna izin vermiyordu. Sonra birden gözleri bacaklarına kaydı ve dün geceden kalma morlukları gördü. Bacaklarının ikisi de yeşil ve mavinin hiç iç açıcı olmayan tonlarına bulanmıştı. Güneş bacaklarını uzatıp fayanslarla teninin aynılığını inceledi. Bu izbe banyoyla bir bütün olmuştu sanki. Ve tıpkı fayanstaki kırıklar gibi, kendi kırıklarını görüyordu teninde, mavi ve yeşilden önce.
Bacaklarındaki morlukları incelerden, vücudunun astarı altındaki en küçük damarları bile patlamış gibi görünüyordu. İncecik parmakları, vücudunun haritasını çizer gibi bacaklarında gezinirken; göğsü sıkıştı. Önceki gece, derisinin altında bir sürü böcek vardı. Neredeyse emindi.
Tam duşa girmek için kendini ikna etmeye, dün geceyi olabildiğince ardında bırakmaya karar verdiğinde içeriden gelen kahkaha sesiyle irkildi. Asude, kahkahasının arasından yeni bir şaka patlatmak ister gibi derin nefesler alıp konuşmaya çalıştı birkaç dakika sonra. Güneş pürdikkat salonu dinlerken bedeni istemsizce içe doğru kıvrılmıştı yine. Bir böcek gibi banyo zemininde debelenen hali içindeki öfkeyi büyüttü. Tam nefes almaya çalışıyordu ki daha kötüsü oldu. Aydın, sigara içmekten kalınlaşmış ve pürüzlenmiş sesiyle ortada hiçbir şey yokmuş kadar neşeli olan Asude’ye bir şeyler söyledi. Güneş’in kalbi durdu birkaç saniyeliğine, sonra hiç atmadığı kadar hızlı atmaya başladı. Dün gece, onu haplayan kişi Aydın’dı. Düşmek zorunda kaldığı bütün durumlara, şu an salonda neşeli sevgilisiyle ilgilenen ve keyfi gayet yerinde olan o adam yüzünden düşmüştü. Bir hışımla ayağa kalktı fakat bu ani hız başını döndürdü Güneş’in. Sağ elini duvara yaslayıp gözlerini kapattı. Baş dönmesi geçene ve az da olsa sakinleşene kadar bekledi. Hemen ardından kirli sepetinin en üstündeki bol tişörtü çekip üstüne geçirdi ve kolundaki paket lastiğiyle dağılmış saçlarını toplarken salona doğru sağlam adımlarıyla yürümeye başladı.
Güneş, uyandığı odadan bile daha dağınık olan salona giriş yaptığında burnunu kırıştırdı. İçeride çok tuhaf bir koku vardı. Muhtemelen yarı çıplak bir vaziyette koltuğa yayılmış elindeki birayı içen Aydın’dan geliyordu bu koku. Arkasındaki pencere güneşi doğrudan onun çıplak gövdesine iletiyor, ışığın vurduğu her noktada Aydın’ın bedenindeki kirler ortaya dökülüyordu. O kadar kirliydi ki Güneş başını ondan farklı bir tarafa çevirmek zorunda kaldı. Kendini öğürmeye başlayabilirmiş gibi hissediyordu her an. Yerde oturan ev arkadaşı, Asude tıpkı kendisi gibi resim bölümünde okuyordu. Kucağına yerleştirdiği geniş resim defterine Aydın’ı çiziyordu. Bu bayağılık Güneş’in midesinin bir kez daha bulanmasına neden oldu. Tüm dirayetini toplaması bir buçuk dakikasını aldı. Başını kaldırıp gözlerini Aydın’ın yüzüne diktiğinde burnundan soluyordu.
“Ne verdin dün bana?” Genç çocuk duyduğu ani sesle irkilince birkaç damla bira döküldü elindeki şişeden. Baygın bakışlarını Güneşe çevirdiğinde o birkaç damlanın hesabını soracakmış gibi göründe ama sonraki saniye değişiverdi ruh hali. Yüzüne alaycı bir sırıtış oturtup, “Ne o kuzum, hoşuna gitmedi mi” diye sordu. O kadar pervasız görünüyordu ki dişlerini kırılacakmış gibi hissedene kadar sıktı Güneş. “Gitmedi!” Odanın ortasında bas bas bağırmaya başladığına kendi bile şaşırmıştı ama hazır başlamışken bozmadı hiç. Siteminde haklı olduğunu biliyordu. Yaşadıklarına sebep olduğu için suçlu hissetmesini, keyfinin kaçmasını istiyordu karşısındaki şeffaf bir balığa benzeyen adamın. “Aklımı kaçıracağım sandım!”
“Sen değil miydin farklı bir şeyler denemek istiyorum diyen?” Aydın’ın kaşları hafifçe çatıldığında Güneş, küçük bir zafer kazanmış gibi hissetti. “Farklı bir şey denemekten kastım ölmek değildi!” diye bağırdı içini olabildiğince dökmek istediğini fark ettiği için. Yoksa banyonun zemininde oturup fayanslarla birlikte çürüyene kadar bekleyecekti. “Ne verdiğini bile söylemeden sadece iç, iyi gelecek dedin!” Asude sesli bir şekilde öflediğinde Güneş göz ucuyla ona baktı. Kız birasını başına dikerken yüzünde o kadar bıkkın bir ifade vardı ki Güneş’in saçma derecede büyük bir hayal kırıklığı yaşamasına neden oldu. “Çok kötüsünüz! Ya başıma bir şey gelseydi? Ya ölseydim? Ya polisler beni yakalasaydı?”
“Bak güzelim… Köyünden çıkıp geldin. Seni aramıza aldık. Teşekkür edeceğine yaptıklarına bak!” dedi Aydın, sevgilisinin yüzünden çaldığı bıkkınlıkla. Arkasına yaslanıp gözlerini kapattığında Güneş hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Tam bir şey söylemek için ağzını açacaktı ki Asude, “Bırak şunu Aydın” dedi güçlükle. Sabahın eken saati olmasına rağmen, içmeye erken başlamıştı. Başını zorla Güneş’in olduğu tarafa çevirdi. “Kafamızı ütüledin sabah sabah! Git odana zıbar”
“Odamdasınız zaten!” Güneş hiç olmadığı kadar yüksek bir perdeden patlarken elleriyle küçük kanepeyi gösteriyordu. Onun yatağı bu iki kişilik, ancak cenin pozisyonunda uyuyabildiği kanepeydi. Evde ve bu insanların zihninde kapladığı yer bu kadardı işte… “Siktir git, nerde uyursan uyu!” diye parladı Asude, sonra kendi kendine söylenir gibi, "Ekşidi başımıza sabah sabah…” dedi ve zaten Güneş bu sırada büyük bir hışımla odadan dışarı attı kendini. Asude sinirli sinirli birkaç çizik daha attı önündeki resme. Aynı esnada söylenmeye devam etti buz gibi ses tonuyla. “Canımı sıkmaya başladı son zamanlarda zaten iyice. Atacağım evden.”
“Hemen atma sakın. Polise gammazlarsa, yanarsınız.” Aydın elindeki birayı tahta parkenin üzerine bırakıp raftaki boya kutusunu Asude’nin önüne koydu ve hemen karşısına bağdaş kurarak oturdu. Bir dakika sonra bu kutuyu almak için ayağa kalkacağını bilecek kadar iyi tanıyordu sevgilisini. Genç kadın çizdiği tablonun üstüne kırmızı boya dökerken, “Hele öyle bir şey yapsın!” dedi tıslar gibi. “Öldürürüm o kaltağı.”
Güneş üstüne geçirdiği siyah kolsuz bluzun ucunu çekiştirerek düzeltirken diğer yandan boştaki eliyle kapının arkasına asılı olan ceketini çekip üstüne geçirdi. Çantasına hızlı hızlı resim malzemelerini doldurduğu sırada bir yandan da duvardaki saati kesiyordu. Okula geç kalmıştı ve beyninin içi hala uyuşuk olsa da bugün girmesi gereken derste devamsızlık hakkının kalmadığını bilecek kadar kendine gelmişti. Kapıdan çıktığında anahtarlığına takılı olan feneri yaktı çünkü kaldıkları apartman öyle eski öyle bakımsızdı ki ev sahiplerine otuz beş kere söylemelerine rağmen apartman boşluğundaki ışıkları tamir ettirmemişti. Kirayı almak için bile ortaokula giden oğlunu gönderiyordu adam. Düşmemek için sıkı sıkı tahta trabzanlara tutunurken bir yandan da feneri fazla yukarı tutmaktan korkuyordu. O kadar korkunç bir apartmandı ki sanki her an üstüne bir yarasa, büyük bir böcek yahut fare atlayacakmış gibi hissediyordu.
Kendini apartman kapısından dışarı atmayı başardığında rahat bir nefes verdi fakat bu rahatlık yalnızca üç saniye sürdü. Çünkü sokağın karşısında dikilmekte olan iki adam zihnindeki ipin körelmiş ucunu açtı bir kez daha, ip tekrar sökülmeye başladı. Gölgeler geri gelmişti. Dün gece kafası iyiyken dahi onların polis olduğundan şüphelenen Güneş, şimdi bundan emin gibiydi. Arabanın kaputuna yaslanmış sigara içmekte olan bu iki adamın giyim kuşamından tavırlarına, yüzlerindeki sabit ifadeye kadar her şey mesleklerini ele veriyordu. Güneş gecenin ikisiyle bağlantılı olan anılarını hatırlamaya çalışırken öyle panik olmuştu ki kaldırıma takıldı, az kalsın kapaklanacaktı yere. Derin bir nefes alıp onlara doğru yürürken gerçekle yüzleşmekten başka çaresi olmadığını biliyordu.
“Siz…” dedi kısık bir tondan, önce Erdem’in, ardından Taner’in yüzünü kısaca inceledikten sonra. “Ne arıyorsunuz burada?” Sabit bakışları iyice korkmasına neden olunca elini havaya kaldırıp panikle sallamaya başladı. “Gerçekten bana ne verdiklerini bilmiyordum. Ben alkol bile kullanmam. Sadece likör… O da arada…” Taner dün geceki alaycılığından farklı, ciddi, hatta insanın çekinmesine neden olacak kadar otoriter bir tavırla, “Bana hiç inandırıcı gelmedi Güneş. Doğruları söyle. Yoksa arkadaşların yerine sen girersin kodese.” diye tehdit etti kızı. Güneş ağlamaya başlamak üzereymiş gibi hissediyordu. Zorla yutkundu, terlemeye başlayan ensesini elinin tersiyle sildi ve titremeye başlayan ses tonuyla kendini açıklamaya çalıştı. “Yemin ederim…” Kaşları neredeyse gözüne kadar inmiş, dudakları bükülmüş, yanakları al al olmuştu. Küçücük ve mahcup bir çocuğa benziyordu şimdi. “Yurttan atılınca bölümden arkadaşımın evine yerleştim. Bir aydır kalıyorum yanlarında…” Burnundan soluyup oturduğu daireye doğru bakarken kahır doluydu. “Hayatımda ilk kez gittim öyle bir yere…” dedi ve bir kez daha Taner’e doğru baktı. Ellerini önünde birleştirerek, “Lütfen beni hapse atmayın!” diye yalvardı.
“Korkutma kızı…” Erdem kızın halinden eğlendiğini belli etmemeye çalışarak dudaklarını birbirine bastırdı. “Polis değiliz. Dün söylemiştim.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Güneş hem şüpheli hem de rahatlamış ses tonuyla. Erdem ağır ağır başını sallayarak onayladı onu. “Dün seni biz bıraktık evine. İyi olduğundan emin olmak istedik sadece. Bir sorun yok değil mi?” Güneş her şeyi hatırlamıyordu ama bu iki adamdan birinin dün gece onunla ne kadar çok ilgilendiğini ve bunun ona o kafayla bile tuhaf geldiğini hatırlıyordu. Acaba Erdem miydi o kişi? Taner olamazdı, değil mi? Kendisi gibi bir kızla ilgilenmek için fazla yakışıklı ve alaycı bir tipti. Güneş’in kaşları istemsizce çatıldığında, “Neden?” diye sordu. Erdem dalgın bir ifadeyle, “Ne neden?” dedi. “Neden beni önemsiyorsunuz ki?” Taner gözlerini devirdi fakat Güneş o esnada Erdem’e odaklandığı için göremedi bunu. Genç adam ancak, “Cennete gitmeye çalışıyoruz” dediğinde Güneş baktı ona. Yüzünde aynı alaycı ifadeyi görünce içten içe, saçma bir utanç duygusuyla cebelleşti. “Geceleri iyilik avına çıkıyoruz. Mühim bir şey değil.”
“Taner…” Erdem ona yandan bir bakış atarak uyardığında Güneş’in kafası büsbütün karışmıştı. Bu iki, birbirine tamamen zıt adam neden arkadaşlardı ki? Ya da arkadaşlar mıydı gerçekten? Yoksa onları sürekli beraber dolaşmaya iten başka bir sebep mi vardı? Erdem ona doğru dönüp ihtiyatlı tavrıyla, “İçim rahat etmedi sadece.” dedi. Güneş utanmış gibi başını sağa doğru çevirip ensesini sildi yavaşça. “Teşekkür ederim.”
“Bu telefon numaramız. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa buradan bize ulaşabilirsin.” Erdem ceketinin iç cebinden bir not kağıdı çıkarıp Güneş’e uzattı. “Erdem dersen telefonu bana verirler.” Genç kadın başını ağır ağır iki yana doğru sallarken bir yandan kağıtta yazanları inceliyordu. Telefon numarasının altında bir de iş yere adresi vardı. “Söz. Bir daha asla kimseye ihtiyacım olmayacak. Dün geceki son ahmaklığımdı.” Erdem dudaklarını içe katlayarak hafifçe tebessüm ettiğinde Taner sahte bir bıkkınlıkla iç geçirdi. “Hadi gidelim artık. İyilik sayımı yapıyoruz ya…. Gidecek daha çok yerimiz var.” Yorgun bir savaşçı edasıyla sızlandıktan sonra Güneş’e baktı ve göz kırptı Taner. Güneş böyle bir hareket beklemediğinden midir bilinmez, nabzı hızlandı aniden. Erdem Taner’e yine sebebinin ne olduğu belirsiz bir rahatsızlıkla baktı. Güneş’e, onu gideceği yere kadar bırakmayı teklif ettiler sonra, ama kız, neden onlara güvenecekti ki? Kibarca reddetti ve kısaca vedalaştı. Kaçar gibi uzaklaştı yanlarından. Bu iki tuhaf adamla uğraşamazdı bir de, başına yeterince bela açmıştı.
Otobüs durağına doğru yürürken kafasının içinde karışıp birbirine geçen bütün düğümleri kontrol etti tek tek. En azından şu an için açılmaya gönüllü değildi hiçbiri. Biraz sakinleşmeli, ve düğümlerin kendi kendine gevşemesini beklemeliydi. Durakta otururken bugün teslim etmesi gereken eskiz çalışması aklına geldi ve çantasından resim defterini çıkardı. Rastgele açtığı sayfada bir çizim değil, karışık bir el yazısıyla yazılmış cümleler vardı. Bunlar kendisine ait cümlelerdi ve el yazısından karanlık bir sokakta yazıldıkları belliydi. Dün gece gölgelerden biri katiplik etmişti ona… Nefesi daraldı. Tam defterin kapağını kapatıyordu ki en alttaki satıra ilişti gözleri. Sayfa boyunca kendisine ait olamayacak olan tek cümleyi gördü,
“Kendi ismin daha güzel… Bence bundan sonra onu kullan.”
Cümleyi tam olarak idrak edemeden otobüsün gürültülü yanaşma sesini duydu. Alelacele defterini çantasına tıktı ve ayağa kalkıp ön kapıya doğru yürümeye başladı.
Okuldan sonra alt sokaktaki parka doğru yürüyen Güneş’in kafası yüzlerce düşünceyle meşguldü. Yaşadığı eve gitmek istemiyordu, bir önceki geceyi düşünmek istemiyordu, Hele Aydın’ın yüzünü bir daha görmeyi hiç istemiyordu. Hayatının içinde güvenebileceği kimsesi yoktu. Oldu olası göğüs kafesinin ortasında koca bir yer kaplayan bu kimsesizlik duygusu, şimdi hiç olmadığı kadar derinden vuruyordu onu. Hatalarını anlatacağı ve karşısından olur böyle şeyler avuntusu alabileceği biri bile yoktu. Birden çantasının ön gözünden küçük not kağıdını çıkarıp üstünde yazan telefon numarasını incelerken buldu kendini. Parkın kenarındaki ankesörlü telefona yönelince ayakları, karşı koyamadı kendine. Merak mıydı bu? Üç farklı derse girmişti ve hiçbiriyle alakalı tek bir bilgi dahi hatırlamıyordu. Beynindeki ses öyle yüksekti ki kulaklarını ağrıtıyordu. ‘Kim bu adamlar?’ ‘Neden bana yardım ettiler?’ ‘Yoksa ilk kez bana sahip çıkacak birilerini mi gönderdi tanrı?’ ‘Benim kadar şanssız biri için mümkün mü ki bu?’ ‘Ne çıkarları olabilir ki benden?’
Ankesöre bir jeton atıp numarayı çevirirken stresten elleri titredi. Neden böyle bir şey yapıyordu ki şimdi? Kendisi de anlayamıyordu kendini, böyle anlarda.
Bir saat sonra ayaklarını adresteki iş yerinin sokağında buldu. Telefonu hiç kimse açmamıştı fakat bu durum Güneş’i yıldırmak yerine daha da meraklandırmıştı. Neden burada olduğunu bilmeden yürümeye devam etti. Belki de ev arkadaşlarının yaptıklarından sonra iki yabancı adam Güneş’e onlardan çok daha güvenilir gelmişti. Ya da sandığının aksine öylece yaşayıp gitmeye karar vermemişti Güneş, bir çare arıyordu hayatına, içten içe. Gölgeler çare bulabilir miydi ki insanlara?
İşyerinin önünde dikilip bekledi kısa bir süre boyunca, ardından vazgeçmekten korkup bir hışım içeri attı kendini. Geniş bir holle karşılaştı önce. Kenardaki masada bir adam oturuyor, önündeki deri kaplı deftere küçük birkaç not alıyordu. Kapı girişine yakın bir noktada dikilen cüsseli ve takım elbiseli iki adam ona doğru yürümeye başladıklarında Güneş de korkmaya başladı… Burası neydi ki? Ne iş üzerine çalışılan bir işyeriydi? Gözlerinin gördüğü hiçbir yerde, bunu tanımlayacak hiçbir tabela yahut tanıtım afişi yoktu. Gölgeler hangi mesleği yapardı ki? Erdem ve Taner’i gördüğü andan beri polis olduklarını düşünmüşken şimdi bulunduğu batakhanede ne idüğü belirsiz bir iş yaptıklarını düşünmek Güneş’i hayal kırıklığına uğratmıştı. Ona doğru yaklaşıp bir iki metre kala duraksayan iki adam doğrudan bedenini süzmekte, yüzünü incelemekteydiler. Kıza yiyecekmiş gibi bakıyorlardı hiç çekinmeden. Derin bir iç çekip hiçbir şeyden korkmuyormuş gibi görünmeye çalışarak adamlara doğru yöneldi. Tam Erdem ve Taner’i soracaktı ki arka taraftan koyu kahverengi bir kapı açıldı. İçeriden çıkan kişiyse sorusunun cevabıydı.
Taner, şık giyimi ve yakışıklı yüzüyle kıza doğru yürürken kafası karışmış gibi görünüyordu, fakat kötü anlamda değil. Kızın ayaklarına kadar gelmiş olması keyfini yerine getirmişti ve bu yüzündeki tembel sırıtıştan belli oluyordu açıkça. Güneş’in önünde dikilip göz kırptığında kız beceriksiz bir şekilde elini salladı. “Hayırdır?” dedi Taner çapkın bir çene hareketiyle. “Beni bu kadar hızlı özlemiş olamazsın herhalde?”
“Yok… Sadece bir şey sormak için geldim.” Güneş Taner’in cüretkar tavırlarının karşısında yaşadığı paniği çaktırmamaya çalışarak sakin rolü yaptı. Taner nazikçe kolundan tutup onu verandaya çıkardığındaysa hala aynı sakinlikte kaldığından emin olmak adına olabildiğince çok nefes alıp verdi. Temiz havaya çıkmak iyi gelmişti ama, özellikle az önceki basık ortamdan ve tuhaf adamlardan sonra… Güneş çantasından defteri çekip ucunu gösterdi Taner’e doğru. “Defterimde o geceye dair notlar var da… Benim el yazım değil. Notları kim aldı?”
“Ben aldım.” dedi Taner yalan söyleyerek, kendinden oldukça emin bir ifadeyle. Güneş istemsizce kaşlarını kaldırıp, “Öyle mi?” diye sordu. Taner başını öne eğerek ‘evet’ dediğindeyse kız kafasında bir şeyler daha net oturmuş gibi, başını ağır ağır salladı. “Tahmin etmiştim.” Aradan geçen sessiz ve huzursuzluk verici birkaç dakikanın ardından, genç kadın aklına yeni bir şey gelmiş gibi çenesini dikleştirdi ve, “Sonunda bir cümle var. Kendi ismini kullan yazıyor…” dedi usulca. “Onu da ben mi söyledim?” Sesini bilerek yüksek tutmuyordu sanki. Bu, yüksek sesle dile getirilemeyecek kadar utanç verici bir şeydi sanki… “Pek benim söyleyeceğim bir şeye benzemiyor da.”
“Onu ben ekledim” dedi Taner bir kez daha yalan söyleyerek. “Kendi ismin sana daha çok yakışıyor bence.” Güneş, yüzünün tamamına yayılan bir gülümsemeyle başını öne eğip “Başka kimsenin söylemesine müsaade etmiyorum ama…” dedi utanarak. “Sen Güzide diyebilirsin çok sevdiysen.” Taner’in yüzündeki sırıtış daha çok genişlediğinde gözlerinde Güneş’in tanımlayamayacağı bir parlaklık belirdi. “Ama bana söz ver,” Uzanıp kızın gömleğinin yakasını düzeltti yavaşça, tenine hiç değmeden. “Benden başka kimseye müsaade etmek yok.”
“Söz. Sonuçta o gece hayatımı kurtardın. Bu kadar küçük bir sözü verebilirim.” Güneş iyice utanmış, etkilenmiş, ve içinde sebebinin ne olduğunu bilmediği olumsuz duygudan kurtulmuştu Taner’e karşı. Birkaç saniye sonra fark etti ne söylediğini, “Kurtardınız.” diyerek düzeltti hatasını. Bu kez dışarıya karşı saklayamayacak kadar fazla panik olmuştu. “Sen ve Erdem Bey.”
“Erdem bey…” dedi Taner sigarasını yakarken. Güneş’in arkasındaki bir noktaya dikti gözünü bir süre boyunca. “Erdem bey duydun mu? Güzide hayatını kurtardığımız için teşekküre gelmiş.” Güneş irkilerek arkasına baktığında gördü Erdem’i. Yüzü asıktı, omuzlarında anlamlandıramadığı bir gerginlik vardı. Burnundan derin bir nefes çekti içine ve yüz ifadesini toparlamaya çalışarak, “Hoş geldin Güzide.” dedi, ihtiyatlı tavrıyla. Kız birden duraksadı. Dudaklarını içeri doğru katlayarak nefes aldı. “Şey… Güneş.” diye düzeltti Erdem’i. “Az önce Taner’e söz verdim de…” Erdem yan gözle Taner’e doğru baktığında Güneş, Taner’in yüzündeki şeytani sırıtışı göremeyecek bir konumdaydı. “Ondan başkasına Güzide demesi için müsade etmeyeceğim.”
“Öyle mi…” Erdem gerilip ince bir çizgiye dönüşen dudaklarıyla gülümsemeye çalıştı. “Pekala.” Kızın yüzünü inceledi bir süre, “Bir sorun yoktur umarım.” diye sordu, tanıdık gelen ilgili ses tonuyla. “Hayır hayır, yok. Sadece öylesine ziyarete geldim.” Güneş, oldukça rahat bir tavırla yanıt vermeye çalıştı fakat dışarıdan bakan bir göz, onun ne kadar tedirgin, heyecanlı ve stresli olduğunu anlayabilirdi rahatça. “Hala aynı evde mi kalıyorsun?” diye sordu Erdem bu kez de. Güneş’in yüzü asıldı. “Sanırım yakında atılacağım evden. Ama şimdilik maalesef…” O kadar üzgün göründü ki bir an, Erdem’in kaşları çatıldı istemsizce. “Kalacak bir yerin var mı?” Güneş başını iki yana doğru ağır ağır sallarken, “Bilmiyorum. Henüz düşünemedim.” dedi ve gözlerini kaçırdı. “Ailen?”
“Ailem ben küçükken vefat etti. Dayımla büyüdüm ben.” Güneş, hiç istemediği mevzulara girdiklerini belli eder gibi dudaklarını büktü. “Dayım da geçen sene felç geçirdi. Çocuklarının evinde kalıyor.” dedi ve burnundan derin bir nefes alıp verdi. “O yüzden başımın çaresine bakmam gerekecek.”
“Emlakçı bir ahbabımız var. Eğer bir yer bulamazsan uygun fiyata bir yerler ayarlamaya çalışırız.” dedi Erdem hemen. Bu babacan tavır mıydı Güneş’i buralara kadar getiren? Yabancı adamların belki de tehlikeli bir yanı olan ilgilerine karşı aciz miydi bu kadar? “Yeterince başınıza bela oldum zaten. Teşekkür ederim.” Güneş minnettar bir ifadeyle gülümsedi. “Ben öğleden sonraki derse geç kalacağım. Gitsem iyi olacak.” Taner, ilgisini çeken bir konu bulmuş gibi başını sağa doğru eğdi. “Nerede okuyorsun?” diye sorduğunda Güneş de bu ilgiden memnun olmuştu. “Marmara üniversitesinde okuyorum. Güzel sanatlar enstitüsü.” Taner o tanıdık bıyık altından gülümsemesiyle, “Hiç şaşırmadım.” Güneş’i ayak parmaklarına kadar süzüp, “Güzeller güzeli Güzide…” dedi ve kahkaha attı. “Güzel sanatlar enstitüsünde.” Genç kadının yanakları kızardı ve bunu, kendi ısı değişikliği yüzünden kendisi de fark edip daha çok utandı. Beceriksiz bir tavırla elini salladıktan sonra, “Hoşça kalın!” diye şakıdı usulca.
Loş ve basık yolu aydınlatan tek şey, uzun koridordaki tek ve sürekli yanıp sönen, sarı lambaydı. Erdem ve Taner yan yana, aynı dik duruşlarıyla ve hızla yürümekteydiler. Erdem’in kaşları çatık, omuzları gergin, Taner’in, onun aksine yüz ifadesi gevşek, el kol hareketleri rahattı. Birlikte koridorun sonundaki asansöre bindiklerinde asansörün boy aynasındaki yansıma öyle tezattı ki, bu iki adamın nasıl arkadaş olduğuna ayna bile inanmazdı o an. Erdem, üstündeki keten ceketin rengine uyumlu, koyu kahverengi bir pantolon giyerken Taner’in üstünde salaş, deri bir ceket ve siyah kot pantolon vardı. Erdem’in saçları özenle taranmış, Taner’in hafif uzun saçları başının üstünde dağınık ama hoş bir ahenkle dalgalanmaktaydı. Erdem’in kaşları doğduğu günden beri çatıktı sanki, Taner’in ise yüzünde, dünya yansa umurunda olmayacağını belli eder cinsten gevşek bir ifade vardı oldu olası.
Üst kattaki geniş holün ortasında süslü bir kapı vardı. Erdem ve Taner sözleşmiş gibi, doğrudan o tarafa yöneldiler. Erdem ölçülü bir şekilde kapıyı tıklattığında herhangi bir cevap beklemeden odaya girdiler ve duvara yaslanmış masada oturan, şakakları kırlaşmış, kalantor patronlarına bakarak saygılı bir tavırla baş selamı verdiler aynı anda.
“Merhabalar Patron Bey.” dedi Taner, samimi bir tebessümle. Masanın önünde karşılıklı duran iki deri koltuktan birine geçerken müsaade istemeye gerek duymadı. “Hoş geldiniz baylar,” Patron, geniş masanın kenarında duran viski şişesine uzandı ve önündeki boş bardaklara doldurup tekini Taner’e uzattı. Başını kaldırıp Erdem’e baktığında, “Otursana oğlum…” dedi boş koltuğu göstererek. Erdem geçip oturdu, Taner ise viskisinin ilk yudumunu almıştı çoktan.
“Geçen gün yeni bir kız bulduk demişti Taner. Ne oldu o iş?” Olgun adam, dikkatli yüz ifadesiyle önce Erdem’e ardından Taner’e doğru baktı. Erdem elinin altındaki viski bardağını sıkarken, “Yok öyle bir şey.” dedi net bir tavırla. Ses tonu en az yüzü kadar soğuk ve mesafeliydi o an. Taner, Erdem’e yandan bir bakış atarken kaşları gerilmişti. “Bulduk patron. Ağzını aradık biraz, tam istediğimiz gibi. Şüphe uyandırmayacak kadar masum. Üniversitede talebe. Ailesi yok. Ve parasız pulsuz, sokakta kalmak üzere.” Taner büyük bir hevesle Güneş’ten bahsetmeye başladığında Erdem’in dudakları gerildi fakat saniyeler içinde kendini toparlayıp rahat, duygusuz bir ifade takınmaya çalıştı. “Taner…” dedi uyaran bir tondan. Ardından patrona dönüp güven verici bir ifade takındı. “Bence işimize yaramaz. Sakar bir şeye benziyor. İşleri birbirine karıştırır.”
“Ne o? Kıza abayı mı yaktın?” Taner’in yüzündeki ifade saniyeler içinde soğuyup buz gibi olmuştu. Erdem’e dik dik bakarak sorduğu bu soru üzerine esmer olan ceketinin iç cebinden metal sigaralığını çıkardı ve bir dal sigara çekti içinden. Patron, bu iki genç adamın atışmalarına alışkınmış gibi herhangi bir tepki göstermeden, konunun onun için önemli olan kısmına odaklanarak, “Becerebilir mi bizim işleri?” diye sordu. Erdem sıkıntılı bir nefes çekti, sigarasının ucunu tutuştururken.
“Becermesi gereken tek şey, şüphe çekmemek.” Taner, aynı hevesle ve kurnaz yüz ifadesiyle konuşmaya devam etti. “Arkadaşları geçen gün kandırıp kıza bir şeyler vermişler. Bulduğumuzda uçuyordu. Ama sabah yanına gittiğimizde ağlayarak arkadaşlarının onu kandırdığını anlattı.” dedi ağzı kulaklarına varana dek sırıtırken. “O an anladım. O kız işimize baya yarar.” Gözlerini kısarak ve boşluğa bakarak kafasında yaptığı planları aktarmaya devam etti. “Yakalansa, bize çektiği numarayı gerçek polislere de çeker. Ve kurtulur.”
“Numara yaptığı falan yoktu. Görmedin mi o gece kızcağızın halini?!” Erdem, ihtiyatlı karakterine zıt bir fevrilikle Taner’e çıkıştığında Patronun kaşları hafifçe çatıldı. “Ölmek üzereydi!” diye bağırdı Erdem. Yaşlı adam imalı bir bakış attı ona fakat Erdem bunu fark edemeyecek kadar telaşlı bir ruh haliyle dönüp, “Patron, asla… Asla müsaade edemem böyle bir hataya düşmene.” dedi. Patron umarsızca omuz silkti. Sanki bahsettikleri kız bir insan değil de koleksiyonuna ekleyeceği yeni bir figürmüş gibi. “Bana başkalarını bulun, istemediğiniz kimseye almayalım.” Taner, sıkılgan bakan gözlerini devirdiği sırada, Erdem ayağa kalktı ve, “Benim halletmem gereken birkaç iş var, bu yeni kız işiyle de ilgilenirim en yakın zamanda, sen meraklanma patron.” dedi odadan çıkmadan hemen evvel. Taner ve patron baş başa kaldıklarında Taner boşalan viski bardağını doldururken gözlerini akan viskiye dikmiş, birkaç saniye boyunca derin düşüncelere dalmıştı.
“Patron bakma sen buna.” dedi sonunda, Erdem’i kast ederek. “Aradığımız bütün kriterlere uyuyor. Zor buluruz bunun gibisini. Bana güven…” Patron kesik bir nefes aldı ve çekmecesini açıp kalın purolarından birini çıkardı. “Erdem’i kaybetmeyi göze alamam. O en iyi adamlarımdan.” Taner’in yüzünden bir saniyeliğine geçen gölgenin adı kıskançlıktı ama patron bunu fark etmedi. Yüzüne ikna edici, sevimli bir tebessüm oturtup, “Erdem’i ben ikna ederim. Merak etme…” dedi samimi bir tavırla. “Sadece komisyonumu iki katına çıkar yeter.” Patron, ona ‘sen yok musun sen?’ der gibi bakarken başını iki yana doğru salladı. “Eğer kız kıvırırsa bu işi… Söz, kızın yaptığı her işten sana iki kat komisyon vereceğim.”
“Anlaştık.” Taner’in yüzünde hiç olmadığı kadar memnun bir tebessüm oluşurken yavaşça ayağa kalktı. “Arabanı ödünç alabilir miyim?” diye sorduğunda patron imalı bir sesle, “Hayırdır?” dedi. Taner omuz silkti, kibirli tavrıyla. “Kızı boş bırakmamak lazım.” Patron omuzları sarsılarak güldü sessizce. “Çakal…” İkinci çekmeceyi çekip arabanın anahtarını çıkardı ve fırlattı. Taner keskin bir refleksle anahtarı havada yakaladığı sırada yaşlı adam, “Kaza falan yapma sakın.” diyerek tembihte bulundu. Fakat Taner çoktan odadan, hatta mekandan ayrılmıştı…
Taner, Güneş’in evinin bulunduğu sokakta, arabasını kenara çekmiş oturuyordu. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını tutuşturduktan sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi ellerini pantolonunun ceplerine soktu. İki cebi de dışarıdan bakıldığında dahi kalabalık görünüyordu. Onlarca buruşuk kağıt parayı çıkarırken bir yandan sigarasını içmeye devam ediyor, dumanını dudağının kenarından yavaşça üflüyordu. Paraları torpidoya gelişigüzel bir tavırla atıp yeniden arkasına yaslandı. Aradan bir iki dakika bile geçmemişti ki sokağın başında, rüzgardan savrulan güzel, sarı saçlar göründü. Güneş çok hoş, yazlık bir elbise giymişti üstüne. Eflatun rengi, pileli elbisesine tezat kocaman, siyah bir çanta takıyordu. Taner kızın güzel fiziğini baştan aşağı süzerken yüzünde etkilenmiş bir ifade yoktu, dudaklarındaki kurnaz kıvrımlar vardı yalnızca…
Arabayı yavaşça Güneş’in yürüdüğü hizaya doğru sürüp camını aşağı indirdi. “Gideceğin yere kadar bırakayım mı?” diye sordu hoş bir tavırla. Taner kadınlara nasıl davranmasını iyi bilen erkeklerden biriydi. Güneş birden duyduğu sesle irkilip sağına doğru baktı ve sesin sahibinin Taner olduğunu anladığı an yüzünde güller açtı. “Taner!” Genç adam hoş bir ifadeyle gülümsedi ve, “Atla.” dedi.
Güneş, Taner’in seksen yedi model mercedesinin ön koltuğuna yerleştiği sırada kalbi güm güm atıyordu. Fiziksel olarak kalp atışlarını duyduğunu sandı bir an, Taner de duyabiliyor mudur acaba diye endişelendi hatta. Neyse ki ona çok uzun gelen birkaç dakikanın ardından daha sakin hissediyordu. Taner ona yandan, tatlı bir bakış atıp, “Nereye?” diye sordu. Güneş pencerenin dışından akan sokağı izlerken omuz silkti. “Aslında bilmiyorum.” dedi dürüstçe. “Ev aramak için çıktım. Arkadaşımla çok fena kavga ettik yine. Birkaç gün içinde taşınmam gerek.”
“Erdem’in bahsettiği arkadaşıma götüreyim seni o zaman. Başka türlü kısa sürede ev bulamazsın.” Taner tasvip etmez bir tavırla çenesini dikleştirdi. “Hele ki yalnız yaşayan bir genç kız olarak…” Başını Güneş’e doğru çevirirken dudakları bir kez daha yukarı kıvrıldı. “Kurda kuşa yem olma.” Güneş, hayatında belki de ilk kez böyle ilgili bir tavır gördüğünden yüzünde oluşan gülümsemeyi tutamadı. Ama bu kısa neşe anı devamında dünyadaki herkes tarafından güveni sarsılan kızın kaygılarına dönüştü. Kesik bir iç çekti alnı kırış kırış olurken. “Bana karşı neden bu kadar iyisin?” diye sordu dilini tutamayıp. Taner doğrudan kızın gözlerinin içine baktı bu kez. Artık sırıtmıyordu. “İyi değilim.” Uzanıp kızın alnına dökülen bir tutam saçı nazikçe geri itti. “Sadece senden hoşlandım.” Güneş az kalsın bir hayret nidası kaçıracaktı ağzından. Yüzündeki ifadenin ne halde olduğunu tahmin dahi edemiyordu ama Taner’in tuhaf bakışlarından anladığı kadarıyla normal görünmüyordu o an. Taner birdenbire, bu durumdan çok eğlendiğini belli eder şekilde güldü, “Ne o, korktun mu?” diye sordu alaycı bir tavırla. Güneş başını yavaşça iki yana doğru sallarken, “Sadece şaşırdım.” dedi bakışlarını kaçırarak.
Taner arabayı aniden sağa çektiğinde Güneş kalbi duracak sandı. Adam arabayı sürerken bile ona uzun uzun bakabiliyordu, şimdiyse hiçbir engel kalmamıştı geriye. Uzanıp bir kuş tüyü kadar hafif parmak uçlarıyla çenesini okşadı kızın. Güneş’in yanaklarına iki ateş parçası hücum etti. “Ne kadar güzel olduğunun farkında bile değilsin.” dedi usulca Taner, alt perdeden sesiyle. Sanki bir rüyanın içindelermiş gibi hoş çıkmıştı sesi. Başını hafifçe sağa doğru eğdi kızın, elinin tersiyle şakaklarını okşadı bu kez de. “Senin için neleri feda edebileceğim hakkında en ufak bir fikrin yok, değil mi?” Güneş, duyduğu bu güzel sözlerin üzerine bayılacakmış gibi hissetti. Daha o anı hazmedemeden Taner’in yüzü ona doğru yaklaştı, Güneş’in gözleri karardı gerçek anlamda. Taner uzanıp dudaklarını kızın şakaklarından çene hattına kadar usulca indirdi. Hiç değmeden, yalnızca rüzgarını hissettirerek dudaklarının… Güneş’in ensesi terlemeye başladı heyecandan. Taner biraz da dudaklarının kenarında oyalandı, burnunun ucunu hafifçe alt dudağına sürttü kızın. Güneş, tutunacak bir şeye ihtiyaç duydu ve çareyi Taner’in geniş omuzlarında buldu. Genç adam, bu kez dudaklarını doğrudan kızın dudaklarına uzattı. Bu, Güneş için son damla olmuştu. Tutunduğu omuzları kendisinden yalnızca bir santim uzaklaştırabildi ve, “Dur…” diye fısıldadı, nefes nefese kalmasına yetmişti az evvel yaşananlar. Taner bir rüyadan uyanmış gibi bir şaşkınlıkla baktı bal rengi gözlerine. “Ne oldu?”
“Hayır demeyi beceremem ben aslında. Ama, yapma…” dedi Güneş, utangaç ifadesiyle gözlerini yakışıklı adamdan kaçırırken. Taner’in dudakları yukarı doğru kıvrıldı. “Ne güzel becerdin işte.” Uzanıp saman sarısı saçları okşarken konuşmaya devam etti. “Beni reddettin.” Güneş’in dudakları aşağı doğru büküldü, gözlerinde telaş vardı. Taner tarafından yanlış anlaşılmak o an için en büyük korkusuna dönüşmüştü. “Reddetmedim. Sadece herkes gibi olmanı istemedim.” Bir yakınlık göstermek üstüne düşen bir vazifeymiş gibi hissetti ve elini yavaşça Taner’in elinin üstüne koydu. “Çünkü seni gerçekten tanımak istiyorum.”
“Ya tanıdığında benden hoşlanmazsan?” diye sordu Taner, bıyık altından gülerek. “Ya da daha kötüsü… Ya aşık olursan?” Güneş nefes almaya çalışıyor ama başaramıyordu. Zihni bomboş kalmış gibiydi, sanki ne yapması gerektiğini anlamak için beynine müracaat ediyor ama yalnızca boşluktaki yankıyı duyuyordu. “Kalbimin böyle atması çok anlamsız. Seni ne zaman görsem, bana ne zaman böyle şeyler söylesen ağlayasım geliyor...” dedi sonunda, dürüstçe. “Dün gece sabaha kadar senin resimlerini çizdim. Durduramadım kendimi.” Histerik bir ifadeyle sırıtırken başını öne doğru eğdi utançtan. “İlhamımı bulmak için çok uğraştım. Ama sonunda bana gerçekten ilham veren bir şey buldum.” Bütün cesaretini toplayıp başını bir kez daha kaldırdı ve doğrudan Taner’in gözlerinin içine baktı. “Seni.”
“Resmimi çizmene gerek yoktu.” dedi Taner usulca. Uzanıp elinin tersiyle boynunu sevdi bu kez kızın. “Resimler, kaybolacak şeyleri saklamak için…” Yüzünü Güneş’in yüzüne doğru yaklaştırdı varlığını ispat etmek istercesine. “Ben yok olmayacağım.” Dudaklarından çıkan fısıltı çarptı önce kızın yumuşak tenine. Hemen ardından dudakları geldi. Güneş’in bu kez hayır demeye gücü kalmamıştı. Anın büyüsüne kapılmaktan başka çaresi yoktu. Parmaklarını uzun çoraplarının altındaki dizlerine geçirip tüm gücüyle sıktı. İçinde taşan heyecan, parmaklarına güç olarak geçmişti sanki. Dizleri neredeyse kanayacaktı. Taner, bu tarz konularda ne kadar tecrübeli olduğunu ispat edercesine bir tavırla dudaklarını yavaşça kımıldattı Güneş’in güzel, orantılı dudaklarının üzerinde. Çok uzatmadı, yoğunlaştırmadı. Bu küçük, tecrübesiz kızı ürkütüp elinden kaçırmayı göze alamazdı. Güneş yavaşça gözlerini açtığında, Taner’in altın rengi gözleri onun dolu gözlerinin tam önündeydi.
“Seni Kemal abiye götürelim, hadi!” dedi. “Emlakçı ahbabımız.”
Taner ben senin ağzının yayını cidden ya, mahvoldum Erdem... Güneş yapma abla bak sen sanatçı insansın senin sezilerin güçlüdür dön o yoldan bak Erdem abi sana zarar gelmesin diye işten vazgeçer ama bu öyle mi tamam belki yakışıklı ve çekici ama insanlığı tamamlanmamış olgunlaşmamış biri lütfen başkan yapma gerek yok başkan.
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.