Önümüzdeki kemerli kapı, ilahi bir güçle iki yana doğru süzülerek açıldı. Amon elini, göğüs hizasında öne doğru uzatmış, bense elimi onun elinin üstüne koymuştum. Ne samimiyetsiz bir el tutuşması... Patriam'a ait olduğu sürece çok romantik görülen hatta kutsal olduğu düşünülen bağlar bile resmi, kuralına uygun, duygusal yakınlıktan uzak görünüyordu, en azından taşradan gelen biri için... Büyüdüğüm yerde insanlar birbirlerine Moira'ya ihtiyaç duymadan aşık olur, zor hayat şartlarının içinde birbirine tutunur, el ele verdikleri sürece daha güçlü hissederlerdi. İnsanlar özgürce dans ederdi Kasımpatı Köyünde verilen nişan ve düğün davetlerinde. Kendi imkanlarımızla yaptığımız müzik aletleriyle çalınan melodilere karşın buradaki cilalı, yüksek sesli, pahalı piyanolar, arplar, kemanlar öyle yapay hissettiriyordu ki bana...
Ortada duran devasa dikdörtgen masa, protokolü ağırlamak için özel olarak hazırlanmıştı. Parlak, mor renkli mermerden yapılmış masanın üstünde el boyaması desenler, bir iki metre üstüne asılan telden kemerlerin arasına dizilmiş, uçuyormuş gibi görünen şamdanlar, ortada çeşit çeşit yemekler ve içkiler vardı. Sandalyeleri bile farklıydı diğer masalardan. Hepsi koltuk kadar rahat, kraliyet tahtları kadar gösterişliydi. Üç beş metre ötemdeki bu renk ve şaşa cümbüşü bulanık görüşümle ve durmaksızın dönmeye devam eden başımla birleşince, bir anlığına tökezleyecek gibi oldum. Başımı hafifçe öne eğip adımlarımı kontrol ederken Amon’un kaşlarını çattığını görmekten ziyade hissediyordum… Bu aptal seremoni de tek eksik sarhoş bir veliaht gelindi… Eh benim de bir takım açıkları kapatmakta üstüme yoktu oldum olası. Dudaklarımın arasından sessiz bir kıkırtı kaçtı. Amon’un elimin altındaki parmakları öyle bir gerildi ki üst eklemlerinden kopup oraya buraya sıçrayacaklar diye aklım çıktı. Bir kez daha kıkırdadım. Amon boğazını temizlermiş gibi yaparak hafifçe bana doğru eğilirken,
“Yapman gereken tek şey dümdüz durmak…” dedi dişlerinin arasından. “O kadarını bile yapamıyor musun?”
“Niye? Patriam’da gelinlerin neşeli olması da mı yadırganan bir şey?” diye söylendim. “Yoksa herkesin senden iliğimle kemiğimle nefret ettiğimi anlaması daha mı iyi olurdu? Öyleyse istediğin an tepene atlayıp o kibirli yüzüne birkaç esaslı çizik atabilirim memnuniyetle…” Sarsak sesim üzerine Amon sıkıntılı bir iç geçirdi. Sanki sarhoşluğuma karşı gösterdiği küçük bir hoşgörü kırıntısıydı sessizliği. Bense aksine konuşmaya devam etmesini, onu rezil rüsva edeceğim noktaya gelinceye kadar beni kışkırtmasını istiyordum içten içe. Sağduyulu tarafın Amon Fama olması tuhaftı. Gözlerinden sezdiğim delilik, mevzu itibarı olduğunda kendini ustaca dizginleyebiliyor, dünyanın en ketum insanı olduğu için bu onun için çok da zor olmuyordu. Her saniye veliaht prens hakkında yeni bir şey öğrenmek beni ona yakınlaştırmak yerine midemin alt üst olmasına neden oluyordu. Onu tanımak istemiyordum, farklı durumlara verdiği farklı tepkileri öğrenmek, hoşgörüsüyle beni ezmesine şahit olmak, şu an yanında dikilmek hatta Amon’un birkaç kilometre yakınına dahi yaklaşmak istemiyordum.
Kral Armais, protokol masasının başında tek başına oturuyor, onun koltuğu gerçek bir tahta benziyordu. Diğerlerinden iki kat geniş ve en az yarım metre yüksekteydi. Yüzündeki onurlu gülümseme, bir çeşit böbürlenmeye benziyordu daha çok. Kibirli bir yanı vardı. Prens oğlunu taşradan gelen bir kızla evlendirmek konusunda neyin böbürlenmesini yaşıyorduysa artık... Her şey öyle anlamsızdı ki... Olayları başından sonuna kadar açıklamıştı bana. Her ne kadar söylediği şeylerin yarısına inanmamış olsam da ben biliyordum. Ya diğerleri? Keşke... En azından kendi itibarını düşünüp engel olsaydı bu bağa. Keşke... Elimin altında buz tutmuş deri parçasına bir kez bile değmek zorunda kalmasaydım ben de.
Armais'in sağında orta yaşlı vakur bir adam, solunda da Sierra vardı. İkisi de oldukça şık takımlar giymiş, protokole uygun bir asaletle oturmaktaydılar. Masanın ortalarına doğru bir koltukta, tanıdık bir yüz çekti dikkatimi; Daimon. Normalde açık bir tona sahip olan gözleri koyulaşmış, karanlık bir pus çökmüştü sanki önlerine. Omuzları kıpırtısız, boynu dik, dudakları gergindi. Nefes bile almıyordu sanki o an. Amon ile birlikte verandadan aşağı doğru inerken bizi takip eden gözleriydi verdiği tek yaşam belirtisi. Eh… Aiduvalık görevlerini kusursuzca yerine getirmek için özel olarak yetiştirilmişti. Öfke problemleri yaşadığından emin olduğum Amon’u sürekli kontrol altında tutmak, böyle ciddi bir davette yanlış bir hareket yapar diye sürekli tetikte hissetmek tahminimden çok daha zor, gerici bir vazife olmalıydı… Yani… Daimon’un somutlaşmış kötücül ruh haline başka bir yanıt aramak, akıl karı değildi pek. Eğer üstüne çok düşünürsem… İçinden hiç çıkamayacakmışım gibi hissediyor ve hiçbir şeyden korkmadığım kadar çok korkuyordum o yanıttan.
Daimon’un yanında, mürdüm rengi upuzun, tüm bedenini saran hoş bir elbise giymiş olan genç bir kadın oturuyordu. Griye dönük kumral saçları bukleler halinde çıplak omuzlarına dökülüyor, başına taktığı altın taç, bir kraliyet tacı kadar ihtişamlı olmasa da kendine özgü, sade bir şıklığa sahipti. Ona ait olan bir şey, belki duruşu, bakışı, dizlerinin üstünde duran nahif eli… Bilmiyorum belki de tüm bu detayların bütünü insana, bu kızın önemli biri olduğunu hissettiriyordu. Boştaki eli, Daimon’un kolundaydı. Bizim kasıntı yürüyüşümüzü izlerken ona doğru eğilip gülümseyerek bir şeyler söyledi. Göğüs kafesimin ortasında anlık bir sarsıntı yaşandı. Daimon’un kıpırtısız yüzü ve doğrudan bana odaklanan dikkatli gözleri, sanki göğsümü saran kemikleri sıkıca tutup durdurdu o sarsıntıyı. Kızın ilgisine vermediği taviz, dudaklarımın kenarındaki minik bir tebessüme dönüştü.
Daimon’un omzunun üstünden, daha uzak bir noktaya baktığımda gördüm onu. Siyah, abartılı elbisesinin eteklerinden ışık kırılmaları yaratan ince teller akıyordu. Artık ağlamıyordu. Yüzü, bir ölüm soğukluğu taşıyordu, sıcak gözyaşlarının yerini buz gibi öfkesi almıştı. Güzeller güzeli Thalia… Aylarca kendisi için özel olarak hazırlattığı elbisesi benim üstümdeydi şimdi. Tüm tersliklere rağmen, yedekte tuttuğu elbiseyle bile bir kraliyet mensubu gibi görünüyordu. Yüzündeki asil hatlar, incecik boynu ve hoş bir şekle sahip olan dik omuzları… Bunlar öğrenilmiş şeyler olamazdı. Doğuştan kraliçe olarak yaratılmıştı o. Peki… Neden şimdi, hayatının en mühim günlerinden birinde Amon’un yanında yürümüyordu? Gencecik insanların duygularından, hayallerinden daha mı önemliydi bunak Moira büyücüsünün söylediği ilahi? Kesik bir nefes aldım. Thalia içinde yaşadığı öfkeyi etrafında fır dönen hizmetkarlarından çıkarırcasına yürüyüp Protokole doğru ilerlerken birkaç meraklı göz ona doğru döndü. Davete en son giriş yapan üç kişi… Amon, ben ve Thalia… Fakat Thalia geciktiği için arka kapıyı kullanmak zorunda kalmıştı…
Protokol masasından upuzun, yapılı bir adam ayağa kalktı. PSA’da öğrenci olmadığından emindim. Onu hiç etrafta görmemiştim, bir kere görünce bir daha unutulmayacak cinsten, güçlü bir auraya sahipti. Bunun yanında bir öğrencidense, iş hayatına atılmış, gençliğinin daha ileri yaşlarında olduğu da her halinden belliydi. Oturmuş yüz hatları, ciddi omuzları, nazik ve dengeli gülümseyişi etrafa hoş bir hava yayıyordu. Başında, Daimon’un yanında oturan kızın başındakine benzeyen, ince, gümüş rengi hoş bir taç vardı. Thalia’nın sandalyesini çekmeden önce önünde reveransa benzer bir selamlama yaptı kibarca. Thalia mekanik bir ifadeyle gülümsediği sırada başıyla selamladı onu ve yanına otururken ruh hali birkaç saniye önceye göre daha sağlıklı görünmeye başladı.
Protokole biraz uzakta, kenarında iki basamaklı bir merdiven bulunan, yuvarlak bir kürsü kurulmuştu. Amon ile kürsüde dikildiğimiz sırada doğrudan önüme bakmaya başladım. Kral Armais ile aynı hizadaydık şimdi ve yeterince şaibeli şey birikmişti zihnimde, başka başka yüzler yüzünden. Bir diktatör kral eksikti kafamın içinde o an, eh o kadarıyla baş edebilecekmiş gibi hissetmiyordum artık. Ön kokteylde içtiğim beş farklı çeşit kokteyl ve Daimon’un bana verdiği iksir karışıp bileğimin içinde, bir nabız gibi atmaya başlamıştı. Kafamda canımı sıkan onlarca düşünce dolanmasına rağmen dudaklarım kıkır kıkır gülmek, omuzlarım şen kahkahalarımın etkisiyle öne doğru sallanmak istiyordu. Daimon’un iksiri, her dakika etkisini daha net gösterdi, yüzümde oluşan aptal sırıtış toparlayamayacağım derecede gevşek bir noktaya geldi neticede. Hizmetkarlar kırmızı giyinmişti, ellerindeki yuvarlak tepsilerle masalara yaklaşırken ahenkle dans ediyorlardı. Kürsünün arkasında kalan iki masanın sağında üç kız birbirlerine doğru eğilmiş, fısır fısır konuşuyorlardı.
“Lima’nın bu kadar güzel bir kız olduğunu hiç fark etmemişim.” dedi biri. Diğeri sesli bir nefes alıp,
“Ninem de Amon için özel olarak hazırlansa bu kadar güzel görünürdü, saatlerdir yüz kişi süslüyor kızı bir zahmet.” dedi kıskançlıktan çatlamak üzere olduğunu belli eden ters sesiyle. Dudaklarımı yumruğuma gömerken kahkahamı bastırmaya çalıştım fakat tam olarak başardığım söylenemezdi.
“Sessiz gül.”
Duyduğum kısık, tok sesle irkildim. Başımı hafifçe çevirip Amon’un yüzünü incelediğim sırada fark ettim dudaklarımdan kaçan kıkırtıların etrafımdaki yankısını. Elimi ağzıma örttüm, gülüşümü tutmaya çalışırcasına burnumdan derin nefesler alırken.
“Ama çok komik…” diye fısıldadım dudaklarımı toparlayıp öne doğru bükerken. “Herkes bizim hakkımızda konuşuyor ve bana imreniyor… Komik çünkü şu anda dünya üzerinde olmak istediğim son yerdeyim. Ve kafalarında ideal koca adayı olarak gördükleri sen de elinde olsa beni bir kaşık suda boğarsın.” Amon burnundan derin bir nefes aldı ve usulca boğazını temizledi. Ama bu, bir anlığına kısa bir gülüş gibi değdi kulaklarıma. Saçma bir yanılsama yaşadım muhtemelen, o kadar keyifli hissediyordum ki etrafımdakilerinde öyle olduğunu varsayıyordum sanırım…
Yanımıza iki erkek hizmetkar gelip kürsüye çıkmadan ellerini bize doğru uzattılar iki taraftan. Ellerinde siyah kadehler tutuyorlardı, başları öne doğru eğikti. Bizimle göz göze gelmeleri dahi yasaktı muhtemelen…
Kadehi elime aldığımda yeni bir şaşkınlık daha yaşattı bana içindeki sıvı. Kızıl-turuncu renkteki içki, kadehin içinde, alev dalgaları gibi dönüyor, sanki sıvı bir lavmış gibi küçük kıvılcımlarla parlıyordu.
“Vay!” dedim nefes vererek. Oldukça etkilenmiştim ama sanırım bu kadar çok etkilenmek normal değildi… Amon yandan bir bakış attı alık alık içkiyi seyreden yüzüme. Ardından dışarıdan görünmeyecek kadar hafif bir refleksle kolumu dürttü.
Kral Armais, oturduğu yerden kadehini kaldırdığında salondaki herkes aynı anda ayağa kalkıp kadehlerini bize doğru uzattı. Armais, yüzündeki çirkin gülümsemeyle konuşmaya başladığında, midemdeki tüm sıvılar karışmış gibi keskin bir bulantı hissettim. Neyse ki saygıyla başımı öne eğmiş gibi davranmak yüzümü buruşturduğumu gizlemeye yetmişti.
“Biricik oğlum Amon Fama ve gelecekteki gelinim Lima Fama; Moira bağınızı kutluyorum. Şerefinize…”
“Geleceğimizin şerefine!” Tüm salon, aynı anda söyledi bunu. Ardından yerlerine oturdular ve içkilerini içmeye başladılar neşeyle.
‘Sadece bir yudum.’ Daimon’un zihnimde aniden yankılanan sesiyle irkildim. Kadehimi dudaklarıma yaklaştırırken alttan alta gülüyordum ve Daimon’un bu gülüşü gördüğüne emin oldum saniyeler sonra. ‘Lima!’ Kadehi kaldırıp başıma dikerken zihnim kahkahalar atıyordu. Daimon burnundan soludu.
Kadehte bir damla kalmayana dek içtim bütün şarabı. Ama sonra… Göğsümden başlayıp karnımın her noktasına yayılan alevle sarsıldım. İstemsizce öne doğru eğilirken gözlerim sıkı sıkıya kapanmıştı. Amon sert bir refleksle kolumu tuttu. Protokol masasından birkaç kahkaha ilişti kulaklarıma. Armais’in yanında oturan yetişkin adamdan çıktığını tahmin ettiğim ses,
“Leydi Lima’nın ilk Pyrion deneyimi olmalı.” dedi, üstten bir tavırla.
Başımı kaldırdığımda Amon koluma girmiş, beni kürsüden aşağı indiriyordu. Elinde tuttuğu kadehin neredeyse tamamı doluydu hala. Bize ayrılan masaya doğru yürürken iki kenarı bitkilerle dolu ince bir koridordan geçtik. Amon, sarı çiçekli bir bitkinin dibine doğru eğildiğinde anlamadım ne yapmaya çalıştığını önce. Sonra yutmak yerine ağzında tuttuğu şarap yudumunu bitkinin dibine tükürdüğünü fark ettim. Yalnızca bir saniye içinde, sarı çiçekler ateş kırmızısı rengini aldı ve taç yapraklarının ucunda küçük kıvılcımlar oluştu. Şaşkın şaşkın bitkiye baktım yanından geçip gidene dek. Sanki benim midemde de o yaprakların ucundakilere benzer kıvılcımlar patlıyor, göğsüme doğru tırmanıyordu.
“Pyrion…” diye fısıldadı Amon dişlerinin arasından. “Hephaistos’un cehennem ocaklarında damıttığı gizli bir iksir, törenlerde açılış şarabı olarak ikram edilir çünkü özel bir güce sahip.” İki kişilik masadaki sandalyeyi benim için çekerken dudakları gergin bir ifadeyle büküldü. “İçen kişilerin bedenlerine ateş verir. Bu ateş… Yalnızca düşmanları yakan türden bir ateştir. Davetlerin ne kadar dostane, düşmanlardan ve tehlikeden uzak olduğunu göstermek için Patriam’ın tören geleneklerinden biri haline gelmiş yıllar önce.”
Karşımdaki sandalyeye otururken yüzü ifadesizdi. Onu tanıdığım günden beri bana kurduğu cümlelerin on katı uzunluğunda konuşmuştu ilk kez. Boynuma doğru yükselen ateşin anlamını bileyim diye… Onu rezil etmemem, içimdeki ateşe sahip çıkmanın bir yolunu bulmam için… Sonuçta sorunumu anlamadan çözümünü bulamazdım, değil mi? Amon kendi çıkarları için yormuştu ağzını. Ve mesafeli duruşuna geri dönmekte vakit kaybetmemişti hiç.
Protokole birkaç metre uzaklıktaki masamızda, ben krala dönük bir yönde oturuyordum. Armais takdim törenine devam etmek için ağır hareketlerle ayağa kalkarken Amon ayağının ucuyla bacağıma vurdu. Ardından bir şey oldu… Hiç beklemediğim ve kafamı çok karıştıran bir ses… Zihnimde yankılandı.
‘Şimdi ufak bir ritüel gerçekleşecek.’ Amon’un sesini ilk kez kulaklarımda değil, zihnimin içinde duymak omuzlarımı titretti. ‘Sen de mi telepati kurabiliyorsun benimle?’ diye sordum şaşkın şaşkın. İç sesim bile sarhoşluğumu ele veriyordu. Hatta fiziksel sesimden daha çok… ‘-de mi derken? Moira bağına sahip olan herkes birbiriyle telepatik olarak iletişim kurabilir. Of neyse. Senin saçmalıklarına ayıracak vaktimiz yok şu an. Ayağa kalk.’ Aldığım komut üzerine refleks olarak sandalyemi geri çektim ve ayaklandım. Amon, zihnimin içinde, durmaksızın devam ediyordu konuşmaya. ‘Kralın üç adım yakınına kadar yürü. Yüzüne bakma. Adımlarını karıştırma.’ Göz devirme isteğimi bastırarak Amon’un yanından geçip Kral Armais’e doğru yürürken beynimin ucunda bir yerde, Amon’un babasından neden ‘kral’ diye bahsettiğini düşünüyordum. ‘Seni ilgilendirmez.’ Zihnimde çınlayan sert ses üzerine burnumdan derin bir nefes aldım. ‘Düşüncelerimden uzak dur veliaht!’ diye uyardım onu sertçe. ‘Düşüncelerini duyamıyorum aptal. Yalnızca ruh halindeki değişiklikleri hissedebiliyorum ve bunun üzerinden ne düşündüğün hakkında çıkarım yapmak hiç zor değil.’ ‘Ukalalığın bitince anlatırsın ne yapmam gerektiğini ben kazık gibi dikilir beklerim böyle sorun yok!’ diye söylendim, Armais’in biraz ötesinde dikildiğim sırada. Zihnimde kısacık, iki saniyelik bir kahkaha yankılandı. ‘Benim bir şey söylememe gerek yok, Kral seni yönlendirecek, hayatımın en eğlenceli birkaç dakikası için…’ Amon’un keyifli ses tonu sırtımın ürpermesine neden olurken bir anlığına gözlerimi kapattım. Gün boyu huysuz tavrıyla dolaşan ve kalıtımsal bir mutsuzluğa ve ketumluğa sahip olduğunu düşündüğüm veliaht prens, birdenbire neden ve nasıl bu kadar keyiflenebilmişti? Başıma neler gelecekti kim bilir…
Armais’in ardında kalan kemerli kapı açılıp içeriye devasa bir nesne taşıyan iki iri yarı görevli girdiğinde gözlerimi kısıp o tarafa doğru alttan bir bakış attım. Taşıdıkları şeyin üstü, siyah, büyük bir kumaş parçasıyla örtülmüştü. Adamlar ellerindeki şeyi kral ile tam ortamıza yerleştirip başlarını hiç kaldırmadan geri geri çekildiler ve ayrıldılar salondan. Kral Armais’in mesafeli nezaketiyle,
“Başını kaldırabilirsin Lima.” dediğini duydum ve çenemi yavaşça dikleştirip kralın yüzüne baktım, ifadesiz gözlerimle. Siyah kumaşın ucundan tutup yavaşça çekerken yüzünde anlamlandıramadığım bir imaya sahip, meydan okur gülümsemesi asılı kalmıştı. Kumaş dalgalanarak yere döküldüğünde protokol masasının önünü tamamen kapatacak kadar büyük olan boy aynası ortaya çıktı. ‘Bunun adı; Ruh Aynası’
“Bu aynaya Patriam’da Ruh Aynası, deriz.”
Daimon ve Armais aynı anda farklı iletişim şekilleriyle, beni, karşımda duran aynayla tanıştırdılar. Ayna öyle bir açıda duruyordu ki ne ben, ne Armais ne de salondaki başka biri, şu an için kendi yansımasını göremiyordu.
‘Lima, anlatmaya vaktim olmadı ama bu ayna ritüeli önemli baya. Birazdan seni azıcık zorlayacak bir beş on dakika geçireceksin ama eğer seni tanıyorsam… Altından kalkamayacağın hiçbir şey yok. Sadece… Zihnini bende tutmaya devam et. Bağlantıyı koparma, sana yardım edeceğim.’
Daimon’un sesi pusluydu. Benden bağlantıyı koparmamamı rica ederken tedirgindi. Buna bir türlü anlam veremedim, sanki biliyordum nasıl telepatiden çıkabileceğimi de… En başından beri Daimon yönetmişti iletişimlerimizi, o başlatıp o bitirmişti. Ben ona ilk sözü söylemeyi bilmediğim gibi zihnimden nasıl savmam gerektiğini de çözebilmiş değildim henüz. Bu konuda yetkim olduğunu dahi bilmiyordum şu ana dek.
Ah… Elbette yetkim vardı. Yalnızca Daimon, kontrolü elinde tutmak için bunu bana öğretmemişti şu ana dek. Şimdi de ruhumun ve zihnimin gücünü hesaba katarak, kendi kendime bulduğum bir yolla onu zihnimden kovma ihtimalinden korkuyordu.
‘Şaka gibisin…’ dedim, bir yandan Armais’in yüzüne samimiyetsiz bir gülümsemeyle bakarken. ‘Daimon… İyi arkadaşız sanıyordum. Beni kontrol altında tutmak istediğin bir kukla olarak görüyormuşsun meğer.’ Daimon burnundan nefes vererek güldü. ‘Bu mevzuyu saçma sapan bir yere çekmeni bugünkü stresine veriyorum Lima. Ben… Sadece… Öğretmek için benimle telepati kurmak istediğini söylemeni bekliyordum…’ Kalbim nefes boruma takılıp boğazıma kadar yükseldi sanki. Ağzımın içinde duydum atışlarını. Durumu dışarıya çaktırmamak için dudaklarımın kenarındaki kıvrımları daha da yukarı çektim. Daimon’un son cümlesi üzerine söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Çünkü söyleme ihtimalim olan birkaç şey… Ağzımdan çıktığı an ikimizin idam sehpasına dönüşürdü…
“Müstakbel gelinimin, aldığım duyumlara göre oldukça güçlü olan ruhunu sergilemesi için bir ritüel yapacağız, tabii senin de iznin olursa Lima.” Önce salondaki insanlara, ardından bana doğru bakan Armais, beni derin rüyamdan –kabusumdan- uyandırdı. Omuzlarım hafifçe irkilirken, başımı öne eğerek ne olduğunu bile bilmediğim bu ‘azıcık’ zor ritüele onay verdim. İki kırmızı elbiseli kız dans ederek aynanın etrafına doğru yürümeye başladıklarında dudaklarım yeni bir kıkırtı için yukarı doğru kıvrılmak üzereydiler. Neyse ki son anda, kendimi frenlemek zorunda olduğum bir yerde dikildiğim aklıma geldi.
Ayna doğrudan bana çevrildi. Zihnimdeki Daimon kesik bir nefes aldı.
‘Ruh Aynası, bizim en büyük düşmanımızdır, yani kendimiz.’
“Ruh Aynası, Patriam’ın kutsal emanetlerinden biridir. Ona bakınca gördüğün şey, senin en ezeli korkun, en büyük düşmanın halini alır ve hiç acımadan sana saldırır.”
Daimon ve Armais yine aynı anda konuştu. Bu kez istemsizce kaşlarımı çatıp, krala alttan bir bakış atmak bahanesiyle gözlerimi aynadan kaçırdım.
“Korkma Lima, onunla savaşacak kadar güçlü olduğunu biliyorum.” dedi Armais, gülümseyerek.
‘Çünkü gerçek değil.’ Daimon zihnimin duvarlarına değen yumuşacık sesiyle beni avuttu. ‘Orada göreceğin şey gerçek değil Lima, ruhunun bir sancısından fazlası değil. Hayali bir heyula… Sızı kulesini hatırlıyor musun? Duyduğun yüzlerce sesi sen yaratmıştın. Şimdi de Ruh Aynasında kendine bir düşman yaratacak ve onu alt edeceksin, hepsi bu.’ Gözlerim istemsizce kapanırken burnumdan soludum. ‘Hepsi bu mu? Orada ne göreceğimi bilmiyorum bile…’ dedim çaresizce. ‘Buradayım Lima, her türlü düşmanla beraber savaşacağız, yalnız değilsin.’ Başımı sallamak üzereydim! Beden dilim çaresizce Daimon’u onayladığımı ona göstermek istedi. Ama yapmadım, daha fazla tuhaflık istemiyordum. Başkentin sahip olduğu her detay, her ritüel yeterince tuhaftı zaten. ‘Başkası görecek mi heyulamı?’ diye sordum gözlerimi hafifçe kısıp cesaretimi toplamaya çalışırken. ‘Ben ve Amon bile göremeyeceğiz, merak etme. Sadece sen.’ Rahat bir nefes aldım. Kenarda, takdim süreci boyunca hafif bir melodi çalmaya devam eden müzisyenler, birden melodiyi değiştirip daha hareketli, sert vurguları olan bir ezgiyi çalmaya başladılar.
“Hazır olduğunda bak ona. Yarat. Ruhun nasıl savaşman gerektiğini biliyor Lima, korkma.”
Armais geri çekilip masasına geri oturdu. Salondaki tüm gözler benim üzerimdeydi. Amon, ilk kez gördüğüm meraklı ifadesiyle neler yapabileceğimi görmeye hazırlanıyordu. Daimon’un tüm kasları çatlayacakmış kadar gergindi. Yanındaki güzel kızın eline değdi gözlerim bir anlığına. Daimon’un bacağını kavramış, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu kulağına. Dişlerimi sıktım. Daimon onu dinlemiyordu. Her şeyiyle benim zihnimdeydi. O an… Daimon sadece bana aitti. Hayatı boyunca korumakla görevli olduğu Amon dahi giremezdi aramıza. Daimon’un tek amacı beni korumak, hayatta tutmaktı. Zihnimde hissettiğim baskın varlığı bana güç verdi. Bakışlarımı doğrudan aynaya çevirirken son bir kez nefes aldım.
Önce, güzel elbisemin içindeki varlığım yansıdı aynaya. Hiçbir numarası yok gibiydi. Sanki makyajımı tazelemem için oraya konmuştu. Ama biraz sonra… Gözlerimden başlayan bir hareketlenme tüm yansımayı sardı. Aynada bana bakan gözler kendime ait değildi artık. Onlar… Babamın gözleriydi önce, bir saniye sonra Armais’e ardından da Amon’a dönüştüler. Amon, bana farklı bakıyordu. Mavi gözleri o sinir bozucu matlığından tamamen sıyrılmış, ışıl ışıl parlıyordu. Hayranlıkla dolu bakışları sanki inandığı her şeyden vazgeçmiş, kendini bana adamış, hayatını ellerimin içine vermiş gibiydi. Gözlerimi ondan kaçırmak istedim ama yapamadım. Kitlenip kalmıştım dikildiğim yerde.
‘Lima…’
Daimon’a cevap vermek istedim. Kasımpatı köyünün üstüne yemin ederim ki istedim, ama yapamadım. Çünkü aynadaki Amon bana dönüştü. Bedenimdeki tuhaf hareketlenme yüzünden az kalsın iki büklüm olacaktım. Ellerimi kaldırıp bakışlarımı parmaklarıma ve bileklerime doğru eğdimde… Yaşadığım şok yüzünden az kalsın bayılıp kalacaktım… Bu eller… Bana ait değillerdi. Ayna bana, ben Amon’a dönüşmüştüm. Başımı istem dışı kaldırıp kendime baktım. Amon’a bakan Lima’nın gözleri dolu doluydu. Yaşadığı büyük aşk kalbine yoğun gelmiş, aşkından ağlayacakmış gibi görünüyordu şimdi. Aynadaki iki boyutlu görüntü boyutlandı aniden, eli dışarı çıktı. Amon’un (fiziksel olarak benim) yüzünü tuttu. Geriye doğru sarsak bir adım attım. Aynadaki Lima kaşlarını çattı. Ardından bir kez daha aşık Amon’a dönüştü ve oyalanmadan aynadan çıkıp bana doğru yürümeye başladı.
‘Lima… neler oluyor orada?’
Amon yüzümü avuçlarının içine aldığında, derin bir uykudan uyanmışım gibi irkilip,
“Hayır.” dedim ona keskin bir sesle. Uzanıp bana doğru eğilen başını tuttum ve o an, ruhumun derinliklerindeki bir şey, sanki küçük iki alev topu gibi gözlerimden taşıp Amon’a çarptı. Amon bocalamış bir ifadeyle geriye doğru sendelerken bundan fırsat bilen ruhum o iki küçük ateşi harladı ve aynaya geri dönene dek Amon’u içine tutsak eden bir cehenneme dönüştü. Ayna, siyah demir ayaklarından itibaren tutuşmaya başladığında salonda yüksek bir alkış sesi koptu. Ben geriye doğru büyük iki adım attım. Daimon’u zihnimin içinde aradım ama bulamadım. Gitmişti… Beni yalnız bırakmıştı. Belki de yanındaki kızla sohbete dalmıştı, ya da Amon ile ilgilenmesi gerekmişti…
Gözlerimi açıp yavaş yavaş gerçek dünyaya dönüyormuş gibi hissettiğim sırada bana gururla bakan Armais’i gördüm. Yerinden bir kez daha kalktı. Başımı hafifçe aynaya doğru çevirdiğimde o, artık yoktu. Bir kül yığınına dönüşmüştü. Şaşkın şaşkın etrafıma bakındım. Amon bozulmuş gibiydi. Yüzüne o huysuz ifade geri dönmüştü. Daimon sert gözleriyle, doğrudan bana bakıyordu. Sanki bir sebepten öfkelenmiş gibiydi. Asıl öfkeli olması gereken bendim…
“İnanılmaz! İnanılmaz bir süre! Yorulmuş gibi bile görünmedin!” dedi Armais, ondan beklenmedik bir coşkuyla. “Bu bir rekor olmalı. Yüzlerce takdim törenine katıldım ama böylesini ne gördüm ne de duydum!”
Şaşkın ifademi mahcubiyetle örtbas etmeye çalışırken zihnimde hala aynı kare dönüp duruyordu. Amon’un bana aşkla bakan gözleri, yüzüme doğru eğilen yüzü… Salondaki tüm kızların rüyası ve benim en büyük kabusum iki üç saniyelik bir anın içine hapsolmuştu.
Ve ben onu öldürmüştüm.
Armais konuşmaya devam ettiği sırada, ben de yüzüme formaliteden bir gülümseme yerleştirmeye çalışıyordum.
“Veliaht Prens'in müstakbel eşinin neden seçildiğini sanırım herkes görmüş, anlamıştır... Sevgili oğlumun iki dakika yirmi saniyelik rekoruna şu ana dek kimse yaklaşamamıştı bile. Ama sevgili müstakbel gelinimiz dört dakika on saniye ile dişi savaşçılar içinde on dakikanın altına düşen ilk savaşçı oldu. Hatta Veliaht Prens'in rekoruna en çok yaklaşan savaşçı oldu!” Gururla göğsü mümkünmüş gibi daha da kabarırken beni pazarlanacak bir eşya gibi ruhsuz bir şekilde övüyor ama koltukları kabaran ben değil o ve lanet klanı oluyordu. Sanki benim üstümden düşmanlarına gözdağı veriyordu. İçimi bilse... Şayet öyle yıkıcı bir güce sahipsem ilk onu yıkacağımı bilse... Yine böyle konuşur muydu? Sanmam.
“Bu güçlü çifte... Geleceğin kral ve kraliçesine... Yüce Fama'nın adını ileride daha da yüceltecek veliaht prens ve veliaht prensese güçlü bir akış istiyorum!”
Kulaklarımı kanatacak kuvvette bir alkış sesi yayıldı etrafıma. Hiç hoşuma gitmedi. Bu alkışlar isyancı ruhuma yuhalanmak gibi hissettirdi. Ama bu tezatlık bile komik geldi o an.
‘Teşekkür et. Reverans yap ve otur.’
“Teşekkür ederim.” dedim, bocalayan sesimi gizleyemeden. Eteklerimi tutup yavaşça Armais’in önünde eğilirken midem alt üst oldu. Armais geçebilirsin der gibi, elini oturduğum masaya doğru uzattı. Ardından protokol masasına geri döndü. Ben de arkamı dönüp gerçek ve benden nefret eden Amon’a doğru yürümeye başladım.
Kahkahalar atmak, yerlere yatarak gülmek istiyordum. Mevcut durumda en büyük korkum Amon’un bana benim de ona aşık olmamdı. Kısa sürede heyulayı yenmemin ruh gücümle falan ilgisi yoktu. Yalnızca… Aşık bir adamdan kurtulmak, en kolayıydı. Neyse ki kimse görmemişti. Neyse ki… Veliaht Prensesin prensinden bu kadar nefret ettiğine kimse şahit olmamıştı…
‘Yalnız değildim sözde.’ Zihnime geri dönen Daimon’a söylenmeye başladığımda, o hayrete düşmüş gibi bir nefes verdi. ‘Lima… Beni kovdun. Sonra da geri dönmemi engellemek için zihnine onlarca duvar ördün!’ ‘Ne yaptım?’ Daimon’un fiziksel bir şekilde ağzından kaçan kıkırtı kulaklarıma ulaştığında gözlerim büyüdü. O ağzını kapatıp masada dönen alelade bir sohbete gülmüş gibi rol yaparken derin bir nefes daha aldı zihnimde. ‘Sen beni öldüreceksin…’
Masaya geri dönüp sandalyeme yerleşirken Amon’un karanlık bakışları üstüme sabitlenmişti. Beni dakikalar boyunca süzdü. Tek kelime etmeden, yalnızca bakışlarıyla anlamaya çalışıyordu sanki. Heyulam kimdi, neydi? Onu nasıl o kadar kısa bir sürede yakıp kül etmiştim? Amon’un içindeki öfkeyi, tedirginliği, hatta beni şoka uğratan, derinlerinde saklamaya çalıştığı korkuyu göğüs kafesimde hissettiğimde kaşlarım istemsizce yukarı doğru kalktı.
“Basit bir şeydi.” dedim, kendimi savunur gibi. “O yüzden ben-“
“Onlarca kez ruh aynasıyla savaşan ve önünde kıvranan savaşçıları izledim Lima.” Amon dişlerinin arasından konuşurken gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. Hafifçe bana doğru eğildi. “Hiçbiri bu kadar kısa sürmedi. Sen kimsin? Sen… Nesin?” Alnı kırış kırış oldu. Yüzüme doğru yaklaşırken, tehditkar bakışları yüzünden sırtım ürperdi. “Beni kandıramazsın. Seninle ve ruhunla ilgili tüm bu şaibeli şeyler… Hepsini bir bir çıkaracağım ortaya. Sonra da Patriam’dan sürülürken sen, ardından keyifle el sallayacağım.”
Sinirim bozulmuş gibi güldüm, öne eğilerek. Bu dışarıdan bir gözle, müstakbel eşim Amon’un bana ettiği övgü dolu sözlere verilmiş hoş bir karşılık gibi görünüyor olmalıydı. Derin bir nefes aldım ve yüzümdeki tüm mimikler aynı anda ciddileşirken Amon’a doğru eğildim, yüzlerimizin arasındaki dengesizliği eşitlemek için.
“Elinizi biraz çabuk tutun o vakit sevgili Veliahtım. Zira bunu sizden çok ben isterim. Hem, şaibeli şeyleri araştırmaya başlamışken, belki soyunuzla ilgili olan kısımlara da bir el atarsınız. Çünkü eğer ruhumda bir tuhaflık varsa da sebebi pek değerli klanınızdır.” Saygılı bir dille konuşmuştum çünkü söylediğim şeyleri daha dikkatli dinliyordu böyle yapınca. “Hoş... Sizi ve klanınızı yenmem için beni hazırlıyorlar ya...” dedim fısıldayarak. Amon'un yüzü ne düşündüğünü okuyamayacağım bir şekle büründü.
Kızdırdım mı seni Amon? Yoksa... Hoşuna mı gitti?
Tam ağzını açıp bana cevap verecekti ki Armais ayağa kalktı. Onunla birlikte salondaki herkes ayaklanıp önünde saygıyla eğildi. Tam ben de kalkacaktım ki Amon alttan kolumu tutup durdurdu beni.
“Sen artık kraliyet ferdisin, otur oturduğun yere.”
“Çok saçma… Yüzüne bakma… Ayağa kalkma… Ne tezat bir yer burası!” dedim az evvelki saygıdan eser kalmamış lügatımla. Amon sessizce oturmaya devam etti. Biraz önce sahip olduğu yüz ifadesi benim eski taşralı halime dönmemle sanki biraz olsun yumuşamış gibi göründü gözüme. Bir anlığına, dudaklarımı birbirine bastırarak güldüm, ama o görmedi.
“Ben artık çekiliyorum, gençler rahatça eğlensinler. Oğlumun ve müstakbel gelinimin ilk dansını locamdan izleyeceğim. Geldiğiniz için teşekkürler ve iyi eğlenceler.” Armais, salona kısa bir konuşma yapıp beraberinde sağ kolunu ve Sierra’yı da alıp Kral Locasına giderken bizim tarafa doğru son kez baktı ve küçük bir baş selamı verdi. Ardından birkaç masa daha, (bunlar öğrencilerin ve yeni mezunların haricindeki davetlilerdi, hepsi özel meclis üyelerinden, kraliyet askerlerinden oluşuyordu ve yetişkin insanlardı.) kalkıp kendi localarına ayrıldıklarında salonda yalnızca PSA’nın kaymak tabakasından öğrenciler ve mezunlar kaldı. Bir de ben… Ne Min vardı yanımda ne de Somia. Bu okula yıllarını vermiş, her konu hakkında engin bilgilere sahip, ruh güçleri çok yüksek, süslü gençlerin arasında kalakalmıştım. Şimdi onlarla olan tek benzerliğim görünüşümdü. Bu kadar şaşalı giyinmek bile benim kararım değildi ki. Hiç kimsenin hayallerini çalmak, bir de alıp üstüme giymek benim tercihim olamazdı da zaten…
Gözlerim bir kez daha Thalia’yı buldu. Elindeki kırmızı kadehten son yudumunu alıyordu. Başını kaldırıp kıvılcımlar çakan gözleriyle bana baktığında, yüzünde tehlikeli bir gülümseme oluştu.
*
Gözlerim korkuyla Daimon’a doğru döndüğü sırada o, bana bakmıyordu. Protokol masasından kalkarken yanında oturan kıza bir şey söylemekle meşguldü. Başını hafifçe eğip gülümsedi. Masadan ayrılır ayrılmaz değişti yüzündeki nazik ifade. Gergin bir tavır takınmış bize doğru yürürken gözlerimi kapattım usulca. Başımı masaya yaslamak, saatlerce uyumak istiyordum. Öte yandan parmak uçlarıma kadar tüm bedenime yayılan ateş beni çirkin bir yoldan diri tutuyordu. Acı verici değildi ama öyle olması gerekiyormuş gibi hissettirdiğinden, oldukça rahatsız ediciydi.
“Beş dakika içinde dans seremonisi başlayacak. Kendinde misin?" diye sordu Daimon, uzaktan bir gözle bakıldığında oldukça rahat, olağan bir ruh hali içindeymiş gibi görünüyordu fakat sesi hiç duymadığım kadar sert, gergin ve biraz da buyurgan bir tondaydı. Ona alttan bir bakış atmakla meşgulken Amon burnundan soluyarak, alaycı, küçük düşürücü bir tavırla güldü.
"Koca bir kadeh Pyrion'u tek dikişte içti ahmak... Sence kendinde mi?"
“Benim hakkımda doğru konuş…” dedim sayıklar gibi. Ateş ağzıma kadar tırmanmıştı. Sanki, küçükken dinlediğim masallardaki ejderhalara dönüşecek gibi hissetmeye başlamıştım. Üst üste birkaç kez yutkundum. Daimon yılgın bir tavırla iç çekti.
“Didişmeyi kesin, aranızdaki saçma düşmanlık son derdimiz bile değil şu an… Lima… Pyrion sana verdiğim iksirle etkileşime girmiş olmalı. O nedenle daha yoğun etki ediyor bünyene. Eh, bir de alışık olmadığın, ne olduğunu bile bilmediğin içkiyi son damlasına kadar içtiğin için… Sözümü dinlesen şaşardım cidden…” Daimon söylenirken Amon hafifçe kaşlarını çattı. Son cümlenin ne anlama geldiğini bilmediği için kafası karışmıştı bir anlığına. Zaten öfkeyle bezenmiş olan alaycı ses tonu daha da keskin bir öfkeye dönüştü o andan sonra.
“Neden içmedim sanıyorsun? Daimon’un hazırladığı iksirleri kullanmak PSA hudutları içinde yasak. Bu okula bir aiduvanın girmiş olması bile yeterince büyük bir mesele zaten, bir de onun özel şaman tariflerinden yararlandığımız anlaşılırsa okuldan atılabilir!” Hafifçe gülümsedi Amon, bu salondaki diğer insanlar için yaptığı küçük çaplı bir gösteriydi. “Ve suçlusu sen olursun.” Gülümseyerek kurduğu cümle olduğundan daha da yargılayıcı duyuldu kulaklarıma. İçimdeki ateş bükülüp suçluluk hissiyle katmanlandı sanki…
“Kafamı güzel yaptınız şimdi de bilmeden yaptığım bir hatayı yüzüme mi vuruyorsunuz? Ben daha dün geldim bu şehre! Elbette ne idüğü belirsiz içkilerinizin hayati yan etkilerinden haberim olmayacaktı. Salona girmeden sen uyarsaydın o zaman! Sanki çok mutluyum ben burada olm-“
“Yeter.” Daimon hafifçe eğilip gözlerimin içine baktı doğrudan. “Şu an bunun bize hiçbir yardımı olmayacak herkes kessin birbirini suçlamayı. Lima müziğin başlamasına son bir dakika kırk saniye kaldı. İlk melodiyi duyar duymaz Amon yerinden kalkacak seni dansa kaldıracak sen de onun elini nazikçe tutup salonun ortasına kadar ona eşlik edeceksin. Yalnızca beş dakikalığına normal görünmeye çalış, öyle hissetmesen de. Anladın mı beni?”
Başımı bir çocuk mahcubiyetiyle ağır ağır sallarken Daimon sırtını dikleştirdi ve saygılı bir ifadeyle başını eğip Amon’a doğru döndü.
“Azarlamak yerine durumu idare et.” diye uyardı onu kısaca ve vakit kaybetmeden yanımızdan ayrılıp protokoldeki yerine geri döndü.
Salonun kenarında duran kuyruklu piyanonun başına, gri saçlı, beyaz takım giymiş hoş bir kız oturdu. Çaprazında duran viyolonselin ardındaki tabureye yine beyaz takım giymiş gencecik bir oğlan geçti. Ardından sırayla arpın, flüt benzeri bir müzik aletinin ve başka telli bir çalgının başına da sırayla sahipleri gelip, takım tamamlanır tamamlanmaz, insanın içine işleyen türden hoş bir melodi çalmaya başladılar. Amon yerinden kalkarken ceketinin önünü ilikledi. Sağ elini bana doğru uzattığı sırada yüzündeki hoşnutsuz ifadeyi toparlamak bir yana, her an üstüme atlayacakmış gibi bakıyordu gözlerime. Kesik bir nefes alıp soğuk elini tuttum. Kollarımdan omuzlarıma, oradan da göğüs kafesime yayılan serinlik, tutuşmuş bedenimi az da olsa ferahlattı. Yavaşça ayağa kalkarken başım döndü fakat soğuk el, soğuk olduğu kadar güçlüydü de. Sendelememe dahi izin vermedi. Salonun ortasına doğru yürürken etrafımızdan hayranlık dolu sesler, gülüşler ve şevkli fısıldaşmalar duyuluyordu.
“Lima Patriam’da büyüseydi Thalia’nın Amon’a beş metre yaklaşmak için bile şansı kalmazdı.” dedi süslü kızlardan biri. “Hem çok güzel hem çok güçlü. Ruh aynasında dişi savaşçıların rekorunu kırdı, hatta Amon'un rekorunu kırmaya bile oldukça yaklaştı. Yalnızca birkaç haftadır PSA’da eğitim alıyor olmasına rağmen hem de…”
Yanındaki arkadaşı ona doğru eğilirken beni yandan bakışlarıyla süzdü. Az kalsın püskürerek gülecektim.
“O kadar uzun boylu değil… Eğer Leydi Thalia böyle bir rakibi olsaydı ona haddini bildirir ve bu durumu öncesinde çözerdi. Hazırlıksız yakalandı bu taşralı kıza.”
Taşralı kız... Ha şöyle. Benden taşralı kız diye bahsedin. Güzelliğimi övmeniz, beni geleceğin kraliçesi gibi görmenizden daha büyük bir iltifat benim için. Keşke ömrünüzün sadece beş dakikasında taşrada yaşayan insanların sahip olduğu gerçek hisleri tatma şansınız olsaydı da, bunu neden iltifat saydığımı anlasaydınız... Açtık. Susuzduk. Sıskaydık belki... Açtık. Susuzduk. Sıskaydık belki... Ama sizden daha gerçektik. Daha özgürdük belki... Koşacak onlarca ormana sahip olmak yerine, böylesine sıkıcı, kasıntı, kasvetli duvarların arasında dedikodu yaparak geçiyor ömrünüz. Süslü kıyafetlerinizle hakkınız olmayan yiyecekleri yerken hem de... Bizse, bir lokma ekmeği bölüşürken şen şakrak şarkılar söylerdik Kasımpatı Köyünde. Bu garip salon danslarının yanında, misler gibi kokan çiçeklerimizle baharın kızları ve oğlanları olarak dans eder doğaya karışırdık.
“Lima Amon ile Moira bağına sahip olduğu için şanslı evet ama bence Amon da çok şanslı… Kızın gözlerinin güzelliğine bakın…” dedi birisi benim duymam için sesini yükselterek. Sanki ondan gelen bu iltifatla ayaklarım yerden kesilecek de, az önce Yüce Kral'larının teşvikiyle beni aralarına kabul ettikleri ve övdükleri için onlara ileride merhamet edecekmişim gibi... Komik...
Keşke gerçeği bilseler, diye geçirdim içimden. Keşke beni dansa kaldıran, çok sevgili müstakbel nişanlımın, eline fırsat geçse gözünü dahi kırpmadan beni öldüreceğinden haberi olsaydı hepsinin. Keşke… Dünya üzerinde nefret ettiğim tek insanla dans etmek zorundayken midemdeki lavların nasıl çalkalandığından, beni içten içe nasıl bunaltıp yaktığından haberdar olsalardı… Keşke… Az önce Ruh Aynasında öldürdüğüm heyulanın bizzat Amon olduğunu, üstelik bunun yalnızca bir ön gösterim olduğunu ve yakında hepsini o heyula gibi yakıp yok edeceğimi bilselerdi...
Amon’un kaskatı bedeni salonun orta yerinde durdu. Sanki beni susturmak istermiş gibi... Başardı da. O gösterişli salonun ortasında durduğumuz an bir saniyeliğine de olsa aklım da durdu. Amon, mesafeli kolunu belime sararken boştaki ellerimizi, her an ayrılabilecekmiş gibi bir gevşeklikle birleştirdi. İnsanın sırtını ürperten soğuk gözleri ilk kez işe yaramıyordu üstümde. Buz ve Ateş. Beş dakikalığına katlanmak zorundalardı birbirlerine… Erimesi mümkün görünmeyen buz mavisi gözleriyle bana dansın adımlarını öğretmek ister gibi küçük bir hareket yaptı. Başımı onu anladığımı göstermek için hafifçe öne eğdim. Aslında hiç de anlamamıştım. Umurumda da değildi o an. Kasımpatı Köyü'nde ettiğim danslardan sonra, onların kasıntı valsi ne kadar zor olabilirdi ki?
Amon, kocaman ellerinin arasında kaybolan zayıf ellerimi hafifçe sıkıp dansa başladığımızı belli etti. Aynı anda sağa doğru bir adım attığımızda gülesim geldi. Bu ahmak salon dansı bu kadar kolay mıydı, yoksa artık hiç de hoşnut olmadığım bu lanet bağ yüzünden tıpkı Kasımpatı Köyü'ndeki kırmızı yüzlü tatlı ikiz kardeşler gibi, birbirimizin yapacağı her hamleyi önden hissetmeye mi başlamıştık?
Aklıma birden o ikiz kardeşler ve her şeyi aynı anda söylemeleri gelince kendimi tutamayıp güldüm. Amon ile öyle olsak çok komik görünürdük. Hoş... Birbirimizi sadece tehdit ediyor ve ara sırada hakaret ediyorduk. Bir nevi aynı dilden konuşuyorduk ya... Hiç sırıtmazdı bu eş hareketlilik durumu.
Keşke bu koca salonda tek başıma olsaydım ve saatlerce, hiç durmadan kahkaha atabilseydim. Her şey o kadar komikti ki o an... Gözüm Amon'un yakasındaki armaya kaydı. Gösterişli Fama arması normalde sırtımdan aşağı bir ürperti inmesine yol açardı. Armadaki ejderhadan korkardım muhtemelen... Ama o an kanımdaki adını bile hatırlayamadığım iksir ve yatıştırıcı içeceğin etkisiyle ejderha figürü bile komikti. Sanki o bana ateş üflüyor, ben de verdiğim her nefeste yanan içimin alevlerini ona yolluyordum. Amon, kendini tutamayıp armasına üflediğimi görünce kaşlarını çattı. Beni dans esnasında sertçe çevirirken, bu aslında bir kendine gel emriydi. Ah... Bu daha da komikti...
Elbisem Amon beni kendi etrafımda çevirirken dalgalanarak dönüyordu ayakucumda. Az kalsın eteklerime basıp yere kapaklanacaktım. Amon, dişlerinin arasından bir küfür savurdu sanırım o an... Ama tam olarak duyamadım. Gözlerimi kapatıp hafifçe etrafımda dans ederken güldüm yine. Bir an, Amon'un elini bırakıp salonun ortasında kendi kendime dans etmek istedim. Sanki bu düşüncemi okumuş gibi, beni terkar kendine çekti. Eliyle, dışarıya karşı oldukça kibar görünen ama benim tamamen tehdit olarak algıladığım hızlı bir hareketle elbisemin eteklerini düzeltti.
Kasımpatı Köyündeki arkadaşlarım beni bu elbiseyle, Patriam’ın veliaht prensinin kollarının arasında görseler yaşadıkları şok yüzünden küçük dillerini yutar, belki de bir daha uyanmamak üzere bayılıp kalırlardı...
“Beni rezil etmeyi kes, şu sırıtık yüzünü sabit tut birkaç dakikalığına.” Amon, gölgelenen gözleriyle gözlerimin içine bakmaya bense gülmeye devam ediyordum. Sarhoşluğun verdiği cesaretle olsa gerek, Amon'a doğru sokulup kulağına fısıldadım. “Neden, neşeli olmak da mı yasak Patriam’da?”
“Bazı resmi seremonilerde neşenin dozunu kaçırmak yasak, evet.”
“Sana çok üzülüyorum Amon… Yani… Hepinize aslında. Ruh Savaşçısı olmaktan başka çareniz yok. Başkent sizi nasıl isterse öyle yetiştiriyor. Muhtemelen… Şu ‘alelade’ insan hizmetkarlardan biri olmak isteseniz bile kabul etmezler…” dedim, sahte bir acıma ifadesiyle Amon’un yüzünü süzerken. Mat gözlerinde birkaç tane alay parıltısı peyda oldu.
“Neden hizmetkar olmak isteyeyim deli miyim ben?” diye söylendiğinde yılgın bir ifadeyle omuzlarımı indirdim.
“Küçük bir örnek sadece. Mesela… Sanatla ilgilenmek isteyen kimse yok mu bu şehirde? Ne bileyim… Doktor falan olmak isteyen…” Amon, ukala yüz ifadesine geçerken onda sorduğum soruların gerçek cevapları olmadığını kabullenmiştim içten içe. Aynı düşünmüyorduk, dünyaya aynı yerden bakmıyorduk. Birbirimizden kilometrelerce uzakta ve oldukça farklı ailelerin, insanların arasında büyümüştük. Aynı dili konuşuyor olmamız bile bir mucizeydi.
“Biz insan mıyız doktora ihtiyacımız olsun? Aiduvalar ihtiyacımız olan tüm şifayı sağlıyor zaten.”
“Peki… Bu Moira bağı zımbırtısı ne olacak?” diye sordum, ona meydan okur bakışlar atarken. “Kime aşık olacağınız konusunda bile özgürlüğe sahip değilsiniz. Bu yoz sistem öyle bir işlemiş ki içinize, Moira’ya statü olarak yeterliliği olmayan klanlar üzülüyor falan… Koca bir şaka gibi… Doğru olanın bu olduğunu sanmanız için ikna etmişler sizi, kendi bağnaz kaidelerine göre büyütmüşler. Çemberin içine sıkışmış olduğunuz için farkında değilsiniz ama ben çemberin dışından biri ola-“
“Sussana azıcık. Sarhoşsun diye çenen düştü iyice.” diyerek sözümü kesti Amon baymış bir tavırla. Haklıydı. Kendimi buraya geldiğimden beri hissetmediğim kadar cesur hissediyordum ona karşı. Sanki göğsümün ortasındaki ateşten güç buluyordum. Sanki bir fırsat yakalamışım gibi hissettiğim içindi tüm bu uzun cümleler. Amon Fama’nın yüzüne gerçekleri tek tek söylemek, her saniye daha da iyi hissetmemi sağlıyordu. O sırada gözüm, gözleri bir saniye bizden ayrılmayan Thalia ile buluştu. Koca cüsseli bir adam ile bize yakın bir mesafede dans ediyor ama sanki aramızda bir hayalet gibi hissettiriyordu. Amon, baktığım tarafa çaktırmadan göz atınca, Thalia ile göz göze geldiler. Thalia'nın gözleri saniyesinde doldu. Amon benim duyamayacağım bir şekilde Thalia'a bir şey söylemiş gibi, Thalia hemen dans ettiği adamın kollarından kendini çekip hızlı adımlarla masasına döndü. Koca cüsseli adam ise Amon ile göz teması kurduğu an, başını saygıyla öne eğip Thalia'yı takip etti. Amon tüm kibirli tavrıyla tekrar yüzünü bana çevirdiğinde, ifadesi saliseler içinde değişti, şimdi oldukça öfkeli görünüyordu.
“Sevgilinin başkasıyla dans etmesi rahatsız mı etti seni?” diye sordum arsızca. “Pek bi' öfkeli görünüyorsun.”
“Haddin olmayan konularda sorular sormayı kes” diye fısıldadı tıslar gibi. “Thalia sevgilim değil. Ulu orta böyle ithamlarda bulunup rezil etme kendini de, Thalia'yı da...”
“Madem sevgilin değil, neden Thalia bu kadar üzgün? Basit bir taht arzusu değildir bence. Sürekli ağlıyor kız, yazık... Keşke elimden gelse de, bu aptal bağı koparıp onun eline tutuştursam...” dedim, midem bulanmış gibi yüzümü buruşturarak. Amon, boş bakışlarını üstüme dikti, bana karşı tek bir duygu kırıntısı barındırmadığını ispat edercesine.
“Eğer bir seçim hakkım olsa on kere Thalia'yı tercih ederdim zaten. Senin gibi nerede nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen birine kıyasla, o iyi eğitim almış ve görgü kurallarını iyi bilen bir kız.”
“Ah kıyamam...” dedim alaycı bir tavırla. “Nerede nasıl davranacağını bilen pek şeker 'sevgilin' sabahtan beri her yerde hüngür hüngür ağlayıp sizi zor duruma düşüyor ama?” Thalia ile bir derdim yoktu. Ona üzülüyordum hatta. Ama o an, Amon'un damarına basmak için -üzülerek- onu kullanmak zorundaydım. Affet beni Thalia... Söz, burayı yok ettiğimde Amon ve seni aynı anda yok edip aynı yere yollayacağım... Cehenneme. Orada dilediğiniz aşkı yaşarsınız artık...
“Sevgilin deyip durma, sinirlerimi tepeme çıkarma iyice!” Dudakları kulağımın dibinde, soluğu boynundaydı. Dışarıdan pek romantik görünen bu sahnede, Amon'un her an öfke nöbeti geçirip beni paramparça edeceğini hissediyordum. O kadar komikti ki içinde bulunduğumuz durum, Amon ile söz savaşı içinde olmasam başımı omzuna yatırır, kıkır kıkır gülerdim o an. Bunun yerine, gergin ifademi bozmadan, küçük bir kahkaha attım.
“Hay hay Veliaht'ım. Siz nasıl uygun görürseniz... Siz ne derseniz o.” Saygı ve alay bir araya geldiğinde Amon daha güzel öfkeleniyordu. Masum bir ifadeyle omuzlarımı yukarı doğru çekerken Amon’un sağ omzumda duran eli bir anlığına titredi. “Siz sevgilinize sevgiliniz dememden hoşlanmıyorsanız, ben de öyle demem artık.”
“Sen devam et beni kızdırmaya... Şu balo bir bitsin sen benimle bir baş başa kal da, bakalım bu cüretkar laflara devam edebilecek misin...” Birden ürperdim. Ne demek istiyordu şimdi, bu aptal sarı kafalı veliaht bozuntusu... Amon, beni gafil avladığının farkındalığıyla gülerken belimden sıkıca tutup beni kendi etrafımda bir kez daha döndürdü. Sonrasında bedenimi kendine doğru çekti, sahte bir tutkuyla. “Tabii bilmiyorsun sen henüz... Moira Töreni balosu sonrası çiftler baş başa konuşmak için özel olarak hazırlanmış Nilüfer odalarına geçerler. Ama bizim sohbet pek romantik geçmeyecek belli ki.”
Gözlerimin önü karardı. Kendimi zorlayarak toparlanmaya çalışırken Amon ile dört duvar arasında, tek başıma kalma fikri o an midemde bulunan her şeyi birbirine karıştırıp boğazımın ucuna kadar gönderdi. Az kalsın mide kramplarım yüzünden dikildiğim yerde iki büklüm olacaktım… Onunla bir salon insanın içindeyken bile baş başa oturmak zorunda olmaktan nefret ediyordum. Hele Daimon yanımda yokken… Heyulam ile nasıl baş edecektim?
“Beni tehdit mi ediyorsun Amon? Ne yapacaksın bana? Öldürecek misin beni?” diye sordum sahte bir özgüvenle, çenemi dikleştirerek. Amon sarsak bir tavırla gülümsedi.
“Aksine Lima... Yaşadığını iliklerine kadar hissedeceksin. Endişe duyma...” Terkar sokuldu boynuma. “Daha yeni başlıyoruz. Seni ellerimle yetiştirip, en güçlü haline gelmen için müthiş bir ders vereceğim. Sonrasında başlayacak asıl savaşımız... Ben kendi dengim olmayan düşmanlarımla uğraşacak kadar vakti kıymetsiz biri değilimdir.” Amon’un nefesi ensemi yakıyor, sözleri aklımı bulandırıyordu. Başımı hafifçe çevirip kulağına uzanırken, dişlerimin arasından fısıldadım ona.
“Senden korkan senin gibi olsun. Göster maritfetlerini... Elinden geleni ardına koyma valiaht bozuntusu.” İç sesim ilk kez filtresiz bir şekilde dışarı çıktı bir anlık öfkeyle. Amon tıslayarak güldü köprücük kemiklerime doğru.
“Benden her korkan benim gibi olsaydı, Patriam sınırlarında küçük Amon klonlarından başka kimse kalmazdı Lima.”
“Benim kabusum olurdu herhalde... Bir tane Amon'a bile katlanamıyorum ben.” diye söylendim, geriye doğru küçük bir adım atıp aramızdaki mesafeyi ayarlamaya çalışarak. Amon belimi sertçe sıktı. Yanımızda dans eden çiftler ne konuştuğumuzu duymak için dans bahanesiyle bize en yakın noktaya gelene dek dönerken, sesimi kısmam için küçük bir uyarıydı bu. Ama ben nerede nasıl davranmasını bilmeyen bir taşra faresiydim ya... Umurumda bile olmadı. “Son bir soru sorayım sana madem?”
Amon gözlerini kapatıp sıkılgan bir iç çekti. Sorum hakkında daha da heveslendim bu tavrının üstüne.
“Babandan bile korkmuyor musun yani? Ya da o mu senden korkuyor? Kral Armais’in çok sevgili, biricik oğlu Amon… Babandan hoşlanmıyorsun, o çok bariz. O sana tüm imtiyazları sağlarken, dünyaları önüne sererken sen… Sana yaklaştığı an yaşadığın gerginliği bizzat karnımda hissettim, o kadar güçlüydü ki… Korku değilse bu... Aksine herkes senden korkup çekiniyorsa, o hissettiğim şey neydi peki?”
“Kes sesini.” Amon’un gevşek bıraktığı eli parmaklarımın çevresinde sıkılaştı terkar. Soğuk gözlerinde iki küçük ateş parçası oluştu. Boynundan iki damar seğirdi. Dudaklarım yukarı doğru kıvrılırken başımı sağa eğdim hafifçe. Az evvelki didişmelerimizde sadece rahatsız etmiştim onu. Ama şimdi... Rahatsız etmek bir yana dursun, öfkeden kanının kaynadığını hissedebiliyordum. Kral ile arasındaki bu tuhaf ilişki nedenini bilmediğim bir şekilde, düşündüğümden daha da büyük bir dertti onun için. İyice kaşımak istedim yarasını... Amon’u kışkırtmak, bir şekilde zaafına oynayıp yanlış bir hareket yapmasını, içine hapsolduğu kaideleri yıkıp geçmesini istedim. Ona sokulup tekrar sakince konuştum.
“İki seçenek var. Hangisi Amon? Ondan nefret mi ediyorsun, yoksa korkuyor musun?”
Takdim töreni Armais için önemliydi. Oğlu büyümüş, Moira çağına gelmişti bile. Onunla böbürlenmek için getirmişti bugünlere onu. Şimdi de emeğinin karşılığını görmek istiyordu. Amon için önemliydi. Bu bağa en az ben kadar düşman olsa da başkentte sahip olduğu itibarının sarsılmasını göze alamazdı. Bunun yanında, babasının karşısında ne kadar rahat görünürse görünsün içten içe onun sözünden çıkmaması gerektiğini biliyordu. Her şeyin ötesinde kuralları hayatının merkezine yerleştirerek büyütülmüştü Amon. Nerede nasıl davranması gerektiğini bilmekten başka şansı yoktu. Daimon için önemliydi. Çünkü o da Amon’u koruyup kollamak, hata yapmasına izin vermemek gibi sorumluluklara sahipti, doğduğu andan beri. Hem onun da kendine ait bir itibarı vardı, PSA’ya giren ilk aiduva olarak o… Hata yapma lüksüne sahip değildi.
Benim için? Sistemin parçası olma safsatası, intikam planları, annemin deftere yazdığı şeyler, Daimon’un söyledikleri… Amon’a karşı hissettiğim ama ayık kafayla asla kabul etmeyeceğim korku… Hepsinin birleşimiydi bu salonda olma sebebim. Ama şimdi, hayatımda hiç olmadığım kadar sarhoş olduğumdan mı yoksa ateşi böylesine derinden hissettiğim için mi bilmem, hepsi çok geride kalmış gibi hissediyordum. Sanki Daimon yarım saat önce değil de yıllar önce konuşmuştu benimle. Sanki sistemin parçası olmayı bırak iliğimle kemiğimle nefret ettiğim o sistemden çok uzaklara kaçmıştım. Sanki annem yazı yazmayı bile bilmiyordu ve Amon… Eğer bana zarar verirse ödüllendirilmiş hissedecektim. Keşke haritadan silseydi beni… Öylesine tükenmiştim…
Cesaretimin temelinde, kanımda dolaşan üç farklı sarhoş edici sıvının yanında bu düşünceler topluluğu da yatıyordu. Yaşadığım her şey beni daha da dibe çekerken, içine düştüğüm bataklık hakkında yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Amon’u açıkça kışkırtırken kafam rahattı bu yüzden.
Sanki beni yok etmesi için yüreklendiriyordum onu. Bataklıkta çırpınarak, boğularak, acı çeke çeke ölmektense…
Amon beklediğim uçarı tepkilerden hiçbirini göstermedi, kıyısından bile geçmedi tahminlerimin. Titreyen ellerini üzerimden çekip nazikçe gülümsedi. Yalnızca yarım saniye süren gülümseme, bir kez daha salondaki kız öğrencilerden çıkan hayranlık dolu nidalara sebep oldu. Daimon’un rüzgarını hissettim, onu gözlerimle görmeden önce. Hızlı adımlarıyla yanımıza ulaşıp, Amon’a sakinleştirici bakışlarından birini attı.
“Geç otur sen.” diye fısıldadı. Ardından önünde saygıyla eğilip, etraftaki herkesin bizi duyabileceği bir sesle, “İzninizle Leydi Lima’ya bir sonraki şarkı için eşlik edebilir miyim? Gelecekteki düğününüzün provasını yapmış oluruz.” dedi, nazikçe gülümseyerek.
Amon, öfkeyle kasılan ellerini bacaklarının iki yanında yumruk yapmış, ondan beklenmeyecek sakinlikteki adımlarıyla masaya geri döndü. Daimon bana dik bir bakış attı önce. Müzisyenler başka bir şarkıya geçiş yaptıkları sırada, kolunu belime sarıp beni göğsüne doğru çekti. Elimi omzuna yerleştirip boştaki elini tuttum. Yüzüme bir alev dalgası yayıldı fakat bunun Pyrion’la ilgisi yoktu.
“Sana sakinleştirici iksir falan yok bundan sonra.” İfadesi saniyeler içinde yumuşadı. Sanki beni bu kadar yakından gördüğünde o… Uzun süre gergin ya da öfkeli kalamıyordu.
“Neden aniden ayılmış gibi hissediyorum?” diye sordum başımı hafifçe öne doğru eğerken. “Bir şey mi yapıyorsun yine bana?”
“Yok… Adrenalindendir o. Az önce Amon’un gazabına uğramak üzereydin sonuçta.”
“Bunu istedim. Pyrion yüzünden sanırım.” Omzunda asılı duran elim, bir şeye tutunmak ister gibi, kadife ceketinin kumaşını kavradı yavaşça. Daimon başını ağır ağır iki yana doğru salladı.
“Kaçmak istedin sadece. Kolay yolu aradın.” Daimon beni benden daha iyi anlıyordu sanki. Kendimle bile konuşmadığım şeyleri biliyor, bunları yüzüme söylemekten çekinmiyordu. Belimde duran eli beni iyice kendine çekti. “Lima… Konuştuğumuz şeyleri hatırla. Fazladan sabra ihtiyacın olduğu doğru, hatta tüm bunlar başka birinin başına gelse, senin kadar güçlü bir duruş sergilemeyi başaramazdı bile. Ama o da aynı durumda, beklemekten başka çaresi yok. Hayatı boyunca yanındaydım ve hiç bu kadar sağlam bir şekilde sabır gösterdiğini görmedim. Onu kışkırtmana rağmen…” Daimon üst üste derin nefesler aldı. Yüzünde samimi tebessümlerinden biri oluştu sonra. “O yüzden… Umarım cidden ayılmışsındır. Ve umarım bir daha bugünkü kadar pervasızca içmezsen bulduğun her sıvı şeyi.”
Son cümle üzerine sessizce kıkırdadım, kendimi tutamayıp. Başım öne doğru. Daimon’un göğsüne yakın bir noktaya düştü. Masalardan birinden, tanımadığım bir ses ilişti kulağıma.
“Hangisinin nişanlısı olacak?”
İçimde biriken panik hissiyle kendimi geri çektiğim sırada sesin yakınından bir kahkaha duyuldu. Benimle alay ediyor, ortalığa saçma sapan dedikodular yayarken tereddüt dahi etmiyorlardı… Daimon’ın elindeki elimi gevşetip omzunda duran elimi hafifçe kaydırdım. Daimon durumu anlamış gibi başını onaylamaz bir ifadeyle iki yana doğru salladı.
“Bu daha başlangıç. Konuşacaklar, hiç durmadan hem de… Ciddiye alma sen. Aiduva ve Ruh Savaşçısı gelin yahut damat dansı bir gelenektir. Aileye alınacak yeni ferde karşı beslediğimiz dostluğu göstermek için yaparız düğünlerde. Bizimki bir tık erken oldu sadece… Durumu kurtarmak için aklıma ilk gelen buydu yoksa öylece masaya dönseydiniz daha beter dedikodular atılırdı ortaya. Aslında ikinci müzikte de devam etmeniz gerekiyordu, böylece diğer Moira çiftleri çevrenizde kendi danslarına başlamak için ayağa kalkacaklardı ama… Neyse artık. Onu da hallederiz bir şekilde. Ufacık bir seremoni değişikliği. Veliaht prense özgü.” dedi gülerek. Bu sırada gözüm istemsizce söz konusu olan prense kaydı. Gözleri bizim üstümüzdeydi. Yanında Thalia vardı. Ona hızlı hızlı bir şeyler anlatıyor, Amon ise dalgın bir ifadeyle başını olumsuz anlamda sallıyordu. Gözleri benimkilerle buluştuğunda, gölgelerin arasından imalı bir parıltı geçti. Başımı hızlıca Daimon’a çevirip onu yok saydım, o an için.
“O kız kim… Mürdüm elbiseli?” diye sordum Daimon’a biraz sonra.
“Düşes Beatrice.” Daimon’un dudakları yukarı doğru kıvrıldı. “Onun bana bir şeyler söylediğini gördün ve beni zihninden kovdun. Nereden baksan yanlış anlaşılabilecek türde bir içgüdüsel tepkiydi.”
Vücudumdaki tüm kan yanaklarıma hücum ederken başımı öne doğru eğdim. Daimon bu karşılıklı olarak yoğunlaşmış enerjiden kurtulmak istercesine farklı bir mevzuya geçti hızlıca,
“Dük Brandon, yani Thalia’nın bu geceki kavalyesi ve Düşes Beatrice kardeşler. Kendileri Fama Klanının önde gelen ikinci ailesinin çocukları ve Dük Brandon da taht yedeği.”
“Taht yedeği mi?” diye sordum anlamsız bakışlarımla.
“Evet, B Planı gibi düşün.” dedi, yüzünde, Brandon’ı küçük gördüğünü belli eden imalı bir gülüşle. “Eğer yer yarılıp Amon ve ailesini içine hapsedecek olursa, ya da başka bir sebepten tüm aile fertleri ölürse tahta Dük ailesinin veliahtı geçer. Tabii bu yüz yıllar içinde yalnızca bir kez yaşanmış bir şey. Büyük savaş zamanı o da. Eh Brandon hiçbir zaman sahibi olamaycağı bir tahtın hayaliyle yaşıyor yani, çocukluğundan beri. Amon’dan nefret ediyor ama ona çok nazik yaklaşıyor. PSA’dan mezun olmadan önce sürekli onu gözeten bir kuzen abiymiş gibi davranıyordu. Öyle sahteydi ki ara sıra kusma ihtiyacı hissediyordum. Ama Beatrice çok tatlıdır. Amon ile de oldukça yakın büyüdüler, aralarında birkaç yaş var zaten. Beatrice geçen sene mezun oldu akademiden. Çocukluğumdan beri çok sevdiğim geçmişte beraber savaşçılık falan oynadığım bir çocukluk arkadaşı yani, fazlası değil.”
“Bana neden açıklıyorsun ki?” diye sordum omuz silkerek. O andan sonra bir şeyler hızla değişti. Ayağımın altındaki yerçekimi sıfırın altına indi sanki, gökyüzünde süzülüyormuş gibi hissediyordum kendimi fakat bir yandan da ayaklarım yere basıyordu hala. Sonra o tanıdık ipleri gördüm. Daimon ile etrafımıza sarılan…
Bizi korumaya almıştı. Tıpkı birkaç saat evvel yaptığı gibi... Şimdi bizi kimse göremeyecek miydi? Nasıl olurdu ki bu? Ama o an, birkaç saniyeliğine dahi olsa bu mümkün ise rahatlardım. Omuzlarım gevşedi, aşağı düştü. Daimon yavaşça yüzüme doğru eğilirken nefesim boğazıma takıldı.
“Çünkü Lima… Beatrice’i gördüğün andan beri ona öldürecekmiş gibi bakıyorsun. Neyse ki hafif sarhoştu ve sürekli Çorak Surat Bailey hakkında espri yapmak için uzaktan onu incelemekle meşguldü de senin bakışlarını fark etmedi. Açıklayamazdık…”
“Çorak Surat Bailey kim?” diye sordum, dalgın bir ses tonuyla. Daimon yüzüme doğru kıkırdadı. Hala gözlerinin içine bakamıyordum. Dudaklarının arasından kaçan esinti şakaklarıma çarptığında omuzlarım titredi.
“Çocukluktan bir arkadaş, sonra anlatırım.”
“Tamam…” dedim nefes verir gibi.
“Lima.” Daimon çenemi hafifçe tutup yüzümü kendi yüzüne doğru kaldırdığında az kalsın kalbim duracaktı. Bana Ruh Aynasındaki Amon’un bakışlarına benzer bakışlarla baktığında yavaşça yutkundum. “Sürekli seni ve kendimi tehlikeye atacak hareketler yaptırıyorsun bana. Lütfen…” Alnını alnıma yaslarken derin bir iç çekti ve gözlerini kapattı. “Lütfen bakışlarına sahip çık. Zihnine sahip çık. Amon… Şayet bir gün bana karşı kıskançlık hissedersen bunu anlayacaktır. Bugün hissettin demiyorum yanlış anlama. Sadece seni uyarmak zorundayım ben-“
‘Aferin sana Daimon. Bu oldukça gerekli bir uyarıydı.’
Zihnimde yankılanan sesle geri çekildim. Çenemi Daimon’un elinden kurtarırken korkudan ne yapacağımı şaşırmıştım. Daimon gözlerini sıkıca kapatıp kesik bir nefes aldı.
‘Kalkana ihanet ettiğin için ölü şaman babaannem tarafından lanetleneceksin Amon.” dedi, şakayla karışık bir sitemle.
‘Kollarında müstakbel nişanlımı tutarken bu kadar cesur olma.’ Amon’un sesi alaycıydı.
‘Ölürüm de seninle nişanlanmam. Benden böyle bahsetme’ dedim dişlerimi sıkarak. Nedensizce Daimon'un şahit olduğu bir konuşmada benden böyle bahsetmesi hiç hoşuma gitmemişti.
‘Eh… bunu görebiliyorum…” Amon öfkeli bir nefes soludu zihnime. ‘Ölürsün o zaman.’
‘Amon kes şunu.’ dedi Daimon ve etrafımızdaki ipleri bir çırpıda yok etti. Dışarıdan göründüğümüz hale geri döndük. Mesafeli bir biçimde, sakince dans ediyorduk. Amon’un sesini duymuyordum artık fakat Daimon’un duyduğu belliydi. Dalgın bir ifadeyle, sessizce onunla konuştu birkaç saniye daha.
Ve müzik bitti. Daimon saygılı bir tavırla ellerini üzerimden çekti.
Sanki… Sonsuza dek.
Amon bize doğru yürürken yüzünde tatlı bir gülümseme peyda olmuştu.
“Aiduva dansınızı ve kusursuz ip kalkanınızı bölmek istemezdim ama seremoniye devam etmemiz gerekiyor.” dedi, yanımızda dikilip, gergin bir gülümsemeyle, doğrudan yüzüme bakarken. Daimon yalnızca başını öne eğip geri çekildi. Protokol masasına doğru yürürken arkasına bile bakmadı…
Tüm bedenimle Amon’a doğru döndüm. Omuzlarımdaki gerginlik hareket ederken canımı yakıyordu. Müzik bir kez daha değişti. Amon beni kendine çekerken mesafeli olmanın tam aksinde davranıyordu. Az kalsın göğüslerimiz birbirine çarpacaktı, öyle yakındık ki… Dudaklarının arasından sızan nefesi kendi dudaklarımda hissediyordum.
Moira çiftleri etrafımızda, ahenkli bir çember şeklinde konumlanıp dans etmeye başladılar. Onların çevresine de diğerleri kavalyeleriyle birlikte geçip dansa katıldı. Daimon ile aramda altı adet kafa vardı ama sanki hala… Soğuk alnını alnımın üstünde tutuyordu.
‘Umarım kendine gelebilmişsindir az da olsa.’ dedi Amon, zihnime doğru, şu an ondan hiç beklemediğim bir sakinlikle.
‘Şey… Ben…’
‘Özür mü dileyeceksin yoksa Lima? Yapma böyle incelikler, üstünde eğreti duruyor. Hem… Ne diyeceksin ki? Aiduvanı ayarttığım iç-‘
Tamam… O hala Amon. Bir değişiklik yok.
‘Kes sesini. Daimon benim için önemli biri evet, ama sandığın gibi bir şey değil. Sızı kulesinden beri bana yardım ed-‘
‘Demek gizli gizli görüşüyordunuz bunca zamandır.’ diyerek sözümü kesti ve belimde asılı duran eli, beni daha sıkı tutarken hafifçe kıkırdadı. ‘Sandığım gibi bir şey değil, hım… Sence ben ne sanıyorum peki?’
‘Sus artık… Sonra konuşalım bunu. Herkes bize bakıyor.’
Amon dışarıdan o kadar neşeli ve tatlı görünüyordu ki bir an zihnimdeki zehirli kelimeler ondan çıkmıyor da hepsini ben hayal ediyorum sanmıştım. Fakat onun aksine ben yüzünü toparlayabilen, rol yapabilen tarzda biri değildim. Ne kadar gergin olduğum salonun ortasında somut bir varlığa bürünüyordu, an be an.
‘Cevap vermekten kaçtığına göre sandığımdan çok daha yakınsınız Daimon ile…’
‘Kanımdaki Pyrion, seni nasıl yakmıyor ki?’ diye söylendim, ona sataşmaya devam ederek. Belki de bu… Yeni bir kaçış yoluydu. Amon gözlerini benden kaçırarak güldü. Uzak bir noktaya bakıyormuş gibi konuşurken ilk kez bu kadar neşeli bir tarafına rastlamıştım onun.
‘Moira bağı tüm düşmanlıkların ötesinde bir şey çünkü…’
‘Aman ne güzel…’
‘Evet. Artık senin Moira eşin olduğuma göre, hayatım boyunca sana gıcık bile olsam, hatta kraliyeti mahvetmeye yemin etmiş bir hafiye falan olduğundan şüphelensem de fark etmez. Üstünde hak iddia edebilirim. Patriam’dan ve onun bir parçası olduğum için benden nefret etsen de sen de… Üstümde hak iddia edebilirsin.’
‘İstem-‘
‘Aiduvamdan uzak dur. Ben hariç tüm erkeklerden uzak dur. Ama şimdilik benden de uzak dur. Çözmem gereken şeyleri çözene kadar bana izin ver…’
Tam Moira’yı küçümseyeceğim ve onun hiçbir isteğini gerçekleştirmeyeceğim hakkında bir cevap verecektim ki o ışığı fark ettim. Amon ile ellerimizin birleştiği noktadan sızan ışık… Saniyeler içinde, beyaz ışıktan bir ip gibi bileklerimize dolanıp bizi birbirimize bağladı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum endişeyle. Gözlerimi dallanıp budaklanmaya devam eden ışıktan çekemiyordum. Daimon’un kalkanına benzemiyordu bu, ama o minvalde bir şey olduğundan kafam karışmıştı. Amon bir şaman değildi. Buna rağmen kalkanlar örebilir miydi?
“Ben bir şey yapmıyorum.” dedi Amon omuz silkerek. Yüzünü benimkine doğru eğerken gözleri ışıldadı. Ruh Aynasındaki Amon’a benzedi bir anlığına… “Moira yapıyor. Biz yakın temas kurduğumuz için kendini sergiliyor…”
İçimdeki ateş tamamen söndü. Geriye ne nefret kaldı ne korku. Ne yakalanmışlık hissinin yakıcı suçluluğu, ne de Daimon’un soğuk teni… Yerini ışık alan pencerelerle dolu güney cephesindeki ferah bir odaya bıraktı sanki. O odaya girip huzur içinde yattım zihnimin içinde. Gözlerimi kapatıp sakin bir nefes aldım.
“Amon…” Işık kollarıma dolanıyor, omzumdan boynuma doğru ince bir yol çiziyordu. Etrafımızda dans etmekte olan insan çemberi açılmış, hayranlıkla ışığı izlerken, masalarında oturan öğrencilerin bir kısmı da ayağa kalkıp ona yakından bakmak için salonun ortasına doğru yürüyordu. Herkesi büyüleyen ışık… Amon ve benim ışığımız… Nasıl bu kadar güzel olabilirdi ki? Birbirimize karşı iyi şeyler hissetmeyi bırak nötr bile davranamıyorduk çoğu zaman. İçimizde biriken nefreti saklamak konusunda zorlanıyorduk hep. Ama Moira… Gerçekti. ‘Tüm düşmanlıkların ötesinde bir şey…’ Bedenlerimiz yavaş yavaş birbirine bağlanırken sonunda ayakucumuza kadar ulaştı ip. Gözlerimi ışıktan zorla çekip Amon’a baktım. Bana gülümsüyordu.
Her şey çok garipti. Hissettiğim her şey çok yoğun, olduğum kişiye çok ters, çok anlamsızdı… Amon’un eli soğuk değildi artık, kollarında normal bir ısıda hissediyordum kendimi ilk kez. Ne üşüyordum ne de yanıyordum… Sırtım ürpermiyor, göğüs kafesim alev almıyordu… İlk kez…
Hissettiklerim Moira yanılsaması… Sadece… Nefret ettiğim sistemin oyunlarından biri…
Mantığımı aramaya çalışıyordum ama ışık o kadar güçlü ve güzeldi ki… Amon beni kendine doğru iyice çekip bedenimi göğsüne yasladığında ayaklarımızdan taşıp etrafımıza yayıldı, salonu adım adım kaplamaya başladı, inanılmaz hoş bir örüntüyle. Etrafımızdaki insanlar geri çekilip ışığa basmamak için hızlı hızlı masaların olduğu kısma doğru yürüdüler. Ben ayaklarımızın dibine bakarken, bir kez daha sarhoş oldum sanki.
Gözlerim Amon'un gözlerine kaydığında etrafımızı saran ışık onun buz mavisi gözlerini öyle bir parlatmıştı ki... Onu tanımasam o an başka bir alemden gelen bir melek sanırdım. Moira Bağının etkisi miydi bu... Kafamı karıştırıyordu... Nasıl bir şeydi bu bağ, iliğimle kemiğimle nefret ettiğim Amon'un, her bakışta mideme kramplar girmesine sebep olan kibirli yüzü bu kadar ilahi bir varlıkmış gibi görünüyordu gözüme... Başımı iki yana salladım, rüyadan uyanmak ister gibi. Ama yüzü hala aynıydı... Erkek bir melek gibi, gördüğüm en parlak ve en göz alıcı şeydi...
Sanki o da aynı durumdan muzdaripmiş gibi bir yoğunlukla bakıyordu bana. Benimle birlikte kendisini de ikna etmek istiyormuş gibi pürüzlü bir sesle konuştu.
"Korkma... Bana aşık falan olmadın. Moira Bağı illüzyonu sadece."
Gerçek bir sarhoşluk hali vurdu tüm bedenimi... Moira Bağının ılık hissi boğazımdan aşağı akarak tüm bedenimin titremesine neden oldu. Amon'a her yaklaştığımda güçlenen bir illüzyon... Kendime engel olamadan bir adım daha sokuldum ona. Göğüs kafesim, onun bedenine değdiği an vücudum kasıldı. Müthiş bir hoşluk hali tüm bedenimi sardı... ‘Bu yüzden bu kadar övüyorlarmış demek ki…’ diye geçirdim içimden. Daha evvel ne fırsatım ne de deneyimim olmuştu böylesine keyif veren bir şeyi yaşamak için... Ama benim aciz ve tecrübesiz bedenim bile o an hissettiğim şeyin çok az canlıya kısmet bir tecrübe olduğunu anlayabiliyordu. Nabzım ağzımın içinde, beni öldürmek ister gibi bir sertlikle atıyor, karın boşluğuma kramplar giriyordu… Yanaklarım ısındı. Ürkerek, tekrar Amon'a baktım. Etrafımızdaki ışık daha da büyüdü. Gözlerimi kör edecek kadar...
"Sen beni nasıl görüyorsun şu an?" diye sordum fısıldar gibi... Benim kadar tecrübesiz biri bile bu illüzyon sayesinde onu böyle görüyorsa, o kim bilir beni nasıl görüyor, neler hissediyordu, merakıma yenik düşmüştüm işte... Aramızdaki keskin fark, bilmek için yanıp tutuştuğum bir şeye dönüşmüştü. Ne hissetmesi gerektiğini bilen Amon… Şimdi nasıl görüyordu ışıklar arasındaki yüzümü?
Amon sanki sarhoş olmuş gibi, gevşek ve çok hoş bir ifadeyle gülümsedi.
Bünyem onunki kadar güçlü değildi, söz konusu bu alemin güçlü illüzyonları olduğunda. O benden daha dirayetli görünüyordu. Belki bilerek yapmıştı bunu... Beni zayıflatmak için... Biliyordu ya gücünü yeni yeni öğrenen zayıf bünyem bu illüzyona karşı gelecek halde değildi. Normal şartlarda çenemi dikleştirip ağız dolusu küfür ederdim bu tavrına karşılık. Ama o an, hissettiğim bu garip, yoğun ve hoş his yüzünden beceremedim. Amon’a boyun eğmek, onun sözünü dinlemek… Öyle cazip hissettiriyordu ki Moira’ya avazım çıktığı kadar bağırmak, ellerimi uzatıp hayran olduğum o ipleri tek tek koparmak istemem gerektiğini düşündüm. Bu bir istek değil, zihnime kalıcı şekilde hakim olmuş gerekliliklerden biriydi. Yapamadım, zaten yapamayacağımı biliyordum düşünürken bile. İtaatkar bir aşık gibi, Moira illüzyonu bittiğinde kendimden nefret edeceğimi bilerek, alev almış kırmızı yanaklarımın ısısı geçsin diye yanağımı omzuma değdirirken,
"Yalvarırım..." dedim. "Anlat..."
Sinsice gülümsedi muhtemelen. Ama Moira sarhoşluğuyla gözüme bambaşka göründü... Salondakiler bile yaydığımız Moira ışığı yüzünden sarhoş olmuş gibi bizi izlerken keyifli kahkahalar atıyor, heyecanla bağırıyorlardı. Ya da ben her şeyi bire bin katarak hissediyor, duyumsuyor, anlamlandırıyordum o an. İçlerinden biri coşkuyla,
"Daha evvel böyle geniş bir Moira ışığı çıplak gözle görülmemişti hiç! Patriam ressamlarını çağırın, ilham bulabilecek herkesin bunu görmesi lazım!" diye bağırırken, nasıl göründüğümüzü daha da merak ettim.
"Lütfen... Anlat..." dedim kelimeler ağzımdan usulca düşerken. Bacaklarım titriyordu. Amon’un omzuna sıkıca tutunan elim de olması yığılıp kalacakmışım gibi hissediyordum, öylesine mahvolmuştum ki… Her şey Amon’du. Amon, artık dünyama ait olan bir varlık değildi. Dünyam Amon’a diz çökmüş, ufaldıkça ufalmış, değersiz bir çöp parçasına dönüşmüş, yerini Amon almıştı.
Amon, yüzünü yüzüme yaklaştırdığı an salonda bir çığlık koptu. Moira ışıklarının rengi öyle bir hal aldı ki, ilk olarak bizi sonra da tüm salonu ateşe verecekti sanki...
"Biraz daha yalvar... Söz, yüzündeki tüm ayrıntıları tek tek anlatacağım sana..." Amon'un her kelimesi Moira ilahisi gibi çıkıyordu dudaklarından. Her kelimede daha da şiddetleniyordu karnımdaki his... Bütün hücrelerim aynı anda kasılıyordu sanki. O an dudaklarından dökülen her kelimeye muhtaçmışım gibi bir acziyetle,
"Ne istersen söylerim... Lütfen... Diz çöküp yalvarayım istersen? Ne olur kurtar beni bu histen..." diye fısıldadım. Sesim ağlamak üzereymiş gibi, zavallı bir tınıyla çıkmıştı. Ama umurumda olan son şey bile değildi bu. İçim o an Amon'a öyle muhtaçtı ki, adeta onun kelimelerine susamış gibi hissediyordum. Aptal bağ... Lanet olası şey... Gücümü içimden çekip aldı... Aptal Amon... Gözüm tekrar gözlerine kilitlendi. Güzel Amon...
"Sevgili Veliahtım... Yalvarırım, beni bu ıstıraptan kurtarın. Sizin gücünüzün önünde eğiliyorum... böyle söyle." Amon’un sesi benim bugün içtiklerimin üç katını içmiş kadar sarhoş çıkmaya başlamıştı. Fakat buyurgan, alaycı yüz ifadesi yerli yerinde duruyordu. İfadesinin öyle göründüğüne adım kadar emindim daha doğrusu! Ama gözlerim… Onun dünyadaki en masum, en güzel varlık olduğunu sanıyordu.
Söylemek istemiyorum. Söylemek istiyorum... Vücudum kasılıyor... Midem bulanıyor... Moira'nın verdiği feci haz ve merak duygusundan ölecek gibi hissediyorum...
Ağzımı hafifçe açıp, sonrasında ölmeyi isteyecek kadar pişman olacağımı bile bile istediğini yaptım. Ona alttan bir bakış atarak usulca,
"Sevgili Veliahtım... Yalvarırım, beni bu ıstıraptan kurtarın. Sizin gücünüzün önünde eğiliyorum...” dedim, gözlerimi kapatarak. Amon yüzündeki memnun gülümsemeyle dans etmeye devam ederken, elini hafifçe sırtımda dolaştırdı. Ölmüş ve yeniden dirilmiş gibi güçlü bir duygu göğüs kafesimi yarıp geçti. Dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım.
"Moira ışığı, ruhundaki tüm güzelliği yüzüne yansıttı şu an," dedi usulca. Elini kaldırıp alnıma dökülen birkaç tel saçı geriye doğru itti, bir kuş tüyüne değiyormuş kadar hafif dokunuşuyla. "Bu kadar güzel olabileceğini ben bile tahmin etmezdim... Gözlerin o çok özlediğin Kasımpatı Köyündeki leylakların rengine döndü. Yanaklarındaki pembelik, Moira ışığının etkisiyle yüzüne yıldızlar düşmüş gibi görünüyor. Gözünü benden çekmeyi başarıp, ayakuçlarına bakabilirsen Lima... Saçlarının bile şu an upuzun olduğunu görebilirsin. Saçların ayak bileklerine değiyor şu an... Her bir saç telin, moira ışığını içine hapsetmiş gibi parlıyor. Kirpiklerinin ucunda minik ışıklar var sanki... Hipnoz edici bir güzelliğe sahipsin... Ben ki, Patriam'ın gördüğü en yüksek iradeye sahip savaşçı olmam ile övülürüm başkentte... Ben bile zor baş ediyorum seninle şu an. Bu pembeliğinle, baş döndürücü bakışlarınla… Salondaki herkes, senin güzelliğin ve yaydığın ışıkla kör olacak birazdan. Biraz daha böyle güzel bakarsan bana, belki ben de, gördüğüm son şeyin bu yüz olmasını isteyecek, kendimi kör edeceğim…"
O, efsunlu sesiyle öyle bir anlattı ki... Mest oldum. Övülmeyi sevmezdim halbuki... Amon'u da sevmezdim ki... Nasıl bir bağ ise bu, o an varoluşuma ters ne his varsa iliklerime kadar hissettiriyordu bana. Göğüs kafesim aldığım nefesle büyürken, ne kadar yakın olduğumuzu fark ettim. Neredeyse iç içe geçecekti vücudumuz...
“Lima… Bana bak.” Amon’un yumuşak sesi kulaklarıma ulaştığında çenemi kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Eğer istersen… Çok daha gösterişli bir şölen sunabiliriz onlara…” diye fısıldadı, yüzünü yüzüme doğru eğdiği sırada. Dudaklarının arasından çıkan her kelime, dudaklarıma çarptı. Başım döndü. Elim ayağım birbirine dolaştı iyice… Ruh Aynasındaki Amon… Benim en büyük korkum… Karşımda beden bulmuştu… Ama hiç korkmuyordum artık.
Amon’un ne demek istediğini biliyordum. Bu mantıklı bir yerden bakıldığında oldukça saçma bir öneriydi. Sonuçta bundan on dakika önce boğaz boğaza gelmek üzere olan iki insandan bahsediyorduk… Hem Daimon… O buradaydı. Elbette hesap vermek zorunda olduğum biri değildi ama… Aramızda adını koyamadığımız o şey… Daimon’un gözünün önünde başka birinin; Amon'ın kollarında eriyip gitmeme engel olmalıydı, değil mi?
Doğru neydi? Yanlış neydi? Gözlerimin içine parlak parlak bakan bu adamı en büyük düşmanım sanırken şimdi bana, daha önce hiç yaşamadığım kadar yoğun, güzel şeyler hissettiriyordu. Karşı koymam mümkün bile olmamıştı. Çenemi yarım santim kaldırdığım an,
"Daha gösterişli bir şölen mümkün mü?" diye sordum kısılmış sesimle. "Mümkünse, izin veriyorum Amon..."
Artık tüm vücudumu etkisi altına almıştı bağ... Her ne kadar dirayetli görünmeye çalışsa da, Amon için de öyleydi belli ki... Yüzündeki ifade yumuşacık bir hal aldı. Ve ardından usulca güldü. Yanağıma tırmanan eli beni kendine çekerken dudaklarımızın buluşması saniyeleri değil yalnızca birkaç saliseyi almıştı. Amon uzanıp boynumu tuttu, ben iki elimi de omuzlarına çıkardım. Çevremizdeki ip hareketlerimize göre şekil değiştirip farklı noktalardan bağladı bizi. Amon beni öptü. Başını sağa doğru eğerken dudaklarımın arasında iç çekti. Gözleri kapalı, omuzları hiç olmadığı kadar rahat, beni tutuşu nezaketten uzak bir tutkuya sahipti. Ben… Amon’u öptüm. Az kalsın gözlerimden yaşlar akacak, onun şakaklarını ıslatacaktı. Daha önce hissetmediğim kadar yoğun bir şeydi bu. Beni afallatmış, kendimden geçirmiş, sağduyulu her düşüncemi tek tek elimden almıştı.
Işık ipliğinden parçalar kopmaya başladı. Dudaklarımızı birbirine bağlayan kısımdan koptu ilk, göğe yükseldi ve orada, tüm salona ışık taneleri yayarak patladı. Daha evvel Kasımpatı Köyü'nde uzaktan izlediğim o ışıklar, şimdi bizim bağımızla yükselip patlıyordu tüm güzelliğiyle... Ardı sıra onlarcası eşlik etti ona.
Amon hafifçe geri çekilirken dudağımın kenarında dinlendi. Gülümsemesini yanağımda hissettim. Gözlerimi açamıyor, yerimden kımıldayamıyor, nefes dahi alamıyordum.
“Tam da istediğim gibi…” diye fısıldadı Amon. “Aferin Lima… Aferin.”
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
İlah