Salon baştan sona sessizliğe mi bürünmüştü yoksa benim kulaklarım mı sağır olmuştu? Yalnızca büyücünün derin sesiyle okuduğu ilahiyi duyabiliyordum, neler oluyordu? Kör edici ışığın içine hapsolan kişinin Thalia olması, salondaki herkesin elleri kızarana kadar alkış tutması, Amon’un çoktan Thalia’yı tutup ayağa kaldırması, belki şakağına küçük bir öpücük bırakması, en basit ihtimalle nazikçe koluna girmesi gerekmiyor muydu? Bu lanet ışık gideceği yeri mi şaşırmıştı? Yoksa… yoksa Patriam, aklımı kaybedeyim diye kurduğu pis oyuna devam mı ediyordu? İçine düştüğüm tuhaf durum aklımı kaybetmem için yapılmış yeni bir hamleden mi ibaretti? Yahut abuk subuk kabuslarımdan birini mi görüyordum yine? İlkinin adı Virtüs’tü, buna da Amon adını mı verecektim? Min, kollarımdan tutup beni hafifçe kendine doğru çektiğinde gerçek hayatta olduğumu fark etmek göğüs kafesimi acıttı. Hiçbir rüya bu kadar somut dokunuşlara ev sahipliği edemezdi… Uzun çocuk, kulağıma eğilip,
"Sakin ol Lima, bir yanlış anlaşılma olmalı, çözeceğim. Şimdilik yalnızca sakin ol ve sana ne söylenirse onu yap..." Başımı kaldırıp ona doğru dönmeye çalışırken Amon'un yüzünü gördüm. Beklediğim hiçbir tepkiye, mimiğe sahip olmayan yüzünü... Dehşet içinde görünmesini istemiştim içten içe, benzer şeyler hissettiğimizi düşünmek, olanların yanlışlığını kanıtlayacaktı sanki bana. Amon çözebilirdi, o kralın oğluydu. Neden bu kadar duygudan yoksundu hala o aptal suratı? Nasıl? Yanı başındaki Thalia metanetli bir matem havasına girmiş gibi, sessizce ağlıyordu. Eli, Amon'un bileğinde asılı kalmıştı. Bir şeyler söylüyordu ama ben onu duyamıyordum. Thalia'nın gözyaşlarına tutunmak istedim, Amon onu seviyordu, değil mi? Yıllardır beraberlerdi, elbette seviyordu! O, olaylara canımı sıkan soğukkanlılığıyla yaklaşıyor olsa bile Thalia için elini çabuk tutardı değil mi, hızlıca çözerdi bu mevzuyu...
“Sakin mi olayım?” diye inlediğimde dudaklarımı yöneten şeyin sağduyuya sahip zihnim olmadığına emindim. Gözlerimi sıkıca kapatıp burnumdan soluduğum sırada Min’i kendimden uzaklaştırdım sert bir refleksle. Başkente taşındığım andan beri başıma gelen her şeyi kronolojik sırayla düşünecek olursak ruh savaşçılarının bir tanesine bile güvenmek akıl karı değildi artık. “Şu büyücüyü susturun yoksa kulaklarımı koparacağım şimdi…” Ellerimle kulaklarımı kapatırken çaresizce dizlerimi büktüm. Moira Büyücüsünün sesi bir noktada bana her açıdan zarar vermeyi hedefleyen bir sızıya dönüşmüştü. Bir saniye daha dinlersem kanamaya başlayacaktım sanki… Saliseler içinde infilak olacaktı bedenim… Korkuyordum ve hayatımda ilk kez böylesine korkutulduğum için öfkeden kaynıyordu içim. Kimsenin bana böyle iğrenç hisler yaşatmaya hakkı yoktu, bugüne dek izin vermemişken şimdi mi diz çökecektim? Bu sirk çalışanı gibi giyinen, gerçek dünyadan bihaber asalaklara mı boyun eğecektim?
'Lima nefes al, korkutma beni!' Zihnimde yankılanan ses, benden ne istiyorsa tam aksini yapmaktaydı. Sesinde öyle kontrolsüz, öyle yoğun bir öfke vardı ki kollarım titredi. 'Daimon... Daimon ne oluyor?' Öyle derinden iç çekti ki ben de istemsizce nefes aldım usulca. 'Anlamıyorum ama anlayacağım. Şu lanet gün bitene kadar idare edelim yeter. Çünkü Amon bile bu boktan durumdan habersiz tamamen, gözlerinde görebiliyorum... Siktiğimin bunak büyücüsü ilahiyi yanlış söyledi falan herhalde, mantıklı herhangi bir açıklaması yok başka! Klanlar arası moira bağı diye bir şey yok, olamaz! Bağ olmaksızın evlenmek bile yasak!'
Kulaklarım öyle bir uğuldamaya başladı ki dışarıdan gelen sesleri duyamaz oldum. Amon'a baktım bir kez daha, istemsizce. Mavi gözleri, siyahın daha evvel hiç görmediğim bir tonu kadar koyulaşmıştı. Dimdik ayakta durmaya devam ediyor olsa bile öfkesini ele veren tek bir işaret bulmuştum orada. Amon'un öfkesi... ilk kez içimi rahatlatmış, içine düştüğüm derin çukurda yalnız olmadığımı hatırlatmıştı bana. Yine de onu yok etmek güçlü bir seçenekti hala. Artık daha da gerekliydi hatta. Moira bağı zımbırtısından kurtulmanın bir yolunu bulacaktım elbette, ama olur da bulamazsam… Amon’u yeryüzünden silmekten çekinmeyecektim.
'Lajos ilahi biter bitmez sizi sahneye davet edecek, eşlikçi görevliler yanına gelecek, sahneye kadar eşlik edecekler sana ve hemen ardından ilk resmi takdiminiz gerçekleşecek. Yani… birkaç saniye içinde sakinleştirmemiz lazım seni. Orada bir yerlerde, yeşil bir ip görüyor musun?' Duyduğum tek ses, zihnimin içindeki Daimon'a aitti. Ve gördüğüm tek şey Amon'un kapkara gözleriydi... Başımı sertçe iki yana doğru salladım. Bu hareketim, dehşete düşmüş bakışlarımla birleşince korkulması gereken bir vakaymışım gibi göstermiş olmalıydı beni, ama umurumda değildi hiç. ‘Şu an sakinleşmem gereken bir an olduğunu sanmıyorum, nasıl kaçarım buradan onu öğret! Işınlanma efsunu falan yok mu? Ya da tek çırpıda nasıl ateşe veririm tüm davet salonunu?’ Daimon üç kesik nefes aldı. ‘Yarın sabah güneşin doğduğunu görmek istiyorsan sözümü dinle Lima. Üçümüzü de kurtarmaya çalışıyorum sadece.’ Gözlerimdeki yangın kafatasımı ele geçirirken sertçe yutkundum. ‘Ya istemiyorsam?’
‘Kes şunu!’
‘Düştüğüm durumun farkında mısın Daimon? Bu her açıdan saçma görünüyor evet, ama… Kadim Kitapta ne yazdığını biliyorsun… Moira’nın yanılma payı yok, bu mümkün değil. Büyücü ilahiyi yanlış söylese, dünyanın yörüngesi değişse, doğu ve batı ters düz olsa bile ışık yanılmaz… O yüzden sakın! Sakın sakin olmamı bekleme, kafamda dönen planları hafife alma ve beni kurtarmaya çalışma. Bu çukurdan daha beterine düşemem çünkü. Amon Fama ile bağlanmaktansa ölmeyi yeğlerim.’
‘Tüm bunları bilmediğimi, düşünmediğimi mi sanıyorsun? Sadece… en azından başınıza gelen bu saçmalığın nedenlerini öğrenene kadar zaman kazanalım istiyorum. Sorulması gereken hesaplar sorulsun, cevaplar alınsın, olay bilinmezlikten çıksın bir! Sonrasına sonra bakalım, olmaz mı? O zaman da ölmek öldürmek falan istersen buluruz bir çaresini, eh, muhtemelen Amon da bu katliama gönüllü olacağı bir ruh halinde olur zaten…’ dedi Daimon ve usulca kıkırdadı. Durumun boktanlığını hafifletmeye çalışırken öyle samimiydi ki az da olsa sağduyumla düşünür, düzgün nefes alır oldum, birkaç dakika öncesine göre. Daimon’da bir şey vardı, insanın içine serin sular serpen bir şey, şifalı bir yan…
İçime dönüp Daimon'un bulmamı istediği ipi aramaya başladığımda onun beni teşvik edercesine gülümsediğini biliyordum, bunun için yüzüne bakmaya ihtiyacım yoktu. Ne renk demişti, yeşil mi? 'Yürüme Lima, koş.' diye komut verdi aniden. Merdivenleri tırmanmakta olan görevlileri gördüm hayal meyal. Çok az vaktim kalmıştı, karanlığın içinde son sürat koşmaya başladım. Sonunda gördüm onu. Uzaktaydı evet, ama oradaydı işte. Elimi uzatıp tutabileceğim yakınlığa ulaşana dek durmadım. 'Zihnindeki en sakin katmana ulaştıracak seni, peşinden git.'
Biraz sonra ilahiyi duymaya başladım yeniden. Etrafımdaki sesleri, Min'in burnundan verdiği derin solukları... Somia'nın kendi klanından doğru bana attığı stresli ve her şeye rağmen heyecanlı bakışlarını gördüm. Az kalsın kahkaha atacaktım. Somia olmayı diledim bir kez daha… Yeşil ip beni yemyeşil bir vadiye ulaştırdı. Zihnimdeki parlak yeşil çimenlerin üzerine uzandım ve bedenimle yavaşça ayağa kalktım aynı esnada.
Lajos bile yaşadığı şoku gizleyemiyordu, gülümsediğini sanıyordu o an ama dudakları yalnızca gerilmiş bir ip gibi yüzünün üstünde asılı duruyordu, içinde yaşadığı karmaşayı dışa yansıtarak...
İlahi bitti. Moira Büyücüsü asasını bir kez yere vurdu. Çukur gözlerini önce Amon’a sonra bana doğru çevirdi.
"Bağınızı kutsuyor ve kutluyorum."
Tüm salonda derin bir sessizlik hakimdi. Ta ki yüce kralımız ... Patriam'ın yeni çifti için alkış tutmaya başlayana dek... Herkes saniyesinde Armais’e ayak uydurarak alkışlamaya başladı bizi. Gerçi hayretler içindeki ifadelerini yüzlerinden silmeye yetmemişti bu, yine de çaresizce krallarına ayak uydurmak zorunda hissetmişlerdi sanırım. Nefeslerini tutmuş bir Amon’a bir bana bakan şaşkın kalabalığın el çırpınışları… oldukça korkunç bir görüntüydü.
Bağırmak, çığlıklar atmak, Thalia'nın aksine hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu beynim ama ruhum az da olsa sakinleşmişti. Zihnime döndüğümde yeşil vadiyi göremiyordum artık, yine de plansız suikastlar yapacak kadar delirmiş hissetmiyordum şimdi. Daimon’un yapmaya çalıştığı şeyi yeni yeni algılıyordum, neticede bana zararı dokunacak fevri adımlar atmamı, öfkeden ne yapacağımı bilmez haldeyken okul koridorundakinden daha beter bir şeye yol açmamı engellemek içindi o kısa telkin konuşması ve ip oyunu…
"Amon Fama ve Lima Tarlus! Başkentin yeni gözde çifti! Lütfen sahneye gelin ve sizi gururla takdim etmeme izin verin!"
Lajos, her çift için benzer şeyler söylemişti fakat bu kez sözlerinde abartılı bir özen vardı. Fama ve Tarlus... bu zıtlığın ağzına normal bir şeymiş gibi oturması için çok çaba sarf etmiş olmalıydı. Beyaz takım elbiseli iki görevli merdivenleri tırmanıp yanıma geldiklerinde, şimdiye dek hiç karşılaşmadığım bir saygıyla öne doğru eğildiler. Sağ kolları yavaşça havaya kalkıp sahneye doğru uzandı. Burnumdan soluyarak güldüğümde Min yanıma doğru bir adım attı.
“İstemiyorum…” dedim, söylenir gibi. Başımı Min’e çevirdiğimde öfkeden kızarmış yüzünü, çaresiz bakışlarını gördüm ve az önce onu itmiş olmanın pişmanlığıyla sarsıldım bir anlığına.
“Ona ben eşlik edeceğim, siz-“ Min beni kolumdan hafifçe tutarak kendine çektiği sırada, görevlilerden erkek olan başını azıcık kaldırıp alttan bakan kara gözlerini Min’e dikti. Dişlerinin arasından,
“Kutsal tören ritüellerini, Yüce Patriam prosedürlerini yok sayabileceğini mi sanıyorsun Tarluslu? Hah, hepiniz aynı baş ağrısısınız… Veliaht Prensesi bırak yoksa bu saygısız tavrını kralın huzurunda şikayet etmek zorunda kalırım!”
“Min!” diyerek uyardım onu. Yine de elini çekmedi üstümden. Bir kez daha itmek zorunda kaldım elini… Bu hareketimin bana bu kadar ağır gelmesini beklemiyordum, kim bilir Min nasıl hissetmişti? Ama… gereken şekilde davranmazsak başını belaya sokacaktı. Ben, kendimin pek umurunda değildim fakat benim yüzümden başkasının zora düşme ihtimali… Hele bu kişi bana iyiliği dokunan, değer verdiğim biriyse... mahvederdi beni! Tavrımı, uzattıkları ellerini yok sayarak gösterdim. Görevlilerin arasından geçip yürümeye başladığımda ikisi de şaşkına uğradı birkaç saniyeliğine. Ancak beşinci basamağı inerken yetişebildiler arkamdan. Yanımda saygıyla yürürken bir kez daha elimi tutmaya cüret edemediler.
“Patriamınızın yüceliği de, saçma sapan prosedürleri de yerin dibine batsın!” diye söylendim doğrudan önüme bakarken. Seslerini çıkaramadılar, tuhaf bir şekilde iyi hissettirdi beni saygı duymak zorunda oldukları bir figür olarak görmeleri. Amon ruhumu istila etmiş miydi çoktan? Bu his tam onluk bir narsisizmin örneğiydi…
Nefeslerimi normal düzenine yakın bir noktaya getirmeye çalışırken tekrar tekrar Daimon’un söylediklerini düşündüm. Vakit kazanmak… benim de işime gelirdi sanırım. Planlanmış bir yıkım daha etkili olurdu her açıdan. Belki de sadece kaçıp giderdim. Patriam’ın adını dahi unutacağım kadar uzak bir yere kaçmak için de plana ihtiyacım olacaktı. Şu anlık oyunu kuralına göre oynamaktan başka şansım yoktu. ‘Şu lanet gün bitene kadar idare edelim yeter…’
İnce koridor boyunca, görevlilerin bir adım önünden yürüyüp sahnenin merdivenlerine ulaştım. Ağır adımlarla tırmandım, infazım sayılabilecek bir bağı tamamlamak için hiç acelem yoktu… Karşıdan yürüyen iki görevliyi ve onların elini tutmayan, bir adım önlerinde olan Amon’u gördüğümde memnuniyetsiz bir tavırla burun büktüm. Bu kadarcık benzerlik bile midemi bulandırmaya yetmişti. Ben isyancı bir ruha sahipsem o kendine başka bir kılıf seçmeliydi. O güçlü bir konumdaysa ben dünyadaki en güçsüz zümreden olmayı yeğlerdim. Ki zorla annemden söküp alınmadan önce öyleydim de… Hiç olmadığım kadar mutluydum o günlerde…
Amon ile sahnenin ortasında buluştuk. Yan yana dikilen, birbirlerine ruhen fersah fersah uzak olan iki beden… iki korkunç hayalet gibi… orada öylece, ifadesiz yüzleriyle dikilirken önlerindeki uçsuz bucaksız kalabalık haklarında neler düşünüyordu kim bilir?
Amon’un gerginliği dik omuzlarının ucundan havaya karışıyor, adeta gözlerimin kararmasına neden oluyordu. Soğukkanlı duruşu hakkında yanılmıştım. Yalnızca o, uzaktan ser verip sır vermeyen bir duruş sergilemeye alışmış, belki de çocukluğu boyunca buna zorlanmış tipik bir kraliyet ferdiydi. Yakınına geldiğinde kendini ele veren enerjisi ise can yakıcı ve karmakarışıktı. Yoksa bu enerjiyi hisseden tek kişi ben miydim? Yeni oluşmaya başlayan bağımızla mı ilgiliydi içimdeki bu sıkıntı? Amon’un his aynası olmak… Tanrının beni yerle bir etmek için seçtiği çirkin bir yol muydu?
“Ve zaman geldi… Geleceğin kral ve kraliçesinin moira bağı tamamlanmak üzere…” Lajos’un heyecanlı ses tonu, bir kez daha midemi bulandırdı.
Moira büyücüsü tam ortamızda dikilip asasını öne doğru uzattı. Amon, elimi tutarken nazik görünmüş olmalıydı ki salondan birkaç hayranlık nidası yükseldi. Oysa öyle sert bir tutuştu ki bu tüm eklemlerim aynı anda karıncalanıp uyuştular. Büyücü asasının ucunu ellerimizin birleştiği noktaya koydu. Amon gözlerini kapattı.
‘Gözlerini kapat Lima ve konuşma. Sahneden inene dek tek kelime etme. Şu işkence bir bitsin sonrasına bakacağız…’ Daimon’un zihnime geri dönüşü bana öyle güzel destek oldu ki az kalsın ağlamaya başlayacaktım. Yalnız değildim… Daimon ile sahip olduğumuz bu şeyi kaybetmediğim sürece yalnız kalmayacaktım hiç… Gözlerimi kapatıp burnumdan sakin nefesler almaya başladım. Başta hissettiğim ve gördüğüm tek şey zifiri boşluktu ama sonra… Aynı anda göğsüme onlarca bıçak saplanıyormuş gibi delici bir hisle sarsıldım. Nasıl oluyordu da hala dimdik durabiliyordu bedenim? Bu acının beni iki büklüm etmesi gerekmez miydi? Moira denen bu lanet bağ böylesine can yakıcı, ilkel ve batıl bir yapıya sahipken nasıl oluyordu da sözüm ona pek medeni başkentte uygulanmaya devam ediyordu?
Moira’nın sızısı beni yakıp kavurmak için miydi yoksa? Bu acı… benim kişisel meselem miydi?
Amon uzun parmaklarının arasına hapsettiği elimi serbest bıraktığında anladım, ritüelin sona erdiğini. Yavaşça gözlerim aralanırken salondaki yüzlerce ses sanki aynı anda kulağıma bir şeyler fısıldıyordu. Her bir öğrenci, yanındaki arkadaşıyla kulak kulağa gelmiş bizim hakkımızda konuşuyordu. Amon’un kesik nefeslerini duyduğumda dudaklarımı birbirine bastırdım. İçimde ince damarları olan bir öfke belirdi ve saliseler içinde boynuma doğru tırmandı. Amon’un öfkesi…
Zavallı his aynası… Onun sağlam gövdesinde taşıdığı bu yoğun duygularla sen… cılız bedeninin içinde nasıl baş edeceksin?
Moira nasıl bu kadar hızlı nüfuz edebilirdi ruhuma? Kendi zor duygularımla birlikte Amon’un ihtiraslı duygularıyla da baş etmek için az da olsa vaktim var sanıyordum… Karışmıştım birden, allak bullak olmuştum…
“Sessizlik!” Amon’un dudaklarının arasından çıkan kelime yüksek bir tonda olmasa da yeterince sert ve yoğundu. Salon yarım saniye içinde sessizliğe bürünürken başımı istemsizce ona doğru çevirip ifadesiz yüzünde değişen bir şey var mı diye kontrol ettim. Buz gibiydi hala. O an kafası kopup yere düşse uzanıp almazdı sanki, yanından yürür giderdi. Yüzüne baktığımı hissettiği an yavaşça yutkundu. Bakışlarının yönünü değiştirmeden, olduğu yerden hiç kımıldamadan konuşmaya başladı yalnızca benim duyabileceğim bir ses tonuyla,
“Uslu dur. Bu yanlışlığı çözeceğim. Ama şimdi değil. Klanı rezil etme.”
Dört kısa cümle, iki benzer komut. Aksi bir hareket yapıyormuşum gibi beni uyarması sinirime dokunmuştu. Olayın en başından beri (biraz da Daimon’un yardımıyla) oldukça metanetli ve düzgün bir tavır sergiliyordum. Daha ne istiyordu benden bu aptal herif? Thalia gibi hüngür hüngür ağlamaya başlasaydım ne yapacaktı? Ki buna hakkım vardı, son birkaç gün içinde yaşadıklarım düşünülünce…
“Sen önce kibrinle kendini rezil etmesene!” Dudaklarımı neredeyse hiç kımıldatmadan söylediğim cümle üzerine Amon gülermiş gibi yaptı; Dışarıya karşı kötü bir izlenim oluşturmamak için yaptığı, sahte bir hareketti bu. Başını hafifçe bana doğru eğip, dişlerinin arasından,
“Beni kışkırtmanı tavsiye etmem, hele şu an ki ruh halimin içinde… ben bile yapacaklarımı kestiremiyorum…”
Tam ağzımı açıp iki çift daha laf edecek, ondan korkmadığımı dile getirecektim ki salonda bir hareketlilik oldu. Başımı önüme çevirip baktığımda tüm salonun aynı anda ayağa kalkıp boyun eğdiğini gördüm. Kral Armais, arkasına aldığı iki uzun boylu, iri yarı fedaisiyle birlikte, oturmakta olduğu locadan kalkıp merdivenlere doğru yönelmişti. Amon fısıldar gibi,
“Herkes ne yapıyorsa onu yap.” dedi ve ellerini önünde birleştirip dik duruşunu sürdürmeye devam etti. Sanırım herkesin yapmaları için zorlandığı bazı hareketler Amon Fama için geçerli değildi. Dişlerimi sıkarken başımı hafifçe öne doğru eğdim. Daimon’un sözlerini düşünmeye çalıştım, yeşil vadiyi, uzun vadede yapacağım planlarla yaratacağım büyük yıkımları… Şimdilik dişimi sıkmaktan başka çarem olmadığı ortadaydı…
Kral sahneye çıkıp Amon’un önünde dikildi. Neşeli sesi kulaklarıma çalındığında aklımı kaçırmak üzereymişim gibi hissetmeye başladım yeniden…
“Tebrik ederim sevgili oğlum… Veliaht Prens Amon…” Cümlesine koyduğu noktayla birlikte iki adet farkındalık yaşadım. Birincisi Armais’in kokusu… burnumun direğini sızlatacak keskinlikte, safraya benzeyen, asitli, yakıcı kokusu… ruhunun sahip olduğu keskin güce mi işaret ediyordu yoksa salt çirkinliğe mi? İkincisi ve daha da garibi Amon’un rahatsız hissetmeye başladığını açık eden birkaç imgeydi. İçimde benliğime ait bir tiksinme hissi vardı evet, fakat bir de bana ait olmayan bir çeşit tedirginlik, rahatsızlık taşımaya başlamıştım. Kral uzanıp alnından öperken Amon’un adem elması boynunda ağır bir hareketle aşağı ve yukarı doğru kımıldadı, sanki zar zor yutkunmuştu. Babası ondan uzaklaşmadan önce Amon her zamanki soğuk, herhangi bir duygu barındırmayan ses tonuyla,
Az kalsın dudaklarımın arasından bir hayret nidası kaçacaktı. Armais gibi acımasız bir diktatör olduğu her halinden belli olan bir adama karşı nasıl bu kadar laubali konuşabiliyordu? Babası dahi olsa… Amon’a neden ve nasıl müsamaha gösteriyordu? Ona sesli olarak cevap vermedi, bir çeşit baş hareketi yaptıysa da ben görmedim. Sonunda yarım adımla önüme geçtiğinde bile başımı kaldırmadım. Üstümde nedenini bilmediğim bir telaş oluşmuştu. Belki o keskin kokuyla ilgiliydi, yahut Amon’un yutkunuşuyla…
“Seni de tebrik ederim Veliaht Prenses Lima Fama...” İşaret parmağı çenemle temas ettiğinde midem çalkalandı, az kalsın kusacaktım. Koku o kadar yakındaydı ki artık. Tıpkı Amon gibi benim de alnımdan öptü. Bir çöp tarafından öpülerek kirletilmiş gibi hissettim. İçimde, saatlerce duş alma isteği belirdi. Kral pis kokusuyla birlikte uzaklaşırken kurduğu cümle zihnimin içinde yavaş yavaş oturmaya başladı…
Bir saniye? Ne? Lima Fama mı? Siz benimle alay mı ediyorsunuz Kral Armais?!
***
“Kralın tam karşısına oturamazsın, o izin vermediği sürece yüzüne bakamazsın, konuşma başlatamazsın, sesini asla yükseltemezsin.” Yönetim katının ince koridoru boyunca yürürken Germian telaşla nasıl davranmam gerektiğini öğretiyordu bana. Burnumdan solur gibi güldüm.
“Ayaklarına kapanıp ayakkabısının tozunu da öpeyim mi?” diye söylendim sessizce. Beş adım arkamda yürüyen Daimon boğazını temizledi aynı anda, söylediklerimi etraftaki görevliler duymasın istercesine.
‘Germian’ın sözünü dinle. Yadsınamayacak kurallar vardır Lily, başın belaya girmesin diye uğraşıyoruz.’ Kesik kesik nefes aldığım sırada gözlerimi devirdim. ‘Başımın belaya girip girmeyeceği beni ilgilendirir, kasmayın bu kadar.’ Daimon normale göre oldukça uzun süren bir sessizlikle karşılık verdi önce. Hala zihnimin içindeydi ama konuşmuyordu. ‘Hayır.’ dedi sonunda. ‘Yalnızca seni ilgilendirmiyor, artık öyle değil.’ Duygudan yoksun bir düzlemde tutmaya çalıştığı ses tonunun altında yatan burukluk, endişe, hatta biraz da hüzün beni alaşağı etti. Bu kadar içten bir tavırla korunup kollanmak daha önce yaşamadığım bir histi, ilk kez birine sırtımı yaslamak istememe neden oluyordu. Bu istek… beni güçlü birine mi dönüştürecekti, yoksa büsbütün zayıf mı düşürecekti?
Müdüre Sierra’nın odası hatırladığımdan daha kasvetli, karanlık bir havaya sahipti. Kral Armais, müdürenin rahat koltuğuna yerleşmiş, Sierra ise hemen yanında, büyük bir saygıyla dikilmiş yandan bakışlarıyla beni süzüyor, kendi çapında kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Sonuçta ona göre ben patavatsız, yabani bir çayır gülüydüm. Patriam’da yetişen nezaket kumkumalarına tezat, kaba, görgüsüz bir zavallıydım ve tehlikeliydim de… Her an arkasındaki tavana kadar uzanan kitaplığı başına geçirebilir, ayaklarının altındaki yerde depremler yaratabilirdim, çekinmezdim bundan.
Neden duruyorum ki? Neden sağduyulu davranmak zorundayım? Patriam’a, Akademiye, Amon’a karşı hiçbir borcum yok, tanımıyorum, bilmiyorum bile! İstemiyorum bile burada olmayı! Neden tam şu an, Müdüre odasını içindeki insanlarla beraber akademinin haritasından silmeyeyim ki? Beni kim durdurabilir?
‘Lima… sakın!’ Elimi ağzıma gererek sessizce kıkırdadım. Öfkeden aklımı kaçırmama ramak kalmıştı. ‘Şimdi de zihnimi dinlemeye mi başladın?’ Amon, babasının tam karşısına, bacak bacak üstüne atarak oturmuş, üstteki bacağını, dikkatli bakılmadan görülemeyecek kadar yavaş bir ritimle sallıyordu. Bense (sözde lanet bir bağa sahip olduğumuzdan) hemen yanına oturmuş, bedenimi hafifçe sağ tarafa doğru çevirmiştim; Germian’ın sözünü dinlemem konusunda sıkı sıkıya uyarıldığım için. Germian, Min ve Daimon ise benim dönük olduğum tarafta, en kenarda duran koltuğa yan yana dizilmiş, başları hafifçe öne eğik şekilde oturuyorlardı. Min, öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüyle kesik nefesler alıyor, Germian’ın omuzlarındaki gerginlik üstündeki dar kesim gömleğin dikişlerini patlatacakmış gibi duruyordu. Daimon koyulaşmış gözleriyle dik dik bana bakıyordu. Yalnızca bir buçuk saniye sürdü bu. Ardından her zamanki ihtiyatlı yüz ifadesi geri döndü ve dışarıdan bakıldığında ortamdaki en dertsiz, en rahat insana dönüştü yine. ‘Hayır zihnini falan dinlemiyorum, zaten böyle bir şeye ihtiyacım da yok, gözlerini görebiliyorum. Sakinleş yoksa derslik koridorundaki günden çok daha büyük bir felakete yol açacaksın.’ Hafifçe omuz silktim. ‘Zaten yapmak istediğim buysa, ne olacak?’ Daimon’un dili üst damağına çarptı.
‘İstemiyorsun çünkü yaşamaya devam etmek için sebeplerin var. Hestia, unuttun mu?’ Zihnimin içinde sesli bir şekilde gülmeyi denedim, başardım da. ‘Aklımı intikam planımla oyalamaya çalışmak akıl karı bir hareket mi Mon? Şu an ki ruh halimi göz önünde bulundurarak cevap ver.’
"Bana bir açıklama borçlusun baba. Ne bu saçmalık?" Amon’un tok sesi Daimon ile kurduğum telepatik iletişimi böldüğünde kesik bir nefes aldım. Yine aynı boşluk… Daimon, Amon konuşmaya başlar başlamaz terk etti beni. Gözlerimi usulca kapatıp en azından Amon ile babasının arasında geçecek konuşmaları dinleyecek kadar da olsa sakinleştirdim kendimi. Zorba Prensin babasının karşısında bile bu kadar rahat olabilmesi kanıma dokunsa da öte yandan umut veriyordu bana. Kral Armais’i bu bağdan kurtulabilmemiz için ikna edebilecek tek kişi oydu.
Kral ihtiyatlı bir sessizlikle arkasına yaslandı. Bunu görmekten ziyade yanımdaki hareketlenme üzerine hissettim. Görüş açımdaki Min, sağ yumruğunu eklemleri morarırcasına sıkmış, sert bakışlarını Amon’un pervasız yüzüne dikmişti. Germian uzanıp kardeşinin elini avcunun içine aldı ve sırtına doğru bir şeyler söyledi. Min gözlerini Amon’dan çekerken şakağındaki bir damar seğirdi. Herkes yeterince öfkeli, stresli ve karmakarışıktı. Amon hariç.
Germian başını önünden kaldırmadan ellerini hafifçe öne doğru uzattı. Patriam’a özgü olduğunu düşündüğüm bir selamlama yaptıktan sonra,
“Hadsizliğimi maruz görün Yüce Kral Armais…” dedi, oldukça kısık ses tonuyla. Bu, konuşma izni almanın kölecesiydi sanırım. Ne adil, özgürlükçü bir kral ama…
“Germian. Başını kaldırabilirsin.” Kral’ın buyruğu üzerine başını kaldırıp yüzüne bakan Germian sıkıntılı bir nefes aldı.
"Saygıdeğer kralım, kararlarınızı sorgulamak haddimize değil. Fakat bir Tarlus mensubu olan Lima'nın nasıl Fama klanının varisi ile bağlandığını aciz aklımızla anlayamadık. Klanlar arası evlilik yasağıyla ilgili bir değişiklik ya da istisnai bir durum mu var?" Utana sıkıla sorulan sorunun karşılığı parlak bir çift bakıştı; üstten ama rahat, küstah ama samimi görünme çabasına girmiş bir parlaklık…
"Haddinize değil sevgili Germian, doğru. Fakat bilirsiniz ben halkıma karşı olabildiğince anlayışla yaklaşan bir kralım. Bunun yanında siz de, Lima'nın vasi lideri olarak bilgilendirilme hakkına sahipsiniz, saygı duyuyorum." Kibirli sesi sahip olduğum tüm sinir hücrelerini harekete geçirmek için yaratılmış gibiydi. Bir yandan kahkahalarla gülmek, yüzüne karşı sandığı kadar büyük bir bok olmadığını bağırmak, onu küçük düşürmek istiyordum deli gibi. Öte yandan bu odayı haritadan silmek hala güçlü bir B planıydı. Midemi bulandıran bu asalağın ölümünün benim elimden olması ne şahane bir tatmin hissettirirdi kim bilir… Tam başımı kaldırıp yüzüne bakmayı, ilk olarak bu yolla ona meydan okumayı düşünüyordum ki o küstah tavrıyla, "Sevgili Lima... Bana bak lütfen." diye buyurdu ahmak kral. Başımı ona doğru çevirirken yüzümdeki hiçbir şeyi toparlamakla, ifademi düzeltmekle falan uğraşmadım. Ondan korkmuyordum, oğlundan da. Amon’un gücünün büyüklüğünü damarlarımda hissederken bile seçebilirdim korkmamayı. Eh… sonuçta babamın kızıydım ben. Müdüre Sierra öyle söylemişti. "Germian'ın sorguladığı şeyler hakkında bir bilgin var mı? Klanlar arası aşk ve evlilik yasağı olduğunu biliyor muydun?"
"Duymuştum." dedim sesim titrerken. Karşısında sesim titredi diye öfkem onla çarpıldı, öyle ki gözlerim doldu öfkeden. Adamın abartılı kibrine karşılık bedenim garip tepkiler vermeye başlamıştı.
"O yasak delindi Lima. Ama benim ya da oğlum Amon’un kurduğu moira bağı yüzünden değil. Senin baban ve annen tarafından... On sekiz yıl önce."
Sakince kurduğu cümlelerin altında öyle yoğun bir iğneleme, yargılama tınısı yatıyordu ki bir kez daha, fiziksel olarak kusacakmışım gibi hissettim kendimi. Ne demek istiyordu ayrıca? Kafamı büsbütün allak bullak etmişti kast etmeye çalıştığı anlamların olasılıkları. Annem insan soyundan gelen sıradan bir kadındı, eğer herhangi bir ruhsal güce sahip olsaydı buna şahit olurdum bir şekilde. On sekiz yıl boyunca onunla yaşamış, çocukluğumu eteklerinin etrafında geçirmiştim. Bu odaya yalanlarını dinlemeye gelmedim, diye bağırmak istiyordum. Beni oğlundan kurtar ve bitsin bu işkence. Damarlarımda akan kanın hızı öyle dengesiz ki kaldıramıyorum… Hatta kov beni bu lanet okuldan, Patriam’dan sınır dışı et! Hepiniz, başkentinizle birlikte yerin dibine batın en kısa zamanda. Umurumda değil!
Yani… Daimon ve Min hariç hepiniz…
Odadaki sessizlik boynuma sarılan bir çift güçlü el gibiydi. Germian ve Min hayretten sararıp solmuş yüzleriyle bana bakıyorlardı ve Daimon zihnimden çok uzakta bir yerlerde, kendi kafasının içinde dönen karmaşayla uğraşıyor olmalıydı. Amon’un mavi gözlerinden kapkara bir gölge geçti. Kesik nefeslerini kendi soluk borumda hissettim asırlar gibi geçen birkaç uzun saniye boyunca. Kral Armais, başını hafifçe yana doğru eğerek konuşmaya devam ederken, yüzünde midemi bir kez daha alt üst eden, küstah bir sırıtış oluştu. Meydan okur, gergin ve yargılayıcı… Pasif agresif enerjisi Amon hariç herkesi etkisi altına almıştı adeta.
"...Annenin sıradan bir insan olduğunu sanıyorsun, değil mi Lima? Maruz kaldığın ilk yalan… Esasen annen Fama klanına bağlı, epey de güçlü bir ruh savasçısıydı. Ta ki Tarlus denen, bizim etik değerlerimizle uzaktan yakından alakası olmayan, bizden alt seviyedeki bir klanın üyesi, isyancı asker Virtus’a aşık olana ve onunla birlikte sefil bir insan köyüne kaçana dek..." Armais, pis bir şeyin kokusunu almış gibi yüzünü buruşturarak bahsediyordu ailemden. Tam ağzımı açıp iki çift laf edecektim ki Daimon, bakışlarını sertçe bana doğru çevirdi. Başını belli belirsiz iki yana doğru sallarken gözlerinden ateşler çıkmak üzereydi. Kral, söyleyecek bir şeyim olmadığını fark edince büsbütün keyiflendi sanki. Arkasına yaslanıp dudaklarını ukala bir ifadeyle büktü. Anneme acıyormuş gibi bir tavır takınması gözlerimin önünün kararmasına neden oldu. "Annen sırf ruhu, iz sürücülere yakalanmasın diye kendi gücünden feragat etti. Ne ahmaklık… Sahip olduğu tüm ruh gücünü toprağa akıttı. Senin anlayabileceğin bir tabirle açıklayacak olursam, insana dönüştü." Masaya doğru eğilip benimle daha yoğun bir göz teması kurarken yüzündeki tüm mimikler silindi. Geriye yalnızca matlaşan gözleri ve soğuk sesi kaldı. "Bir et parçasına... Bir ölümlüye." Arkasına bir kez daha yaslanırken ağzından solur gibi güldü, alay ederek. "Neymiş, aşk içinmiş..."
Nabzım boğazımın orta yerinde atıyordu. Sinirden titremeye başladığımın farkındaydım, bunu görebiliyor muydu? Üstümdeki etkisini görmek narsist kişiliğini nasıl güzel besliyordu kim bilir… Dudakları bir kez daha aynı ukalalıkla büküldü, hafifçe omuz silkti. "Ama sefil bir insan olmaya karar vermeden çok önce hamile kalmış sana, farkında değilmiş. Yani… annenin kurtulmaya çalıştığı ruh gücünden sen de nasiplendin ana rahminde." Yavaşça iç çektiği sırada, bunun son nefesi olması için feda edebileceğim şeyleri düşünüyordum. O kadar sinir bozucu bir adamdı ki hareketlerine sinir olmaktan anlattığı şeylere odaklanamıyordum. İçimde annemi ve hiç tanımadığım babamı koruma içgüdüsünden başka bir şey kalmamıştı. Ne yaptılarsa haklıdırlar, diye bağırmak istiyordum. Kimse sizin dışarıdan medeni görünen fakat içine girdikçe tiksinç bir biçimde ilkelleşen kanunlarınıza uygun yaşamak zorunda değil. Hiçbir kadın sizin çok değer verdiğiniz, çöpe benzeyen oğullarınızın damızlığı olmak için gelmedi bu hayata! Yaşayan herkesin özgürce aşık olmaya hakkı var, en azından bu kadarına! "Annen kalan gücünü toprağa akıtıp yaşadığı köyün toprağını bereketlendirdi. O sebeple Bölge 17 diğer insan köylerine göre daha bereketlidir. Eh… annen sağ olsun..."
Demek öyle… Kahkahalarla gülmek istiyordum sadece fakat yaşayacağım olası bir gülme krizi hıçkırıklara dönüşecekti, bunu da adım kadar iyi biliyordum. Annemin bereketlendirdiği topraklar… Patriam’ın malıydı. Çiftçiliğe ömürlerini veren taşra paryaları evlerine çürüyen lahanaları götürmek için dahi Patriam’ın adamlarından izin almak zorundaydı. Biz açlıktan kırılırken, köyün kurak bölgesinde yaşarken bereketli topraklarımızdan çıkan her güzel mahsul, devasa kamyonlarla Patriam’a taşındı. Gelmiş karşıma, utanmadan gözümle göremediğim, ama bana ait olan bereketli topraklardan bahsediyordu… Öfkem beni yiyip bitirecekti şimdi. Bir ateşe dönüşecek, ruhumu da bedenimle birlikte yakıp kül edecekti… "Seni ve kendini bir şekilde saklamaya başardı birkaç ay." Dudakları, keyifle kıvrıldı. "Ta ki baban ölene kadar... annen sana hamileyken isyancı baban tarafımızca kıskıvrak yakalandı. Yargılandı ve imha edildi." Elbette… babamı insan yerine koymayan bu küstah diktatör, elbette babamın infaz edildiğini değil imha edildiğini söyleyecekti, değersiz ve zararlı bir eşyaymış, malmış gibi! Dişlerimin gıcırtısı kulaklarıma çalındığında bu öfkeyle kaç saniye daha baş edebileceğimi bilmiyordum. Bunun hakkında düşünemiyordum bile… "Ancak annene bir şey yapmadık. Çünkü... Karnında ilginç bir savaşçı taşıyordu. İlk melez savaşçı... Yüce Fama'lıların gücüne karışan, isyancılıklarıyla bilinen Tarlus klanı... Bu durumun nasıl bir sonucu olacağını merak ettiğimiz için annenin yaşamasına ve seni büyütmesine izin verdik. Ve Fama Yüce Kurulu senin aslında oldukça faydalı bir savaşçı olabileceğini ön gördü. Klanımızın büyücüsü senin gücünün Patriam’a faydalı olacağına dair kehanette bulundu. Annen ise canını kurtarmak için, seni oğlumla bağlamak istediğimi söylediğimde bana karşı çıkmadı."
Alenen iftira atıyordu anneme. O asla beni böyle derin bir ateş çukuruna atmazdı. Aksine uyarmaya çalışmıştı Amon hakkında, varlığı beni korumak, sevmek ve her koşulda arkamda durmak için devam ediyordu, bunu kendi ağzıyla söylemişti, defalarca kez. Bu adam tanımıyordu annemi, böyle pervasızca konuşması ondandı. Ama ben tanıyordum, Armais’in saçmalıklarına inanmayacak kadar iyi tanıyordum hem de. O, hayatımda gördüğüm en iyi niyetli insandı ve Armais tarafından kandırılmış, belki de benim canımla tehdit edilmişti. Bu iğrenç bağı kabullenmek için oldukça geçerli bir sebebe sahip olmalıydı. Nefes almayı unuttuğum birkaç saniye daha geçti. Kral sonunda konuşmasına devam ettiğinde, bir kez daha bana doğru eğildi. "Yani sevgili Lima... Tarlus'un sahip olduğu vasilik hakkı bizimdir. Sen Fama klanına aitsin. Oğluma aitsin. Krallığa aitsin. Gücün, oğlumun gücüyle birleşip yücelecek ve sen bu ülkenin varis kraliçesi olacaksın." Bana hayranlıkla karışık neşeli bir bakış attığında tüylerim diken diken oldu. "Bu moira mührü senin aksini yapmana izin vermeyecek zaten. O yüzden..." Elbette hayranlık duyduğu şey ben değildim, oğlunun ruhumu kendisine mahkum eden bağıydı… "Umarım Patriam’a faydalı bir gelin olursun."
"Saçmalığın daniskası..." Amon kendi kendine söyleniyormuş gibi konuştuğunda sesi oldukça sert çıkmıştı. Germian onun bu cüretine hayretle baktı. "Ne yani, büyücü kehanette bulundu diye gücünün sınırı dahi ön görülemeyen, yıllarca taşrada, sıradan bir insan gibi yaşamış, fiziksel olarak cılız, ruh olarak bilgisiz ve eğitimsiz, görgüsüz, yabani bir kıza mı bağladın beni baba?"
"Haddini aşma Amon. Tek oğlumsun, tahtın tek varisisin diye kralına saygısızlık etme lüksün yok. Hiç olmadı." Armais, bir kez daha buz kristallerine dönüşen bakışlarıyla Amon’u süzerken oldukça tehditkar görünüyordu fakat Amon’un çok da umurunda olmadı babasının üstünde kurmaya çalıştığı otorite. Sinirden sıklaşan nefeslerinin arasından, sert tınısını sürdürerek,
"Peki senin yaptığın? Saygısızlık değil mi baba?" diye sordu, gözleri koyulaşırken. Kaşlarım istemsizce çatıldı aynı esnada, cümlenin devamında beni aşağılamaya devam edeceği oldukça açıktı çünkü. "Bu kadar bilgisiz ve talihsiz bir ruhla, bu kızla veliaht prensi bağlamak? Hayatımda bu kadar büyük bir saygısızlığa maruz kalmadığıma eminim." Artık sabredecek, susup oturmaya devam edecek gücüm kalmamıştı. Çok bile sessiz kalmıştım hatta!
Başımı sertçe Amon’a çevirirken başıma açacağım hiçbir olası bela korkutmuyordu beni. Sabahtan beri aileme ayrı, şahsıma ayrı hakaret edip duruyorlardı baba oğul! Ne sanıyorlardı beni, korkak bir taşra faresi mi?
"Ben sanki çok mu meraklıyım seninle bağlanmaya?!" diye bağırdım, ses tonumu düzene sokmayı dahi akıl edememiştim o an. Oysa ki bu odada Amon bile sesini yükseltecek cesarete sahip değildi. "Kesmesini bilsem bu lanet bağı şu saniye keser kurtulurum!"
Amon delici gözlerini önünde sabit tuttu, bakışlarıma karşılık vermeye tenezzül dahi etmedi. Aynı esnada, kralın yanında dikilmekte olan Müdüre Sierra, öfkeden kızaran yüzüyle, dişlerinin arasından uyardı beni,
"Lima! Saygısızlık etme!" Bakışlarımı yukarı doğru çevirip saygıdeğer müdüreme kararlı gözlerimle baktım. Kralın dudakları yukarı doğru kıvrıldığında gülüşünü gizleme gereksiniminde bulunmadı bile. Yan tarafımdaki Daimon ise elini ağzına gererek gizli saklı bir keyifle güldü, ciddileşmek için birkaç saniye zaman kazanarak. Bu esnada Germian, bunalmış bir ifadeyle,
"Lima bizim örfümüze, kurallarımıza yeni adapte olan yaşça genç bir savaşçı, siz de biliyorsunuz Müdüre Hanım. Ve şu an içine düştüğü bu güç durumu göz önüne alarak böyle fevri çıkışlarını mazur görmemiz gerekiyor. Onun adına ben özür dilerim." Sürekli böyle mi olacaktı bu? Ben, hiç de affedilmesi gerekmeyen, oldukça normal laflar ettim ya da bana öğretilmeyen şeyler hakkında kural ihlali yaptım diye haksız yere azarlanırken Germian ve Min beni savunmak adına kendilerinden ödün mü vereceklerdi sürekli? Sırf dürüstçe laflar ediyorum diye ortamın haylaz çocuğu muamelesi görmekten yorulmuştum artık! Germian’a doğru dönerken burnumdan soludum istemsizce.
"Özür dilenecek bir şey yapmadım ben Germian!" Tavrım oldukça netti, kendimden ödün vermek zorunda olmadığımı anlayalı çok olmuştu. Kimse kendi ilkelliğinin, diktatörlüğünün ya da kaba saba tavırlarının sorumluluğunu almıyordu? Suçu bana yıkmalarına müsaade edecek değildim elbette! "Bu ne biçim iş? Küçük gördüğünüz o insan köylerinde bile kimse kimseyle böyle evlendirilmiyor! Aşık oluyoruz biz, aşık olup evlenmek istediğimiz kişiyi kendimiz seçiyoruz özgürce! Yüce Patriam'ınıza, medeniyet timsali başkentinize ayak uyduramadığım için özür dilemeyeceğim. Yanlışa yanlış demek, bu nedenle uyum sorunları yaşamak beni üzmez, aksine gururlandırır!"
Müdüre Sierra öyle kızarmıştı ki, o ana dek öfkeden patlıcan rengine dönebilme olasılığı olan tek kişinin ben olduğumu sandığım için kahkaha atmak istedim. Eh… oyunu sizin kurallarınıza göre oynuyorum artık! Öfkelenirsem susmam, küçük düşürülürsem haddinizi bildiririm, azar yersem, hem de haksız yere; meydan okumasını da çok iyi bilirim. Ben taşrada büyüdüm, unuttunuz mu? Yaşam savaşı vererek geçti ömrüm, açlıktan kıvranarak! Bunlara boyun eğmedim, size mi eğeceğim?
Amon bana yarım saniyelik bir bakış attı yandan, dudakları küçük düşüren tavrıyla yukarı kıvrıldı sonra. Daimon daha fazla dayanamayıp başını aşağı doğru eğdi. Uzun saçları yüzünü örterken usulca kıkırdadı. Yadsınamaz bir çekiciliğe ulaştı bu haliyle. Saçları daha önce dikkatimi çekmemişti pek, elbette uzun olduklarını görebiliyordum ama o uzun, siyah tutamlar… ipek gibiydi… ve parlıyorlardı. Amon konuşmaya başladığında dikkatimi dağıttı, başımı Daimon’un aksine çevirmek zorunda kaldım.
"Senin kendini müdafaa etmeni, konuşmanı gerektirecek bir durum yok ortada. Sussan iyi edersin. Ben halledeceğim." Arkasına yaslanırken burnundan kesik bir nefes verdi. Koyu mavilerini gözlerime diktiğinde oldukça net bir tavırla, "Seninle bağlı kalmak, geleceğim için isteyeceğim son şey bile değil." dedi. Az kalsın gülme krizine girecektim, sinirlerim fena halde bozulmuştu artık… Ya da sağlam bir yumruk geçirecektim o aptal, ukala suratına.
Amon başını babasına doğru çevirirken boynu öyle gergin görünüyordu ki sanki uzansam, tek hamlede koparıp atabilirdim başını. Soğuk fakat rahat ses tonuyla, "Ben itiraz ediyorum. Bu rezilliği kabul etmem mümkün değil. Gerekirse Fama Yüksek Mahkemesine ve Yüce Şura’ya başvurur tek başıma bitiririm bu işi." Her şeye, sömürgeci diktatör bir kral olan babasına, onun tekelinde tuttuğu çarpık adalet sistemine bile ayak diretebilecek cürette olabilmek için neler bahşedilmişti ona? Refah içinde, istediği her şey, tek sözüyle ayağına gelerek, herkes tarafından şımartılarak geçtiğini varsaydığım çocukluğunun bir yansıması mıydı bu? Başımı doğrudan krala çevirip,
"Aaa, var mı hakkımızı arayabileceğimiz yerler cidden?" Rahatlamış gibi rol keserek omuz silktim. "Tamam, ben de başvuracağım oralara."
Amon bana doğru dönüp uyaran bakışlarıyla boynunu sağa doğru büktü.
"Kralınla konuşurken sözlerine dikkat et, bu ne laubalilik? Ayrıca… sana böyle haklarının olduğunu kim söyledi? Sahip olduğun alt seviyeyle Yüce Şura’nın kapısından bile geçemezsin, sadece sus, lütfen..." Bu üstten tavır beni öyle bir kışkırtıyordu ki kibirli boynuna yapışmamak için kendimi saniyede bir telkin etmem gerekiyordu.
“Sen kendi laubali tavırlarına bak öncelikle! Ayrıca-“
“Benim kim olduğumu bir noktada fark edecek misin? Bir çeşit algı problemi yaşadığın ortad-“
“Peki sen dünyadaki en kibirli varlık olduğunu ne zaman fark edeceksin?”
“Lima!” Amon ilk kez hafifçe üstüme doğru eğildiğinde ne yapacağımı şaşırmış bir halde elimi kolumu koyacak yer aramaya başlamıştım. Aptal herif…
Enerjisi en iyi ihtimalle lağım çukurunu andırıyordu, öyle basık öyle boğucuydu ki… Eh… kimin oğlu…
“Ne var?”
“Ne kralınla ne de veliaht prensinle böyle konuşmayacaksın. Hayatta kalma rehberinin ilk uyarısı bu…” diye soludu tehditkar sesiyle. “Daha en basit kuralları bile bilmeden dikleniyorsun..." Arkasına geri yaslanıp kollarını göğsünde çaprazlarken ben de yeniden nefes almaya başladım. "Yüce Mahkemeye başvurmak için yüksek ruh nişanın olması gerek. Onu da alman nerden baksan yüz yılını alır senin." Pis pis sırıtmaya başladığında tepem iyice attı. Burnumdan soluyarak güldüm.
"Sen aldıysan ben her türlü alırım merak etme!"
Etrafımızdaki herkesin varlığı silikleşmiş, hatta bir noktada yok olmuştu biz didişirken. Amon’dan, onun üstten enerjisinden başka hiçbir şeyi algılayamadığımı Müdüre Sierra’nın (ikinci kez azar atmak için) konuşmaya başladığı noktada fark ettim.
"Lima! Şu vahşi tavırlarını kes! Aldığın ceza yetmedi mi? Kralımızın huzurunda nasıl böyle konuşursun?!" Ortam sessizleşti bir kez daha ve ben başımı kaldırıp Müdürenin yüzüne bakma gereksiniminde dahi bulunmadım. İnsan sürekli dejavu yaşayınca umursamamaya başlıyordu o olayı pek. Kral Armais, sakin bir tavırla Sierra’ya baktı. Dudakları hafifçe bükülürken,
"Gelecekteki kraliçenize ceza mı verdiniz Sierra?" diye sordu korkutucu sakinliğiyle. Sierra’nın gözlerinin irileştiği, telaşla ellerinin havada, başıboş bir şekilde sallandığı o üç saniyeyi görmek hiç beklemediğim bir anda keyiflendirmişti beni. Kral sakinliğini bozmadan arkasına yaslanırken, tok sesiyle, "Bu konuyu sizinle ayrıca konuşalım." dedi yalnızca.
Odadaki herkes başından beri gösterdikleri saygılı sessizlikle oturmaya devam etti kısa bir süre daha. Konuşulması gereken her şeyin konuşulduğu net bir şekilde anlaşıldığında Armais nahif hareketleriyle ayağa kalktı. Perdeyle bütünleşen, gözlerini kırpmak için dahi kımıldamayan fedaileri vakit kaybetmeden peşine takıldılar. Sierra ise üç adım kadar bekledikten sonra Armais’in ardı sıra yürümeye başladı. Kral tam kapıdan çıkmak üzereydi ki, başını hafifçe Germian’a doğru çevirip,
“Sen de gel, konuşmamız gereken özel bir mevzu var.” Dedi. Germian saygıyla eğilip ayağa kalktı ve Sierra’nın yanına geçip onlarla birlikte odadan ayrıldı. Tüm odanın üstünden koca bir yük kalkmış gibi oldu saniyeler içinde. Armais’in baskın enerjisi ruhunu eğiterek sağladığı bir yanılsama mıydı yoksa verdiği enerji kadar sağlam bir ruha mı sahipti acaba? Ondan korkmuyordum ama odadaki hava böyle ciddi bir değişikliğe uğradığında istemsizce gerilmiştim. Kolay düşmanlara sahip olmadığım ortadaydı, fakat ben de hiç kolay bir muhalif değildim.
Amon ve ben hariç herkes kralı yolcu ederken ayağa kalkmış, ellerini saygıyla önlerinde birleştirerek beklemişti. Odada biz bize kaldığımız an Daimon oturduğumuz yere doğru iki büyük adım attı. Daha önce hiç rastlamadığım ciddiyetteki tavrıyla, çenesini yukarı doğru kaldırdı, kalkın der gibi. Yavaşça ayaklanırken Daimon’un her hareketinin mantıklı bir açıklaması olduğunu, ya da benim iyiliğime yaptığını düşünmeye başladığımı keşfettim. Lafını ikiletmek istemediğim tek kişi… Üstümdeki bu etki bir yandan canımı sıksa da kabullenmek de zor değildi. Sahip olduğum tüm içgüdüler sırtımı Daimon’a yaslayabileceğimi, beni asla yarı yolda bırakmayacağını söylüyordu çünkü.
Daimon, oturmaya devam eden Amon’a dikti gözlerini.
"İsteseniz de, istemeseniz de birbirinize bağlandınız. Buna karşı çıkma yetkiniz de gücünüz de yok." dedi üstüne basa basa. Amon hareketsizce oturmaya devam etti. Daimon, yılgın bir tavırla burnundan solurken bana doğru döndü birkaç saniyeliğine, ardından yeniden Amon’u süzdü baskıcı bakışlarıyla. "Şimdi hemen takdim balosu, ayrıca geleceğin kralı ve kraliçesi olarak takdim seremonisi için hazırlanacaksınız ve klanı küçük düşürmeyeceksiniz, krallığı da!"
Amon Daimon’a ters ters baktı, tam bir şey söylemeye hazırlanıyordu ki Min bir hışım yanıma gelip önümde hafifçe diz çöktü. Yüzlerimizi eşit seviyeye getirdiğine emin olduktan sonra, sıkıca kollarımı tutup her zamanki yatıştırıcı ve güvenli ses tonuyla konuşmaya, beni teskin etmeye başladı, vakit kaybetmeden.
“Sakın endişelenme, en yakın zamanda çözeceğiz bu olayı. Sen Tarlus’un kızısın, bizim klana aits-“
“Hah!” Amon, ağzından nefes vererek güldüğünde, bu sinir bozucu yolla Min’in cümlesini yarıda kesmiş oldu. “Sizin aşağı klanınızın bu olayla hiçbir ilgisi yok, olamaz da. Kiminle konuştuğunun farkında mısın sen? Kime dokunduğunun? Kime Tarlus kızısın falan diye masal okuduğunun? Tarluslu herhangi bir kraliyet mensubu gördün mü daha önce? Haddini bil, Lima ile konuşamazsın bile artık!”
Ne? Bu aptal sarı kafa ne saçmalıyordu birdenbire? Ne yapmaya çalışıyordu? Hani mahkeme, şura falan halledecekti içine düştüğümüz yanlışlığı? Bağımızı koparmak istediğini söylemiyor muydu daha beş dakika önce? Sırf Min’e meydan okuyabildiği için mi sallıyordu bu lafları şimdi? Ciddi olamazdı, değil mi?!
“Babası bize aitse kızı da bize aittir!” dedi Min, üstüne basa basa. Amon hiç beklemediğim bir şey yaptı karşılığında, onda ilk kez rastladığım bir neşeyle kahkaha attı.
“Siz kime aitsiniz peki Min?” diye sordu başını hafifçe sağa doğru eğerek. Öyle üstten bir tavır takınmıştı ki ben bile altında ezildiğimi hissettim. Fama harici tüm klanlar, kraliyete aitti... Min öfkeyle kollarımı serbest bırakıp Amon’un karşısına dikildiğinde o da vakit kaybetmeden yerinden kalktı ve Min’in üzerine doğru yürüdü. Daimon, olaya müdahale etmesi gereken anın geldiğini düşünmüş olacak ki tek adımla aralarına girdi ve Amon’un gözlerinin içine baktı doğrudan.
“Bunun sırası değil, sen de biliyorsun zaten ama hatırlatmak istedim.” Daimon’un ses tonunda sakinleştirici bir etki vardı. Gözleri Amon’a bir başka bakıyordu. Sanki sahip olduğu şefkat duygusu, sadakat, dürüstlük, sevgi… hepsi yalnızca ve yalnızca Amon’a aitti. Daimon onunla yan yana yürümek için yetiştirilmiş bir şaman paryası olmanın çok ötesindeydi. O… Amon’un en yakın dostuydu. Bu farkındalık göğüs kafesimin içinde birkaç çatırdama yaşanmasına neden oldu. Bazen ben… o ikisinin tek bir bedende yaşayan iki ruhmuş gibi büyüdüklerini unutuyordum. Daimon’un bağımsız bir insan olduğu, Amon’un adını bile bilmediği başka ihtimallerin düşünü kuruyordum farkında olmadan…
Amon’un yüzündeki tüm kaslar gevşedi. Rahat bir nefes alıp hafifçe başını salladı, öne doğru. Daimon için uysallaşan Amon… Ona ihtiyatlı bir taraf bahşeden Daimon… Birbirine uyumsuz iki yapboz parçası gibi, yan yana yürümek için kendilerinden yontan iki güçlü ruh.
Daimon başını Min’e doğru çevirdiğinde gözlerinin bir saniye önce ev sahipliği ettiği tüm duygular uçup gitmişti.
“Sen de prensine karşı saygılı ol biraz, kraliyet ailesine diklenmek de ne oluyor? Farkındaysan konuşarak münakaşa ettiğiniz noktada karışmadım kesinlikle, ama birden öyle ayak ayağa gelmek falan? Herkes yerini bilsin boşu boşuna tadımız kaçmasın bir daha!” Min nutku tutulmuş gibi kalakaldığında Daimon sakin tavrını sürdürerek başıyla kapıyı işaret etti. “Bir milyon tane işimiz var, yürüyün, balo hazırlıkları için vaktimiz daraldı iyice.” dedi, Amon’a ve bana. Amon kapıya yöneldiği sırada dudakları keyifli bir küstahlıkla yukarı doğru kıvrıldı.
“Şu Tarlus’un katılamayacağı takdim balosunu mu diyorsun? Hani klan rütbeleri yetmediği için her sene baloda neler yaşandığını ertesi gün okulda dönen dedikodular sayesinde öğreniyorlar…” Başını hafifçe Min’e çevirip, “Tüh…” dedi dudakları bükülürken. Parmaklarımı şakaklarıma dayayıp hafifçe masaj yaptığım sırada boştaki elimle Min’i kendime doğru çektim.
“Kışkırtmak için bilerek yapıyor, kanma sakın.” diyerek fısıldadım kulağına doğru. “Beni de merak etme iyi olacağım…” Min onaylamaz bir ifadeyle başını iki yana doğru salladı.
“Ben yine de bir şeye ihtiyacın olma ihtimaline karşın salonun ön bahçesinde bekleyeceğim seni.” Tam ağzımı açıp Min’e cevap verecektim ki henüz çıktığımız koridorda, yüksek perdeden bir hıçkırık sesi yankılandı. Duvara yaslanmış bekleyen Thalia, ağlamaktan kendinden geçmiş yüzüyle Amon’un kollarına atıldı. Refleks olarak geriye doğru bir adım attığımda sırtım Daimon’un göğsüne çarptı.
"Konuştun mu babanla? Bir yanlışlık var, değil mi? Anlat hemen! Taşrada yetişmiş alt kültürden gelen bir kızla bağlanmış olman imkansız! Nasıl olur..." Tam ağzının payını vermek için hazırlanıyordum ki Daimon hafifçe kolumu tuttu. O esnada Amon’un, Thalia’nın sıkı sarılmasına karşılık oldukça mesafeli, gevşek duran kolları ve taş gibi suratı beni hayrete düşürdü.
‘Bir şey mi soracaksın?’ Daimon zihnime girer girmez rahat bir nefes aldım. Evet… sormak istediğim bir şey olduğu doğruydu ama sonucunda Amon’u umursuyormuş gibi görünmekten korkuyordum, asla dile getireceğim bir merak değildi bu nedenle. ‘Evet soracağım! Neden Thalia’ya saldıramıyorum, bıraksana beni! Onun adiuvası da değilsin sonuçta!’ Daimon kıkırdadı. ‘Sadece üzgün bir kız.’
Amon, Thalia’yı nazik bir dokunuşla tutup kendinden uzaklaştırdı. Gözlerinin içine bakarak, yumuşak ama mesafeli bir sesle,
"Odama geç beni bekle. Orada konuşalım" dedi.
Patriam’ın gece rüzgarı yüzüme çarptığında farkına vardım okulun duvarlarından ayrıldığımızın. Daimon ile neredeyse yedi dakikadır süren sessiz yürüyüşümüz boyunca zihnimden yüzlerce düşünce geçmiş, kendime sayısını bilmediğim kadar çok soru sormuş, neredeyse hiçbirine cevap bulamamıştım…
“Hanedan Kulesine gidiyoruz.” dedi Daimon, sakin ses tonuyla. “Şu, doğudaki uzun kuleyi görüyor musun? Oraya yalnızca hanedanlığa ait olan kişiler girebilir, ve o kişilere ait olan adiuvalar. Takdim balosu günleri hariç. Bu, yirmi yılda bir gerçekleşen özel bir seremonidir. Zamanın veliaht prensinin moira bağı açığa çıkınca üst düzey savaşçıların ve öğrencilerin hepsi bir araya toplanır, çok özel bir davet verilir ve geleceğin kral ve kraliçesi takdim edilir.”
“Anlattıkların öyle umurumda değil ki Daimon… Umurumda olan tek şey bağı yok etmenin bir yolunu bulmak.” dedim, omuzlarım, yaşanan her şeyin yorgunluğuyla çökerken. Daimon bakışlarını karanlık geceye diktiğinde gözleri de gece kadar koyu görünüyordu. Cevap vermeyi unutmuş kadar uzun bir süre boyunca sustu.
“Elimizden hiçbir şey gelmeyeceğini anlamış olduğunu sanıyordum…” dedi usulca, hala bana bakmıyordu. Başını önünden kaldırmıyordu bile. Sesindeki kasvet canımı acıttı. Güvendiğim tek dağ… koca bir buzula dönüşmüş gibi hissettim.
“Hayır anlayamam!” diye bağırdım aniden. Sesimin bu kadar yüksek çıkmasını ben de beklemiyordum. Gözlerime dolan yaşları bir kez daha tutmaya çalışırken üst üste birkaç kez yutkunmak zorunda kaldım. “Amon’un eşi olmayacağım. Ölürüm daha iyi. O baloya katılmamın bir anlamı yok… Daimon… Kaçsam şimdi… Bana çok uzak bir şehrin ismini söylesen ve özgür bıraksan beni…”
“Yapamam.” Tereddüt etmeden verdiği cevap karşısında kalakaldım. Daimon yürümeye devam etti, adımlarımı hızlandırıp yetiştim ona, birkaç saniye sonra. “Ne seni bile bile infazına gönderebilirim, ne de Amon’a ihanet edebilirim.” Sabit tutmaya çalıştığı sesi, mesafeli duruşu nasıl oluyordu da fiziksel bir acı hissettiriyordu bana? Buna hayal kırıklığı mı deniyordu? Bu kadar çabuk mu?
Sustum. Daimon buna halinden memnun bir suskunlukla yanıt verdi.
Hanedan Kulesinin kemerli kapısının iki yanında, toplamda on altı nöbetçi bekliyordu. En iç tarafta olanlar, bizi görür görmez asma kilidi çıkarıp kapıyı açtılar sonuna dek. Bir şehir büyüklüğündeki hol, oldukça geniş bir koridora açıldı. Zihnim susmuyordu. Sahip olduğum bu lanetli, kokuşmuş bağı öylece kabullenip oturacak mıydım yani? Daimon beni korumaya çalışıyordu, kendi elleriyle ruh infazıma doğru götürerek…
“Nasıl… nasıl yaşarım bu şekilde? Nasıl iliğimle kemiğimle nefret ettiğim bir adamın eşi olabilirim? Üstüne basarken bile tiksinti duyduğum başkentin veliaht prensesi olarak nasıl nefes almaya devam edebilirim… ben…”
Güçlü kollar bedenimi sıkıca kavrayıp orada olduğunu bile fark etmediğim bir kapıdan içeri girerken nefesimi tuttum. Kapı üstüme örtülürken, onun duvara ait bir parça gibi göründüğünü fark ettim, gizli bir geçit… Daimon sırtımı yavaşça duvara yaslarken tutmakta olduğu omuzlarımı bırakmadı. Odanın tavanında loş, sarı bir ışık yanıyordu fakat kaynağı belirsizdi. Bomboş bir yerdi, taş duvarlardan ve bizden başka hiç kimse yoktu. Daimon belli belirsiz bir hareketle yüzüme doğru eğildi.
"Bana güveniyor musun Lima?"
Evet…
Gözlerin neden bu kadar çaresiz bakıyor şimdi? Bu ana kadar hissiz görünebilmek için ne tür bir savaş verdin? İplerin de yok senin… Yeşil vadilere kaçamazsın da…
Başımı sertçe iki yana doğru sallarken, aklımdan geçenleri ona yansıtamayacağıma karar vermiştim. Amon’a karşı bu kadar sadık bir bağa sahip olan, onun saf kötülüğünü göremeyen bir insana içten içe güvenmek benim ayıbımdı.
"Ben Patriam sınırları içince nefes alan kuşa bile güvenmiyorum." dedim, çenemi dikleştirerek. Daimon’un gözlerinden bir gölge geçti. Telaşlandım birden, ona çaktırmamaya çalışarak sesimi hafiften yumuşattım. "Ama senden diğerlerinden daha az kuşku duyuyorum. Eğer yeterli ise cevabım..."
"Yeterli..." dedi fısıldayarak. Omzumdaki eli alnıma çıktığında nefeslerim boğazıma dizildi. Saatler önce düzene sokmaya çalıştığım inatçı saçlarım çoktan bozulmuştu. Alnıma düşen bir tutamı alıp geriye doğru attı, işini ağırdan alarak. "Şu saatten sonra bana güven. Bak ben Amon'un arkasında iş çevirecek son kişiyim. Ona karşı sadakatim ve dostluğum bir yana... Onun aiduvasıyım ve bana varoluş sebebi olarak onu koruyup kollamak düştü. O yüzden sana Amon ile ilgili bir söz vermiyorum." Başını hafifçe sağa doğru eğerken eli bir kez daha omzuma düştü. Kollarım mı karıncalanıyordu? "Ama sana seninle ilgili bir söz vereceğim... Bana güven. Eğer bu bağ işinin içinde başka bir şey varsa bulurum. Amon sana karşı herhangi bir kabalık yaparsa, ben de gerekeni yaparım. Belki sen duymazsın, bilmezsin ama senin için ne gerekiyorsa…” Daimon kesik bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp birkaç saniye bekledi. “Senin için onu karşıma almam gerekirse alırım Lily.” Başımı biraz daha mı yukarı kaldırmıştım yoksa o mu benim birkaç santim daha yakınıma gelmişti? Nefes alırken göğsümün yukarı doğru kalkıp indiğini fark ettiğimde dudaklarımı birbirine bastırıp tuttum nefesimi. Daimon, gölgeli gözleriyle, kendine, yalnızca o an için müsaade vermiş gibi, kısacık bir süre boyunca yüzümü inceledi. “Ama senden tek bir ricam var... İşi daha da karmaşık hale getirecek bir hata yapma. Sözümden çıkma. Ben ne dersem yap, ve bana karşı dürüst ol. Tamam mı?"
Yavaşça yutkunduğum sırada yanaklarımın neden yandığını anlamaya çalışıyordum. Öfkeli miydim? Daimon’a güvenmemem gerektiğini mi düşünüyordum içten içe?
"Kafamı karıştırıyorsun." diye mırıldandım gözlerimi yoğun bakışlarından kaçırarak. Başka bir noktaya baktığım ilk an ikimizin etrafında sarılı olan, gri, yarı şeffaf duvarı gördüm. Yoksa içimdeki allak bullak hislerin sebebi bu muydu? Gözlerim irileşirken Daimon’a döndüm sertçe. “Bu gri şey ne? Büyü mü yapıyorsun bana?" Daimon gözlerini devirirken usulca güldü.
"Hayır aptal, kral buradayken etrafta çok fazla gözcü ruh gezer. Onun adını andığımız an bunu hissedip gözetleyebilirler bizi. Bu enerji kalkanı onun için, kimse görmesin duymasın diye." Odaya girdiğimiz andan beri ilk kez mat gözlerinden geçen anlık bir parıltı gördüm. Sanki kurduğu son cümle içten içe keyiflendirmişti onu. Hafifçe omuz silkti, ellerini üstümden çekip kollarını göğsünde çaprazladı. Bu hareketi… tıpkı zihnimden ayrıldığı anlarda hissettiğim boşluğa benzer bir ürperti yaydı bedenime. "Hoş, birkaç dakika daha böyle kalırsak birileri şüphelenir. Acele et ve söz ver bana hemen!"
Konuşmadan önce boğazımı temizlemek zorunda kaldım. Ona karşı diklenerek, bende yarattığı tuhaf etkileri fark etmemesini dilercesine meydan okudum, aklıma gelen ilk şeyle onu vurarak.
"Neden beni umursuyorsun ki bu kadar? Hani sadece eğlendiriyordum seni? Eğlenceni Amon'a ve Kral'a kaptıracağın için mi?" dedim ve gerilen omuzlarımı serbest bırakmayı deneyerek kıkırdadım. Bu sırada alttan bir bakış attım Daimon’a. "Yoksa geleceğin kraliçesiyle alay etmek yasak da o yüzden mi panik oldun?" Daimon kuşkuyla kaşlarını çatarken şekilli burnu hafifçe kırıştı.
"Sarhoş musun sen hala?" Başını sağa doğru eğerek yüzümü başka bir açıdan incelerken tüm dikkatini bana vermiş gibi görünüyordu. "Geleceğin kraliçesi falan... Hemen de ayak uydurdun bakıyorum. Boşa endişeleniyorum herhalde ben?" dedi imalı bir sesle. Yüzündeki mimikler gevşediğinde takındığı soğuk ve mesafeli tavır sinirlerimi bozdu. Beni itham ettiği şeye ayrı, bu sebeple bana karşı tavır almasına ayrı öfkelenmiştim. Ellerimi Daimon’un göğsüne bastırıp ittim onu, böyle bir hareket beklemediğinden boşluğuna gelmiş olacak ki koca bedeni geriye doğru sendeledi. Gözleri hayretle irileşirken onun bir tepki vermesine izin vermeden bağırmaya başladım.
"Ne ayak uydurması be?” Daimon, üstüme doğru yürüyüp kolumdan tuttu sıkıca, boştaki eliyle ağzımı kapatırken oldukça gergin görünüyordu.
“Sakın bağırma bir daha!” Ağzımın üstündeki elini bileğinden kavrayıp sertçe çektiğim sırada dudaklarım titriyordu öfkeden. Dişlerimi sıkarak, sessiz fakat sert bir tondan devam ettim konuşmaya,
“Lanet olası Patriam’ın kraliçesi olmak mı? O narsist sarı kafanın sevgilisi, eşi olmak mı?” Çenemi dikleştirerek Daimon ile daha yoğun bir göz teması kurdum. “Tek hayalim bu düzeni, bu şehri… yok olana dek yakıp yıkmak, ölmeden önce yapacağım son şey bile olsa…”
Daimon burnundan soludu. Kolumda hala asılı duran parmaklarını bir anlığına, hafifçe sıkarak uyardı beni. Yılgınlıkla dolu, derin bir iç çekti.
"Şöyle şeyler söylemeyi kes! Tam babanın kızısın cidden…"
“Şunu söyleme.” dedim donuk bir sesle. Henüz Virtus’un kızı olmak, onun karakterinin yansıması gibi görülmek isteyip istemediğimi bilmiyordum tam olarak. Ayrıca şimdiden yaptığım çıkarımlara göre babamla aramda oldukça kritik bir fark vardı; ben aşk için değil, ideallerim için yaşıyordum. Bir gün, canımı herhangi bir şey için feda etmem gerekirse, onun işe yarar ve esaslı bir sebep olduğuna emin olacaktım. Patriam’ı yok etmek… yeterince işe yarardı… sanki bir şey ısırmak istercesine dişlerim kaşınıyordu, bu düşünce aklımda her belirdiğinde…
Daimon bir süre sessiz kaldıktan sonra, uyarımı dikkate aldığını belirtecek herhangi bir laf etme gereksiniminde bulunmadı fakat yüzündeki ifade dikkate aldığını anlamama yetecek kadar değişmişti.
“Yine de bu kadar cüretkar laflar etme… hele de Armais buradayken. Bu kadar açıktan isyan edersen inşa ettiğim hiçbir duvar koruyamaz seni…”
"Ne olacak? Öldürecekler mi geleceğin kraliçesini?" Sinirden titreyen ellerimi yumruk yaptığım sırada kilometrelerce koşmuş gibi soluk soluğa kalmıştım. "Hah! Kraliçeymiş." dedim, olayı ne kadar küçümsediğimi belli eder bir ifadeyle, alnım öyle kırış kırış oldu ki başıma ağrılar girdi. Daimon hiç ses çıkarmadan, adeta sakinleşmemi beklercesine, anlayışlı bakışlarıyla izledi beni. Gözünü bile kırpmadı… Böyle davrandıkça daha da kötü hissetmeme neden oluyordu istemeden. Ne kadar acınası bir duruma düştüğümü yüzüme vuruyordu sanki. Burnumdan nefes alırken gözlerimin dolduğunu, konuşmaya yeltendiğimde sesimin titreyeceğini biliyordum ama artık Daimon’a karşı duygularımı açık etmek mevzusunu aşalı çok olmuştu. Şu an düşüneceğim son şey bile değildi içimdeki duygu dalgalanmalarını gizlemeye çalışmak. "Daimon... Benim gibi birini kraliçe olarak kabul etmeleri mümkün değil. Sen de biliyorsun değil mi? Bunların amacı başka. Beni bir şey için kurban seçtiler... Ya da bilmiyorum, başka bir planları var..." Dudaklarım içe doğru katlanırken gözlerimi kapatıp kendimi az da olsa sakinleştirmeye çalıştım. Sonbahar rüzgarındaki bir yaprak gibi titriyordu bedenim. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamama yarım saniye kalmıştı… Zihnimde onlarca duygu; öfke, korku, tiksinti ve nefretin birleşimi gibi baskın yumrunun da dışında, yüzlerce olasılık… sonucu geleceğime nasıl zifiri bir karanlık çöktüğünü ispatlıyordu bana. Pürüzlü sesimi umursamadan, "Taşrada doğmuş büyümüş birini, sözde isyancı olan ve infaz edilen Virtus'un kızını alıp Fama'nın başına mı geçirecekler ileride, kralın eşi diye? Aklın alıyor mu senin? Hadi Patriam kanunlarına hakim değilim, hadi benim aklım basmıyor... Sen söyle, mantıklı mı bu?"
Daimon başını ağır ağır salladı, iki yana doğru. Yüzüme doğru eğilirken, fısıldar gibi konuşmaya başladı,
"Değil..." Bu kez kolumu yumuşak bir tavırla tutup, anlayışlı, şefkatli bir dost gibi nazikçe devam etti, "O yüzden diyorum sana. Bana güven. Amon'un da bir şey bildiğini sanmıyorum ama... Araştıracağım, öğrendiğim her şeyi mutlaka söyleyeceğim sana." Belli belirsiz gülümsedi, bir anlığına. "Bilmeyi hak ediyorsun..."
Kafamdaki tüm ihtimalleri ölçüp biçerken burada Daimon’dan başka kimsem yok diye düşünürken buldum kendimi. Elbette ona güveniyordum, yalnız anlam veremiyordum bir şekilde, Amon’un yoldaşı olan bu adam neden benimle ilgileniyordu bu kadar? Neden bana yardım etmek, korumak için Amon’u bile karşısına alacağını söylüyordu, nasıl? Nasıl hiç çekinmiyordu? PSA kitabında aiduvaların konumu gayet açık bir şekilde anlatılmıştı; onların hayata geliş amacı hizmet ve salt sadakatti, savaşçılarının sözünden çıkamaz, hayatlarını onlara odaklı yaşamaktan geri duramazlardı. Kendilerine ait bir aile kurmalarına izin verilmiyorsa aşık olamaz, savaşçıları onların dost edinmesinden rahatsız olduğunu dile getirirse arkadaşlık dahi edemezlerdi hiç kimseyle… Daimon Akademiye girebilecek güçteki tek aiduva olmasına mı güveniyordu benimle, ne olduğunu çözemediğim bu bağı kurarken? Amon’un ona verdiği bir güç…
"Hala cevap vermedin..." Dinginleşmiş sesim şimdi oldukça sakin ve sessizdi. "Neden bana yardım ediyorsun?"
"Fama'ya hizmet eden biri olarak bunu söylemek biraz ikiyüzlülük olacak, farkındayım. Ama atalarım şifacıdır. Koruyucudur. İyiliği ve beden ruh bütünlüğünü savunur." dedi net tavrıyla. "Ruh savaşçıları insan bedenini önemsemez. Onlar için beden değersiz bir kabuktur. Ama ne benim, ne de atalarım için bu böyle değil. Irkıma göre beden ve ruh bir bütün olarak kıymetli. O yüzden sana, senin bedenine ve ruhuna yapılacak herhangi bir haksızlığa göz yumarsam atalarımın kemikleri sızlar." Daimon göz teması kurmadan konuştu bu kez. Söyledikleri tamamen yalan değildi evet fakat tutarsız yanları olduğu da ortadaydı. Gözlerim hafifçe kısılırken,
"Diğer haksızlığa uğrayanlar? Taşradakiler? Köylüler? İnsanlar? Burada haksızlığa uğrayan diğer klan üyeleri? Benimle bitmiyor ki Daimon, etrafımız ezilen, açlıktan kıvranan, bazı günler içecek temiz su dahi bulamayan onlarca mıntıkayla çevrili!”
Daimon başını ağır ağır sallayarak, dünyanın içinde kaybolduğu bu iğrenç kasırgayı net bir şekilde bildiğini, her şeyin farkında olduğunu söylüyordu sessizce.
"Köyünüze ara sıra gelen kargalar... Bazen garip yazılar yazan kağıt parçaları getirirlerdi, hatırlıyor musun?" diye sordu. "Bazen yiyecek... Bazen birkaç küçük tılsım..." Anılarımda canlanan o karga, etrafımda dönerken açık sarı renkte bir daire oluşturuyordu… Hayatımın en zor günlerinden biriydi, saatlerdir ağlıyordum. Bir türlü anlam verememiştim hoplaya zıplaya etrafımda dönüşüne, gördüğüm sarı çizgiyi halüsinasyon sanmıştım. Şimdi yavaş yavaş oturuyordu bir şeyler… "Elimizden geldiğince insan köylerine koruma tılsımları ve yiyecekler taşırız. Yıllardır Patriam'dan sakladığımız tek sır ve atalarımızın eskiden beri sürdürdüğü hoş bir gelenek." Hafifçe omuz silkti. "Ama bizim de gücümüzün sınırı var. Her şey sandığın kadar kolay değil. Aksine, Patriam ile ilgili her şey o kadar karmaşık ki... İstersem buradan iliğime kemiğime kadar nefret edeyim, yine de onlara hizmet etmeye devam ederim. Neden diye sorma... Zamanla anlayacaksın."
Parmak uçlarını şakaklarına dayayıp birkaç saniyeliğine masaj yaptı kendine. Ardından, aklına yeni bir düşünce gelmiş gibi, hafifçe irkilerek, "Ha, sana neden ilgi gösterdiğime gelirsek..." Dudakları keyifle yukarı doğru kıvrıldığında bunu beklemiyordum o an. Kaşlarım istemsizce gerilirken konuşmasının devamını bekledim merakla. "Köye ara sıra ben de yiyecek getirdim, rastlaştık seninle birkaç kez. Karga formunda olduğum için hatırlamaman normal tabii ama… Bir kere taş attın bana Patriam gözcüsü sanıp... Bir kere bana ağladın, üç gecedir annenin yatak döşek hasta olduğunu, onu kaybetmekten nasıl korktuğunu anlattın. Bir kere bana güldün, ayağıma bir buğday dalı takılmıştı. Son gelişimde de yiyecek getirdim sana." Alnıma yeniden düşen inatçı saç tutamını hissetmemiştim bile, Daimon uzanıp bir kez daha geriye doğru atmadan önce. Nahif parmakları bir seferliğine saçlarımı tararken telaşlandım, sebebini anlayamadım bu telaşımın fakat Daimon ara sıra böyle etkiler bırakmaya başlamıştı üstümde. Oldukça sinir bozucuydu. Keyiflendiği anlarda parlayan gözleriyle baktı bana. "Farkında olmadan benimle vakit geçirdin." Dudakları daha da derin bir gülüşe doğru kıvrılırken başını sağa doğru eğdi hafifçe. "Çok değil... Bir elin parmağını geçmez. Ama senle ben, eski dost sayılırız Lily." Bilmiş kaşları hafifçe gerilirken, hafiften alaycı bir tavırla devam etti söyleyeceklerine. "Bir de itiraf edeyim, komik bir kızsın. Beni her karşılaşmamızda eğlendirdin mutlaka. Ağlarken bile Patriam’a sövüşlerine güldüm karga halimle…"
Bir türlü anlam veremediğim o tanışıklık hissi… şimdi mesnedi olan bir gerçekliğe dönüşmüştü…
"O yüzden mi seni tanıyormuş gibi hissettim hep..."
Daimon ‘bilmem!’ der gibi dudak büktü. "Belki..." Yarım saniye düşündükten sonra, "Belki de benim de insan soyundan gelmemden kaynaklıdır. Köyde aşina olduğun dostlarınla bir çeşit benzerlik taşıyan tek kişi benim burada."
Daimon bir kez daha bana doğru eğildiğinde bu kez öncekilere göre daha yakındaydı, alnı alnıma değecekti az kalsın. Durmaksızın parlayan gözlerini kısarak, "Belki de... Benden hoşlanmışsındır." dedi, dudaklarında muzip bir sırıtış oluşurken. Refleks olarak göğsüne bir tokat geçirdim.
"Saçmalama!" dedim, bağırmamak için üstün bir çaba sarf ettiğim sırada. Daimon, konunun onu ne kadar eğlendirdiğini belli edercesine kıkırdadı. Ama sonra birden, gülüşündeki bir şey öyle donuklaştı ki kollarım üşüdü…
"Trajik olurdu değil mi... Aşık olsak..." Kararlı gözlerini bu kadar yakından görmek göğüs kafesimdeki bir şeyi allak bullak ediyordu. Daimon, sinir bozucu derecedeki karmaşık hisler barındıran gülüşünü genişletirken, cüretkarlıkla devam etti konuşmaya. "Moira ile bağlandığın müstakbel eşinin... Geleceğin kralının aiduvası ile yasak aşk..." Omuzlarına uzanıp onu ittim ikinci kez. Biraz daha konuşursa kulaklarıma kadar kızaracağımı, adım kadar iyi biliyordum çünkü.
"Dalga geçmeye vaktimiz var yani şu an?" dedim meydan okuyarak. Neyse ki ses tonumu oldukça pervasız çıkarmayı başarmıştım… Daimon’un dakikalardır yüzünde asılı duran gülüşünde bir şey seğirdi, gözlerinden koyu gölgeler geçti, birkaç kez… Usulca iç çekerken bakışları gözlerimden daha aşağıdaki bir noktaya kaydı.
"Dalga geçiyordum ama..." Yanımızdaki koridorun öbür ucundan birkaç kişinin sesi duyulduğunda Daimon transtan çıkmış gibi başını iki yana doğru salladı, boğazını temizledi yavaşça. "Şaka yaptım. Hadi yürü... Şu geceyi kazasız belasız atlatalım sonra yine konuşuruz." Beni kolumdan tutup kapıya doğru çevirdiği sırada bir kez daha iç çekti, öncekilerden daha derin bir iç çekişti bu. Başı omzuma doğru düştüğünde hareketsiz kaldım. Öyle hayrete düşürmüştü beni bu ani temas… nefes almayı bile unutmuştum… Daimon, pürüzlenen sesiyle, yorgunluğunu açıkça sesine yansıtarak, "Bu geceki görevim seni takdim törenine hazırlamak... Nasıl olacaksa..." dedi söylenir gibi. Hiç bu kadar keyifsiz duyulmamıştı sesi, kulaklarıma. Gözlerimi kapatıp öylece bekledim… Daimon ile başka şartlarda tanışmış olsak… Neyse ne… Tanışmamıştık işte… Kendini bildi bile paryalık yaptığı ahmak prensin ikinci paryası olmak düşmüştü kaderime. Hayatım hiçbir zaman kolay olmamıştı evet, fakat bu kadar zorlandığımı da hatırlamıyordum geçmişte…
Daimon kollarını etrafıma saracakmış gibi kaldırdığında kalbimin ritmi bozuldu. Oysa ki amacı etrafımıza sardığı efsunu kaldırmaktı yalnızca. Gri, ince bulutsu, toz olup uçarken yeniden nefes almaya başlamak için zorladım kendimi. Daimon kapıyı açıp dışarı çıkmamı beklerken sessizdi. Ben de ona ayak uydurup, sessizce yürümeye başladım taş koridorda. Bir noktada, yanımda hissettiğim eksiklikle arkama döndüm, iki adım arkamdan gelen Daimon’a şaşkın şaşkın bakarak,
"Niye yanımdan yürümüyorsun?" diye sordum.
"Artık senin de güvenliğinden sorumlu sayılırım. Buradaki kurallara göre bir adım gerinden yürümem daha uygun." Daimon her zamanki etik, ahlak kumkuması karakterine geri döndüğünde sinirlerime dokunmuştu bir kez daha. Ona doğru yarım adım atıp alttan alttan bakarak,
"Yanımda yürümen bile yasak ama beni kuytu köşelere çekip alayla karışık flörtleşmek serbest ha?"
Daimon’un dudakları bir kez daha keyifle kıvrıldığında içten içe tatmin olmuş hissettim. Onu etik değerlerinin üzerinde, sanki ateşte yürürmüş gibi gergin adımlar atarken görmekten nefret ediyordum. En azından benim yanımdayken rahat olabilirdi, tıpkı benim duygularımı yalnızca onun yanında saklamaktan vazgeçişim gibi… Birbirimizin gizli geçidi olmak, gri bulutu, sarı çizgisi… Belki de ihtiyacımız olan tam da buydu… Daimon da bana doğru yarım adım attı.
"Birincisi yanında yürümem yasak değil... Böyle olması daha uygun dedim." Gülüşü, daha fazlası mümkünmüş gibi genişlerken az kalsın ben de gülecektim. "İkincisi, yasak aşk konusuna neden bu kadar takıldın anlamadım.” Kolunu omzuma atıp benimle yan yana yürümeye başladığı sırada konuşmaya devam etti, “Aklına yatıyor mu yoksa?" Dirseğimi karnına geçirdiğimde Daimon kıkırdadı. Sağa doğru kıvrılan koridorda köşeyi dönmeden üç adım önce kolunu üstümden çekti, yanımda yürümeye devam etti yine de…
Hanedan Kulesinin kıvrımlı, dar merdiveni, Daimon’un yeniden birkaç santim arkama düşmesine neden olurken, çıktığım her yeni basamakla farklı bir stres sebebi daha buluyordum… Bu kule dahil Amon’un ve Armais’in bir parçası olan her şey aynı kesif kokuya sahipti sanki… Kibrin kokusu var mıydı ki?
Acımasızlığın yahut zorbalığın kokusu muydu böyle burnumu yakan?
Üçüncü katın geniş holü yalnızca iki kapıya sahipti. Daimon beni soldakine doğru yönlendirdiğinde yaklaştığımız odadan gelen sesler omuzlarımın sızlarcasına gerilmesine neden oldu. ‘O kız mı, hani gücünü kontrol edemeyip okulu yıkan?’ ‘Leydi Thalia nasıl üzülmüştür…’ ‘Veliaht prens bu işin icabına bakacaktır…’ Odada kaç kişi vardı bilmiyordum ama şu an en az üç farklı kulis yapılmış, hakkımda fısır fısır bir şeyler konuşuluyordu…
Daimon önüme geçip kapıyı sert bir hareketle açtığında tüm sesler sustu. Neredeyse iki dakika boyunca öylece duran uzun beden, odadaki her kızla tek tek göz teması kuruyor, otoritesini sessizce ortaya koyuyordu adeta…
“Veliaht Prenses Lima.” dedi bana doğru nazikçe döndüğü sırada. Elini içeri doğru uzattı. “Buyurun.”
Şaşkın gözlerle yüzüne bakıyordum fakat onun bakışları net ve oldukça sabitti. Ayaklarımın üstüne sağlam bastığımı hissedene dek bekledim kısa bir süre. Ardından yürüyüp geçtim yanından. Odanın içindeki on beş ila yirmi kişilik hizmetlinin karşısına geçtiğimde hepsinin başını hafifçe eğip bana karşı yaptıkları saygı gösterisiyle karşılaştım. ‘Bunun içindi.’ dedi zihnimdeki tanıdık ses. ‘Yoksa veliahtlığın falan umurumda değil pek, biliyorsun…’ Gülmemek için dudaklarımı katlayıp burnumdan kesik bir nefes aldım.
“Hazırlıklar için oldukça hızlı olmamız lazım, zaman çok daraldı. Programın tam bir saat kırk beş dakika gerisindeyiz, o yüzden acele edin.” dedi Daimon, beni tutup duvarın dibindeki aynalı masaya doğru götürdüğü sırada. Hemen hemen benimle yaşıt olan görevli kızların hepsinin yüzünde aynı ifade vardı. Şaşkınlık, memnuniyetsizlik, yorgunluk ve öfkeyle karışık o olumsuzluk seramonisi… Daimon kulağıma eğilip,
“Herkes onun moira gelini olmasını beklediğinden, Thalia takdim balosunun ev sahipliğini yapmak istediğinde Amon izin vermişti ona. Salonun iç mimarisi dahil her şey, en ufak detaya kadar Thalia’nın zevkine göre en baştan düzenlendi, süslendi, elbise onun zevkine göre dikildi, onun ölçülerine göre kesilip biçildi… Taç onun ruhuna özel, ruh taşıyla bezenerek hazırlandı… Eh, bu kızlar da normalde Thalia’nın hizmetinde aylardır, o yüzden böyle suratları.” dedi ve usulca kıkırdadı. “Şimdi hızlıca yüzünü saçını halletsinler çünkü elbise mevzusu bizi oyalayacak, senin üstüne göre ayarlanması gerekecek falan…”
Sessiz kaldım. Aynadaki dağılmış yüzüme bakarken sessizce ağlayan Thalia’nın dağılmış yüzü canlandı zihnimde. Her şey için çalışmıştı, yıllarca Hanedan Kulesinde yatıp kalkmış olmalıydı bunca hazırlık için… Kim bilir kaç gece uyuyamamıştı heyecandan, kaç günler boyunca ayaklarının altı ağrımıştı balonun detaylarıyla uğraşmak için oraya buraya yürürken… Şimdi onun emeğinin üstünde oturuyordum. Thalia’yı heyecandan uyutmayan hayal, beni içten içe yiyip bitiren nefretle aynı duyguya açılan iki farklı kapıydı… Thalia’nın aşkı, benim cezam. Onun tacı, benim prangam…
“Thalia ve Amon sevgililer mi?” diye sorarken buldum kendimi. Daimon aynadaki yüzümü incelerken dalmış gitmiş gibi irkildi.
“Karışık biraz.” dedi, söylenir gibi. Beni, kısaca geçiştirip arkasını döndü hizmetli kızlardan birine talimatta bulunmak için.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama saatlerdir hatta günlerdir, onlarca el yüzümde saçımda dolaşıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım, öyle bunalmıştım ki… Hizmetli kızlar önce beni paravanın arkasına yönlendirip üstümü çıkarmamı rica etmişlerdi. İçeride giymem için upuzun, kırık beyaz bir sabahlık vardı. Ardından vakit kaybetmeden saçlarımı ve yüzümü yıkamış, saçımı özenle kuruturken yüzüme daha önce hiç görmediğim iki üç farklı krem sürmüş, yüz saat boyunca bakım yapmışlardı, sanki tarlada çalışmaktan az önce dönmüştüm yani! Yüzüm gayet temizdi? Hem Daimon vaktimizin dar olduğunu söylememiş miydi bastıra bastıra?
İki kız yüzüme makyaj yapmaya başladığında, az da olsa yol kat ettik diye düşünüp rahatlamıştım ama makyaj da hiç beklemediğim kadar detaylı ve uzun sürmüştü… Saçlarıma bir şeyler sarılmış, kafam bir şeylerin içine sokulmuş, yüzüme ne olduğunu bilmediğim spreyler sıkılmıştı… Neyse ki sona yaklaştığımızı hissediyordum. Saçımdaki tuhaf şeyleri çıkarıp arkaya doğru toplamaya başlamıştı saçımla ilgilenenlerden biri. Bukle bukle olan saçlarım, yarı toplu, yarı açık şekilde, saçımın arkasında dağınık bir topuz yapıldı. Kahküllerim özenle şekillendirildi, kulaklarımın önüne doğru dökülen iki bukleyle hoş bir harmoniye dönüştüler.
Kendimi, hiç böyle özenle hazırlanmış, tabiri caizse süslü görmediğimden şaşkın şaşkın aynaya baktım dakikalar boyunca. Bu pembe yanaklı, uzun kirpikli hoş kız ben miydim? Hiç bana benzemiyordu…
“Yüz hatlarınız makyajı o kadar güzel gösteriyor ki bayıldım… Elmacık kemikleriniz, göz yapınız, dudaklarınızın dolgunluk seviyesi, hepsi kusursuz!” Birdenbire konuşmaya başlayan hizmetli kız heyecanla elini çırptığında istemsizce gülümsedim, ona doğru bakarken. Çok utanmış, biraz da mutlu olmuştum görünüşüm üzerine yaptığı yorumlar üzerine…
“Öyle mi Despoina?”
Hizmetli kız, duyduğu sesle bir karış zıpladı yerinden. Başını arkaya doğru çevirdiği sırada gözlerinde salt korku vardı.
“Leydi Thalia…” diye fısıldadı başını saygıyla yere eğerken.
Ani bir refleksle ayağa kalkıp arkamı döndüğümde onunla bir kez daha yüz yüze geldik. Kucağında, tüyleri bembeyaz, gözleri masmavi bir kedi tutuyordu. Yüzünde kibar, hafifçe gülümser gibi bir ifade vardı ama gülmüyordu.
“Despoina, yeni Leydi’niz ile anlaştınız demek, çok sevindim.” dedi Thalia, duygudan yoksun, robotik bir sesle, hizmetli kıza bakarak. Despoina başını önünden kaldırmadan bekledi öylece. Buna karşın Thalia o kadar kibar o kadar halinden memnun görünüyordu ki hilenin nerede olduğunu, öfkesini, hayal kırıklığını nerede sakladığını anlamlandıramadım. Amon ile ne konuşmuşlardı? Amon… onu odasına davet ederken konuşacaklarını hazır etmiş olmalıydı çoktan… Kesik bir nefes aldım. O sırada Thalia’nın kucağındaki kedi kollarını kurtarıp bana doğru bir hamle yaptı. Gözlerimin içine bakarak tıslamaya başladı.
“Ne oldu sana…” diye fısıldayarak bir adım attım. Kedileri o kadar çok seviyordum ki bu küçük bebeği neyin rahatsız ettiğini anlamak istiyordum. Fakat diğer yandan Thalia ile mesafemi korumak zorunda olduğumun da farkındaydım. Daha fazla yanaşmadım bu sebeple. “Bebeğim… neden rahatsız oldun, hım?”
Kedi kollarını bir kez daha bana doğru salladığında arka tarafta dikilen Daimon, ona bilmediğim bir dilde bir şeyler söyleyerek görüş alanına girdi. Kediyle göz teması kurar kurmaz sevimli şey sakinleşip geri çekildi. Thalia’nın kollarına gömülürken keyifli bir sesle mırladı.
“O neydi?” diye sordum Daimon’un sırtına doğru fakat o an için cevap vermedi bana.
“Efendim Thalia?” diye sordu Daimon nazikçe, sanırım neden buradasın sorusunun kibarca haliydi bu.
“Hazırlıkları kontrol etmek istedim.” Thalia o kadar sakin görünüyordu ki bu bir sebepten tüylerimi diken diken ediyordu. Amon ona ne söylemişti? Onu sakinleştirmek için ne yapmıştı? Parmaklarımdaki tüm eklemler istemsizce gerilirken yumruğumu sıktım sertçe. Amon’u Thalia’ya zarar verirken hayal etmek oldukça kolaydı, ve bu olasılık öyle üzmüştü, öfkelendirmişti ki beni, keşke Thalia ile kısa iletişimler de olsa kurabilseydik diye düşündüm…
Daimon biraz sonra Thalia’nın koluna girip onu kapıya doğru yönlendirdiğinde, sessizce bir şeyler konuştular. Tam seslerini duymanın bir yolunu arıyordum ki hizmetliler beni aynanın karşısına oturdular bir kez daha.
‘Ne konuşuyorsunuz?’ Daimon ile telepati kurmaya çalışmıyordum aslında, zihnimin içinde kendi kendime sorduğum bir soruydu fakat birden ulaştığımı hissettim ona. ‘Burada mıydın?’ dedim söylenir gibi. Daimon zihnimin içinde kahkaha attı. ‘Rhea ile iletişiminiz kusursuzdu…’ dedi arkamdaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne attığı sırada. Aynadan doğru onunla göz teması kurdum. ‘Rhea kedi mi?’
‘Evet ama normal bir kedi değil, Thalia’nın ruh hayvanı. Eğer onu kontrol altına almasaydım üzerine sıçramak üzereydi.’ Bir kez daha kıkırdadığında gözlerim irileşti hayretle. ‘Aaa… bana mıydı o siniri cidden?’ dedim ve fiziksel olarak güldüm. Başımda dikilen kızlar bana tuhaf tuhaf baktıklarında dudaklarımı birbirine bastırıp arkama yaslandım, normale döndüğümü belli etmeye çalışır gibi. ‘Sen… ona ne söyledin? Yoksa onun konuştuklarını da mı anlıyorsun?’
‘Elbette anlıyorum, ama iyi ki sen anlamıyorsun… Ona bebeğim diye yaklaşıp sevgi gösterdiğin anda sana söylediklerini duymak istemezdin, eminim. Leydisinin erkeğini çaldığın için sana çok kızgın kedicik.’ Bir kahkaha daha patlatmak üzereydim ki kendimi son anda tuttum. ‘Yüz ifadesini tekrar düşündüm de… sağlam tahminlerim var…’ Daimon cevap vermedi, ama yüzündeki keyifli ifade, bir kedi tarafından yediğim küfürlerin onu ne kadar eğlendirdiğini belli ediyordu açıkça.
Sıra elbiseye geldiğinde başka iki kız odanın içindeki tek dolaptan devasa bir askı çıkardılar. Elbiseyi iki kişi zor taşıyorlardı, bunu giymem mi bekleniyordu bir de? Upuzun, gösterişli, pudra rengi elbiseyi baştan aşağı süzdükten sonra,
“Bunu nasıl bana uygun hale getireceğiz çok pardon?” diye sordum Daimon’a bakarak. Duvarın kenarına yaslanmış, burnundan yılgın bir nefes verirken konuştu.
“Bakacağız bir çaresine.”
***
“Sadece kesilip biçilecek kısmın belirlenmesi gerekiyor, on beş dakikada yeni formuna getiririm elbiseyi.” Hizmetlilerin arasında yaşı büyük olan tek kişi, yirmilerinin ortasında gibi görünen terzi Nynia, beni baştan aşağı süzerken derin bir nefes aldı. “Zaten pek kıvrımlı, komplike bir kesim olmayacak gibi duruyor, giydirin onu.” dedi başını yanındaki iki kıza doğru eğerek.
“Yok yok… ben kendim giyinirim.” Elimi havaya kaldırıp bana doğru yürümek üzere olan kızları durdururken kıvrımsız vücudum hakkında laf çaktıran Nynia’ya dik dik baktım. “Paravan’ın arkasında-"
“Bu elbisenin oraya sığması mümkün değil Leydim. Ayrıca sırt bölgesinde onlarca ip var, sıkılıp bağlanması gereken…” dedi Nynia, mesafeli bir nezaketle. Kollarımı göğsümde kavuşturup düşünürken çaprazımda oturan Daimon,
“Çıkın siz.” Yavaşça yerinden kalktığı sırada kızlara baktı. “Ben yardımcı olurum Lil- Lima’ya.”
Kızlar Daimon’un lafını ikiletmeden odayı terk ederken rahatlamış hissediyordum. Bu tuhaf mıydı? Tanımadığım onlarca farklı elin üstümde dolaşmasındansa Daimon’dan yardım almayı tercih ederdim. Ona öyle güveniyordum, bana öyle tanıdık geliyordu ki zamanla aynı insana dönüşecektik sanki… Yanımda olduğu sürece güvende ve güçlü hissedebiliyordum, bir nebze de olsa…
Sessizdi, ben de konuşacak bir şey bulamadım o yüzden. Elbiseyi askıdan çekip aldı ve arkama geçti. Karşımdaki ayna aracılığıyla yüzüne bakabiliyordum hala. Kesik bir nefes aldı. Sabahlığın kuşağını söküp ince kumaşı kollarımdan dökerek çıkardı. Fakat eliyle, ustalaştığı bir konuymuş gibi bir rahatlıkla ve hızla bunları yaparken gözlerini benimkilere dikmişti aynadaki yansımadan. Gözlerim hariç hiçbir yere bakmadığını kanıtlarcasına sabit ve ihtiyatlıydı bakışları. Elbiseyi yukarı doğru kaldırdığında içine girip kollarımdan ve gövdemden geçirmesine yardımcı oldum. Sırtımdaki ipleri bağlamak için ilk kez bakışlarını bedenime çevirdiğinde kıkırdadı.
“Bordo mu, ciddi misin?” İç çamaşırım hakkında sorduğu soru yanaklarımı da onunla aynı renge çevirirken elimi arkaya uzatıp omzuna sertçe vurdum. Daimon, inat eder gibi gülmeye devam etti.
Elbise o kadar bol ve uzun gelmişti ki Thalia’nın kıvrımlı bedenine, upuzun boyuna bir kez daha saygı duydum içten içe. Amon’un hayattaki tek doğru tercihiydi. Umarım bir an önce bu moira saçmalığının sebebini öğrenir, olayı çözmenin bir yolunu bulurduk da Thalia yarım kalan hayallerine geri dönebilirdi. Ben de… şey… yaşar giderdim işte. Daimon bana yeni şeyler öğretirdi belki… Yine gizli çalışma odasında vakit geçirir, taşra hakkında sohbet ederdik… Belki o zaman Daimon-
“Ah!” Daimon koluma yanlışlıkla iğne batırdığında irkilip başımı ona doğru kaldırdım. “Terziyi mi çağırsak?”
“Yok yok hallederim.” dedi kendinden emin ve biraz da bozulmuş ses tonuyla. Tamamen odaklanmak istercesine eğilip kaşlarını çattığında o kadar tatlı görünüyordu ki içten içe dalga geçmek istesem de sesimi çıkarmadım. Daimon belimi ortalayıp iki tarafındaki fazlalılığı da tuttu.
“Şurayı tutsana.” dedi sol tarafımı işaret ederek, ben de söylediğini yaptım. Daimon sağ kısmı iğneleyerek göğsümün hizasına kadar çıktı, eliyle kumaşı düzeltirken parmaklarının arkası çıplak tenime, göğsümün köprücük kemiklerime bağlandığı kısma değdi. Bedenimden sert bir elektrik akımı geçtiği sırada Daimon telaşlı görünmek istemiyormuş gibi özel bir yavaşlıkla ellerini üstümden çekti.
“Şey, evet ben Nynia’yı çağırayım, seni yaralamadan önce.” dedi, söylenir gibi, başını boş duvara doğru çevirdiği sırada. Hemen sonra koşar adım kapıya doğru yürüdü.
Bakışlarımı aynaya çevirdiğimde yukarı kalkmış göğsümü gördüm önce. Tuttuğum nefesi verirken dudaklarım hafifçe titredi. Elmacık kemiklerime sürülen pembe allığın üstüne öyle bir kızarmıştım ki yüzüm bordo ve pembenin karışımı, mora benzer bir renk almıştı. Daimon’un üstümdeki etkisi… düşünmek, irdelemek istemeyeceğim kadar zor, korkunç sorunlara yol açabilirdi bulunduğumuz konumda. Yok saymak en iyisiydi. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, Daimon’a ayak uydurarak büyüklü küçüklü her mevzuyu dalgaya almak en doğrusuydu… Nynia inanılmaz bir hızla ölçümleri halledip elbiseyi üzerimden çıkarmadan kesip biçti. Sanırım işi, ruh gücüyle bağlantılıydı çünkü elinin nasıl hareket ettiğini dahi göremiyordum insanüstü hızından. Elbise hallolduktan hemen sonra Daimon elindeki taçla yanıma geldi, bu sırada hizmetliler, işlerini bitirdikleri için müsaade isteyip çekildiler.
Daimon’un elinde tuttuğu tacı incelerken burnumu kırıştırdım. Gereksiz bir gösterişe sahip olan som beyaz altından tacın üstüne kırmızı, parlak taşlar bezenmişti. O kadar abartılıydı ki takmayı bırak görmeye bile tahammül edemiyordum.
“Benim ruh taşım nedir ki?” diye sordum Daimon’a sızlanır gibi.
“Bilmiyorum ve bunu öğrenmek için yapılacak bir düzine ritüele hiç vaktimiz yok şu an, hadi tak şunu idareten de gidelim.”
Başımı yavaşça iki yana doğru sallarken yanımdaki duvarın dibinde duran saksıya baktım. Pembe ve beyaz erguvanlar açmıştı toprağında. Hızlıca uzanıp birkaç dal kopardım ve birbirlerine bağlayıp örerek taç haline getirdim. Başıma özenle takarken,
“Ruh taşım ne bilmiyorum ama bu çiçeklerin ruhuma Thalia’nın kendi enerjisine göre tasarladığı taçtan daha uygun olduğu kesin.” dedim omuz silkerek. Bakışlarımı Daimon’a çevirdiğimde parlayan koyu yeşil gözleriyle karşılaştım.
“Peri kızı gibi görünüyorsun..." Daimon hayranlıkla bana bakarken, iltifatından kızardığımı fark edip hızla lafı çevirdi. "Yani, taç! Güzel oldu.” Beni ilk kez baştan aşağı süzerken eli ayağı birbirine dolanmış gibiydi. Elimi ağzımın üstüne örterken kendimi tutamayıp kıkırdadım.
“Annem öğretmişti küçükken. Beş yılda bir Kasımpatı Köyünde erguvanlar açar, yalnızca yağmur ilkbaharlarından sonra…”
“Daha önce de görmüştüm başına erguvandan taç taktığını, evet, yıllar önceydi ama hatırlıyorum.”
Ah… ilk tepkisinin nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Demek geçmişteki bir güne götürmüştü onu erguvanlar, tıpkı bana yaptıkları gibi…
“Daimon… burada kalsak? Duvar falan öremez misin? Sonsuz bir duvar…” Başımı öne eğerek söylediğim şeyler üzerine Daimon’un derin nefesleri kulağımda çınladı. Bir süre sustu, gücünü topladı sanki…
“Amon bekliyor, gitmeliyiz.” dedi sonunda. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Dışarıya her zamanki ihtiyatlı, nahif ifadesini yansıtmak için içinde nasıl çabalıyordu kim bilir… Ceketinin iç cebinden küçük bir şişe çıkardı ve sır verirmiş gibi eğilip fısıldamaya başladı, bana doğru,
“Al iç bunu, geceyi atlatman için yardıma ihtiyacın olacak.”
“Ne ki bu?” diye sordum şişeyi alıp kapağını açtığım sırada.
“Gevşemen için basit bir iksir.” Şişeyi başıma diktiğim sırada, “Arada bir, damla damla- Lima! Dur! Hepsini değil!” Tek yudumda içtiğim şişeyi indirirken Daimon gergince soludu. “Bir kere de lafımı bitirmemi bekle ya!” diye söylendi. Tam ne olacağını soracaktım ki kapı çalındı, Amon’un fedailerinden biri bizi almaya gelmişti. Apar topar dışarı çıkıp ona eşlik etmek zorunda kaldık ve ben, iksirin yüksek dozunun üstümdeki etkilerini sormaya fırsat bulamadım.
Üst kat koridorunun ortasında bekleyen Amon’u gördüğümde kahkaha atmak istedim. Sanırım iksirin etkisini kısa zaman içinde, yaşayarak öğrenecektim… Başını adım seslerimize doğru çevirdiğinde boş yüz ifadesi sinirlerime dokundu. Beni baştan aşağı süzerken bu boşluk değişti ama, duygudan yoksun suratında bir anlığına da olsa ele verdiği hayranlık duygusu, öyle tatmin etti ki beni dudaklarım istemsizce yukarı doğru kıvrıldı.
Amon’a üç adım kala durdu Daimon, ben de onunla birlikte durdum. Ardından Amon’a doğru yürüyüp kulağına eğildi, kısa bir şey söyledi. Amon’un gevşeyen mimikleri anında sertleşip öfkeli bir hale büründüğünde Daimon’dan ne duyduğunu merak etmeden yapamadım… Keşke Daimon’un zihninin içine yedi yirmi dört girebilseydim, ya da sözlerini duyacak kadar yakınında olsaydım hep…
Daimon Amon’a arkasını dönüp bana doğru yürürken gözlerimin içine baktı. Orada, hiç beklemediğim kadar yoğun bir şekilde açığa çıkartılmış olan duygu değişimini gördüm yarım saniyeliğine. Daimon beni Amon’a hazırlamakla, ona teslim etmekle görevlendirilmişti… Ve şimdi, belki de ilk kez ona verilen bir görev… Daimon’un canını acıtıyordu.
Aniden yüzündeki ifadeyi toparlayıp alaycı bir ifadeyle güldüğünde, yanımdan geçip gitmeden hemen önce göz kırptı bana…
Amon ile baş başa kaldığımızda sırtım ürperdi. Bundan dakikalar önce Daimon ile hazırlık odasında yalnız kaldığımız o huzurlu anı düşündüm ve içimdeki bir şey burkuldu, göğüs kafesime battı içeriden… Aradaki fark her şeye rağmen gerçekti, tüm gerçekliklerimizin ötesinde, kaderin tam karşısında duruyorduk sanki…
"İçeride uslu ol. Beni ve klanı utandıracak bir şey yapma." Amon artık yüzüme bakmıyordu.
"Emredersiniz." dedim alaycı bir ifadeyle sırıtırken.
"Kral ve yüksek kurul üyeleri dışında kimsenin önünde eğilme. Babam ve ben hariç herkesten daha üst konumdasın sen, aklından çıkarma bunu. Ona göre davran. Eğilip bükülme. Dik dur."
"Emredersiniz." dedim tekrar, sesim biraz dağınık çıkmıştı. Amon dehşete düşmüş bakışlarını yüzüme çevirdiği sırada,
"Sarhoş mu oldun sen?!" diye sordu, yüksek sesle. Abartılı bir tavırla omuz silktim ve başımı sağa sola doğru sallamaya başladım, gereğinden daha uzun bir süre boyunca.
"Yoo. Hiç alakası bile yok."
Amon derin bir iç çekti. Bağırıp çağırmaya başlayacakmış gibi görünüyordu ama o kadar umurumda değildi ki doğrudan yüzüne bakarken gözlerimi dahi kırpmadım. Balo salonunun kapısının önünde olduğumuzdan mıdır nedir, Amon derin nefesler almaya, kendini sakinleştirmeye çalıştı bir süre. Önce yüzündeki ifadeyi, ardından sesinin tonunu ayarlayarak,
"Kafandaki ne öyle? Taç takman gerektiğini söylemediler mi sana?" diye sordu, sert ama kısık bir ses tonuyla.
"E bu ne? Taç değil mi?" dedim, sorusuna soruyla yanıt vererek. Hiç olmadığım kadar rahatlamış hissediyordum kendimi.
"Ot parçalarını kafana taç diye takmak da senin gibi bir taşralıya yakışırdı!" dedi, dişlerinin arasından. "Kurallar var Lima. Yüksek kurula karşı, kafanda bu paçavrayla takdim edilemezsin! Klanın en değerli taşlarından yapılan, yaşıtlarının hayalini dahi kuramayacağı değerde bir taç takman gerekiyor."
"Benim için çiçekler o taşlardan daha değerli!" Dudaklarım istemsizce aşağı doğru bükülürken elimle başımdaki çiçekleri sevdim usul usul. Ardından aklıma yeni gelen düşünceyle çenemi dikleştirerek meydan okudum Amon’a. "Hem sevgilinin kendisi için yaptırdığı tacı mı taksaydım?"
Amon öfke krizinin kıyısında dolanıyormuş gibi bir ifadeyle gözlerini kapattı. Derin bir nefes daha doldurdu ciğerlerine. Başını fedailerden birine doğru çevirdiğinde bir kez daha sakinleşmeyi başarmış gibi görünüyordu.
"Nadir hatıralar odasına gidin. Oradaki Yeşim tacı getirin." dedi net bir sesle. Fedai şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi baktı Amon’a, sebebini anlayamadım.
"Emin misiniz efendim?" diye sordu sonunda. Amon öfkeden kararmış gözleriyle,
"Sorgulama. Hemen dediğimi yap." Fedai anında yok oldu. Başımı Amon’a doğru eğerken yanımdaki kişinin o olmamasını diledim… Şu an birinin omzuna yatmak, orada dinlenmek çok iyi gelirdi bana, başım dönüyordu hafif hafif ve oldukça yorgun hissediyordum. Yarım asır gibi geçmişti bugün; elli yıla sığacak kadar çok olay yaşamış, oraya buraya sürüklenirken kendi hayatımı uzak bir noktadan izlemek zorunda kalmıştım sanki…
"Ne o yeşim tacı? Ne takacaksın kafama?" diye sordum Amon’a, çiçekleri çıkarmak istemiyordum! Bir yerden de olsa ben olmaya devam etmek istiyordum! Bu ağır elbise, boynuma ve kulaklarıma takılan mücevherler, saçlarım… hiçbiri bana benzemiyordu…
"Fama’nın ilk ve tek yönetici kraliçesine ait." dedi Amon, donuk bir sesle. "Persi'ye..." Bakışlarını duvardaki herhangi bir tuğlaya dikti. "Büyük büyükanneme." Bir süre sessiz kaldıktan sonra gözlerini benimkilere döndürüp, daha önce onda hiç rastlamadığım bir ihtiyatla, “Normalde hiç kimsenin o taca dokunmasına dahi izin verilmez, çıplak elle değilemez bile. Ama klanımızı böyle küçük düşürmene izin veremem. O yüzden istisnai bir durum bu, babam laf etmeyecektir." dedi dürüstçe. Böyle önemli ve değerli bir tacı, benim kadar değersiz gördüğü bir insana, hangi sebeple olursa olsun emanet etmesi… Takmamı istemesi… Bazen o kadar çelişiyordu ki kendiyle, kafamı allak bullak ediyordu. Aslında sormak istiyordum, fakat Amon ile tartışacak hal kalmamıştı üstümde. Salonun dibinde bir tartışmaya sebep olmak akıl karı da değildi zaten. Oyunu kuralına göre oynayacaksam, bu gece nasıl gerekiyorsa öyle davranmalı, Amon’dan en azından nefret etmiyormuş gibi yapmalıydım.
Fedai, elinde tuttuğu siyah bir yastığın üzerinde getirdi tacı. Ellerine siyah, kadife bir çift eldiven takmıştı. Elbette… çıplak elle dokunması ölümüne yol açabilirdi… Tanrı aşkına… bu Thalia’nın tacına az da olsa benzeyeceğini sandığım sanat eserinin, daha önce gördüğüm hiçbir güzellikle ilgisi yoktu. O kadar kibar ve değerli görünüyordu ki gözünü üstünden alamıyordu insan… Amon başımdaki çiçekten tacı çıkarıp yere fırlattı, yeşil taşlarla bezeli tacı alıp başımın üstüne yerleştirdi yavaşça. Gözlerim yere, çiçek tacımın üstüne dikilmiş, dudaklarım bükülmüş bir şekilde durdum öylece. Amon’un fırlatıp atabileceği kadar basit bir şey değildi o! Sözüm ona paçavra falan da değildi! Annem öğretmişti örmeyi, Daimon çok beğenmişti, benim için olabilecek en değerli noktadaydı o pembe beyaz erguvanlar…
Amon burnundan soludu. Yanında dikilen fedaiye bakıp çenesiyle yerdeki tacı işaret etti.
“Al şunu, Leydi Lima’nın hazırlık odasına götür. Törenden sonra alması için diğer eşyalarının yanına bırak.” Fedai tacı alıp giderken ben şaşkınlıktan elimi kolumu nereye koyacağımı bilemez halde Amon’a baktım alttan alttan. Böyle ince bir hareket… Amon Fama’dan mı çıkmıştı cidden? Bana doğru net bir adım attı. Yoğun göz teması yüzünden kaçmak istedim oradan, ama tuttum kendimi. Amon’a boyun eğemezdim.
"Senden daha fazla istiyorum bu bağı koparmayı. Ve ne olursa olsun, ne yapıp edip yapacağım da..." dedi o kararlı, cüretkar tavrıyla. "Ama bu gece, biraz rol yapmamız gerekecek." Elini bana doğru uzattı. "Uslu kız ol ve kafana taktığın o tacın ağırlığına göre davran." Herhangi bir cevap vermedim. Onun da, yaranmak istediği kurulun da, başkentin de canı cehennemeydi! Sırf doğru plan için zaman kazanmaktan başka çarem olmadığından ayak uyduruyordum bu duruma da, Amon’a da. Sonunu hazırlarken nasıl keyif alacağımı bildiğimden sıkıyordum dişimi. Elini tuttum, ikimizin ortasında göğüs hizamıza kadar kaldırdı ellerimizi. Kapının önünde yan yana dikilirken, uzaktan uyumlu, hoş bir çift görünüyor olmalıydık. Keşke biraz da yakına gelseler, gerçekleri görebilselerdi… Amon artık fısıltıdan farksız çıkan sesiyle, "Şimdi içeri gireceğiz. Ve herkese gülümseyeceğiz. Yarın ise seninle ayrıca ilgileneceğim." dedi pis pis sırıtarak. "Hak ettiğin gibi..."
Ondan ve alaycı tehditlerinden korkacağımı sanıyordu… Ne aptallık!
Şimdi içeri gireceğim. Ve herkese gülümseyeceğim. Yarın ve ondan sonraki günlerde ise seninle ayrıca ilgileneceğim. Seni ve sahip olduğun her şeyi yok etmenin bir yolunu bulacağım Amon Fama… Hak ettiğin gibi.
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.