Roman okumak taşralılara yasaktı. "Ulu" Patriam, mutlu etme ihtimali olan her şey gibi bunu da bize yasaklamış, bir günümüzü dahi keyifle geçiremememiz ve onlar için tam teşekküllü köleler olabilmemiz için ellerinden geleni ardına koymamıştı. Bazı günler kuru ağaçlarla dolu ormanlarımızda gezerken eski zamanlarda annelerimizin ve babamızın Partriam'dan gizlediği ve romanların gömülü olduğu bir yer keşfederdik. En azından bu küçük keşiflerle, sefalet içinde geçen günlerimiz şenlenirdi ara sıra. O kitaplarda geçen, hayalini dahi kuramadığımız dünyalar, bize yaşamak için biraz olsun güç verirdi. Eskiden ulu bir çınar olduğu belli olan, ama bizim gibi günden güne eriyip kuruyan bir ağacın dibine gömülmüş olarak bulduğum ve bitmesin diye satırlarını günlere bölerek okuduğum romanlardan birinde, "Eline kitap alınca zamanı unuturdu." diyordu yazar karakteri için. Okurken kendime benzetmiştim o kitap kurdu, inatçı genç kızı... Tıpkı onun gibi ben de bir kitabın kapağını açmayagöreyim, önümde akıp giden sayfalardan geriye kalan her şeyi unuturdum. Son üç günümün özeti tam olarak buydu. Daimon’un Sızı Kulesi günlerinde nasıl okunacağını öğrettiği kitap öyle kalındı ki ancak yaklaşmıştım sonuna. Başta göz ucuyla baktığım ve ilgimi çekmeyen bir konu gibi görünse de daha onuncu sayfada beni içine çekmiş, oldukça sürükleyici, dikkat çekici şeyler öğrenmemi sağlamıştı, Ruh Savaşçılarıyla ilgili. Sistemi yok etmek için onun bir parçası olmak… Germian böyle söylemişti.
Peki ya sistemin ta kendisi olmak… Bu, kimsenin öngöremeyeceği bir felakete dönüşmek anlamına gelirdi. Virtüs’ün kızı olmanın hakkını vermem gerekiyordu, bunu Müdüre Sierra istemişti… Felakete sebep olmak kesmezdi artık beni. Lima adında bir felaket getirecektim Patriam’ın başına.
İşe, kendime yeni kıyafetler bularak başlamaya karar vermiştim. Çarşamba günü yalnızca üç ders vardı programda, öğle yemeğine bir buçuk saat kala bitiyordu okul. Son dersten sonra koşa koşa depoya gittim. Burası ilk günkü kadar tuhaf ya da olağanüstü bir yermiş gibi hissettirmiyordu artık. İşleyişi öğrendikçe hayret hissinden de arınıyordu insan. Ah… pardon… ruh savaşçısı demeliydim!
Kendime yeni bir stil oluşturmak istiyordum, fakat bir yandan da buradaki bazı öğrenciler gibi sırf dikkat çekici diye karakterimden uyumsuz, süslü püslü kıyafetler seçesim yoktu. Her türlü dikkat çekecektim zaten… Bunun için herhangi bir koridorda yürümem bile yeterliydi artık. Herkes okulu nasıl yakıp yıktığım hakkında konuşup duruyordu. Neyse ki taşra muhabbeti eskimişti böylece. Okulun taşra faresi değil, kontrolsüz tehlikeye sahip korkunç ruhuydum şimdilerde.
PSA 101 kitabında, öğrencilere ibret olsun diye anlatılan kısa bir hikaye vardı, geçmiş zamanlarda yaşayan bir prenses hakkında; Hestia, hanedanlıktaki en güçlü ruha sahipti, Kral babası ondan öyle korkmuştu ki, sarayın kuzeyine, göklere kadar uzanan bir kule inşa etmiş, Hestia’yı oraya kapatmıştı. Neyse ki bu hikayede prensesi kuleden kurtaran kahraman prensler, çiftçiler, elçiler yoktu. Hestia kendini kurtaracağı günü sabırla bekledi, büyük bir tehdit olduğunu anladıkça gücüne bağlandı, bağlandıkça daha da güçlendi. Bir aralık günü, saraydaki herkesin, kendi dahil herkesin ölümüne neden olacak büyüklükte bir yıkım yarattı. Bunu, açığa çıkardığı gücün kendisini de tüketecek bir tufana dönüşeceğini bile bile yaptı.
Hestia ile birkaç ortak noktaya sahip olduğumuz ortadaydı. Onun kadar güçlü olmayabilirdim elbette, ama en az onun kadar korkmuyordum. Kendi sonum dahil hiçbir şeyden.
Hestia gümüş rengi elbiseler giyerdi hep, gücünü topraktan almadığını ispatlayan aurasının rengiydi bu aynı zamanda. Depoda dolaşırken bulduğum gümüş rengi elbiselerin bir kısmını sepete atıp tek tek denedim. Enerjimle uyumlandığını düşündüklerimi yanıma alıp ayrıldım oradan. Hepsi tül kumaştan, uçuş uçuş şeylerdi. Gerçek bir prenses olmasam da olabildiğince benzemişim gibi hissettim Hestia’ya. Onlarca gümüş takı buldum kendime; kolyeler, künyeler, baş aksesuarları, vücut zincirleri… Buraya gelmeden önce varlığını dahi bilmediğim şeylerle yaşamayı öğreniyordum şimdi. İçimdeki ateş, adaptasyon sürecimin oldukça kısa sürmesi için yardımcı olmuştu bana.
Odaya döndüğümde Somia’nın orada olmadığını gördüm. Rahatça yeni eşyalarımı dolabıma yerleştirirken kapağı açık bir şekilde dolabımın zemininde duran küçük bavul dikkatimi çekti. İçinde bir kitap vardı, Kasımpatı kütüphanesine ait bir kitap… Nasıl olmuştu da eşyaları boşaltırken gözümden kaçmıştı? Dizlerimin üstüne çöküp kitaba uzandığımda ve oyalanmadan kapağını açtığımda ikinci kez şaşkınlığa uğradım. Kitabın içi oyulmuş, küçük bir not defteri yerleştirilmişti. Defteri çekip çıkarırken içime bir sızı düştü. Bunu buraya annem mi koymuştu? Onu her gün özleyeceğimi önceden tahmin etmiş miydi? Defterin ilk sayfasında annemin el yazısını gördüğümde gözlerim yaşlarla doldu fakat derin nefesler alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım ve görüşümü geri kazandım.
“Menekşe Çiçeğim… bilmen gereken o kadar çok şey var ki anlatmaya nereden başlasam bilemedim, konuşmaya yeltenmememin sebebi buydu. Ama önemli bir şey var, seni uyarmak zorundayım. Prens Amon’a karşı dikkatli ol, çok dikkatli! Tamam mı? Sana zarar vermek için fırsat kollayacaktır, ondan olabildiğince uzak dur, hatta köşe bucak kaç. Söylediği sözlere inanma, inatçı bakışlarına aldırma, yaverlerinin oyunlarına gelme! Seni çok seviyorum. Defterin geri kalanında bazı tarihler yazıyor. Her sayfayı ait olduğu tarihte oku ve sakın çok sinirlenme. Babanın genlerine sahipsen öfken hiç kimse için iyi sonuçlara yol açmayacaktır…”
Nefessiz kalmıştım. Çöktüğüm yerde iki büklüm olmuş, kendime gelmek için öylece bekliyordum… Zihnim öyle kalabalık kalbim öyle yüksek sesliydi ki ne yapacağımı şaşırmıştım. Bu defteri hiç bulmasaydım keşke diye düşünüp duruyordum. Tam da ruhumun cesur yanıyla tanışmışken mektup beni her açıdan bertaraf etmişti. Amon tehlikeydi, yaveri Daimon güvenilmez biriydi ve ben gerçekten babamın kızıydım… İyi de safkan bir insan olan annem Amon’u nasıl bu kadar iyi tanıyordu? Ondan kaçmak mı… Madem babamın genlerini taşıyordum, annem nasıl böyle aciz hareketler bekliyordu benden? Derin nefesler almayı başardıktan kısa bir süre sonra büzüştüğüm yerden doğruldum. Gözlerimi deftere dikip birkaç dakika boyunca izledim öylece. En sonunda ne yapmak istediğimi biliyordum… Annem dahil hiç kimsenin kafamı karıştırmasına izin veremezdim! Planıma sadık kalmaktan başka çarem yoktu. Bu sonum olacaksa bile… içimde yanan ateşi söndürecek, yok edilmesi gereken her şeyin canını cehenneme gönderecektim!
Daimon’un saklı odasında bana öğrettiği ufacık bir ip oyunu vardı. Gözlerimi kapattığımda kıvırabileceğimden emin değildim ama yalnızca birkaç saniye sonra aradığım ipi buldum. Bu bir mum fitiliydi… Ona tutunup kendime çektiğim sırada boğazımdan lavlar akıyor, tüm iç organlarımı tutuşturuyor gibi hissettim fakat acı umurumda değildi, odağımı bozmadım. Parmaklarımın ucu şamdan mumları gibi yanana dek bekledim ve annemden bana kalan son şeyi ateşe verdim. Ruhumdan kopan büyük bir parçayla beraber, yok ettim onu.
Hestia'ya biraz olsun benzemek için seçtiğim yeşil kabarık elbiseyi üstüme geçirdim. Elbisenin işlemeli korsesinin iplerini sıkarken, aklıma zihnimdeki ip oyunu geldi... Zihnimi gevşeten ipler, Kasımpatı Köyü'nde açlıktan incecik kalan belimi sıkarken kendi kendime güldüm. Ne rahatsız bir elbiseydi... Annemin diktiği uçuş uçuş eteklerimi özledim...
Saçlarımı özenle şekillendirdikten sonra uzun dakikalar boyunca aynadaki yansımamı incelemek zorunda kalmıştım. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı ne zaman öğrenmiştim? Ne zaman kılık değiştirmek mantıklı bir çözüm haline gelmişti? Bu ipleri bilmekle mi ilgiliydi? Daimon etkisi miydi? Sızı Kulesinde mi kaybetmiştim yoksa duygularımı? Bu yeni bir insandı, yıllardır tanıdığım Lima’ya birçok açıdan benzemiyordu. Kendimi, içinde bir çift yangın taşıyormuş gibi parlayan gözlerimden tanıyabiliyordum yalnızca.
Öğleyi pas geçip akşam yemeğine kadar biraz daha kitap okudum. Tam odadan çıkmak için hazırlanıyordum ki kapı tıkladı ve içeriye Min girdi. Beni gördüğü an yüzünde oluşan şaşkın ifade üzerine az kalsın kahkaha atacaktım. Yeni tarzımı enine boyuna incelerken eli ayağı birbirine dolanmış gibi göründü gözüme.
“Ben… arkadaşım Lima’ya bakmıştım ama sanırım yanlış oda.” Ortamda oluşturduğu tuhaf havayı düzeltmek istercesine kıkırdadı. Ben de buna karşılık güldüm kısaca.
“Patriam’da yaşayacaksam bir yerden başlamalıydım Patriam’lı olmayı öğrenmeye.” dedim ve omuz silktim.
“Bayağı güzel bir yerden başlamışsın, sevdim.” Dostane bir tavırla kolunu bana doğru uzattı. “Size akşam yemeğinde eşlik edecek kadar şık değilim ama, lütfederseniz…” Ona, ‘hadi ama!’ der gibi bir bakış attıktan sonra koluna girdim ve beraberce odadan ayrıldık.
Yemek Salonu her zaman olduğu gibi iştah açıcı, hoş kokularla sarmalanmış, öğrencilerin çoğu masalarına yerleşip akşam yemeği seremonisine başlamıştı. Şimdi bana doğru dönen başlar daha önce hiç şahit olmadığım hayran bakışlar taşımakta, fısıldaşmalar alaycı kıkırdamalara değil hayret dolu dedikodulara ev sahipliği etmekteydi. Min ile birlikte Tarlus masasına ilerleyip boş sandalyelere yerleşirken kulağımın dibinde bir çeşit öksürük duydum. İstemsizce başımı sağa doğru çevirdiğimde gördüm onu. Fama masasından doğru bana bakıyor, keyifli ve biraz da alaycı bir ifadeyle sırıtıyordu. ‘Bunu nasıl yaptın?’ diye düşündüm zihnimin içinde. Daimon, ‘Sana verdiğim iksirin tek kabiliyeti Kasımpatı köyü gibi kokmak değildi elbette.’ Dudaklarını bile kımıldatmadan benimle iletişim kurabiliyor oluşu, anlık bir dumura uğramama neden oldu. Masaya otururken ona bakmıyordum artık. ‘Sen Ruh Savaşçısı olmadığına emin misin? Herkesi kandıracak bir tipin var zaten…’ dedim zihnimde gülerek. ‘Sadece PSA’ya girebilecek kadar yetenekli bir şamanım Lily. Ya da Hestia mı demeliydim?’ Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı. Elbette anlamıştı! Daimon’un devasa bir kütüphanesi ve aklı vardı. Min yan taraftan bir şey sordu ama sesini duyamadım. Herhangi bir yemeği isteyip istemediğimi sormuş olmalıydı, başımı sallamakla yetinip geçiştirdim onu. ‘Hoşuna gitmiş gibi duruyor.’ dedim Daimon’a, imalı bir tavırla. ‘Tüm okulun hoşuna gitmiş gibi duruyor Lily, ben de bu sıradan öğrencilerden biriyim alt tarafı… Ateş Prensesi ve etrafındaki alelade kullar…’ Dudaklarımdan kaçan küçük kahkaha üzerine masadaki herkesin bakışları bana döndü. Min, dikkatli bir tavırla bana doğru eğilip,
“İyi misin?” diye sorduğunda başımı hafifçe salladım.
“Aklıma bir şey geldi de ona güldüm.” dedim, panik olmuş gibi görünmemeye çalışarak yemeğime başladığım sırada. Min tabağıma biraz et ve püre koymuştu.
‘Neyse, küçük erkek arkadaşını kuşkulandırmayalım şimdi, sonra konuşuruz nasıl olsa. Afiyet olsun Lily.’ Daimon zihnimden çekilirken garip bir ürperti hissettim. Anlık bir boşluk gibi. Kesik nefesler almama neden oldu. Son sözleri üstüne düşünecek oldum ama pek de önemli olmadığına karar verdim sonra. Yanılıyordu. Min, yalnızca yakın bir arkadaşım olarak yanımdaydı. Birbirimizi ilk kez çocukken gördüğümüz için hoş ve dostane bir yakınlığa sahiptik yalnızca. Ve ben hala ona ya da bu okuldaki diğer insanlara karşı güven beslemek konusunda ciddi tereddütler yaşarken Daimon’un dalga geçmeye çalıştığı mevzunun gerçek olması mümkün görünmüyordu, hiç kimse için. Kendimi Patriam’daki herhangi bir insanın partneri olarak hayal dahi edemezdim. Bu, o kişiye de haksızlıktı. Sonuçta planım, yolun sonunda Patriam’ı yakıp kül etmekti…
Okulun her yanında, ertesi gün yapılacak Moira Töreni için hazırlıklar sürüyordu. Zaten süslü olan okul daha da süslenmiş, özenle yeni bir hava katılmıştı merdivenler, lavabolar dahil her yere. Gece Somia ile odada buluştuğumuzda heyecanını gizlemeden yanıma koştu.
“Kızım süper olmuşsun bu ne?! Özür dilerim ama dolabındakilere de baktım… Müthiş bir zevkin varmış, neden baştan göstermedin ki meziyetlerini? Bundan böyle beni de sen giydiriyorsun, anlaştık mı?” Yine nefes almadan konuşup ardından derin bir iç çekti. “Okuldaki herkesi kendine aşık edeceksin… Akşam yemeğinde hakkında konuşulanları duysan hayret ederdin.”
“Somia utandırma beni ya! Alt tarafı ortama ayak uydurmaya çalışıyorum. Teşekkür ederim, çok tatlısın. Ve sen zaten çok zevkli birisin, giydiğin her şeye bayılıyorum.” dedim tatlı tatlı gülümseyerek. Yataklarımıza yerleşip uzandığımız yerden törenle ilgili konuştuk biraz. Aslında daha çok Somia Moira bağlarını ne kadar merak ettiği, tören konusunda nasıl heyecanlı olduğunu anlattı, ben de onu dinledim uykuya dalana dek.
Ertesi gün tören için özenle hazırlanmaya başladım. Somia odanın içinde oraya buraya koşturup kelimenin tam anlamıyla her yerde olan eşyalarını tek tek deniyor, aynada kendisini incelerken bir yandan da bana fikrimi soruyordu. Uzun bir süre boyunca giydiği hiçbir şeyi beğenmedi. Ben de onun bu tatlı heyecanına karşı gülümseyerek eşlik ettim. Bazen keşke Somia olsam diye düşünüyordum. Onun tertemiz zihni, tatlı dertleri, refah içinde geçen çocukluğu öyle cazip geliyordu ki bazen… Patriam’dan iliğiyle kemiğiyle nefret etmiyor oluşu ne büyük lükstü benim için…
Gümüş rengi elbisemin göğüs kısmı kalp çeklindeydi ve omuz hizamdan kollarıma bağlanan kısmı bileğime kadar hoş bir şekilde akan tüllerden oluşuyordu. Gövdemi saran korsesindeki etnik desenler çok hoş görünüyordu. Eteklerinin ön kısmı arkasına göre oldukça kısaydı ve sanki beceriksiz bir terzi tarafından yamuk yumuk kesilmiş gibi görünüyor, bu görüntü düzenli üst kısmıyla hoş bir tezat yaratıyordu. Sanki hem yabani kişiliğime hem de yeni şık kişiliğime gönderme yapıyordu aynı anda. Başıma gümüş zincirlerden oluşan bir baş aksesuarı takarken saçlarımı olduğu gibi dalgalı bırakmaya karar vermiştim. Boynuma, ucunda bir elma ve içinden geçen hançer olan gümüş kolyeyi taktım. Üstümdeki tek renk, o küçük elmanın koyu kırmızısıydı.
“Sen insan masallarını nereden biliyorsun?” diye sordum hayretle.
“Patriam’daki çocukların arasında oldukça meşhurdur hepsi. Yoksa neden böyle bir kolye depoda bulunsun ki?” Usulca kıkırdadı. “Bizi dünyadan bihaber embesiller sanmaktan vazgeç Lima Tarlus!”
Somia, vişne çürüğü rengi, hoş bir mini elbise giymişti. Saçlarını da tatlı kişiliğine uygun tarzda, dağınık bir şekilde topuz yapmıştı. Min ile öğle yemeği için buluşup yemekten sonra da beraberce ortak hole doğru yürümeye başladık. Bugün yemek saatleri belirsiz olduğundan, (PSA’da tatil ilan edilen günlerde salon her saatte açık oluyor, istediğin zaman gidip bir şeyler yiyebiliyordun.) ve dersler de boş olduğundan Daimon’u görememiştim. Muhtemelen Amon’un yanındaydı. Sonuçta bugünün başrolü oydu, özenle hazırlanıyor olmalıydı. Belki kibirli sarı kafasının üzerine bir taç bile takardı. Bunu yaparsa kendimi tutamayacağımı, dakikalarca kahkaha atacağımı biliyordum. ‘Melekler beni korusun…’ diye mırıldandım.
Hole çıkan merdivenleri tırmanırken gördüm onları. Tam ortada dikiliyorlardı. Amon’un yanında, ışıltısıyla etrafındaki herkesi sönük bırakacak kadar güzel görünen Thalia da vardı. Etraflarında çember olmuş öğrenciler onlarla sohbet ediyor, tören hakkında sorular soruyorlardı. Tam gözlerimle, o kalabalıktan uzak bir nokta ararken bir basamak arkamda kalan Min,
“Ah… Tarlus’un tören listesini teslim etmeyi unuttum. Siz takılın burada, on dakikaya gelirim.” diyerek yanımızdan ayrıldı. Somia ile bir duvar köşesine geçip usulca dedikodu yapmaya başladık.
“Thalia’ya baksana… Düğününde bile bu kadar kabarık bir elbise giymeyeceğine eminim.” dedi Somia, kaçamak bakışlarıyla onu süzerken.
“Normal değil mi? Moira bağı ile birlikte Patriam’ın gelecekteki kraliçesi olduğu ilan edilmiş olacak bugün.” Alttan alttan gülerken önümdeki kokteyl masasına yaslandım.
‘Ben de senin yeni bir Hestia vakası olduğunu mu ilan etsem?’ Duyduğum ani sesle irkildim. Somia, yüzüme dikkatli bakışlar atarken, ‘yok bir şey’ dercesine başımı salladım. ‘Daimon… zihnime girmeden önce bir işaret falan versen olmaz mı? Beni tedirgin ediyorsun.’ Daimon nefes verir gibi güldü. ‘Nasıl yapacağım onu? Herkesin ortasında kaş göz yapayım sana istersen, ne dersin?’ Ona dik dik bakmak için başımı çevirdiğimde onun zaten bana doğru, tanıdık keyifli ifadesiyle bakmakta olduğunu fark ettim. Fakat fark ettiğim bir şey daha vardı ve bu şey tüm eklemlerimin kopacakmış gibi gerilmesine neden olmuştu. Amon da bana bakıyordu, öldürecekmiş gibi bakıyordu hem de…
Kesik bir nefes alıp panikle başımı çevirdim. ‘Amon.’ dedim yalnızca. Daimon bakışlarını üstümden çekip etrafındakilerle sohbet etmeye geri döndü. Fakat biraz sonra, ‘Kavalyen nerede?’ diye sorduğunda hiç de gerilmişe benzemiyordu. Amon’dan korkmuyor muydu? Burnumdan soludum. ‘Kim?’ Daimon, sanki zihnimin içinde gözlerini devirdi. ‘Min ile katılmıyor musun törene? Onu yemekten beri yanında görmedim de… yani yaklaşık on beş dakikadır falan.’ Tam Daimon’un alaycılığına karşı sert bir cevap verecektim ki Somia kolumu dürttü.
“Amon…” diye fısıldadı. “Dakikalardır sana kitlendi, ne oluyor be? Daha önce Prens Amon'un herhangi birine böyle uzun uzun baktığını görmemiştim!”
“Ne bileyim ben… Dalga geçiyordur belki içinden benimle.” diye söylendim. Ardından Daimon’a, ‘Canımı sıktığın zamanlarda seni zihnimden atmayı öğret bana bir sonraki derste.’ dedim ters bir tavırla. Kahkahası zihnimin duvarlarında yankılanırken gitti. Ben yine aynı boşluğa düştüm.
Min geldikten sonra ortam daha çekilebilir bir hal aldı. Üçümüz zaman zaman kahkaha attığımız keyifli bir sohbetin içine düştüğümüzde, Amon’un üstümde keskin bakışlarıyla kurduğu tuhaf hakimiyeti unutmuş, kendimi o anın sakin akışına kaptırmıştım. Fakat sonra, onun salondan tek başına ayrıldığını gördüm. Zihnimi ele geçiren fevri içgüdüyle hareket etmeye başladığımda bunun geri dönüşü olmadığını biliyordum. Madem güçlü bir düşman edinmiştim, bu düşmanlığı resmiyete dökmek en doğrusu olacaktı. Annemin uyarısını göz ardı etmenin mantıklı bir karar olmadığını biliyordum ama bugüne kadar mantıklı davranmıştım da ne olmuştu? Sağduyumun canı cehenneme! Yeni Lima hiçbir şeyden, prens dahil hiç kimseden korkmadığını herkese ispatlayacaktı. Kendi dahil herkese…
“Ben bir lavaboya gideyim.” dedim çocukların yanından ayrılırken. Hızlı adımlarla Amon’u takip edip merdivenlerden aşağı indim ve zemin kat koridorunun tenhalığından cesaret bularak seslendim ona,
“Baksana buraya!”
Amon, bir uzaylı görmüş kadar hayretle bana dönerken tek kaşını kaldırdı. Asil duruşundaki sinir bozucu, soğuk tavrıyla,
“Pardon?” diye sordu.
“Senin derdin ne?” Üstüne doğru yürürken sanki beynim çalışmıyordu. Beni yönlendiren tek güdü öfkeydi. “Neden bana öyle tuhaf tuhaf bakıyorsun, anneni falan mı öldürdüm?”
Amon tıslayarak güldü. Taş gibi mimiklerinde ufacık bir yumuşama olmadı ama. Buz gibi, tehlikeli ve hatta tehditkar bir gülüştü bu.
“Zarif elbisenize ne kadar zıt, avam bir tavır bu böyle Lima Tarlus… Hoş görüntünüzün altındaki karaktere ne yazık… Kat kat kumaş bile örtemiyor zavallılığınızı.” Öfkeden gözüm kararmıştı. Ona saldırmak istiyordum. Daimon’dan öğrendiğim ipleri bir at sürer gibi sertçe havalandırmak, Amon’un üstündeki asma tavanı onun başına yıkmak istiyordum. Altındaki yeri ateşe vermek, onu yerin yedi kat dibine sokmak istiyordum… Neyse ki bir kırıntı da olsa sağduyu kalmıştı içimde. Patriam gibi acımasız bir şehirde bile adam öldürmenin cezası büyük olmalıydı. Planıma sadık kalmak istiyorsam hapse atılmamam ya da idam edilmemem gerekiyordu.
“Benimle doğru konuş.” demekle yetindim, dişlerimin arasından. Amon, cüretkar bir tavırla kolumu tutup bana doğru eğilirken yüzünde yeniden o çarpık, tehditkar gülümseme belirdi.
“Yerini bil. Benimle konuşma cüretini nereden bulduğunu bile bilmiyorum… Sana bakmıyordum. Daimon’un nereye baktığını anlamaya çalışıyordum yalnızca. Sen… kim olduğunu sanıyorsun? Benimle bu laubalilikte konuşabileceğin fikrini sana kim verdi? Ah…” Burun kemerini sıkarken öyle sakin bir öfkeye sahipti ki ondan ilk kez korktum. Bu, bacaklarımı titretecek cinsten bir korkuydu ve bu kez kendi acizliğime karşı öfkeyle doldum. “Yalnızca bir kez söyleyeceğim. Daimon’dan uzak dur. Benimle de sakın! Sakın konuşmaya kalkma bir daha! Eğer bir kez daha benimle bu üslupla konuşmaya kalkarsan yahut seni Daimon’un etrafında görürsem Patriam’ı bırak dünya üzerindeki hiçbir yerde yaşamana izin vermem.”
Koridorda tek başıma kaldığımı ancak dakikalar sonra idrak edebildim. Amon’un baskın gücünden kalan enerji koridordaki hakimiyetine devam ediyordu. Sanki havayı bükmüş, beni de içine sıkıştırmış, öylece bırakıp gitmişti…
Tören öncesi yapılacak kokteyl için Min ve Somia’nın ortasında davet salonuna doğru yürürken bir ölüden farksızdım. Amon’un üzerimdeki bu kesif etkisine anlam vermeye çalışıyordum. İlk günden beri böyleydi... Karşılaştığımız ilk anda bile tek bakışıyla göğsümün ortasına bir hançer saplamış gibi hissettiğimi hatırlıyordum daha dün gibi. Kendimi deliriyormuş gibi hissetmeye başlamıştım yeniden. Amon’un bana ne kadar zor şeyler hissettirdiğinin, tek bakışıyla buhrana soktuğunun farkında değildi hiç kimse, Daimon bile… Kendimi, bunun tek başıma uydurduğum bir yanılsama olduğunu düşünmekten alamıyordum artık. Sürekli, ‘gerçek değil’ diyordu zihnim. Belki de beni kandırıyor, bu yolla korumaya çalışıyordu. Davet salonuna ulaştığımızda yeni bir aldırmazlık oyununa başlamamın sebebi de buydu. Üzerine çok fazla düşünüp Amon’u gözümde tanrılaştırmamak en iyisiydi.
PSA’ya geldiğim günden beri geçirdim en iyi iki saati geçirmeye karar verdikten sonra her şey olabildiğince iyi gitmeye başladı. Üst üste birkaç bardak kokteyl içtikten sonra iyice gevşedim. Somia kendi klanından başka bir kızla sohbet ederken Min’e doğru eğilip,
“Onu dansa kaldır, hadi!” dedim neşeli bir tavırla. Min bana şaşkın şaşkın bakarak,
“Sen iyi olduğuna emin misin Lima? Bir hasta gibi görünüyorsun, yüzün sapsarı, bir şeyim yok diyorsun. On dakika sonra hiç olmadığın kadar heyecanlı, neşeli bir tavra bürünüyorsun. Korkutma beni. Anlatmadığın bir şey mi var? Kim ne yaptı, söyle çözelim.” Endişeli ve ciddi tavrına karşılık derin bir nefes vererek güldüm.
“Sen bana bakma, adaptasyon süreciyle ilgili ruh hali düşüklükleri oluyor arada, doğal değil mi? İyiyim ben. Somia ile dans ederseniz daha iyi olacağım. Resmi bir partneri olmadığı için içten içe üzüldüğüne eminim. Arkadaşımı neşelendirmeni rica ediyorum alt tarafı.” dedim boynumu hafifçe eğerek masum bir ifade takınmaya çalışırken. Min az da olsa rahatlamış göründü gözüme. Somia’ya yaklaşıp onu dansa kaldırırken çok utangaç ve tatlı görünüyordu.
Oturduğum yerden arkadaşlarımı izlerken yanımdan geçen görevlinin tepsisinden yeni bir kokteyl daha aldım. Sadece rengini beğendiğim için seçtiğim mor bir kokteyldi. Bu bile komik geldi o an. Sanırım ciddi ciddi delirmeye başlamıştım…
‘Yavaş.’ Zihnimde yankılanan ani uyarıyla arkama yaslandım ama dönüp Daimon’a bakmadım. Salona geldiğimiz an oturdukları yeri saptamış, özellikle o tarafın tersindeki bir iskemleye yerleşmiştim. Amon Fama ile uğraşmaktan daha önemli işlerim vardı. Anneme tek bir konuda katılmaya başlamıştım, prensi görmezden gelmek en iyisi olacaktı. ‘İşine bak.’ Kokteylimden yeni bir yudum alırken dudaklarım hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. ‘Ne oluyor?’ diye sordu öfkeli bir sesle. Kesik bir nefes aldım. ‘Arkadaşına sor, cesaretin varsa.’ Daimon uzun bir süre sessiz kaldı. ‘Amon… bir şey mi söyledi sana?’ Bardağı kafama dikerken tedirgin sesi beni öyle rahatsız etti ki az kalsın dönüp dik dik bakacaktım yüzüne. ‘Beni bugünlük rahat bırak Daimon, eğlenmek istiyorum sadece.’ Daimon gitmedi. Boşluğu hissedemediğim için anladım hala orada bir yerlerde olduğunu. Ama konuşmadı da.
Amon ve Thalia dansa kalktığında büyük bir tezahürat koptu ama ben dönüp bakmadım bile. Somia ne kadar güzel göründükleri hakkında düzinelerce yorum yaptı, başımı sallamakla yetindim. Salmone’un ileri gelenlerinden bir kız hakkında konuştu sonra, cümleleri duyuyor ama ne anlama geldiklerini anlayamıyordum. Sarhoş mu olmuştum? ‘Bir tane daha içmeyeceksin.’ Zihnimdeki ses ilk kez bu kadar sert tınladı. ‘Zaten içmeyecektim, git artık.’ diye söylendim.
Törenden önce akşam yemeği yedik. Kafeinli bir şeyler içip az da olsa kendime geldim. Kafeinli bir şeyler... Köyümüzde bu da yasaktı. Acı bir içeceğin, içindeki o etken madde yüzünden bir anda insanı ayıltması ilk başta büyü gibi gelmişti. Hoş... Halbuki sömürge bölgelerden birinde yetişen, insan mahsülü bir çekirdekten elde ediliyormuş. Ne kadar ironik...
Ana salona yürürken Somia koluna girmem için beni ikna etti. Kafeinli içecek biraz olsun iyi gelmişti ama içtiğim onlarca kokteylin etkisini tamamen geçirmek için yeterli değildi. Somia, sallanarak yürürken eteklerime basmamam için beni dikkatlice yürütürken “Kızım sen bugün iyi değilsin gerçekten… Kokteylle sarhoş mu olunur? Kaç tane içtin kim bilir…” dedi gülerek. Cevapsız kalmayı tercih ettim çünkü sayıyı ben bile bilmiyordum.
Umarım boğularak ölürsün Amon Fama… Ya da dur, ölme... Ben birkaç aya güçlenip kendi ellerimle öldüreyim seni.
Törenin açılışını bedenlerini terk edip ruhani formlarına geçmiş olan dansçı kızlar ve erkekler yaptı. Hayatımda ilk kez böyle bir gösteri görüyordum ama şaşırmadım. Şaşırma tuşum kapanmıştı artık. Patriam’da yaşanacak güzel ve çirkin hiçbir şeyin herhangi bir hududu yoktu. İnsan bir noktada vazgeçiyordu hayret etmekten. Ön gösteriden sonra devasa sahnenin sağındaki kürsüye yakışıklı bir adam çıktı.
“Hepiniz hoş geldiniz. Ben Lajos. Bu yıl ki Moira Sarmalı törenini ben sunacağım. Eski bir mezun olarak akademinin bugünkü öğrencileriyle bir araya gelmek beni biraz duygulandırdı. Eminim sizler, gelecekte sancağı bizden teslim alacak, harika birer asker olacaksınız. Hepiniz tek tek parıldıyorsunuz, sizi saygıyla ve heyecanla alkışlıyorum.” Genç adam alkış tutmaya başlayınca öğrenciler de saygıyla onu alkışladılar. Kolumu dahi kaldırmadım. Bakışlarımı sahneye odaklamış, Fama klanının olduğu tarafın tam tersine doğru dönerek bacak bacak üstüne atarak oturmuştum. Fama Klanının canı cehenneme! Prens Amon’un sahip olduğu diğer her şey gibi…
Sahneden bile daha yukarıda olan locada ani bir hareketlilik yaşandı. Orta yaşlı, vakur kral kendisi için hazırlanmış gösterişli tahta doğru yürürken tıpkı Amon’a benzeyen soğuk bakışlarıyla etrafı şöyle bir süzdü. Yerine yerleşirken ortamda kulakları sağır edecek cinsten bir alkış koptu. Lajos konuşmaya devam etti,
“Kralımız Yüce Armais teşrif ettiler. Kral locasını selamlıyoruz, ne büyük şeref efendim! Yüce kralımıza selam olsun!”
Ardından tüm öğrenciler ve öğretmenler hep bir ağızdan, “Yüce Kralımıza selam olsun!” dediler. Ben dudaklarımı dahi kıpırdatmadım.
Tören, üst seviye nişan almaya hak kazanan, bir üst seviyeye yükselen öğrencilerin sırayla ilan edilmesiyle devam etti. Üçüncü sırada Min’in adı duyuldu. Ben de alkış tutmak için ilk kez kollarımı havaya kaldırdım. Tam bu esnada yukarılardan bir yerden bir çift bakış hissettim üstümde fakat görmezden geldim bu hissimi. Min, ondan önceki öğrenciler gibi sahneye çıkıp küçük çaplı bir gösteri yaptı. Bu tören, bir çeşit ilahi yetenek ispatlama şovuydu sanki… Kollarını havaya kaldırdığında sakince dans ediyormuş gibi göründe birkaç saniye boyunca. Gözlerini sıkıca kapatıp kendini anın havasına kaptırdıktan kısa bir süre sonra salonun gökyüzünde yıldızlar parladı, gece indi üstümüze aniden. Sonra da daha önce hiç görmediğim bir çeşit kuş sürüsü doldurdu gökyüzünü. Küçük dinozorlara benziyorlardı.
“Binlerce yıllık geçmiş… Atalarımızın kadim yoldaşları… Patriam’a hoş geldiniz…” Min’in bu sözlerinin ardından bir alkış daha koptu. Herkes büyülenmiş gibi gökyüzüne bakıyordu. Yıldızların parlattığı dinozorlar yaptıkları uzun zaman yolculuğu sonrası yorulmuş gibi görünüyordu. Salondan ayrılırlarken arkalarında hoş bir rüzgar bıraktılar. Sanki bize, o zamandan kalma temiz ve hoş bir hava taşımışlar gibi… Herkes, içleri ferahlamış gibi mutlu nefesler verdi. Min eğilerek tüm salonu selamladıktan sonra her zamanki gösterişsiz sakinliğine büründü yeniden ve sahneden ayrıldı. Lajos onu kısaca tebrik ettikten sonra başka bir öğrencinin adını anons etti.
“Çok güzeldi Min, gurur duydum seninle!” diye fısıldadım Min’in kulağına doğru, o benim yanımdaki yerine yerleştikten birkaç saniye sonra. Bana tatlı tatlı gülümseyerek karşılık verdi.
Sahneye devasa bir demir kütlesi taşındığında herkes nefesini tutmuş gibi görünüyordu. Min baygın bakışlarıyla bana doğru eğilip,
“Amon’un sırası.” dedi kısaca. İşte… onun o meymenetsiz yüzünü görmekten başka çaremin kalmayacağı sinir bozucu an gelmişti. Lajos, heyecandan nabzı hızlanmış gibi bir tavırla,
“Ve karşınızda, Veliaht prensimiz Amon hazretleri!” diye bağırarak onu ilan etti. Sarı kafa gösterişli takımıyla sahneye çıkarken kimsenin suratına bakmayacak, eğilip selam vermeyecek kadar kibirli ve kabaydı. Ardında salınarak onu takip eden beyaz bir tüy vardı, anlamayan gözlerle tüyü inceledim uzun dakikalar boyunca. Amon ise doğrudan karşısında duran ve bedeninin en az elli katı olan demir kütleye kitlenmişti.
“Demir, özkütlesi oldukça yüksek bir maddedir. Küçük bir parça demire hükmetmek dahi yüce bir güç ister. İşte Patriam’ın ulu veliahtının, çok sevgili genç prensimizin gücü!”
Tüy gökyüzünde kendi kendine salınarak kütlenin arkasına geçti. Amon kolunu yukarı kaldırıp avcunun içini demire doğru tuttu, güçlü bir duruş sergileyerek. O koca kütle, saniyeler içinde parçalanarak dağıldı ve on binlerce toz parçasına dönüştü. Yarım saniye sonra da havaya karışarak tamamen yok oldu. Sol tarafımda oturan kızlardan biri heyecanla çığlık attı. Herkes başka başka övgü sözcükleriyle Amon’a tezahürat yaptı. Tüy ise… öylece duruyordu. Az önce bir milim yakınında yaşanan yıkım yüzünden paramparça olması gerekirken yerinden kımıldamamıştı bile. Lajos yüksek perdeden konuşmaya başladığı sırada Amon çoktan inmişti sahneden. Tek kelime etmemiş, kısaca selam vermeyi bırak insanlara doğru bakmamıştı bile.
“Koca demir yığını havaya karışırken arkasındaki tüye rüzgar bile değmedi! Tuzla buz yeteneği tarih boyunca sayılı savaşçıya lütfedilmiş, yüce bir yetenek. Ender prensimiz… bu yetiyi böylesine sakin, güçlü ve kontrollü kullanabildiğine göre gelecekteki kralımız olmak için biçilmiş kaftandır!”
Nefessiz kaldığımı fark ettiğimde tam olarak kaç dakikadır nefesimi tuttuğumu bilmiyordum. Tuzla buz yeteneği… Bir demir kütlesine kılını kımıldatmadan bunları yapan Amon Fama… Beni yarım salisede yeryüzünden silip atabilirdi. Buna hemen gönüllü olurdu, adını lekeleyecek bir hareket olacağını düşünmese çoktan yapmıştı bile.
Ama neden? Taşradan gelmek ya da adiuvasıyla arkadaşlık kurmak böylesine büyük hatalar mıydı Amon Fama için? Benden neden en az yok etmeye ant içtiği demir yığını kadar nefret ediyordu? Annem neden özellikle ondan uzak durmamı istiyordu? Sanki hakkımda dünya üzerindeki herkesin bildiği önemli bir bilgi vardı. Yalnızca benim haberim yoktu kendimden. Sanki tüm dünya sözleşmiş kandırıyordu beni, belki de geçmişimi saklamak için safsatalar uydurup duruyorlardı… Nefes almaya çalışırken kulağımın dibinde bir kahkaha duydum. Daha da korkuncu bu kahkahanın kime ait olduğunu biliyordum. Daimon gibi dostane bir şekilde telepati kurmak değildi bu. Bir şekilde, somut kahkahasını kulağımın dibine kadar taşımıştı. Tüylerim diken diken oldu. Kendimi tutamayıp başımı ona doğru çevirdiğimde Amon sinir bozucu derecede keyifli görünen ifadesiyle elindeki kadehi bana doğru kaldırdı.
Moira törenine geçildiğinde uykusuzluktan bayılacakmış gibi hissediyordum. Bugün her anlamda o kadar yorulmuştum ki tüm bu gürültüye rağmen oturduğum yerde uyuyakalırsam şaşırmayacaktım. Yıkıma dönüşeceğim derken Amon Fama tarafından korkunç bir yıkıma uğratılmıştım. Kendimi savaşın ortasında silahsız kalmış, çaresiz bir asker gibi hissediyordum…
Moira büyücüsü sahnedeki yerini aldığında tüylerim bir kez daha ürperdi. Üzerinde, her yerini örten kalın bir cüppe taşıyan ihtiyar adam, elindeki maun asayı bir baston gibi kullanarak, ona yaslanarak yürüyordu. Ses tonunda herkesi etki altına alan ilahi bir tını vardı. Yalnızca kırışmış teninin çevrelediği kara gözlerini görebiliyordum ve büyücü sanki aynı anda herkesle göz teması kurabilme gücüne sahipti. Tüm salonu hipnotize etmişti adeta… Lajos, bu kez sakin ve saygılı bir ses tonuyla,
Işık ilk olarak Asman Klanında parladı. Moira, Bragi adındaki bir çocuğu Idunn isimli kıza bağladı. Klan bize çok uzak bir yerde oturuyor olmasına rağmen Moira ışığından gözlerim kamaştı. Elimi alnıma siper etmek zorunda kaldım. Ardından salonun her köşesinde çifter çifter ışıklar yanmaya başladı. Salmone’dan Shams’a Sin adlı kız gelin verildi. Ameretat ve Allatum eşleşti. O ana dek sarmalandıkları için mutlu görünmeyen tek çift o ikisiydi. Min, kulağıma eğilip,
“Moira bağlarının olduğunu tahmin ediyorlardı ama olmamasını diliyorlardı. Çocukluktan beri çok yakınlar, hatta kardeş gibi büyüdüler… Öyle talihsiz bir durum ki…” dediğinde midemin çalkalandığını hissettim. Moira böyle iğrenç durumlara sebep oluyorsa neden Patriam tarafından kutsal görünüyordu? Gençler neden hayatlarını paylaşacakları eşleri için herhangi bir iradeye sahip olamıyordu? Küçümsedikleri taşrada bile böyle çağdışı olaylar yaşanmaz, herkes eşini seçmek konusunda özgür bırakılırdı. Zalim şehir… Kendine bile zalim…
Tören hız kesmeden devam etti. Büyücünün kimsenin üzgün suratına ayıracak vakti yoktu belli ki. Cronus adındaki kirpi saçlı yakışıklı çocuk güzeller güzeli Flora ile sarmalandı, Regius’tan Aris ile Maia eşleştiler, Uffens ve Niobe, Dük Leo diye bir adamın veliahtı olan oğlu Peneus yine başka bir devlet adamının kızı Camilla ile birlikte ilan edildi. Bu insanları tanımasam da ne hissettiklerini düşünmeden edemiyordum. Babaları ve anneleri, duyguları hakkında onlar yerine karar vermişlerdi, romantik duyguları henüz oluşmamış kadar yolun başındalarken hem de… Onlara bu insanı seveceksin demişlerdi yalnızca. Yahut şimdi bizzat bu korkunç büyücü söylüyordu. Kaçar yanı yoktu… Ne acı… Thalia ne kadar mutlu görünüyor… Ailesi tarafından verilmiş kararla kraliçe olacak. Kraliçe olmak pahasına hayatı boyunca acımasız prens Amon’a mahkum edecek kendisini. Haberi bile yok. İçinde bulunduğu tehlikenin farkında bile değil… Daimon bile böyle düşünüyordur belki. Thalia’ya, ‘Ben ona mecburum, ben bir hizmetkarım ama sen değilsin, kaç.’ demek istiyordur içten içe, mecbur edildiği sadakat yüzünden yapamıyordur bunu. Daimon’u azıcık tanıdıysam Amon’un ne kadar kötü bir kişiliğinin olduğunun farkındadır. Dile getiremediği bir konumda sadece. Ona mecbur. Özgür olmak için her şeyini verirdi eminim… ama Daimon için çok geç. En başından yaratılışı değişmediği sürece onu kurtaracak hiçbir yol yok…
“Gecenin en heyecanlı anına geldik sonunda!” diye şakıdı Lajos. “Veliaht Prens Amon Fama, lütfen ayağa kalkın!”
Amon ifadesiz yüzüyle, yavaşça ayaklanırken yanında oturan Thalia’nın heyecandan kalbi göğüs kafesinden kaçacakmış gibi görünüyordu. Birazdan kendisinin de ayağa kalkması gerektiğini bildiğinden oturduğu yerde hazırlanıyor, eteklerinin ucunu düzeltip parmak uçlarıyla saçlarını tarıyordu. Bunların hiçbirine ihtiyacı yoktu halbuki… Öyle kusursuz öyle güzeldi ki…
Moira büyücüsü aynı ilahiye bir kez daha başladı. Tüm salon nefesini tutmuş bir şekilde Amon ve Thalia’yı izlemekteydi.
Sonunda o kör edici ışık yandı. Ama… bu… tek bir ışıktı, Amon’un üstünde yanıyordu. Thalia dehşete düşmüş bir ifadeyle etrafına bakarken anlam veremediğim bir sebepten göz göze geldik. Yüzümü görür görmez bembeyaz kesildi, olduğu yere bayılıverecekti sanki. Sonra başka bir şey fark ettim. Tüm salon… kral dahil herkes bana bakıyordu. İnsanların ağzından hayret nidaları kaçtı, bir kez daha lanet olasıca fısıldaşmalar başladı.
Panikle elimi kaldırdığımda az kalsın kalbim duracaktı.
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.