Kayıp ilanlarını dağıtmaya çıkmadan önce mutfak masasına alnını yaslamış kahvesinin demlenmesini bekliyordu. Uykusuzluktan kızarmış gözleri kapanırken makinenin sesiyle yerinden sıçradı. Ağır ağır doğrulup kahveyle dolmuş cam demliği aldı. Ayaklarını sürüyerek tezgâhın önüne yürüdü.
Mutfak dolabının üstünde, Defne'nin minik aynasında kendi yüzünü gördü. Mosmor gözleri, dağılmış saçları ve iki aydır kesmediği sakalları ile bitik görünüyordu. Aynanın hemen yanına astığı kayıp ilanı ile göz göze gelince kendi görüntüsü anında silindi zihninden. Parmağının ucuyla ilana dokunup, "Günaydın sevgilim," dedi ona duyurmak istercesine.
Dağ gibi yığılmış bulaşıkların arasında minik bir yer açıp, elindeki kirli fincanını yerleştirdi. Kahveyi, fincana boşaltırken uykusuzluktan zayıf düşmüş bedeni hafifçe titriyordu. Sıcak kahvenin bir kısmı fincana, bir kısmı tezgâha döküldü. Demliği bırakıp, fincanına iki şeker attı. Bulaşıkların arasından bir çay kaşığı bulup, üstündeki kiri umursamadan kahvesini karıştırdı.
Fincanı alıp, sırtını mutfak tezgâhına yasladı. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. İçindeki kocaman boşluğa yetmedi aldığı nefes. Bir daha yaptı aynısını. Göğsündeki ağırlık dağılmayınca pes etti. Sırtını, yasladığı yerden çekti, tekrar masaya oturmak için. Ancak tam o anda çalan telefonun sesiyle kalbi yerinden çıkacak gibi çarptı. Telaşla elindeki kahveyi bırakıp cebinden telefonu çıkardı. Birkaç saniyelik heyecanı, ekranda Cenk'in adını görünce büyük bir hayal kırıklığına dönüştü. Aramayı reddedip, telefonu cebine koydu.
Kahvesini alıp ayaklarını sürüyerek oturma odasına gitti. Evin her yeri gibi, oturma odası da darmadağındı. Yerlerde ortalığa saçılmış kayıp ilanları, etrafta yığınlar halinde hazır yemek paketleri vardı. Odadaki kötü kokuya çoktan alışmıştı, artık hiç rahatsız olmuyordu. Koltuğa değil yere oturup sırtını kanepeye yasladı. Fincanını yanına bırakıp yerdeki ilanlardan birini aldı. "Neredesin sevgilim?" dedi büyük bir hüzünle. Fotoğrafında öylece gülümseyen Defne'ye bakıp içini çekti. "Şu an yine böyle gülüyor musun?"
Gözleri doldu. Sevgilisinin kayıp ilanındaki gülen yüzüne minik bir öpücük kondurup kâğıdı bıraktı. Gözlerini kapatıp, kafasını geri attığı an kapı zili çaldı. Yine aynı heyecanla ayaklanıp koştu. Kapıyı açtığında karşısında ellili yaşlarında somurtkan bir kadın olan ev sahibini buldu. Beş dakika içinde yaşadığı ikinci hayal kırıklığını bastırmak için derin bir nefes aldı.
Oldukça sinirli görünen kadın, "Hem iki aydır kirayı ödemiyor, hem de aramalarımı reddediyorsun," diye bağırdı aniden. Sesi apartmanın içinde çınladı. Mert oldukça sıkkın bir halde, konuşmaya mecali yokmuş gibi mırıldandı. "Kusura bakmayın, bu aralar aklım pek başımda değil..."
"Akılla olacak iş mi bu? Biz de ev geçindiriyoruz değil mi?" Mert kafasını önüne eğip hiçbir şey söylemeyince kadını iyice öfkelendi. "Böyle olmayacak bu iş, bir ay içinde evimden çıkmanı istiyorum!"
"Çıkamam," dedi Mert hışımla.
Şok olan kadın, gözlerini kocaman açıp elini kapıya dayadı. "Ev benim evim," dedi dişlerini sıka sıka. "Ne demek çıkamam?"
"Defne geri gelirse buraya gelecek. Beni öldürseniz de bu evden dışarı adımımı atmam!"
Duydukları karşısında ne tepki vereceğini kestiremeyen kadın birkaç saniye boyunca ağzı açık şekilde Mert'e baktıktan sonra, "İki ay," diyebildi sadece. "İki aydır kira ödemiyorsun!"
Öfkesini kontrol altına almaya çalışan Mert, "Banka hesabı kullanmıyorsunuz, nedendir bilinmez," dedi dişlerinin arasından. "Nakit istiyorsanız illa," deyip yanında duran askıdaki ceketinin cebinden cüzdanını çıkarıp banka kartını çekip aldı ve kadına uzattı. "Şifresi; iki, iki, bir, dört... Alt sokakta bankamatik var, oradan çekin kaç aylık kira istiyorsanız."
"Ne demek şimdi bu? Olur mu öyle şey?"
"Bir senelik kira parasını da çekebilirsiniz. Sizi ne kadar az görürsem o kadar iyi..." diyerek kapıyı kadının yüzüne kapattı. Duruma iyice sinirlenen kadın kapıyı tekmelemeye ve bağırmaya başladı. "Seni terbiyesiz! Aç kapıyı bakayım sen, nasıl konuşuyorsun annen yaşında kadınla?"
Sırtını kapıya yaslayıp derin bir nefes alan Mert en sonunda dayanamayıp kapıyı tekrar açtı. "Ayşen Teyze... Bakın..." dedi çaresizce. Aynı anda hem öfkeli hem de acı çeker gibiydi. "Defne iki aydır kayıp. Geceleri uyku uyumuyorum. Olur da ararsa diye telefonda annemle bile on saniyeden fazla konuşmuyorum. Günüm, gecem Defne'yi aramakla geçiyor. Ben onu ararken o eve gelirse, aşağı kapı kapanmasın diye arasına taş koyup gidiyorum. Gerçekten... Azıcık vicdanın varsa, beni rahat bırakırsın."
Kadının omuzları düştü, bakışları yumuşadı. Birkaç saniye sonra, kartı sallayarak, "Şifre neydi?" diye sordu.
"İki, iki, bir, dört..."
Kendinden ödün vermemek için çenesini dik tutsa da, gözlerinden Mert'e üzüldüğü belliydi Ayşen Hanım'ın. "Kartı paspasın altına bırakırım işim bitince... Birikmiş borcunu, bir de gelecek ayın kirasını çekeceğim sadece."
Mert, başıyla kadını onaylayıp kapıyı yavaşça kapattı. Ancak daha birkaç saniye geçmeden zil bir kez daha çaldı. Artık iyiden iyiye çıldırmanın eşliğinde olduğunu düşünerek, hışımla açtı kapıyı... Ve karşısında Cenk'i buldu.
"Telefonlarımı neden açmadığını sorabilir miyim?"
Kapıyı açık bırakıp mutfağa doğru yürürken, "Bu da günün popüler sorusu herhalde..." diye söylendi kendi kendine. Cenk dış kapıyı örtüp Mert'in peşinden mutfağa giderken, ellerindeki ağır market poşetlerini güçlükle taşıyordu.
"Telefonu meşgul etmek istemediğimi biliyorsun. Bir şey olduğunda mesaj at."
Torbaları buzdolabının önüne bırakırken, "Cevap veriyorsun sanki..." diye bağırdı. Kötü koku yüzünden suratını ekşitti. Etrafa göz attığında yığılmış çöpleri gördü önce. Kokuşmuş yemekleri, bulaşıkları incelerken bir yandan konuşmaya devam ediyordu. "Yazıyorum yazıyorum cevap yok. Arıyorum açmıyorsun. Her defasında başına bir şey geldi sanıp korkuyorum!" Arkasını dönüp baktığında Mert'in sigara yaktığını gördü. "Ne zamandan beri sigara içiyorsun sen?" diyerek sigarayı arkadaşının elinden alıp masanın üstündeki kirli tabakların birine söndürdü. Mert cevap bile vermeden başını masanın üstüne dayayınca üstüne daha fazla gitmek istemediği için aldıklarını buzdolabına yerleştirmeye başladı. Ses tonunu yumuşatıp, "Bir haber var mı?" diye sordu çekinerek.
"Var gibi mi duruyor?"
Cenk, elindeki yoğurt kutusunu buzdolabına koyarken onun sesindeki hüzne dayanamayıp olduğu yere oturdu. Buzdolabının kapağını bile kapatamadı. Mert kafasını masadan azıcık kaldırıp, "Dün yine polise gittim," dedi. "Kaybolduğuna inanmıyorlar. Telefon hattı kapatılmış. Kendi isteği ile ortadan kaybolduğunu düşünüyorlar."
"Belki artık sen de düşünmelisin..."
"Üç yıldır aldığı her nefeste yanında olduğum kadını benden daha iyi tanıdığını mı sanıyorsun? Her şey harika giderken birden metronun ortasında beni öylece terk ettiğine inanıyor musun gerçekten?"
"İki ay önce inanmazdım. Ama..."
"Tüm dünya birleşip, Defne kendi isteği ile gitti, diye bağırsa... Gökyüzüne büyük harflerle yazsalar... Hatta Defne kendisi gelip, evet ben kendi isteğimle ortadan kayboldum, dese bile asla inanmayacağım," diye bağırdı öfkeyle. Kendisine hiçbir şey söylemeden bakan arkadaşına daha fazla katlanamayacağını düşünüp bir hışımla yerinden kalktı. Kapıya doğru yürürken, Cenk onu paçalarından tutup yanına çekti. "Tamam, sakin ol..." dedi usulca. "Özür dilerim."
Bitik vaziyetteydi. Bacakları onu taşıyamıyormuş gibi, Cenk'in yanına çöktü. Açık buzdolabının önünde yan yana, konuşmadan, öylece oturdular.
"Birlikteyken," dedi Mert neden sonra, gözleri dolu doluydu. "O kadar çok fotoğrafını çekmiştim ki... Onu bir gün kaybederim diye o kadar çok korkuyordum ki, her anını saklamak istiyordum. Ama yanılmışım. Saydım, yirmi binden fazla kare var elimde. Yirmi bin tane Defne... Kafamdaki Defne'nin bir saniyesi bile etmiyor." Kafasını ellerinin arasına aldı. Ne kadar acı çektiği sesinden öyle belli oluyordu ki, Cenk'in bile göğsü sıkıştı. "Onsuzluğa dayanamıyorum artık," dedi arkadaşının gözlerine bakıp fısıldayarak. "Canım çok acıyor..." Cenk, Mert'in omuzunu tutup sıktı. Yapabildiği tek şey buydu o an. "On yedi yıldır yanımdasın..." dedi tekrar. Aylardır susmasının acısını çıkarır gibi, aklından geçenleri tek tek dökülüyordu. "Bütün acılarımda yanımdaydın. Ağlayamazdım ben." Gözünden bir damla yaş düşünce görülmesin diye başını önüne eğdi. "Öyle bir haldeyim ki..." dedi gözyaşları dudaklarına doğru akarken. "Geçen gün buzdolabını açtım. Tarihi geçmiş bir konserve gördüm. Son kullanma tarihi Defne'nin kaybolduğu günün tarihiydi. Elimde konserve kutusuyla buzdolabının önünde kaç dakika ağladım bilmiyorum. Ağlamak artık nefes almak gibi bir şey oldu."
Yüzünü, hiç sesi çıkmayan Cenk'e çevirdiğinde; onun da yanaklarından aşağı süzülen bir damla yaş gördü. "Sen niye ağlıyorsun orospu çocuğu," dedi hıçkırırken.
"Konserveye üzüldüm orospu çocuğu!"
İkisi aynı anda, ağlarken güldüler. Cenk birden açık buzdolabını fark edip, "Ama iyi oluyormuş buzdolabı açık ağlamak. Ferahlatıyor bir yandan..." dedi üzüntüsünü şakaya vurup.
"Siktir git ya..." dedi Mert, gülerek.
Cenk getirdiği market poşetlerinden birine uzanıp bir konserve kavanozu çıkardı. "Son kullanma tarihine iyi bak," dedi. Mert aldığı kavanoza bakınca bir ay sonrasının tarihi gördü. "Bu defa zamanı geçmeden, Defne ile birlikte yiyeceksiniz bunu," dedi Cenk kendinden emin bir şekilde. "Söz. Ne olursa olsun onu bulacağız."
"Geçen seferki gibi sen kovmadan kendi isteğimle gideyim ben. Kovulunca yol boyu soluksuz sövüyorum sana, çok yorucu oluyor."
"Yine gel ama..."
"Kapıdan yollasan, bacadan girerim. Sen hiç merak etme," diyerek, koridorda duran gazetelikteki kayıp ilanlarından bir tomar alıp evden çıktı.
Mert, buzdolabını kapatıp elindeki konserveyi sıkıca tutarak balkona çıktı. Bir ayağı hâlâ kapının eşiğindeyken sokağa çıkmış olan Cenk'e baktı. Kollarının altına aldığı ilanları yolan geçen insanlara dağıtarak yürüyordu. Mert, arkadaşının o halini görünce gülümsedi.
İki aydır hiç balkona çıkmamıştı. Ayaklarının altındaki mermerin soğukluğu, tüm vücuduna yayılırken Defne ile o balkonda yaşadıkları anıları hatırlayıp ürperdi. Cenk gözden kaybolmuştu, geride olan ayağını hareket ettirdi. Orada yalnız başına durmak garip geldi. Ne yapacağını bilemedi. Güneşin vücudunda bıraktığı his, orada durması gerektiğini söylüyor gibiydi. Olduğu yere çöküp, balkon kapısının tam önüne oturdu. Elinde tuttuğu konserveyi yere bırakıp, kollarını dizlerine sardı.
Karşıdaki apartmanlara, balkondaki komşulara, sokaktaki çocuklara ya da yoldan geçen arabalara bakması gerektiğinin farkındaydı. İki aydır etrafı o açıdan görememişti hiç. Ancak gözü yine, mahalleye astığı kayıp ilanlarındaydı. Duvarın önünden geçen insanlar ilanlara bakmıyorlardı bile. Daha iki ay olmuştu, Defne'nin yokluğuna bu kadar kolay alıştıkları için mahalleliye kızdı. Sonra kendine kızdı sebebini bile bilmeden. İki aydır sık sık yaptığı için birkaç dakikada bir kendini suçlamak artık alışkanlık haline gelmişti. Keşke su almaya onunla birlikte gitseydim ile başlayan, keşke o gece daha hızlı koşsaydım ile devam eden...
Yine kafasının içinde kaybolduğunu hissettiği an içgüdüsel olarak yanındaki konserve kavanozunu aldı ve tüm gücüyle sıktı. Cenk'e güvenmek istiyordu. Elindeki konserve de bozulmadan, Defne'yi tekrar görmek istiyordu.
Gözünü diktiği duvarın tam yanındaki reklam panosunun önünde dikilen bir kadın dikkatini dağıttı. Taşıdığı market poşetleri ile durmuş, genç bir oyuncunun elinde bir içecekle poz verdiği afişe bakıyordu. Birkaç dakika hiç kıpırdamadan panoyu izleyen genç kadın, ani bir hareketle poşetin içinden çıkardığı bir yumurtayı reklam panosuna fırlattı. Yumurta, resimdeki genç oyuncunun tam yüzünde patladı. Pek sık rastlanmayacak bu manzara Mert'in iki aydır hiçbir şekilde başka bir yere odaklanamayan beynini birkaç saniyeliğine oyalamış gibiydi. Konserveyi sıkan elini gevşetip, genç kadını daha net görebilmek için kafasını ileri uzattı. Bulunduğu kattan kadının yüzünü seçemedi. Görebildiği tek şey bol kıyafetler giydiği, koyu kahverengi uzun saçları olduğu ve kendisinin de oturduğu binaya girdiğiydi.
Batmak üzere olan güneş, güçsüz ışıklarını kapalı gözlerine düşürürken sırtındaki ve boynundaki acıyla gözlerini açtı Mert. Her yeri tutulmuştu. Panikle telefonuna baktığında sekiz saattir uyuduğunu fark etti. Günlerdir birkaç saatlik uyku ile yaşamaya çalışıyordu, nasıl uyuyakaldığını bile fark etmemişti. Sırtını, yaslandığı duvardan acıyla çekti. O anda, yan daireden gelen kavga seslerini duydu. Kendisini uyandıranın batan güneş değil, o sesler olduğunu fark etti. İki aydır, oturma odasına kadar gelen bu gürültü, bir an daha da sinir bozucu geldi. "Lütfen susun artık," diye yalvarır gibi söylendi. Ancak kavga sesi hiç kesilecek gibi durmuyordu.
İçeri geçmek için hareketlendiği an gözü balkonun en dibinde duran kirli kahve fincanına ve etrafındaki sineklere kaydı. Defne'nindi. Kaybolmadan önceki gece balkonda ders çalışmıştı; fincanın o zamandan kaldığını hemen anladı. Turuncu renkli, üzerinde sincap resmi olan kupaya doğru dizlerinin üstünde ilerledi. Eliyle, üzerindeki sinekleri kovalamaya çalıştı, olmadı. Göğsündeki geçmeyen sıkışıklık hissi, giderek şiddetlenirken kupanın altındaki kâğıtları aldı eline. Defne'nin ders notlarıydı. Her sayfasına tek tek baktı, onun karaladığı minik çizimler vardı. Gülümsedi.
Kendini yere bırakıp, bağdaş kurdu sineklerin yanına. "Siz de baktınız mı ne çizdiğine?" diye sordu sineklere. Onlarla konuştuğuna değil sesinin titremesine üzüldü birden. Ağzını tekrar açmak için birkaç saniye bekledi. Sayfalardan birinin üzerine çizilmiş, gelin ve damat gibi görünen tavşan çizimlerini görünce, "Şimdi ben nasıl inanayım ki isteyerek gittiğine?" dedi kendi kendine. Parmaklarına konan sinekleri umursamadı. Gözlerinde biriken yaşların akmasına izin vermeden, elindeki kâğıt tomarıyla birlikte ayağa kalktı. Kupanın etrafındaki sineklere bakarak, "Bir süre daha orada yaşayın. Defne gelince sizi onunla tanıştıracağım," deyip içeri girdi.
Odaya geçtiği an yan daireden gelen kavga sesleri daha çok duyulur oldu. Umursamamaya çalışarak elindeki kâğıt tomarlarını düzgünce mutfaktaki masanın üzerine yerleştirdi. Ancak kavga eden kadının sesinin artık haykırışa dönüşmesi Mert'i endişelendirdi. Birkaç saniye olduğu yerde durup, gelen seslere kulak kesildi. Kadın, "Ne o, dövecek misin? Öldürecek misin?" diye bağırıyordu. Ardından gelen patırtı ile iyice panikledi ve koşarak evinden çıkıp karşı dairenin kapısına gitti.
İçgüdüsel olarak, yaptıklarını sorgulamadan hızla kapıyı yumruklamaya başladı. Olduğu yerde endişeyle dikilirken kapı açılıverdi.
Dağılmış saçları ile nefes nefese kalmış genç bir kadın vardı karşısında. Üzerindeki kıyafetlerden, onun, birkaç saat önce reklam panosuna yumurta atan kişi olduğunu anlaması uzun sürmedi. Genç kadın, her şey normalmiş gibi, "Buyurun?" deyince Mert, bir an afalladı. "İyi misiniz?" diye sordu endişeyle.
Genç kadın, kapının kenarına yaslanıp, iri gözlerini hayretle açtı. "Neden olmayayım ki?"
Kadının konuşması, Mert'in aklını karıştırmıştı. Bir an, kendinden şüphe etti. Kelimeleri toparlamaya çalışarak, "Az önce kavga seslerinizi duydum da... Size bir şey yapacak sandım," dedi.
Genç kadın, isterik bir kahkaha attı. Eliyle, bir saniye bekle der gibi bir işaret yapıp içeri gitti. Birkaç saniye sonra yanında tam boy karton bir maket ile geri döndü. Maketteki kişi, reklam panosundaki ünlü oyuncuydu. Maketin omzuna kolunu atıp, "Bu mu bana bir şey yapacak?" diye sordu gülerek. "Merak etme... Üç boyutlusunun aksine, bu zararsızdır."
Mert ne olayı tam anlayabildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak, kriz anı geçtiği için normal çalışmaya başlayan beyninde kendi sorunları belirdi aniden. Hemen kendi dairesinin kapısına baktı. Sonuna kadar açıktı. Bu onu rahatlattı. İstemsizce bir adım geri çekilip kafasını komşusuna çevirdiği an, genç kadın elini uzattı. "Bu arada Ayça ben," dedi sıcak bir gülümsemeyle. Kadının elini sıkıp, "Mert," dedi. "Memnun oldum."
"İçeri gelmez miydin? Hoş geldin demeye gelmeyen tek komşum olarak bir kahve ikram ederdim sana."
Mert, nazik bir gülümseme ile "Tanıştığımıza çok memnun oldum," dedi. "Ama evden çıkamıyorum. Belki sonra..."
Komşusu bir şey söylemeden apar topar evine döndükten sonra Ayça'nın gözü asansörün üzerine yapıştırılmış kayıp ilanına kaydı. Bir yanındaki makete, bir ilana baktı.
Evine döndüğünde oturma odası her zamankinden daha dağınık geldi gözüne. İki aydır hiç bir şekilde umurunda değildi bu durum. Ama sanki o gün bir süredir normal çalışmayan beynini birkaç dakikalığına da olsa oyalayan olaylar sayesinde şimdiki zamana dönmüştü.
Çok fazla enerjisi yoktu ama bir gayretle pencereyi açıp odayı havalandırdı. Sonra çöplerin bir kısmını toplayıp, kapının önüne çıkardı. Odanın keskin kokusu dağılırken başka bir kokuya, üstündeki kirli tişörte takıldı. Banyoya gitti, hızlıca duş aldı. Bir haftadır su değmeyen vücudunu bastıra bastıra yıkarken, hâlâ azalmayan acısına rağmen birkaç saatliğine de olsa kendine odaklanabildiği için iyi hissetti.
Duştan çıkınca, buharlı aynayı eliyle sildi. Uzamış sakalı birden canını sıktı. Tıraş olmaya karar verdi.
İki saat sonra, temizlenmiş ve tıraş olmuş bir halde oturma odasına döndüğünde pencereden giren havayı içine çekti. Yine, içindeki kocaman boşluğa gitti ve yine orayı doldurmadı nefesi. "En azından temiz..." diye mırıldandı.
Camın kenarına gidip dışarı baktı, karanlık çökmüştü. Evlerin penceresinden yansıyan ışıklarla aydınlanan mahalle, gözüne sabahkinden daha huzurlu geldi. İçeride kalmak istemedi.
Balkona çıktığı an, Defne'nin sesi çınladı kulaklarında. Kendi kendine, "Terliklerini giy, üşütme," diyerek kapının önündeki tozlu terliği ayağına geçirdi. Yaz aylarında olmalarına rağmen, sakin sakin esen rüzgâr ıslak saçlarını okşuyordu. Sabah, kapı önünden öteye geçememişti. Ama o an, balkonun ucuna kadar ilerleyebildi. Defne ile yaptıkları gibi yere çöküp, ayaklarını balkon demirlerinden aşağı sallandırdı. Normalde demirlerin arasından güçlükle geçen bacakları hiç zorlanmayınca ne kadar zayıfladığını fark etti.
Balkona çıkalı henüz birkaç dakika olmuştu ki, yan taraftan bir kapı sesi geldi. Elinde iki fincan kahve ile kendi balkonuna çıkan Ayça, Mert ile göz göze gelince gülümsedi. Elindeki fincanı balkonlarını ayıran ince demirlerin arasından uzatırken, "Evden çıkamazsan, biz de böyle içeriz kahvemizi," dedi. Mert, ne diyeceğini bilemeden tebessüm ederek fincanı aldı. "Teşekkür ederim."
"İki aydır merak ediyorum," dedi Ayça. "Neden diğer balkonlar ayrıyken, bizim dairelerinki böyle?"
"Otuz yıl önce, tek bir daireymiş burası. Kalabalık bir aileymiş ev sahipleri," dedi Mert. Kahvesinden bir yudum alıp, devam etti. "Sonra iki kişi arasında kavga çıkmış, evi ikiye ayırmış, balkonu da böyle bölmüşler."
"Sonra da düzeltmemişler mi?"
"Ev sahibimizin annesi, nedendir bilinmez, evin böyle kalması konusunda ısrar etmiş. Vasiyetine bile yazmış diye duydum."
Mert, hiçbir şey söylemeden kahvesini yudumlamaya devam etti. Herhangi biriyle Defne dışında bir konuda konuşmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki... Sanki yanı başındaymış gibi oturan komşusuyla ne konuşacağını bilemedi. Eskiden, yeni biriyle tanışmak, konu açmak onun için dünyanın en kolay şeyiyken artık çok zor geliyordu. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından bir şey söylemesi gerektiğini hissetti. Kafasını çevirdiği an birkaç saat önce Ayça'nın kapıda ona gösterdiği karton maket ile göz göze geldi. Sanki aradığı konu oymuş gibi, "Pek ayrılamıyorsunuz sanırım," dedi.
"İçeride sıkılmasın istedim," dedi Ayça rahat bir tavırla. Kahvesinden büyükçe bir yudum alıp gülümsedi. Sonra birden, "Teşekkür ederim ve özür dilerim," diye girdi konuya. "Bir dizi için deneme çekimine hazırlanıyorum günlerdir. Bağırma sesleri o yüzdendi." Mert anlayamadığını belli eder gibi boş gözlerle bakınca devam etti, "Hazırlandığım rol, sevgilisi ile kavgalı..." diye hevesli hevesli anlatmaya başladı. "Çalıştığım sahnede de çok büyük bir kavga yaşanıyor. Finalde kadın elindeki vazoyu adamın kafasına geçiriyor!"
"Yani, duyduğum eşya kırılma sesleri..."
"Aslında her zaman kırmıyorum," dedi Ayça çocuksu bir tavırla. "Ama role çalışırken karşıma bunu koyunca..." diyerek parmağını makete çevirdi. "Bazen kendimi kaybediyorum." Söylediği şeylerin ne kadar anlaşılmaz olduğunu ancak dilinden düştüğü an fark edenlerdendi. Hemen açıklama ihtiyacı hisseti. "Eski sevgilimdi de," dedi. "Ege Karadağ."
Mert çekinerek, "Tanımıyorum," dedi. "Ama görüyorum afişlerini. Epey ünlü biri galiba..."
"Hem de nasıl," diye bağırdı Ayça tam karşılarındaki reklam panosunu işaret ederek. "Baksana Nereye taşınırsam taşınayım, karşımda eski sevgilim var!" İsterik bir kahkaha daha atıp, "Gerçi panolara gelene kadar," diyerek elini abartıyla salladı. "Televizyonu açıyorum o, Instagram'a giriyorum yine o... Twitter'a giriyorum bil bakalım kim TT olmuş? Tabii ki yine o!" Mert'e dönüp, "Psikoloğum ondan kaçmak yerine yüzleşmemi ve öfkemi içime atmamamı söylediği için yaptırdım bu maketi. Her gün bir posta dayak yiyor benden," dedi.
Son cümle Mert'i ilk kez gerçek anlamda güldürdü. "Kötü ayrıldınız sanırım."
"Lise aşkımdı. İki yıl sevgili kaldık. Sonra bir dizide rol kaptı... Kaptığı gibi de tek mesajla ayrıldı benden." Gözünü karşısındaki panoya çevirdi. "Alçak adam," dedi dişlerini sıkarak. Gözleri boşluğa dalmış olan Mert'i fark ettiği an kendine kızdı. "Birdenbire çok fazla şey anlattım, değil mi? Psikoloğumla bu konu üzerinde de çalışıyoruz."
"Özür dilerim, hangi konu?" diye sordu Mert, daldığı için son cümleyi duymamıştı.
"Herkese kendimle ilgili her şeyi anlatma huyum." Elindeki boş kahve fincanını yan tarafa bırakıp, aralarında demirden bir parmaklık yokmuş gibi Mert'e iyice sokuldu. "Mesela geçen gün, taksici beni çok konuşuyorum diye arabadan indirdi. Normalde tam tersi olur, taksiciler çok konuşur bir sürü şey anlatır... Ama ben gene, çenemi tutamadım tabii. Yine bir yerden konu açıldı, yol boyunca anlattım da anlattım... En sonunda adam delirdi indirdi beni. Bu, kaç kişinin başına gelir ki?"
Mert, ilk kez Ayça'nın yüzüne dikkatle baktı. Tombul yanakları, iri gözleri ve kalın dudakları onu zararsız ve sevimli bir oyuncak bebekmiş gibi gösteriyordu. Ama konuşmaya başladığı an yüzündeki bütün o sevimli imaj değişiyordu. "Geçen gün de..." diyerek anlatmaya devam ederken, bir anda durdu. "Çok konuştuğum için başıma gelenleri anlatırken çok konuşarak yine kendimle çeliştim durduk yere." Bir saniyeliğine susar gibi oldu, "Ama..." dedi sonra. "Çok konuşma huyumdan nefret ettiğimi çok konuşmadan nasıl anlatabilirim ki?"
"Sorun yok, istediğin kadar konuş," diyebildi Mert sadece. Söylediği şey, iki aydır kimse ile konuşmaya tahammül edememiş olduğu için kendisine oldukça şaşırtıcı geldi. Ancak o gün panodaki reklama yumurta atarak, evindeki karton maket ile kavga ederek onu aylar sonra bir anlığına da olsa oyalayan garip komşusunun, yine asla ilgilenmediği şeyleri anlatarak zihnini meşgul etmesi içten içe hoşuna gitmişti. Kendiliğinden kurulan minik oyuna dâhil olmak için, "Hâlâ âşık mısın ona?" diye sordu.
"Asla! Kendini, para uğruna, olmadığı biri gibi pazarlayan sahtekârın teki... Neyine âşık olayım?"
"Geçmişteki haline?"
"Sahte her zaman sahtedir. Geçmişte ona âşık olduğumu sansam da, gerçek olmayan birine âşık olmam imkânsız."
"Ya şimdiki hali sahtedir, ya geçmişteki... İkisi aynı anda olamaz." Yüzünü Ayça'ya çevirdi. "Sen şu an sahte olduğu için sinirli değilsin de ya şu an sahte değilse diye korkuyorsun sanırım."
Ayça, omuzlarını düşürdü. Bu, onun 'yakalandım' hareketiydi. Yüzünü reklam panosuna doğru çevirip, "O kadar tatlı biriydi ki..." dedi. "Şu posterde gördüğün fotoğraf var ya... Ondan daha yakışıklıydı. Bizim okuldaki tüm havalı kızlar peşinden koşuyordu. Ama o beni sevdi." Birden söylediği şeye kendisi dâhil kimse inanmazmış gibi, "Ya da sevdiğini söylemişti," diye düzeltti. "Beni... Kalabalığın içinde asla fark edilmeyen, hiçbir ışığı olmayan... İnsanların çirkin buldukları için, ama sempatik kız, diye kılıflar uydurduğu beni..." Kendine kızar gibi, "Ne salağım..." dedi öfkeyle. "Tek bir dizi ile herkesin âşık olduğu bir jön olması tek gece sürdü. Tabii beni terk etmesi de..."
"Kime göre, neye göre..."
"Takvime göre! Takvime göre... Sadece bir gecede!"
"O değil... Güzel olmadığın kime göre neye göre karar verilmiş ve tescillenmiş bir şey?"
"O da aynalara göre." Kendini gösterir gibi elini kaldırıp, "Baksana..." dedi.
"Benim gördüğüm tek şey, karşı komşum."
"Kendime acıma tiradımı çok politik bir cevapla engelledin. Tebrik ederim..." Konuyu değiştirmek, kendisi hakkında daha fazla konuşmamak için, sokağın karşısındaki duvarda asılı kayıp ilanlarına çevirdi kafasını. Çekinerek, "Kız arkadaşındı sanırım," dedi.
Mert, az önceki kibar tavrının aksine, "Kız arkadaşım," diye düzeltti sertçe.
"Özür dilerim. Ağız alışkanlığı işte... Geçmişte yaşayan takıntılı bir geri zekâlı olduğumdan..."
"Geçtiğine inanmadığımızdan..." diye getirdi devamını Mert. Bu, Ayça'dan çok kendisine verdiği bir cevap gibiydi. Konu Defne'ye geldiği an, kalkmaya karar veren Mert hızlıca ayaklanıp, "Kahve için teşekkür ederim," dedi. "Tekrar çok memnun oldum."
"Ben de öyle. Kafanı şişirdiysem..." diyordu ki Mert hızlıca sözünü kesip, "İyi geceler," dedi ve içeri girdi.
Balkon kapısının hızla kapanması üzerine yüzü asıldı Ayça'nın. "Salaksın kızım," diye söylendi. "Düzgün muhabbet edeme, herkesi kaçır..." Kendine olan kızgınlığını derin bir nefes alıp kontrol altına almaya çalışırken, Mert'in balkonundaki sinekli kahve fincanını gördü. Ardından gözü Mert'in geri vermeyi akıl edemediği kendi fincanına kaydı. Orada kalırsa, yeni bir sinek kabilesinin evi olacağını düşünüp, elini yan balkona doğru uzattı ancak kolu yetişmedi. Pes edip, elindeki tek fincanla içeri girdi.
Ayça elindeki boş kahve fincanını mutfak tezgâhına bırakıp, birikmiş bulaşıkları makineye yerleştirmek için kollarını sıvadığında telefonu çaldı. Ekranda figüran ajansından birinin ismini görünce telefonu açıp, "Alo," dedi isteksizce. Telefonu boynuna sıkıştırıp bulaşıkları makineye yerleştirmeye devam etti. Arayan kişi hal hatır sormadan, "Yarın sabah sekizde karşıda olabilir misin?" diye sordu. "Dizi işi çıktı."
Ayça elindeki tabağı bırakıp, kaşlarını çattı. Telefonu ıslak eline alıp, sırtını tezgâha dayadı. "Ne dizisi bu?"
"Sana ne be kızım ne dizisi! Figürasyon için lazımsın. Bu defa iyi para veriyorlar ha, iki yüz lira alacaksın."
Ayça aldığı cevapla suratını ekşitti. "Tamam, gelirim. Servis alacak mı beni?" diye sordu. "Yok, özel şoför yollayacaklar," dedi karşıdaki ses alaycı bir tonla. "Atla otobüse gel işte... Tam sekizde sette ol!" diye sertçe uyarıp, "Konum atarım sana," dedi ve telefonu kapattı.
"Yok, özel şoför yollayacaklar..." diye söylendi kirli bir tabağı gürültüyle tezgâha bırakırken. Gördüğü muamele gururunu incitse de, alacağı paraya ihtiyacı vardı. Çaresinin olmadığının da farkındaydı. Telefonunun ekranını açıp saate baktı. Gece yarısına geliyordu. Sabah altıda kalkması gerektiğini düşününce, "O kadar da kahve içtim..." dedi sinirle. "Nasıl uyuyacaksam!"
Bulaşıkları yerleştirmekten vazgeçti. Yatağa ne kadar çabuk giderse, o kadar iyiydi. Balkonun kapısını kilitlerken, göz göze geldiği Ege maketine, "Bu akşam orada dur da, soğukta aklın başına gelsin," deyip mutfaktan çıktı.
Sabah fırsatının olamayacağını bildiği için hızlıca bir duş aldı önce. Ardından cildini temizledi, dişlerini fırçaladı, saçlarını taradı... Kameranın onu sadece birkaç saniye göstereceğini bilmesine rağmen, iyi görünmeyi umarak yüzüne nemlendirici sürdü. Kabarmamaları için saçlarını iki yandan örüp, kendini çok da rahat olmayan sert yatağına bıraktı. O an aklına balkonda bıraktığı maket geldi. Rüzgârdan uçabileceğini düşünüp, söylenerek balkona çıktı ve maketi yatak odasına taşıdı.
Kendini tekrar yatağa attığında ona yargılayan bir gözle baktığını düşündüğü makete, "Ne bakıyorsun?" diye sordu sinirle. "Komik mi figüranlık yapmam?" Alamayacağını bildiği cevabı birkaç saniye bekledi. Maket sessiz kalınca içten içe sevindi. Bu, aklının hâlâ biraz da olsa yerinde olduğunun işaretiydi çünkü.
Derin bir nefes alıp, önüne döndü. Ellerini birbirine geçirip, gözlerini kapattı. "Allah'ım ne olur yarın güzel bir gün olsun," dedi yakarır gibi. Gözlerini açıp, tavana baktı. "Yani... Çok güzel olması şart değil. Orta halli bir şey de olur. Ama ne olur kötü olmasın..." Tıpkı maket gibi yukarıdan da bir cevap gelmedi.
Uykuya geçmek için gece lambasını kapattı. "Hâlâ karanlıktan korkuyor musun?" diye sordu usulca. Sanki bu defa cevap almış gibi gece lambasını hemen tekrar açtı. "Bak bu sana son kıyağım." Hareketsiz maket ona, o makete baktı. "Yalnızlıktan iyice kafayı yiyorum," dedi kendi kendine. Yorganı kafasına kadar çekip bağırdı. "İyi geceler!"
Uzun kızıl saçları beline kadar inen oldukça güzel bir kadın, sivri topuklu ayakkabılarıyla, telefonda konuşarak yürüyordu. Kalabalık caddede, ayaklarına doğru yuvarlanan portakalları fark etmedi. Ayakkabısının topuğu portakallardan birine saplanınca dengesini kaybetti. Tam düşecekken, uzun boylu genç bir adam belinden yakaladı onu. Güzel mavi gözlerini, kadının siyah gözlerine kenetlediğinde eli hâlâ kadının belindeydi. Kadının elindeki telefondan, konuştuğu kişinin sesi geliyordu. Ama kadın, onu umursamadan, "Teşekkür ederim," dedi genç adama. Yüzü öylesine güzeldi ki, genç kadın afalladı. Kendini geri çekmeden eğilip topuğuna takılan portakalı çıkardı.
Genç adam, ezilmiş portakala bakıp, "Asıl ona teşekkür etmemiz lazım," dedi gülümseyerek.
Kadın, "Neden?" diye sordu merakla.
Genç adam, çapkın bir gülümseme kondurdu yüzüne. "Çünkü tanışmamıza sebep oldu."
Genç adam ve genç kadın ilk görüşte âşık olmuş gibi birbirlerine bakarken sokakta bir ses yankılandı.
"Kestik!"
Yönetmenin komutu ile çekim sona erdi, oyuncular rolden çıktı, arkadaki figüranlar durdu. Dizideki başrollerin tanışmalarına sebep olan portakalları yanlışlıkla yere döken kadın rolündeki Ayça, olduğu yerde doğruldu. Şaşkın gözlerle dizinin başrolü olan genç adama baktı. Ege ise ona hiç bakmadan rol arkadaşı olan ünlü oyuncu Rüya ile birlikte hızlıca yanından geçip gitti.
Seti toplamak için etrafta koşuşturup kendisini itekleyen set ekibi yüzünden, Ayça nereye gittiğini bile bilmeden elindeki portakalla dalgın bir şekilde yürümeye başladı. Eski sevgilisinin başrol olduğu bir dizide figüran olarak rol almasının mı, yoksa Ege'nin onu tanımıyormuş gibi davranmasının mı daha gurur kırıcı olduğunu düşünüyordu. En kötü kısmın; Ege daha lisede hayranı olduğu Rüya ile başrol oynayıp hayallerini yaşarken, kendisinin elindeki portakalla görünmez olarak itilip kakılması olduğuna karar verdi.
Görevlilerden biri, yemek arası olduğunu duyurunca kendini toparlayıp yemek sırasını bulmak için etrafa bakındı. Tek başına bulamayacağını ve kimseye de soramayacağını bildiğinden kendi gibi sahnenin arkasında yüzleri bile görünmeden saatlerdir bekleyen birkaç figüranın peşine takıldı. Arkasından yürüdüğü iki genç, kendi aralarında konuşuyordu. Bir tanesi büyük bir heyecanla, "Ege çok yakışıklıydı, öleceğim sandım," dedi arkadaşına. Diğeri de hızla onu onaylayıp, "Ama Rüya da nasıl güzelmiş öyle," dedi iştahla. "Gözlerimi alamadım!"
Ayça, önündekilerin muhabbeti ile iyice çöktü. Yemek sırasını gördüğü an adımlarını hızlandırıp onlardan önce sıraya girdi. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu ki gözü yemeklere kaydı. Normal şartlarda yemeyi tercih edeceği şeyler değildi. Elindeki portakalı sıkıp, "En kötü bunu yerim," diye söylenerek cebine attı.
Sıra kendisine geldiğinde tepsilerden birini alıp, isteksizce yemeklerden almaya başladı. O sırada ekipten biri yanlarından geçen arkadaşına, "Ege Bey'in yemeğini götürdünüz mü?" diye seslendi.
"Hallettim!"
"Söylediği restorandan aldınız değil mi? Sonra menajeri başıma ekşiyor."
Ayça'nın yüzü iyice asıldı. İçinden, "Dört..." diye saymaya devam etti. Nefret ettiği yemeklerle doldurduğu tepsisini alıp, diğer figüranların yanına oturdu. Yanlarına gelen başka bir görevli, "Bu arada bir kez daha hatırlatıyorum," dedi masadakilere. "Oyuncularla konuşmak, fotoğraf çektirmeye çalışmak yasak. Aklınızdan çıkarmayın. Yarım saate sizlerle bir geçiş sahnesi daha alacağız. Hızlıca bitirin yemeğinizi!"
Herkes kafasını sallayıp onaylarken, Ayça kendi kendine, "Beş etti," dedi. Cebindeki portakalı çıkarıp, tepsisine fırlattı. Oturduğu küçük taburede kamburunu çıkararak, dirseklerini dizlerine dayayıp yanaklarını ellerinin arasına aldı. Kendini uzun zamandır böylesine kötü hissetmemişti. Daha da çöktü taburesinde. Gözünü portakala dikti. "Portakalı severmişmiş," diye söylendi kendi kendine. "Yalancı!"
3 YIL ÖNCE
Ege, büyük alışveriş merkezindeki pek de rağbet görmeyen bir butikte giyinme kabinin hemen önündeydi. Kolları göğsünde bağlı bir şekilde, lise mezuniyeti için kıyafet deneyen Ayça'yı bekliyordu. İki yan kabinin önünde duran birkaç liseli kızın sürekli ona bakmalarından rahatsız olup, cebinden telefonunu çıkardı ve mesaj yazıyormuş gibi yaptı. Kızlar, kabinden çıkan arkadaşlarıyla birlikte Ege'nin yanından geçerken bir tanesi, "Suratı benden daha güzel, bu nasıl mümkün olabilir ya..." dedi onun duyabileceği şekilde. Ege, kafasını daha da eğdi. Tanımadığı insanların ortaya konuşur gibi ona iltifat etmelerinden, sanki cansız bir mankenmiş gibi hakkında konuşmalarından nefret ederdi. Kızlar, gözlerini Ege'den ayırmadan uzaklaşıp mağazadan çıkınca derin bir nefes aldı.
Dakikalardır içeride olan Ayça'ya, "Giyinebildin mi?" diye seslendi. Cevap alamayınca içeriye bakmamaya özen göstererek kabin perdesini hafifçe salladı. Ses yoktu hâlâ. "Hey, iyi misin?" diye sordu. Dikkatle dinlediğinde içeriden gelen ağlama sesini duydu. Etrafta kimsenin olup olmadığını kontrol edip kabinin perdesini açtı. Ayça, üzerindeki turuncu elbise ile yere oturmuş, bacaklarını göğsüne çekmiş ağlıyordu. Hiçbir şey söylemeden küçük kabinin içine girdi ve perdeyi arkasından kapattı Ege. Tam karşısına geçip dizlerini karnına çekerek tıpkı onun gibi oturdu. Kabin çok dar olduğundan ayakları birbirine geçmiş haldeydi. Ayça'nın, gözlerine bakacak kadar rahat hissetmesini bekledi birkaç saniye boyunca. Nihayet başını kaldırdığında, "Neden ağlıyorsun?" diye sordu tatlı tatlı.
"Bunun da fermuarı kapanmadı. Mezuniyetin en çirkin kızı ben olacağım."
"Saçmalama," dedi Ege kızarak. "Ne giyersen giy güzel olacaksın."
"Sen öyle san... Yine herkes bize bakıp ne kadar yakışmadığımızı konuşacak." Ağlarken burnunu çekti. "Portakal ve muz diyecekler yine!"
Ege, kafasını yana eğerek, "Portakalı çok seviyorum ben," dedi. Bu, ağlamaktan gözleri şişmiş Ayça'yı gülümsetmeye yetti.
"Hadi kalk. Gidiyoruz..."
Gözlerini kırpıştırarak birden ayağa fırlayan Ege'ye baktı Ayça. "Nereye?"
"Kıyafetlerimizi giymeye... Çok güzel olacağız!"
Akşamüstü, çok da büyük olmayan bir salonda toplanmış olan öğrenciler dans edip eğleniyorlardı. Tavandaki özel ışıklandırma, öğrencilerin üstlerindeki pırıl pırıl gece kıyafetlerini aydınlatıyordu. İçlerinden birkaçı kapıya doğru bakınca, gördükleri şey karşısında şaşırarak arkadaşlarını dürttüler.
Kapının önünde el ele duran Ayça ve Ege, öğrencilerin şaşkın bakışları arasında, gülümseyerek salonun ortasına doğru yürümeye başladılar. Ege, bir kostüm mağazasından aldıkları büyük muz kostümünün içine girmiş; Ayça ise portakal kılığına girmişti. Salonun tam ortasına geldiklerinde oldukları yerde donakalmış olan kalabalığa aldırmadan deli gibi dans etmeye başladılar.
Ayça, kocaman bir portakal olarak, kendini daha önce hiç o kadar iyi hissetmemişti.
Evden elinde bir tomar kayıp ilanı ile çıkan Mert; her zaman yaptığı gibi, Defne gelirse bulsun diye anahtarı paspasın altına koydu. İlanları bez çantasına yerleştirirken aniden karşı dairenin kapısı açıldı. Ayça, üzerinde dizi çıkmış pijamaları, dağınık saçları ve yorgunluğunu ele veren mosmor göz altları ile "Günaydın. Nereye?" diye sordu manik bir tavırla.
Komşusunun haline ve sorusuna şaşıran Mert, "Markete..." diye gevelerken; Ayça sanki bu cevabı bekliyormuş gibi, "Ne tesadüf..." diye atladı. Kapının yanındaki askıdan ceketini alıp üstüne geçirdi ve hızla kapıyı çekti. "Birlikte gidelim mi?"
Bu emrivakiye şaşırsa da bozuntuya vermedi. Kayıp ilanlarını göstererek, "Ben biraz oyalanacağım ama..." dedi Mert kibarca.
"Oyalanmana yardımcı olurum..."
Birlikte çıkıp ilanları arabaların camlarına sıkıştırdılar, yoldan geçen insanlara dağıttılar, hiç konuşmadan yürüdüler... Ayça konuşmak için bahane arar gibiydi. Markete yaklaştıklarını fark ettiğinde dayanamayıp, "Dün pek uyuyamadım," dedi.
Mert yüzüne minik bir gülümseme yerleştirip, "Belli oluyor," demekle yetinince, neden diye sormasını bekledi bir süre. Ancak sormadı. Beklediği soruyu alabilmek için dakikalarca yüzüne baka baka yürüdü, hatta birkaç kez tökezledi. Nihayet markete ulaşmalarına birkaç metre kala artık daha fazla dayanamadı Mert. "Anlatabilirsin istiyorsan."
"Dün," dedi nefes alacak zaman bile geçirmeden, "Yeni başlayan bir dizi için figüran ekibindeydim yine..."
"Eminim harika iş çıkarmışsındır," dedi Mert, devamını dinlemeden. Dalgın olduğu için otomatik ve çok düşünülmemiş cevaplar veriyordu.
"Sadece delinen poşetimden dökülen portakalları topladım... Tek sorun portakalların sahnede benden daha çok görünmesi."
"Rolün mü sıktı canını?"
Ayça, marketin önüne ulaştıklarında cevap vermeden önce iç içe geçmiş alışveriş sepetlerinden birini çekti. "Yok, o değil de..." deyip, elindeki sepeti Mert'e doğru ittirdi. "O portakallar sayesinde tanışan çiftteki esas oğlanın Ege çıkması biraz sıktı." Kendine de bir alışveriş arabası alıp Mert'e baktı. Çok belli etmese de şaşırmıştı işte.
"Konuştunuz mu?"
"Yüzüme bile bakmadı yavşak herif!"
Yan yana market kapısına doğru ilerlediklerinde otomatik kapı sonuna kadar açıldı. "Bak, otomatik kapı bile bir şekilde varlığımı fark ediyor," dedi Ayça. "O aptal herif, bu kadar bile tepki vermedi beni gördüğünde!"
Mert, söyledikleriyle çok ilgilenmediği için daha çok havaya konuşuyor gibiydi. "Gerçekten çok ilginç," dedi. "İki yıl boyunca esas kızı olduğum herifin filminde günlüğü iki yüz liraya figüran oluyorum." Kendi söylediğine kendi güldü. "İnanılmaz ya!"
Önünde durdukları meyve reyonunda portakalları görünce iyice sinirlendi. Bir tanesini alıp reyon dolabına yaslandı. "Gerile gerile yanımdan geçiyor da suratıma bir saniye bile bakmıyor. Zaten bir nefret vardı içimde, şu an seti bombalamak..." Farkında olmadan elindeki meyveyi sıktı. "Onun o sahte jön kafasını patlatmak istiyorum," derken, kontrolsüz güç uyguladığı portakal patladı. Ellerini yapış yapış olmasına aldırmadan meyveyi çaktırmadan sepetine atıp hiçbir şey olmamış gibi sepeti itmeye devam etti. Mert hâlâ sessizdi. "Senin de kafanı şişirdim. Kusura bakma..." dedi içten bir tavırla.
"Sorun yok... Birkaç saniyeliğine başka bir şeye odaklanmak iyi geliyor." Kısmen, doğruydu bu. Arkadaşlarını susturacak kadar samimiyeti olduğundan, onlarla konuşmayı reddediyordu ama iş bir yabancıya gelince emrivaki ile de olsa birinin ona bir şeyler anlatması ve kafasının birkaç saniyeliğine dağılması iyi hissettiriyordu.
Ayça, rahatlamıştı. Nedenini bilmeden konuşmaktan oldukça keyif aldığı komşusunu bıktırıp kaçırmak istemiyordu. "O zaman yandın," dedi gülerek. "Bu bilgiyi vermeyecektin. Artık beni hiç susturamayacaksın."
O sırada yan taraflarındaki gazete standının önünde tiz bir ses yankılandı. "Nihal koş! Bu sayıda Ege Karadağ varmış!" Ayça sesin geldiği yöne baktığında lise formalı bir kızın, çığlık atarak Ege'nin kapak olduğu dergiyi karıştırdığını gördü. Çağırdığı arkadaşı yanına gidip, "Ne?" diye bir çığlık attı. Dergiyi alıp, göğsüne bastırdı. "Allah'ım çok yakışıklı!"
Liseli kızlara şaşkın şaşkın bakan Ayça, "Hayır sorun bende değil ki... Herkesin eski sevgilisini unutma şansı varken, benim yaşadığım hayata bak..." dedi yakınırcasına.
Kızlardan biri, kapakta Ege'nin olduğu dergiyi yüzünün yanına tuttu. "Şuna bak," dedi arkadaşına. "Çok yakışmaz mıydık yan yana?" Diğeri sinirle dergiyi alıp içini açarak bir sayfayı gösterdi. "Şu yazıya bak, uzun saçlı, beyaz tenli ve fit kadınlardan hoşlanıyormuş. Ben tarif ettiği tipe daha çok benziyorum."
"Senin neren beyaz tenli?"
"Ya yüzüm biraz yandı bu yaz, ama aslında beyaz tenliyim ben!"
Ayça, kendisinin tam tersi olan 'Ege'nin ideal kadını' tarifini duyunca iyice çılgına döndü ve dayanamayıp liseli kızların yanına gitti. "Verin bakayım şunu..." deyip dergiyi ellerinden çekip aldı. "İnanmayın bu aptal ünlülere," dedi nasihat eder gibi. "Kendinizi onlar için yıpratmayın. Hepsinin hayatı yalan!"
Liseli kızlar gülerek, "Sana ne be," dediler. Gözlerini kısan Ayça, "Bana mı ne?" dedi, dergideki Ege'yi göstererek, "Bu herif var ya..." Kızlardan biri dergiyi Ayça'nın elinden çekip aldı. "Ege Karadağ, diyeceksin," diye tıslayarak düzeltti onu. "Sen kimsin de ona herif diyorsun?"
Sinirden iyice gözü dönen Ayça, "Sizin bu koruduğunuz herif, benim okuldan arkadaşımdı. Berbat biridir," deyiverdi. Kızların tavrı birden değişti. Heyecanla Ayça'ya sokulup, "Ne? Sen Ege Karadağ'ı tanıyor musun?" diye sormaya başladılar. Kızların duygu geçişlerine ayak uyduramadığı için afallamıştı. "Evet," diyebildi sadece.
"Bir kere dokunabilir miyim sana?"
"Ben de, ben de! Fotoğraf çekilebilir miyiz, ne olur?"
"Bu Ege'ye en çok yaklaştığım an resmen, çok heyecanlandım!"
"Söylesene, Ege hep böyle yakışıklı mıydı?"
"Pardon? Tabii ki öyleydi... Görmedin mi eski fotoğraflarını?"
"Kızım belki ilkokuldan arkadaşı? Onun her halini merak ediyorum ben."
Kendi aralarında heyecanla bağırarak konuşan, üst üste bir sürü fotoğraf çeken kızların arasında donup kaldı Ayça. Ne yapacağını bilemeden şok içinde duran komşusunu kurtaran Mert oldu. "Hadi..." diyerek kolundan tuttu. "Gidelim artık." Ona adeta yapışan kızlardan güçlükle uzaklaştırmayı başardı. Kızlardan biri arkalarından bağırmaya devam ediyordu. "Eğer onu görürsen; Ege Karadağ nokta love of my life hesabını takip etmesini söyler misin? Yumuşak g değil ama... Karadag!"
"Kullanıcı adında yumuşak g olmaz zaten, salak mısın?"
"Garanticiyim!"
Ayça ve Mert uzaklaşırken kızların tiz sesleri giderek azaldı. "Az önceki olaya sen de şahit oldun değil mi?" diye sordu Ayça inanamayarak. "Kendi kafamda yaratmadım ben o sahneyi? Kızlar sırf onu tanıyorum diye benimle birlikte fotoğraf çektiler? Hem de kötülediğim halde..." Olayı kelimelere döktükçe daha da garipleşiyordu onun için. "Berbat biri dedim, eskiden de yakışıklı mıydı diye sordular." Sepetine konserve koyan Mert'e döndü. "Nasıl ya?"
"Evindeki maketinden farkı yok çünkü. Sonuçta onlar için sadece bir kâğıt ve ilgilendikleri tek şey onun güzel suratı."
Ayça birden olduğu yerde durdu. "En büyük korkusuydu," dedi. Sonra hızlıca kendine gelip, büyük adımlarla Mert'e yetişti. "Okuldaki diğer güzel kızları reddetme sebebi, onu sadece dış görünüşü için sevmeleriydi."
"Ona acımaya mı başladın şimdi de?"
"Asla! Sonuçta bu sayede poz kesip, ortalıkta kasıla kasıla dolaşıyor. Ektiğini biçsin. Yüzü kırışmaya, görüntüsü eskimeye başlayınca yanında kimse kalmasın da görsün gününü."
"Hislerin sürekli rota değiştiriyor."
Elini göğsüne yerleştirip, "Tek bir rotada ilerse, şuramı patlatır," dedi. "İçeride başıboş dolaşmaları iyi..."
Konuşa konuşa kasaya vardıklarında Ayça'nın sepetinde yalnızca bir tane patlamış portakal vardı.
Aradan bir hafta geçmişti. Mert evinin salonunda kendi halinde takılıyor, Ayça ise yanındaki koltuğu işgal etmiş telefonuyla oyalanıyordu. Kısa zamanda bu kadar hızlı ilerleyen arkadaşlıklarını sorgulayacak zihin rahatladığında olmayan Mert bu süreci tamamen komşusunun eline bırakmıştı.
"Bu ne şimdi?" dedi telefonunda gördüğü bir şeye homurdanan Ayça. "Rahatça Twitter'a bile giremiyorum. Önüme çıkana bak..." Telefonu Mert'e uzattı. Ekranda Ege ve Rüya'nın fotoğrafı vardı. Açıklama kısmına da, "Rüya ve Ege sevgili mi? Ne olur olsun!" yazılmıştı. Telefonu geri çekip, "Ülke falan mı değiştirsem eski sevgilimden kurtulmak için?" diye sordu. Mert gülümseyip ayağa kalktı. "Ben bi' lavaboya gideyim..."
Sessizce, "Sen arıyorsun bulamıyorsun... Ben görmek istemiyorum, sürekli burnumun dibinde..." diye mırıldandı. Elindeki telefonu kapatıp sinirle kenara fırlattı. Kendine mi, Mert'e mi daha çok acıdığını kestiremedi o an.
Mert odadan çıkalı birkaç dakika olmuştu ki, telefon çaldı. Ayça çalan telefonu eline alıp baktığında gizli bir numaranın aradığını gördü. "Bu kim şimdi?" diye homurdanırken ajanstan arıyor olabileceklerini düşünerek hemen açtı. "Alo?" Karşı taraf onun sesini duyar duymaz aramayı sonlandırdı. " E, neydi bu şimdi?" diye söylenerek telefonu kucağına koydu. Arayanın kim olduğunu düşünürken yan taraftaki telefonu ile göz göze geldi. Bir kucağındaki telefona baktı, bir diğerine... Panikle kucağındakini koltuğa fırlattı. Çalan telefon Mert'inkiydi. Bacaklarını karnına çekip, ellerini dizlerinin etrafında kenetledi. "Ya Defne ise arayan..." Korkudan titremeye başlamıştı. "Yok canım," dedi fısıldar gibi, "Onca zaman sonra niye arasın..."
Kafasının içinde bir savaş veren ve ağlamamak için kendini zor tutan Ayça'yı kendine getiren Mert'in sesi oldu. "Kahve ister misin?" diye soruyordu. Gözleri panikten kocaman olmuş Ayça, birden, "Olur," diye bağırdı.
"Bir sorun yok değil mi?"
"Yok... Ne sorunu..." Yalan söylemeyi beceremezdi ama daha yeni tanıştıkları için Mert onun bu halini pek sorgulamadı, sessizce mutfağa geçti.
İyice gerilen Ayça gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. "Sakin ol," diyerek kendini teskin edip kalp atışlarını yavaşlatmaya çalışırken kapı zili çalınca tekrar yerinden sıçradı.
Mert kapıyı açıp, "Hayırdır?" diye sordu.
Kapıda, eli belinde dikilen Cenk, "Hayırdır mı? Artık böyle mi karşılıyorsun arkadaşlarını?" diyerek Mert'i itti ve içeri girdi. Ayça'nın daha önce balkonda gördüğü yüzlerden biriydi Cenk, arkadaşlarından biriymiş demek, diye geçirdi içinden.
"Gelmeden mesaj at dememiş miydim?"
"Attım zaten..." diye gürledi Cenk.
"Telefonum cebimdeydi," diyerek pantolonunun cebine soktu elini Mert. Ve birden panikledi. "Nerede bu?"
Olanları dehşet içinde izleyen Ayça iyice telaşlandı. Deli gibi etrafa bakınan Mert'e, telefonunu işaret ederek gergin bir gülümsemeyle, "Şurada..." dedi.
"Dışarıda düşürdüm sanıp korktum," derken rahatlamıştı Mert, telefonunu alıp kontrol ederken , "Tanıştırmayacak mısın bizi?" diye sordu Cenk.
"Ayça, bu Cenk... Uzatmalı arkadaşım," dedi. "Cenk bu da Ayça... Karşı komşum." Ardından telefonunu cebine attı. "Ben kahve koyarken siz tanışırsınız."
"Kavgacı komşu sendin değil mi?" diye sordu Cenk çarpık bir gülümsemeyle.
"Sesimi sen de mi duyuyordun?"
"Duyulmayacak gibi değildi ki!" Güldü. "Ama iyi oluyordu. Mert şu sıralar pek konuşkan olmadığından evdeki sessizlik dağılıyordu."
"Hep böyle sessiz miydi?" diye sordu Ayça fısıldayarak.
"Mert mi? Asla!"
"Biz daha yeni tanıştık... Gerçi ne kadar harika biri olduğunu şimdi bile anlayabiliyorum. Kim bilir yüzü gülüyorken nasıldı..."
Cenk, evin bir köşesinde duran kayıp ilanı yığınına bakarak, "Umarım bir gün Defne geri döner de, gerçek Mert ile sen de tanışırsın," dedi.
İçini yiyen aramayla ilgili bir şeyler sormak istiyordu Ayça, ama nasıl yapacağını kestiremiyordu. Hazır konu da açılmışken fırsatı değerlendirdi. "Mert'e pek soramıyorum üzülmesin diye ama... Hiç mi aramadı?"
"Hiç aramadı."
"Gizli numaradan falan da mı?"
Cenk, tek kaşını şüpheci bir tavırla kaldırıp, "Gizli numaradan mı?" dedi. "Neden öyle sordun ki?"
"Ne bileyim... Öyle çıktı ağzımdan..." diye geveledi Ayça. Cenk, koltukta geriye yaslanıp ciddi bir tavırla "Birkaç kere Defne'yi gördüğünü düşünen birkaç kişi aradı. O da yanlış alarm çıktı. O kadar..." dedi.
O sırada mutfaktaki Mert'in sesi odada çınladı. "Kahveleri balkonda mı içersiniz, içeri mi getireyim?"
"Balkon," diye bağırıp ayağa kalktı Cenk. "Ben şimdi bu ciddi tavrımı bozup, depresyondaki en yakın arkadaşımı biraz olsun eğlendirebilmek için diğer moda geçiyorum." Kapıya doğru ilerledi. Sessizce, "Unutma, eğer onu kızdırırsan ve konudan konuya hızla geçersen kafası anlık da olsa dağılıyor," dedi.
Cenk kapıdan çıktığında Ayça kendisine kızar gibi hafifçe kafasına vurdu. İki arkadaşın mutfakta konuştuklarını işitebiliyordu. "Benim kahvem sütlü değil mi?"
"Kendin koyarsın sütünü!"
"Aaa... Kaç yıldır kahvemi nasıl içtiğimi öğrenemedin mi? Düzgün hazırlasana şunu. Laktozsuz süt var mı? Diğerleri mideme dokunuyor."
"Cenk kahveyi içiyorsan iç, içmiyorsan da siktirip gidebilirsin."
Odada tek kalmaya dayanamayan Ayça kalkıp mutfağa gitti. Kapının kenarına yaslanıp, onları izledi bir süre.
"Yiyecek tatlı bir şeyler yok mu?"
"Kafe mi burası?"
"Bak iyi hizmet verirsen giderken bahşişi bol tutarım."
"Gideceğini duymak mutlu etti şu an."
"Aşk olsun! Kov bir de istersen."
"Kovsam gidiyorsun sanki."
Ayça, Mert'in Cenk'e ne kadar farklı davrandığını görünce kendisine olan nazik davranışları gözünde daha da büyüdü. Bir aziz gibi göründü gözüne. Daha yeni yeni tanışmalarına rağmen, o kadar çok sevmişti ki onu az önce yanlışlıkla yaptığı şey için daha da kızdı kendine. Bir yandan Mert'in nezaketini suistimal edip etmediğini düşünüyor, diğer yandan Tanrı'ya yalvarıyordu arayan Defne olmasın diye... O sırada Mert, Ayça'ya döndü. Yüzündeki kızgın ifade, birden yerini gülümsemeye bıraktı. Elindeki kahve fincanını kaldırıp, "Sana vermeyi unutmuştum," dedi. "Temiz fincan kalmamış başka, bundan içersin."
Ayça gülümseyerek Mert'in elindeki fincanı aldı ve hep birlikte balkona geçtiler.
Kahveler bitene kadar Ayça her zamanki halinden daha sessiz, Mert ise genelde olduğu gibi dalgındı. Cenk sessiz ortamdan bunalmış gibi iğneleyici bir tavırla, "Çok sevindim komşu olmanıza," dedi birden. "Gayet iyi anlaşıyorsunuz."
Mert, "Keşke seninle de anlaşsak..." dedi kendi kendine. Bu, Cenk'e küçük bir 'sus' uyarısıydı. Onun çok konuşması da kendisinin susması da normaldi ama yanında oturan komşusunun sessiz tavrı birden garip geldi. Kulağına eğilip, "Bir sorun yok değil mi?" diye fısıldadı.
Ayça, birden yere eğdiği kafasını kaldırıp, "Seni biri aradı," deyiverdi.
"Anlamadım?"
Ayça, endişeliydi ve utanıyordu. "Kendi telefonum sanıp açtım," dedi çaresizce durumu açıklamaya çalışarak. "Benim sesimi duyunca arayan kişi yüzüme kapattı. Sonradan fark ettim yanlış telefonu açtığımı..." Mert bir anda parladı. "Şimdi mi söylüyorsun bunu?" Telefonunu cebinden çıkarıp son arayanalar listesine girdi. Onun ne yaptığını anlayan Ayça çaresizce, "Gizli numaraydı... Görünmez," deyince Mert iyice sinirlendi.
"Ya Defne ise?" diyerek ayağa fırladı Mert, "Ya senin sesini duyup yanlış anladıysa ?" diye bağırmaya başladı. "Sikerim böyle işi..." Balkondaki eşyalardan birine tekme atıp, hışımla içeri girdi.
Mert'in içeriden bir şeyleri kırıp döktüğü gelen seslerden anlaşılıyordu. Sesi titreyen Ayça çaresizce kendini Cenk'e açıklamaya çalıştı. "Özür dilerim. Bilmeden yaptım... Sonra da korktum."
Cenk de ayağa kalkıp, içeri girmek için kapıya doğru yöneldi. "Gitsen iyi olacak. Ben onu sakinleştiririm."
"Gerçekten... Ben..." diyebildi sadece. Gözleri dolmuştu.
Cenk, Ayça'nın haline üzülüp yanına gitti ve ellerinden tutarak onu ayağa kaldırdı. Omuzlarından tutup, içten bir şekilde, "Senin bir suçun yok," dedi. "Bu konuda çok hassas... Onunla arkadaş olma konusunda istekliysen, böyle durumlara alışman lazım." Zorla gülümsemeye çalışarak, "İyi geceler," dedi ve içeri girdi.
Balkonda öylece kalakalan Ayça, ağlamamak için dişlerini alt dudağına geçirdi. İçeriden öyle şiddetli bir kavga sesi geliyordu ki, istemeden yarattığı kaos gözünü korkuttu. Elleriyle kulaklarını kapatıp, kendi balkonuna doğru yürüdü. İçeriye girip, aralarından öylece geçemezdi. Tek çaresi, balkondan kendi evine geçmekti. Normalde, oldukça kolaydı geçiş. Ama o an, tüm bedeni titrerken aşağı düşmekten korkuyordu.
Gücünü toplayıp, bedenini birkaç saniyeliğine kontrol altına aldı ve kendini yan balkona atıp koşarak evine girdi.
Yürürken bacaklarının titrediğini fark etti, koltuğa kadar gidemeyeceğini hissedip kendini halıya bıraktı. Yandaki evden yükselen sesler onun oturma odasına kadar geliyordu. "Cenk siktir git! Gerçekten hiç kimseyi görmek istemiyorum şu an," diye bağırdığını duydu Mert'in.
"İyice kendini kaybettin," dedi Cenk de yüksek sesle. Ayça kulaklarını kapadı. Ancak işe yaramadı. "Altı üstü bir arama... Nerden biliyorsun Defne olduğunu? İki ay sonra neden gizli numaradan arasın?"
Ellerini kulaklarından çekip kumandaya uzandı, televizyonu açıp sesini sonuna kadar açtı. İçinden kendine söverken herkesin işine burnunu sokan, fazla geveze biri olduğunu; kimsenin onu asla sevmeyeceğini, sevse bile bir hata yapıp onları da kendinden uzaklaştıracağını düşündü. Dolu gözlerinden birkaç damla yaş aynı anda düştü. "Kendimden nefret ediyorum," dedi sayıklar gibi. "Kaç defa konuştuk seninle Ayça, kaç kere söyledim sana biriyle tanışınca sus, çok konuşma diye!" Elini yumruk yapıp yere vurdu. "Bir kere de bekle, onlar seni tanımak istesin. Bir kere de bekle, onlar sana bir şey sorsun!" Yerdeki minderi alıp yüzüne bastırdı. Minder, ağzını kapamaya yetmemiş gibi, "Gerçekten tahammül edilemez birisin," cümlesi ile çınladı ev. "Seni kimse hayatında istemeyecek ve yalnız öleceksin!"
Birkaç dakika ağladıktan sonra, yüzüne iyice bastırdığını fark etmediği minder yüzünden nefes alamayacak gibi oldu. Televizyondaki ses, "Ünlü oyuncu Ege Karadağ ve güzeller güzeli Rüya Ergün'ün yeni dizisi yakında ekranlarda," dedi. Ayça, bir çığlık daha attı. Birkaç saniye içinde hüznü öfkeye dönüştü. Minderi var gücüyle fırlattı. Hızlıca ayağa kalkıp bilgisayarını kaptı ve photoshop programını açtı. Alelacele tasarladığı afişe seçtiği fotoğrafı yerleştirmeden önce, bir başlık yazdı.
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.