Geriye doğru öyle bir hızla döndüm ki az kalsın başım boynumdan ayrılacaktı. Gözlerim yanıyor, kulaklarım uğulduyor, yaşamakta olduğum şeyi çözmeye çalışırken güç bela ayakta duruyordum. Min, bana doğru ilgiyle eğildiğinde elimi ikimizin ortasına kaldırıp durdurdum onu. Çünkü içimde yankılanan ses konuşmayı sürdürüyordu. “Yıllardır seni bekliyorum, sonunda buldun beni!” Bu kez bir öncekinden de daha yoğun bir acı hissettim göğüs kafesimde. Ağlamaklı bir ses değildi bu, daha fazlasıydı. Acıdan uyuşmuştu, senelerini ölmek üzerede yaşamıştı sanki. “Gel buraya, yanıma gel Lima…”
Sonunda ayaklarıma söz geçirebildiğimde koşmaya başladım. Min, telaşla beni takip ederken kütüphaneden çıkıp iki kat merdiven inene dek durmadım. İçimdeki kasvet beni yavaş yavaş terk ederken holün kenarında durup nefeslerimi düzene sokmaya çalıştım çaresizce. Sanki içimdeki somut bir şey elleriyle kaburgalarımı kırarak aralıyor, ruhumun içinden sıyrılıp gitmeye çalışıyordu. Bana yetişen Min, o kadar merdiveni koşarak inmemiş gibi bir rahatlıkla, dizlerini hafifçe bükerek eğildi bir kez daha. Elini omzuma koyup temkinli bakışlarıyla yüzümü süzdü.
“Ne oldu birden? İyi misin?”
Var gücümle onu itip kesik nefeslerimin arasından bağırmaya başladım;
Min’i ve şaşkın bakışlarını orada bırakıp koşar adım yürümeye devam ettim ve odamı bulup yatağıma uzanana dek durmadım.
“Anne?”
Ulu Kütüphanenin orta yerinde dikilen siluete doğru koştuğum sırada tabanlarım cayır cayır yanıyordu. Tüy gibi salınan, bir bedenden çok hayalete benzeyen siluet benden kaçıyor, kaçtıkça bulunduğumuz ortam da şekil değiştiriyordu. Şimdi Kasımpatı Köyündeydik, meydandaki belediye binasının merdivenlerini tırmandı, ben de dur durak bilmeden yetişmeye çalıştım ona. Balkona çıktığında, sonunda onu kıstırabileceğimi düşünmüştüm ki kendimi Patriam’ın yüce çınarlarının arasında buldum. Karanlık gecede ona yetişmek için hızlanmaya çalıştığım sırada ayaklarıma dikenler battı. Açığı kapatıp bir kol mesafesine geldiğimde uzandım koluna doğru ama tutulacak hiçbir şey yoktu, havada asılı bir cübbeden ibaretti sanki.
Arkasını dönüp bana şefkatli bir bakışla baktığında karşımda duran kişinin annem olmadığını anladım.
O, Efsane Virtüs’tü.
Yerimden yarım metre sıçrayarak uyandığımda başımdaki keskin ağrıyla inledim. Dolabının önünde dikilmiş giyinmekte olan Somia telaşla bana doğru döndüğü sırada derin bir iç çektim.
“Bir şey yok, kabus gördüm.” Rahatsız bir ifadeyle gözlerimi ondan kaçırırken sırtımı duvara yaslayıp dizlerimi karnıma doğru çektim ve gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım.
Hazırlanmak için yataktan kalktığımda ilk olarak, henüz elimi sürmediğim küçük bavulu açtım. Burada giyersem taşlanacağım tarzda eski kıyafetlerim ve en altta tahta bir kutu vardı. Kutuyu açtığımda içinden annemin kendi elleriyle yaptığı ve bana şans getirmesi için verdiği keçeden kuş vardı. Bir de küçük not;
“Daha önce anlatamadığım için özür dilerim, belki şu an bana kızgınsın, korkuyorsun oradan ama zamanla anlayacaksın her şeyi, söz veriyorum. Kendine ve öfkene dikkat et Menekşe Çiçeğim, tekrar görüşeceğiz.”
Ağlamamak için birkaç kez üst üste yutkunmak zorunda kaldım. Bunun sırası değildi, Patriam Cehenneminden kurtulmanın bir yolunu ararken aklımı kullanmalıydım, duygularımı değil.
Buz gibi bir duş alıp elime geçen ilk şeyi, (keten, dümdüz bej rengi, dizimde biten bir elbise) giydim ve Somia ile birlikte, ilk dersime girmek için odadan ayrıldım. Artık üstüne düşündüğümde delirecekmişim gibi hissettiğim şeyler hakkında düşünmekten vazgeçmiştim. Bir süreliğine yalnızca hayatta kalmaya devam etmekti planım. Sonra da cehennem olup gitmek bu süslü hapishaneden.
Dersliklerin olduğu koridor, küçük, metal dolaplarla doluydu. Her öğrencinin dolabı kendi klanının rengine sahipti. Metal kapağı açıp benim için bırakılan ders kitabını aldım ve yanımda taşıdığım keçe kuşu iç taraftaki askılığa asıp ilk okul günümde bana şans getirmesi için görevlendirdim onu. Koridor kalabalıktı ve ben ilk günümle tıpa tıp benzeyen saçma muameleyi görmeye devam ediyordum. Buradaki öğrencilerin yeni kız dedikodusundan başka konuşacak şeyleri yoktu galiba. Beni baştan aşağı süzüp kendi aralarında gülen kızlar için bir sayaç taksaydım aynı gün içinde elliye vurabilirdi, belki de yüze. Umursamadıkça daha da hırs yapıyor, açık seçik şekilde dalga geçiyorlardı benimle. Dolaplarına yaslanmış, bana bakarak kıkırdayan üç kızın yanından geçerken, alaycı bir ifadeyle,
“Ben yokken çok sıkılıyordunuz bu okulda sanırım, keyfinize bakın.” dedim gülerek. Hayrete düşmüş, hatta biraz korkmuş ifadelerle bana baktıklarında keyfi yerine gelen kişi bendim bu kez.
Somia beni ilk derse gireceğimiz sınıfa götürürken yol boyunca bir şeyler anlattı ama ona kulak verebilecek bir ruh halinde değildim. Gözümün önüne sürekli, karşımda bir hortlak gibi dikilen Efsane Virtüs’ün uzun silueti geliyordu. Ufaktan deliriyormuş gibi hissediyordum kendimi. Sanki etrafımdaki herkesin ortak bir amacı vardı ve aklımı ne zaman kaybedeceğimi izliyorlardı merakla.
Sınıfa girdiğimizde ne tarafa bakacağımı şaşırdım. Tıpkı Ulu Kütüphaneye benzeyen, sanki günümüze değil de geçmişteki bir zamana aitmiş gibi görünen sınıf daha çok kraliyet sarayındaki bir salon gibiydi.
“Burası tarih sınıfı, o yüzden bu şekilde dizayn edilmiş.” Somia, beni orta kısımdaki bir masaya yönlendirdiği sırada konuşmaya devam etti. “Her derslik kendi dersinin temasını yaşatır çünkü Patriam’da eğitim oldukça kutsal görülür. PSA’nın bu kadar ince ve güzel detaya sahip olmasının da temel sebebi bu.”
Soldaki sandalyeye yerleşirken başımı ağır ağır sallayarak, onu dinlediğimi belli ettim. En azından Somia’ya sahibim diye düşünmeden edemiyordum. Sormama gerek kalmadan bana her şeyi anlatan, samimi bir şekilde yardım etmeye çalışan birileri vardı en azından.
Sınıf sonuna kadar dolduğunda kemerli ahşap kapı, sanki rüzgar değmiş gibi bir ahenkle, kendiliğinden kapandı. Birkaç dakika sonra da içeriye orta yaşlı, uzun boylu bir öğretmen giriş yaptı. Dalgalı saçları ve kumral teniyle epey yakışıklı görünen genç adam siyah kemik gözlük takıyordu ve üstüne kahverengi süet ceket giymişti.
“Günaydın Patriam’ın ulu ruhları. Bugünkü dersimizde Klanlar Savaşı’nın tarihi önemi ve atalarımızın bu yıkıcı süreçten aldıkları dersler hakkında konuşacağız. Başkentin şu anki güçlü varoluşunda yatan en büyük sebep bu savaş. Çünkü yaşayarak öğrenilenler, okuyarak ya da dinleyerek öğrenilenlerden daha kalıcıdır her zaman.”
Burnumdan soluyarak güldüğümde, bu düşünerek yaptığım bir hareket değildi. Burada yaşayan insanların dertlerini küçümsemeden edemiyordum. Temel ihtiyaçları bir kenara bırak, diledikleri her lükse sahip olan bu pembe tipler, canları sıkıldığı için savaş mı çıkarmışlardı bir de? Öğretmenin gözleri bir anlığına bana ilişti fakat hemen sonra anlatmaya devam etti.
“Önce iki klan arasında başlayan bu savaş ardından güçlenerek, herkesin bir taraf seçtiği ve tüm klanları kapsayan, yarım yıl süren bir trajediye dönüştü…”
“Biz yarın ne yiyeceğimizi bilmezken barış içinde yaşamayı bildik hep. Bunların derdi neydi ki?” diye söylendiğimde Somia bana sessiz olmam için uyarıcı bakışlar attı. Onu ilk kez bu kadar ciddi gördüğüm için kahkaha atacaktım neredeyse.
Dersin geri kalanında tarih öğretmenimiz uzun uzun savaş sürecini ve bu sürecin Patriam’a verdiği zararları anlattı. Ben de birkaç kez ‘oh olsun’ dedim içimden. Bir ara uyuyakalacaktım. O kadar sıkıcı ve manasız geliyordu ki bana Patriam ile ilgili her şey. Kendi kendilerini masal uyduran bir avuç ensesi kalın budaladan fazlası değildi buradaki insanlar, benim için. Neden buradaydım ona da anlam veremiyordum bir türlü. Kendimi ait olmadığı yerde açtığı için solan bir çiçek gibi hissetmeye başlamıştım.
Ders bitiminde öğrencilerin geri kalanı sınıfı hızlıca boşaltırken ben oyalanmayı tercih etmiştim.
Germian’ın elime tutuşturduğu, tuğla büyüklüğündeki iki kitabı taşımak için savaş verirken dengemi zar zor sağlıyordum. Koridora doğru dikkatli adımlarla yürüyüp dolabımın önünde dikildim. Alt tarafı iki kitap taşıyacağım diye kan ter içinde kalmıştım, böyle güç mü olurdu? Herkes önceden anlaşmış gibi, ‘güç içinde!’ safsatalarıyla kafamı karıştırıp duruyordu. Bir noktada gaipten sesler duymaya başlayacak kadar bulanmıştı zihnim. Hepsi, bu okuldaki imtiyazlı sınıfın dünyadan haberi olmayan, düşüncesiz çocuklarının suçuydu. Kimseye güvenmemem gerektiğini anlamam uzun sürmemişti neyse ki. Onlara, beni daha da kötü bir duruma düşürme hakkı vermeyecek, artık yalnızca kendi sağduyumu dinleyecektim.
Dolabımı açıp kitapları yerleştireceğim sırada yüzüme vuran beyaz tüylerle sarsıldım. Annemin kendi elleriyle yaptığı keçeden kuşun içindeki tüylerdi bunlar. Biri kuşumu yırtıp atmış, geriye küçük bir kumaş yığını ve uçuşan tüyler kalana dek parça parça etmişti… Kuştan geriye kalan kumaş parçalarını alıp avcumun içinde, kemiklerim kırılana dek sıkarken başımı sertçe sağ tarafa doğru çevirdim. Bir önceki ders arasında bana bakıp gülüşen kızlar aynı noktada dikiliyorlardı. Şu farkla ki, yüzlerinde hayrete düşmüş ifadeleri ve korkmuş gözleriyle bakıyorlardı bu kez bana. Sıktığım dişlerimle ve titreyen çenemle sırıtırken sandığımdan daha korkunç görünüyor olmalıydım.
“Kim yaptı bunu?” diye sorduğumda bağırmıyordum. Hatta az kalsın kahkaha atacakmışım gibi çıkmıştı sesim. Çarpık bir neşe, bir çeşit delilik hali… Öyle ki kızlardan biri kendini iki adım geri atarken korkudan eli ayağı titremeye başlamıştı. Tam üstüne yürüyecektim ki bir şey dikkatimi dağıttı, koridorun sağından sertçe viraj alıp bana doğru yürüyen uzun saçlı çocuk… Neydi adı? Bildiğim her şeyi unutmuştum sanki. Görüş açım bulanıklaştı sonra, dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissettim fakat beklediğimin aksine kapaklanmadım yere. Aksine, sanki daha sağlam basıyordum artık.
Ayaklarımın altındaki yer dönmeye başladığında ne olduğunu görmek için başımı aşağı doğru eğmeye çalıştım ama taş kesilmiştim adeta. Yer, katı bir zeminden evrilerek derin okyanus sularına dönüşmüştü sanki. Okyanusun dibindeki güçlü bir girdap gibi… Ayaklarımın dibinde sertçe dönüp beni içine çekiyordu.
“Lima… Lima…”
Duyduğum ses kulağımın dibinden geliyor kadar yakın ve net, bana iki kat yukardan sesleniyor kadar uzak ve pürüzlüydü.
“Lima… ipleri gör, uçlarından tut ve kendine çek… gücünün yularları onlar, bul onları…”
Beynim öyle bulanmıştı ki yaşamakta olduğum şeyi bile dakikalar sonra anlamlandırabilmiştim. Dikilmekte olduğum yer deliniyor, taşları oraya buraya savruluyordu. Elimin altındaki dolap bükülüp paramparça olmuştu. Oysa ki ben keçeden kuşu büktüğümü sanıyordum avcumun içinde… Derin nefesler almayı denedim, sanki günlerdir solumuyordum. Duyabildiğim tek sese kulak verdim. Gözlerimin önündeki karanlıkta herhangi bir şey aradım, uzaktaki iki ip ucunu gördüğümde yularlarımın orada olduğunu anladım bir şekilde. Bedenen olmasa da koştum, yuların ucuna ulaşıp tutana ve kendime doğru çekene dek…
Sonunda gücümü kontrol altına aldığımda ilk olarak kulaklarım duymaya başladı, koridordaki çığlıkları. Sonra gözümün önündeki perde kalktı, normal şartlarda yüksek özgüvenleriyle koridorda salınan öğrencilerin dehşete düşmüş yüzlerini, parçalanmış şık kıyafetlerini ve biraz da kan gördüm. İki güçlü kol tarafından tutulmasaydım olduğum yere yığılıp kalacaktım. Kime ait olduğunu bilmediğim kollar beni, kendi açtığım delikten uzaklaştırıp duvarın kenarına oturttu ve saliseler içinde kayboldu ortadan.
Biraz sonra, hayatımda duyduğum en sert ve gür sesi duydum, Müdüre Sierra’nın sesi…
“Lima Tarlus! Odama! Derhal!”
Aynı esnada, zihnimin içindeki en vicdanlı, şefkatli ve anaç sesle tanışıyordum. Ayağa kalkarken usulca tebessüm etmemin, içine düştüğüm durumdan hiç korkmuyor oluşumun temel sebebi buydu. Ruhumun içinde annemi bulmuştum sanki. Benimle sakince konuştu.
“Güçlerin gerçek… Yalan değilmiş, sen bir ruh savaşçısısın Lima…”
Müdüre Sierra’nın odası bir çeşit ateş hattından farksızdı. Onunla ilk tanışmamızdaki sakinliğinin aksine Sierra bugün duvarları inleterek bağırıyor, kıpkırmızı olmuş yüzüyle bana tehditkar bakışlar atıyordu. Arkamda dikilen Min ve Germian’ın an be an daha çok gerilen kaslarının seslerini duyuyordum adeta. Bense başımı öne eğmiş, ellerimi inceliyordum öylece. Yalnızca dakikalar önce hayatımın en büyük şokunu yaşamamış kadar sakindim dışarıdan bakıldığında. Ama ruhumda bir şey kaynıyor, göğüs kafesimin ortasına kadar tırmanıp fokurduyordu, içim alev alev yanıyordu. Ruh savaşçısı olduğumdan emindim artık, ve bilincim aksini iddia ediyor olsa da ruhum kabullenmişti bile, nasıl kabullenmeyecekti ki? Bir kere hissetmiştim o ağır gücü, bir kere delmiştim zemini, ve akıl sağlığımı.
“Ben biliyordum başıma gelecekleri de işte… Güvendim sana, annenden kalma sağduyuna güvendim! Yanılmışım! Sen babanın kızıymışsın! Ehlileştirmek lazım seni bir an önce yoksa baban gibi bela olacaksın başıma…”
Sierra’nın söyledikleri, içimde hiç bilmediğim bir noktaya dokunuyor, kendimden önce babamı savunmak için yanıp tutuşuyordum ama Müdüre bir konuda haklıydı. Annemden bana geçen sağduyu karşımda somut bir bedenmiş gibi dikiliyor, durduruyordu beni. Olayları daha da içinden çıkılmaz bir noktaya getirmememi sağlıyordu.
“Gücünün farkında bile değil Sierra, sence de fazla üstüne gitmiyor musun?” diye sordu Germian buz gibi bir sesle. “Önce bir sakin ol, onun bir suçu yok, sen de biliyorsun…”
Müdüre elini havaya kaldırıp Germian’ı susturmaya yeltendiği sırada Min sıkıntılı bir nefes verdi. O kadar sert bir nefesti ki ensemi yakıp geçti, beklemediğim bir anda.
“Onu öylece buraya getirip bireysel olarak hiçbir şey öğretmeden, asla denk olamayacağı kadar bilgiye sahip olan ve ruh savaşçısı anne babalar tarafından büyütülen çocukların arasına attınız! Gücünü kontrol etmeyi öğrenmeden ilk ruh uyanışını yaşayacağı belliydi!” Min’in yüksek bir tondan konuşmaya başlamasıyla odadaki herkes aynı şaşkınlıkla ona doğru çevirdi gözlerini. Tam da bu sırada, tıslamaya benzer bir gülüş duydum. Başımı hafifçe kaldırıp pencereye doğru baktığımda gördüm alaycı yüzünü. Odanın yarısı duvarla ikiye bölünmüş olan diğer kısmında, elinde birkaç dosyayla dikilen Daimon’un gözleri de bir anlığına benim yansımama kaydı. Bakışları tarafından temin edildim, bir anlık bir ifadesiyle etrafıma onlarca katmana sahip olan güvenlik duvarları inşa edilmiş gibi hissettim. Kollarım yoğun bir akıma uğramış gibi karıncalandığı sırada Müdüre Sierra, ateş atan gözlerini Min’e dikmiş burnundan derin bir nefes vermek ile meşguldü. Artık mevzu benden çıkmıştı sanki, Sierra, Min’e meydan okur gibi, üstten bir tavırla,
“Ona bir ay ceza veriyorum, Sızı Kulesine kapatılacak. Son kararım bu!”
Göz ucuyla Daimon’ın hafifçe kımıldayan ve kibir dolu bir form alan kaşlarını incelerken arkamda kalan Min bir hışım öne atıldı. Kulaklarına kadar kızarmıştı öfkeden.
“Min, sakin…” dedim fısıldayarak. “Beni isterse bin yıl kapatsın oraya, buradaki ucubelerle yüz göz olmaktansa kulede çürüyen prenses masalına dönüşürüm daha iyi.”
Daimon’un gülüşü bir kez daha kulaklarıma ilişti. Sierra ne söylediğimi duymaya çalışır gibi dikkatli bir ifade takınmış gözlerini kısarken Min beni tamamen duymazdan geldi. Müdüre Sierra’ya kitlenmiş, söylemek üzere olduğu sözler hariç her şeye karşı algısını kapatmıştı.
“Kız bir ayda delirir o lanet yerde! Ayrıca bu cezayı hak edecek büyüklükte bir suç işlediğini de düşünmüyorum. Ama mevzu Lima ile ilgili değil ki… Tarlus ile alıp veremediklerinizle ilgili…” Tiksinir gibi sarf ettiği sözlere karşılık Sierra deliye döndü. Eliyle kapıyı göstererek,
“Çık dışarı!” diye bağırırken titriyordu. Germian uzanıp Min’i tuttu ve geriye çekerken ihtiyatlı bir tavırla,
“Gençliğine ver…” dedi sayıklar gibi.
Tam da bu esnada Daimon odanın bizim olduğumuz tarafına damladı. Olanları duymamış, hiçbir sorun yokmuş gibi bir pervasızlıkla gülümsüyordu. Elindeki belgeleri Müdüre masasının üzerine koydu yavaşça.
“Amon’un değiştirmek istediği okul kurallarıyla ilgili belgeler. O imzaladı bile, siz de…” derken gözünün ucuyla kağıtları gösterdi. Öyle kendinden emin bir tavrı vardı ki Min bir kez daha öne atılacak oldu. Germian onu sıkıca tutarken,
“Sakın.” Diye fısıldadı kulağına doğru.
Sierra asabının bozuk olduğunu belli edercesine bir huysuzlukla belgelere imza atarken Daimon başını hafifçe bana doğru çevirdi ve yüzündeki gülümseme genişledi ansızın.
“Ayrıca Sızı Kulesinde bir ay mı… yapma ama Sierra, PSA o kadar da acımasız bir yer değil. Lima henüz misafir sayılır.” Sierra Daimon’a alttan, sert bir bakış attığında Daimon az kalsın kahkaha atacaktı. İmzası tamamlanmış belgeleri eline alırken umursamazca omuz silkti. Bir anlığına Sierra’ya göz kırptığını düşündüm ama göz yanılsaması yaşadığıma inanmak istedim, o kadar da uzun boylu değildi, dimi? “Üç gün yeterli olacaktır. Seremoniyi kaçırmasını istemeyiz. Eminim Amon da yeni bir öğrencinin, senede bir kez yapılan önemli bir töreni kaçırmasını istemeyecektir.”
Daimon herhangi bir cevap beklemeye gerek duymadan odadan ayrılırken Sierra da Min de burnundan soluyordu. Boş gözlerle etrafıma bakarken yaşanan hiçbir şeyin umurumda olmadığını ele veriyordum ve bu, Sierra’yı daha da delirtiyordu. Germian ve Min’e dönüp, dişlerinin arasından,
“Çıkabilirsiniz.” dedi. Germian, Min’i tutup odadan çıkarırken kapının önüne dek bana çaresiz bakışlar atmaya devam etti. Sierra bu kez, “Daria.” diye seslendi kapıya doğru. Asistan kız saniyeler içinde odaya girdiğinde, “Lima’yı görevlilere teslim et, Sızı Kulesi’ne götürsünler. Üç gün orada misafir olacak.” dedi, bana bir kez daha bakmadan.
Sızı Kulesi, adıyla müsemma, insanın tüm hücrelerine sızı veren iğrenç bir yerdi. Karanlık hücrenin yüksek tavanından gelen fısıltılar yüzünden her an delirmenin eşiğine geliyor, güzel anılarıma ve intikam planlarımı gerçekleştirme umuduna tutunarak ayakta kalabiliyordum. Tavandaki biri, “O Virtüs’ün kızı… Yemin ederim ki o, baksana…” diye fısıldadığında diğeri kısık bir kahkaha patlattı. “Keşke annesinin dizinin dibinden ayrılmasaydı… Yazık, çürüyecek… Ölmeden çıkarmazlar onu buradan.” Benimle alenen dalga geçen sesler bir bedene ait olmadığından burada savaşacak kimse olmadığına ikna etmiştim kendimi kısa bir süre önce. Yine de bu, sesler yüzünden kımıldayamıyor oluşuma bir çözüm sunmuyordu. Önüme konulan yemekleri yemeyi bırak su bile içemiyordum. Duvarın kenarında, cenin pozisyonunda büzüşüp kalmıştım. Ne kadar az kımıldarsam o kadar az konuşuyorlardı sanki. Ya da ben bulabildiğim tek çözüme tutunmak için böyle sanmaya devam etmek istiyordum. Hücrede herhangi bir pencere yahut dışarıyı görmemi sağlayacak küçük de olsa bir açıklık yoktu. O yüzden kafamdan saatleri tahminen ilerletmeye ve gece ile gündüzün hesabını tutmaya çalışıyordum. Pek başarılı olduğum söylenemezdi…
Saatler (belki de günler) sonra kulağıma ilk kez tavandakilerin haricinde bir ses ilişti. Küçücük bir çift ayak sesi. Başımı hafifçe kaldırdığımda gördüm onu. Kasımpatı Köyünde gördüğüm, bana yemek getiren karga… yine karşıma çıkmıştı. Ama nasıl? Dört duvardan ve kalın, kilitli bir kapıdan oluşan bu hücreye nasıl girmişti? Eli boş gelmemişti yine, ağzında o günkü gibi kendi hacmine kıyasla büyük bir şey taşıyordu. Bana iyice yaklaştığında, bunun, annemin yaptığı kuş olduğunu fark ettim. Parçalanmış kumaş özenle dikilerek bir bütün haline getirilmişti yeniden.
“Yok ya ben kesin tırlatıyorum…” diye sayıkladığım sırada karga keçeden kuşu önüme bıraktı. Yüzünde yine eğlendiğini belli eden, küstah bir ifade oluştuğunda ellerimle başımı çevreleyip derin nefesler almaya çalıştım. “Aklıma mukayyet olmam lazım… başka çarem yok, aklımdan başka kimsem yok…” Karga ince boynun hafifçe eğip yüzüme dikkatli bakışlar atarken küstah ifadesi silinmiş, yerini neredeyse insani bir hüzne bırakmıştı yarım saniyeliğine. Ardından üç küçük adımla dibime kadar girdi ve boynunu bana doğru uzatırken hafifçe havalandı. O an, boynundaki anahtarı fark etim ve gözlerim yuvalarından ayrıldı. “Nasıl yani?” dedim heyecanla fısıldayarak. Yavaşça boynundan çekip aldığım anahtarı bir süre şaşkınca inceledim. Sessizce ayağa kalktığım sırada tavan fısıldamaya başladı bir kez daha. “Ona üzülün, kaderine üzülün!” dedi tavan cinleri hep bir ağızdan. “Virtüs için ağlayın, kızının kaderine ağlayışına eşlik edin!”
Gözlerimi kapatıp derin nefesler alırken zar zor buldum yolumu. Kapıya ulaşmak üç yıl sürdü sanki. Anahtarı yuvaya sokar sokmaz oturdu ve adeta kendiliğinden çevrildi. Kapı önümde kolayca açılırken ağzımdan bir hayret nidası kaçmasın diye dudaklarımı kemirdim. Bu kadar kolay olması normal miydi? Birileri beni tuzağa mı düşürmeye çalışıyordu yoksa? Belki de halüsinasyondu bu da, tıpkı tavandaki sesler gibi…
Karga önümden küçük adımlarıyla yürürken ben olduğum yerde kalakalmıştım. Bir noktada başını çevirip, onu takip etmemi istediğini belli edercesine, ısrarcı bakışlar attı. Kesik bir nefes alıp Sızı Kulesinde kalacağıma tuzağa düşmeyi yeğleyeceğimi düşündüm ve küçük siyah şeyi takip etmeye koyuldum. Kuleden indiğimiz sırada sağ taraftaki küçük pencerelerden gecenin en karanlık saatlerinde olduğumuzu fark ettim. Herkes derin uykudaydı, etrafa ölüm sessizliği hakimdi. Parmaklarımın ucunda yürüyerek kuleden ayrıldığımda Karga’nın peşinden binanın batı kanadına geçtim. Burası dersliklere de yatak odalarına ve yemek salonuna da en uzak noktaydı. Bu tarafın ne için varlığına devam ettiğini dahi bilmiyordum açıkçası. Okula ne gibi bir katkı sağladığından haberim yoktu hiç.
Karga merdivenlere doğru yürüyüp alt kata yöneldiğinde onu takip etmeye devam etmek konusunda kararsız kaldım. Bir an sonra elimi kolumu sallayarak yatak odama dönemeyeceğimi fark ettiğim için eksi ikinci kata kadar indim ve Karga’yı görür görmez ilahi bir güçle açılan kapıdan bile içeri girmeyi sorgulamadım artık. Başıma daha fena ne gelebilirdi ki? Her şey aklımı kaçırmaktan daha iyiydi. Adım attığım odanın girişi bir çeşit depoya benziyordu. Sağım ve solum, tavana kadar üst üste konulmuş masa ve sandalyelerden oluşmaktaydı. Uzun bir koridor boyunca yüzlerce masa ve sandalye görmek tedirgin hissettirse de umursamama oyunuma devam ettim. Yolun sonunda gördüğüm sarı ışıkla az da olsa rahatladıktan birkaç saniye sonra, masa koridoru küçük, tatlı bir çalışma odasına açıldı. Yüksek tavanlı odanın sol duvarı tavana kadar uzanan kocaman bir kitaplıkla kaplıydı. Kitaplığın yanından masaya doğru uzanan iki rafta onlarca farklı boyutta ve şekilde cam şişe, şişelerin içinde rengarenk sıvılar bulunuyordu. Karşı tarafta maundan bir masa ve kahverengi deri sandalye vardı. Masanın önündeki duvara bazı bitki çizimleri ve ne olduğunu anlayamadığım reçeteler asılmıştı. Ben şaşkın şaşkın etrafı incelerken karga masanın üstüne tüneyip bana dikkatli bakışlarından birini daha attı. İki saniye sonra da kanatlarından yırtılmaya, beden formu hızlıca değişmeye başladı. Ben yerimden sıçrayarak çığlık atarken karga, Daimon’a dönüştü.
“Ne oluyor be?”
Daimon masanın kenarına oturmuş, istifini hiç bozmadan bacak bacak üstüne atmış, kollarını göğsünde çaprazlayıp bana doğru acır gibi bir bakarken nasıl nefes alacağımı ve vereceğimi hatırlamaya çalışıyordum. O anda gözlerim Daimon’un boynundaki kolyeye kaydı ve ben artık bağıramıyordum bile. Hayretten nutkum tutulmuştu. Daimon kaşlarını hafifçe çatarken ve dudağının kenarı alaycı bir tavırla kıvrılırken,
“Sen gömleğimin yakasına mı bakıyorsun?” diye sordu sahte bir kuşkuyla. Okuldaki derli toplu giyim tarzının aksine bu gece giymekte olduğu siyah saten gömleğin ilk üç düğmesi açıktı ve göğsünün yarısı ortadaydı ama bu şu an dikkatimi cezbedecek son mevzu bile değildi.
“Kolyen!” diye tısladım gözlerimi kısarak. Boynundaki kılıç şeklindeki kolyeyi insan formundayken bu kadar yakından görmek, kafamda parçaların oturmasına yaramıştı oldukça. “Sen! Karga!”
Odanın çıkış kapısına yakın bir yere ulaşmak bile önemli bir meseleydi çünkü kaç metre olduğunu tahmin edemeyeceğim kadar uzun bir masa sandalye koridorundan geçmiştim az önce. Daimon, kalkmaya hazırlanır gibi bir hareket yaptığında iyice telaşlanmış, elim ayağım birbirine dolaşmıştı. Kitaplığın olduğu tarafa doğru koşup ondan olabildiğince uzaklaşmaya çalıştım, bu sırada küçük bir çığlık daha kaçtı dudaklarımın arasından. Daimon sıkılgan bir ifadeyle gözlerini devirirken,
“Her şey normal bir benim Kargaya dönüşüyor olmam dehşet verici zaten…” diye söylendi. Tam ağzımı açıp bir cevap verecektim ki ayağım kitaplığın kenarına takıldı. Aynı saniye Daimon kalkıp beni tutmayı denedi ama o bile o kadar hızlı değildi. Şişelerin bulunduğu rafın üstüne düştüğüm sırada, Daimon’un ağzının içinde okkalı bir küfür sayıkladığını duydum. Zaten hemen sonra yere düşüp kırılan camların sesleri çınladı kulaklarımda. Etrafa keskin bir koku yayılırken, “Tebrik ederim cidden!” diye bağırdı Daimon beni bir hışımla kolumdan tutup çekiştirmeden hemen önce.
“Sus. Ve ağzını burnunu kapalı tut.” dedi tane tane konuşarak. Gözlerim irileşirken içgüdüsel olarak sözünü dinlemem gerektiğini hissettim, geceliğimin bilek kısmıyla burnumu kapatırken dudaklarımı da birbirine bastırdım sıkıca. Daimon beni arka tarafta kalan bir kapıdan geçirip daha küçük bir depo odasına soktu. Etraf onlarca farklı şekilde avizeyle kaplıydı. Işıl ışıl parlayan elmaslar, kapının altından sızan sarı ışıkla bir bütün haline gelmişti. Daimon beni bir duvar kenarına oturtup tam karşıma çöktü.
“Ben…” dedim ne diyeceğimi bilemeden. Hafiften başım dönmeye başlamıştı.
“Önce bir sakin ol. Devirdiğin şişelerden birinde güçlü bir halüsinasyon karışımı vardı. Sızı Kulesinden sonra yeni bir yanılsama krizini daha kaldıramayacağım. Bu yüzden zihninde mor bir kedi canlandır ve sadece ona odaklan tamam mı?”
“Ne yapayım ne yapayım?” diye sordum alnım kırış kırış olurken. Daimon’un ciddiyetle kurduğu cümleler bile basit bir şakadan ibaretmiş gibi hissettiriyordu. Burnundan kesik bir nefes verip kollarımı tuttu ve göz kontağımızı derinleştirmek istercesine öne doğru eğildi.
“Mor bir kedi. Hemen.”
Kollarım uyuşuyor, oturuyor olmama rağmen dizlerimin bağı çözülüyor, başıma ince ince ağrılar giriyordu. Kendimi zorlayarak mor kediyi canlandırdığımda bu kaç dakikamı almıştı kim bilir…
“Tamam.” dedim sayıklar gibi. Daimon rahat bir nefes alarak,
“Köyündeki çayırlarda koşuyor şu an, düşün.”
“Of… Daimon… Herkes bana acıyor… Bir de mor kediyle mi uğraşacağım?” dedim gözlerim kapanacakmış kadar ağırlaştığında. Daimon bir kez daha küfür etti kendi kendine.
“Kimse sana acımıyor, Sızı Kulesinin olayı o, senlik bir şey yok ki…” dedi sert bir tavırla. Sanki söylediklerinin ne kadar ciddi olduğunu anlamam için ilk kez böylesine sert bir tavra girmişti.
“Ama… babama bile acıyorlar… ben kızı olduğum için…” diye sızlandığımda Daimon, şoka uğramış bakışlarıyla yüzümü inceledi bir süre. Ardından yüksek perdeden bir kahkaha attı.
“Efsane Virtüs’e acımak için sebepler listesi olsa seni beş bin altı yüz yirmi dördüncü sıraya bile koyamazdık inan bana Lima. Çok üzgünüm ama baban sana kadar binlerce hatayla ve dertle uğraşmıştır, kendini bir şey sanma.”
Omuzlarım sarsılarak güldüğümde bu o an için kendimden beklediğim son hareketti. Derin derin nefesler alırken zihnimin orta yerine yerleşen mor kedi Patriam’ın ulu çınarlarının arasında koşturmaya başladı. Gözlerimi kapatıp kulenin tavanına yenildiğim gibi mavi renkli sıvıya da yenilmemek için zihnimi yalnızca güzel ve tatlı kediye odakladım. Sandığımdan daha başarılı olduğum için sönmüş özgüven haneme yeni puanlar eklendi ve ben biraz sonra kendime geldim tamamen. Daimon hala aynı yerinde, heykel gibi durmakta ve dikkatli bakışlarıyla ben incelemeye devam etmekteydi.
“Mor kedi işe yarıyor.” dediğimde dudaklarında, şimdiye dek gördüğüm en samimi tebessüm oluştu.
“İyi bari, ağlamalarınla uğraşacak halim yoktu pek.” Ona dik bir bakış attığımda burnundan soluyarak güldü.
“Eee, nedir senin olayın? Bu oda, şişeler reçeteler falan ne iş?” diye sordum arkama yaslanırken. Daimon kollarını göğsünde çaprazlayıp birkaç saniyeliğine düşündü.
“Ben PSA’nın okula kabul ettiği tek aiduvayım. Üstün yeteneklerim ve biraz da inekliğim sayesinde yalnızca ruh savaşçılarının geçebildiği sınavdan doksan üstü bir puanla geçtim. Yani ruh savaşçılarının da büyük bir kısmından üstte bir sıralamayla girdim bu okula…”
“Kendini överken ne kadar uzun ve ayrıntılı cümleler kuruyorsun…” diye sayıkladım baymış bir ses tonuyla. Daimon bana boş bakışlar attı, ve hemen sonra, söylediklerimi duymazdan gelerek,
“Aiduva ne demek onu da bilmiyorsundur sen şimdi. Benim olağanüstü bir yeteneğim yok, köyündeki insanlar kadar insanım. Yalnızca şaman atalarım kendilerini şifacılık konusunda geliştirmişler. Bu da ruh savaşçılarının dikkatini çekmiş ve atalarımı kendilerine sömürge yapmaktan çekinmemişler. O yıllardan beri her genç ruh savaşçısına bir genç aiduva atanır ve ömrünün sonuna dek o savaşçıya yardım ederiz. Kölelik gibi bir şey düşününce ama çok düşünmüyorum ben. En azından ömrümün sonuna dek hizmet etmek zorunda olduğum kişi Amon. Geleceğin kralı olması da bu okula, yani okulun sınavına girme hakkı verdi bana. Zekam kadar Amon’un da yardımı dokundu, hem bakma sen kafa çocuktur…”
“Amon’dan konuşmayalım, tedirgin ediyor beni. Her gördüğüm yerde tüylerim diken diken oluyor. Tuhaf, ürkütücü bir havası var. Ama seni görünce hiç öyle hissetmedim, insan olduğun için demek ki, bizdensin sen de.” Ben kendi kendime konuşur gibi ağzımdan art arda kelimeler akıtırken Daimon kendini tutamayıp güldü bir anlığına.
“Ne saçmalıyorsun sen ya, ne sizdeni? Lima… Hey!” dedi elini gözlerimin önünde, hızlıca sallayarak. “Sen ruh savaşçısısın, kabullen artık şunu. Yeri göğü deldin hala idrak edemiyorsun, inanılmaz bir delilik hali cidden…”
“Of uzatma tamam. Geçmiş midir şu şifa suyunun etkisi, içeri geçelim, daracık yere sıkıştık.”
Daimon başını yavaşça salladıktan sonra ayağa kalktı, ben de onu takip ettim sessizce. Çalışma odasındaki bordo berjerin varlığını yeni fark etmiştim. Bir süredir sert zeminde yattığım için onu, yumuşaklığını görmek bile mutlu etmişti beni. Kendi malımmış gibi bir rahatlıkla yerleşip arkama yaslandığımda ilaç gibi gelmişti koltuk. Daimon deri sandalyeye oturup bana doğru dönerek bacak bacak üstüne attı. Birden yaslandığım yerde dikleşip,
“Sen beni mi gözetliyordun Kargaya dönüşüp sapık herif!” diye bağırdım ani bir farkındalıkla. Daimon, bir şeyden midesi bulanmış gibi yüzünü buruşturarak,
“O tarafa yolum düşmüştü, açlıktan ölme diye iki lokma yemek verdim alt tarafı. Sapıklar seni açlıktan karnın ağrırken gözetlemezler Lima, emin olabilirsin. Hem kendini ne sanıyorsun sen tam olarak? Bu okulda tek sözümle ölene kadar benimle yaşamayı kabul edecek bin düzine kız vardır en az.” dediğinde kendimi tutamayıp,
“En az?” diye çıkıştım. Bu Amon ve Daimon Patriam’ın iki baş tanrısı falan ilan edilmişlerdi de benim mi haberim yoktu? Daimon burnundan soluyarak güldüğü sırada arkasına yaslandı.
“Ben geceleri uyumuyorum pek. Sen de hazır cezalıyken bana arkadaşlık edersin diye çıkardım seni oradan. Komik bir tipsin, diğer ruh savaşçıları çok kasıntı bu okulda beni eğlendirebilen kimse yok. Ama sen büyüdüğün köyün havasından suyundan mıdır nedir beni güldürmeyi başarıyorsun bir şekilde.” Dudaklarım istemsizce bükülürken kollarımı göğsümün üstünde birleştirdim.
“Soytarı mıyım ben, bu yaştan sonra aiduva mı eğlendireceğim?” diye söylendim yaşlı teyzeler gibi. Daimon sıkılgan bir tavırla önüne döndü ve sessiz kalmayı tercih etti. Masanın önündeki reçetelerden birinin üstüne birkaç tane not geçti. Aradan geçen uzun dakikaların ardından aklıma gelen ani fikirle öne doğru eğildim.
“Tamam, eşlik ederim sana.” dedim uysal bir ses tonuyla. Daimon yavaşça dönüp yüzümdeki ifadeyi inceledi, ciddi miyim değil miyim diye. Başımı hafifçe öne eğerek, net bir tavır takındım. “Ben seni eğlendiririm, yani artı bir şey yapmam da durduğum yerde ne kadar güldürebilirsem… Buna karşılık sen de bana ipleri öğret. Ruhumdaki yularları ve onları nasıl kontrol edebileceğimi anlat. Anlaştık mı?”
Yoklama saatinden önce Sızı Kulesine geri dönmem gerekiyordu. Daimon odasında kısaca volta attıktan sonra aradığı fikri bulmuş gibi bir ifadeyle sağındaki dolabı açtı.
“Al bunu.”
Bana doğru uzattığı şeye birkaç dakika boyunca bakakaldım. Daha önce hiç görmediğim bu cisim gördüğüm hiçbir şeye de benzemiyordu.
“Ne yapacağım bununla?” diye sorduğumda Daimon, sahte bir bıkkınlıkla nefes verdi ve dizlerini kırarak yere çöktü. Yüzlerimiz aynı seviyeye geldiğinde elindeki cismi başımın üstünden geçirerek kulaklarıma taktı.
“Kulaklık bu, Sızı Kulesindeyken hiç çıkarma kulağından, bak şuradaki tuşa basınca müzik açılıyor. Tavan cinlerini dinleyeceğine bunu dinle. Yarın sabah gelir alırım seni.”
Sızı Kulesine, omzuma tünemiş bir kargayla girdiğimde ve o beni kulede yalnız bırakmadan önce kara gözlerini boynumdaki kulaklığa diktiğinde, bulduğu çözümün böylesine işe yarayacağını tahmin etmemiştim. Kulaklarıma yayılan melodinin hangi müzik aletine ait olduğunu bilmiyordum, birbiri ardınca çalan şarkıları hangi kadınların ve erkeklerin söylediğini bilmiyordum… Bildiğim tek şey Sızı Kulesi inşa edildiği günden bu yana, en huzurlu misafirini ağırlıyordu. Sesler yok olmuştu, geriye derin anlamlar taşıyan şarkı sözleri kalmıştı. Kasımpatı Köyünü düşündüm biraz, oradaki insanlar müziğin bile en basitine sahip olmak zorundaydı. Uzakta bir yerde böyle şarkılar söylendiğini bilseler nasıl hissederlerdi kim bilir… Gözlerimi kapatıp doğup büyüdüğüm evi hayalimde yaşamaya çalıştığım sırada burnuma bir koku doldu. Pembe kasımpatıların kokusu… Hayretle uzandığım yerden doğrulup etrafıma baktım. Koku çok yakındaydı. Elimi cebime atıp kontrol ettiğimde buldum iksir şişesini. Üzerine bir not yapıştırılmıştı,
“Bunu üzgün hissettiğin anlarda kullan diye hazırladım. Sürekli başıma ekşime diye ufak bir çözüm, kendi huzurum için.”
Yüzüme, istemsizce oturan gülümsemeyi hızlıca silip şişeyi açtım ve bileklerime sürüp yeniden uzandım. Koku etrafıma hoş bir yoğunlukla yayılırken, o gece günler sonra ilk kez, annemle aynı odada uyudum.
Ertesi gün, zihnimin içindeki tanıdık sesle uyandığımda, uzandığım yerde hafifçe irkildim. Ses tonundaki keyifli tınıdan deli gibi sırıttığı anlaşılıyordu.
“Lily… gece boyu böyle aptal aptal gülümseyeceğini bilseydim okula ilk geldiğin gün verirdim sana bu kürü.”
Huzurla dolu uykumdan kendimi zar zor koparıp etrafıma baktığımda beş adım ötemde dikilen kargayı gördüm ve istemsizce gözlerimi devirdim. Fakat yüzümdeki gülümseme duruyordu hala, yerli yerinde.
“Lily?” diye sordum onun peşinden sarsak adımlarla yürüyüp kuleden ayrılırken. Daimon, çalışma odasına ulaşıp insan formuna geçene kadar konuşmadı. Sonunda, rahat bir tavırla masasına yaslanıp,
“Tıpkı bir zambağa benziyorsun, şu sağlıksız beyazlığına bak.” diye yanıtladı dakikalar sonra. “Ben insanlara isimleriyle seslenmem pek. Lakap bulmak konusunda iyiyimdir.”
“İltifat mı aldım hakaret mi yedim, anlamadım.” dedim kendimi tutmaktan vazgeçip kıkırdadığım sırada. Neden gardımı indirdiğimi bilmiyor, indirmiş olmaktan rahatsızlık duymuyordum. Daimon’un yanında bu okuldaki kimseyle hissetmediğim bir güven, hatta düpedüz rahatlık hissediyordum. Sanırım sahip olduğu kusurlu insan yanıyla ilgiliydi. Bir şekilde tanıdık geliyordu bana, eskiden tanıdığım genç oğlanları, bazen de yetişkinliğe yaklaşmış abileri hatırlatıyordu.
Kahvaltı için bana biraz çörek ve yaban mersini çalmıştı yemek salonundan. Çalışma masasının kenarına oturup atıştırırken o da önündeki kağıtları düzenlemeye koyuldu. Çekmecesinden çıkardığı gözlükleri gözüne taktığında biraz şaşırdım ama soru sormadım. Sessiz ve iyi hissettiren bir sabahtı, birçok açıdan.
“Aaa şuradaki kitap…” Kitaplığın orta rafındaki tanıdık cildi gördüğümde kaşlarım çatıldı. “Odamdan kitap mı aşırdın Mon?” Hayretle kalkıp kitabı elime aldığımda emin oldum. Bu, Min’in bana okumam ve bir şeyler öğrenmem için verdiği kitaptı. Daimon huzursuz bakışlarını yüzüme dikerken,
“Aynen işim gücüm yok arada odana girip kitaplarını çalıyorum, kıyafetlerini falan da kokluyorum hatta!” Gözlüğünü burnunun üstüne doğru itti ve ayağa kalkıp hangi kitaptan söz ettiğimi anlamak için bana doğru döndü. Yüzünde aniden oluşan sırıtış öyle alaycıydı ki insanı yerin on kat dibine sokabilirdi birkaç saniye içinde. “Cehaletin de bu kadarı… Okulda bu kitaba sahip olmayan öğrenciyi döverler kızım, PSA 101, birinci sınıfta ezberleyene kadar okur herkes bunu.”
Mahcup bir ifadeyle dudaklarımı bükerken masanın kenarına zıplayıp oturdum.
“İyi be! Her şeyi en çok sen biliyorsun, taç da takalım mı?” Kitabı kucağıma yerleştirip kapağını açtığımda kaşlarım şaşkınlıkla gerildi. Sayfalar tamamen boştu. Bu kez ben alaycı ifademi takınıp sırıttığımda, “Çok manidar…” dedim. “Tabii ruh savaşçılığı bomboş bir mevzu olunca kitabı da boş bırakalım demişler, anlıyorum.”
Daimon yanıma oturup kesik bir nefes aldı. Bir şey söylemek ister gibi bir hali vardı ama son anda vazgeçti. Sanki bana acıyıp laf sokmakla uğraşmak istememişti.
“Kapat gözlerini, ellerini böyle koy.” dedi bileğimden tutup sayfanın ortasına yerleştirirken. “Zihninde dolaş biraz, yürüyormuş gibi düşün ama ayaklarına ihtiyaç duymadan.” Sözünü dinleyip gözlerimi kapattığımda karanlığın içinde gezinmeye başladım. “Kitabı hisset, ne yazdığını merak et, okumayı iste.” Adım adım uydum yönergesine. Parmaklarımın ucu karıncalanmaya başladığında şaşırdım, içim bir hoş oldu. “Tamam, şimdi aç gözlerini.” Bakışlarımı önümdeki sayfaya diktiğimde dudaklarımdan bir hayret nidası koptu. Artık harfler vardı orada, kelimeleri ve cümleleri oluşturuyordu.
“Nasıl yani? İksir falan mı serptin üstüme, ne yaptın kaşla göz arasında?” Hayretle kısılan sesim, sık nefeslerimin arasına karıştı. Daimon burnundan soluyarak güldü.
“Bir noktada kabullen şu ruh savaşçısı mevzusunu ya… Sen başardın bunu, içindeki güçle. İksire falan ihtiyacın yok ki.”
İkimize de uzun gelecek bir süre boyunca sessiz kaldım. Sonunda dönüp Daimon’a baktığımda onun da dikkatli bakışlarının benim üstümde olduğunu fark ettim. Kesik bir nefes almaya çalıştıktan sonra, “Bana ipleri de öğret o zaman. Bir daha Sierra’nın azar seansıyla uğraşmak istemiyorum.” dedim, uysal bir tavır takınmaya çalışarak. Daimon haklıydı sanırım, kimse bana yalan söylemiyordu. İçimde bir güç taşıdığım netleşmeye başlamıştı zihnimde. Germian da haklıydı, sistemi yok etmenin ilk adımı o sistemin bir parçası olmaktı. Madem güçlü bir savaşçıydım, bunu layığıyla yapacak ve sistemi, beni içine çektiğine pişman edene dek durmayacaktım.
Daimon ayağa kalktı. Bileğimden tutup beni de kaldırdı.
“Sakinleşmekle başla Lily.” Avcu bileğimden koluma doğru bir tüy gibi yükselip üst kolumu tuttu. Yavaşça arkama doğru geçti ve kulağıma eğildi. “Bir kez daha gözlerini kapat.” Daimon neden bu kadar yakındaydı? Kalbim neden ağzımın içinde atıyordu? Sakinleşmemi söylerken yaptığı hareketler tam tersini istiyormuş gibiydi. Kolumu hafifçe yukarı kaldırdı. “Orada, on adım ötende bir ip var, görüyor musun?” Başımı iki yana doğru sallarken usulca yutkundum.
“Karanlıktan başka bir şey göremiyorum.” dedim alt tondan bir sesle.
“Bu tarafa doğru dön bakayım.” Beni boştaki eliyle belimden tutup sağa doğru çevirdiğinde nefesimi tutmaktan başka çarem yoktu. “Kulağımı katlettin Lima, kalbinin sesine sahip çık biraz.” diye söylenirken elini belimden çekti. Beni yanlış anlamasından deli gibi korkuyordum ama şu an yoğunlaşmam gereken daha önemli konular vardı. Başımı kaldırıp etrafı kolaçan ederken Daimon söylenmeye devam ediyordu, “Anladık ilk spritüel deneyimlerini yaşarken heyecanlanıyorsun da bedenimi sana uyumladım ve ben bir insanım… Senin yüzünden taşikardi geçireceğim…” Rahat bir nefes verirken bir kez daha önüme doğru baktım ve gördüm onu. Aniden koşmaya karar verdiğinde ayağımı fiziksel olarak yukarı kaldırdım heyecandan. Daimon beni sıkıca tutup duraklattı. “Duvara toslayacaksın…” dedi kulağıma doğru kıkırdadığı sırada. “Sakin ol Lily…” Heyecanımı bastırıp karanlığa doğru ihtiyatlı adımlar attım. “Şimdi bana aklına gelen ilk şeyi anlat. Bu ipin ucunun nereye bağlanacağına bir bakalım.” Direktifini duyar duymaz, neredeyse hiç düşünmeden konuşmaya başladım. Sanki ağzımdan çıkacak şeyin ne olduğuna ben değil ruhum karar veriyordu.
“Annem bana Menekşe diye seslenir hep, saçlarım bir menekşe çiçeği kadar siyah olduğundan…” Sırtımı istemsizce Daimon’un göğsüne yaslarken kesik bir nefes verdim. “Lily… ikinci kez çiçek oluyorum, bu biraz manidar… Annesinin gece karası gördüğü kız… Yeni arkadaşının zambak beyazı gördüğü kıza dönüşüyor. Hem de içindeki öfkeyle yeri göğü deldiği günün ertesinde… Kendisini ilk kez böylesine siyah hissettiğinde…” Daimon bir heykel kadar hareketsizce durdu uzun dakikalar boyunca, ardından iki kolumu birden yukarı doğru kaldırdı. Sanki beni bir kukla gibi oynatıyor ve bu yolla, bana zihnimin içinde nasıl hareket edeceğimi öğretiyordu.
“Tut onları.” Kulağımı yakan nefesi beni derin bir uykudan uyandırır gibiydi. Uzanıp önümdeki iki ipin ucunu sıkıca tuttum ve bir saniye sonra sert bir fırtınanın içine düşmüşüm gibi sürüklendim kilometrelerce. Sonunda Ulu Kütüphanede buldum kendimi, efsane Virtüs’ün tablosunun asılı olduğu odada; karşımda tablo değil babamın ta kendisi vardı.
Altımdaki yer sallanmaya başladığında Daimon bana sıkıca sarılıp yüzünü omzuma gömdü. “Hey, hey, hey… Sakinleş Zambak çiçeği… karşındaki baban alt tarafı. Dinle bir, ne diyecek bakalım…” Daimon dün gece kulağımda çalan huzurlu şarkılar gibi konuşuyordu. Gözlerimi iyice sıkıp derin bir iç çektim. “En büyük korkularınla yüzleşecek kadar büyümedin, sonra gel.” dedi Virtüs bu sırada. Üstten bir bakışla yüzümdeki ifadeyi süzdü. “Sadece… bu fikre alışsan iyi olur, sen babanın kızısın.”
“Hayır!” Avazım çıktığı kadar bağırdığım sırada Daimon beni geriye doğru çekti, adeta üstüme düşecek bir kayadan koruyormuş gibi üstüme kapandı. “Lima, o gerçek değil, o baban değil…” diye fısıldarken bir yandan da avcunun içini kollarımda dolaştırıyordu nazikçe. Başının kenarını benim başımın kenarına yaslarken kesik bir nefes aldı. “O sensin.”
İçimde biriken duygular boğazıma kadar tırmanıp beni hıçkıra hıçkıra ağlatmaya başladığında Daimon defalarca kez aynı şeyi söyledi, “İpleri bırakabilirsin, kendini rahat bırakabilirsin Lily…”
Gözlerim yavaşça açılırken karşımda hayal meyal gördüğüm siluetin kime ait olduğunu biliyordum, hiç korkmadım o yüzden. Burnumun kenarında tuttuğu tütsü genzimi yakıyordu ve yüzü netleştikçe hiç görmediğim endişeli ifadesi boğazıma birkaç düğüm daha atıyordu. Elimin tersiyle tütsüyü yavaşça iterken Daimon’un kolundan tutundum ve acele etmeden doğruldum.
“Biraz kahve iç, daha iyi olursun.” dedi sakin tavrıyla. Elindeki zift rengi kahveyi alıp yavaş yavaş içmeye başladım.
“Yine koridordaki gibi küçük çaplı bir felakete yol açacaktım. Odanı mahvedecektim…” diye söylendim yarı kapalı gözlerimle.
“Gayet iyi gittin Lily, bu yalnızca ikinci seferindi. Hiçbir şeye zarar vermedin, sesimi duymaya devam ettin, daha da önemlisi sözümü dinlemeye… Tahmin ettiğim kadar dirayetli bir ruhun var, ama bunu Sierra, Min, o geveze oda arkadaşın dahil kimse bilmemeli. Gücünü bir daha insanların içinde kullanmaman için seni eğitmeye devam edeceğim ki kendini koruyabil. Gücünün yüceliğini anlarlarsa bunu kullanmaktan çekinmezler.” Bir anda suratı asıldı Daimon’un. Aramızdaki tuhaf hava öyle boğucuydu ki gözlerimi ondan kaçırdım, ağır hareketlerle ayağa kalkıp odanın çıkışına doğru yürüdüm.
“Ben kuleye döneyim artık.” diye geveledim ağzımın içinden.
“Az önce konuştuğum şeyleri sadece düşündüm mü ben, ne oluyor?” diye söylendiğinde dudaklarımı içeri bükerek güldüm sessizce. Omzumun üstünden, ilk kez çok sevimli görünen yüzüne bakıp,
“Böyle korumacı, ilgili tavırlar sende eğrelti duruyor Mon, benimle, bulabildiğin her açığımla alay ederken daha samimi bir tiptin…”
“Eğitmenin olduğum için gözüm korktu her anlamda, anlık bunalım yaşıyorum, insana bu kadarcık duygu da çok görülmez!” diye sızlandığında omuzlarım sarsılarak güldüm.
“Teşekkür ederim… eğer kronik depresyona falan sebep olmayacaksam öğretmeye devam etmeni isterim ben de elbette.”
“Doğru düzgün tanımadığı adamla ilgili yaşadığı baba sorunları yüzünden kronik depresyona düşme ihtimali oldukça yüksek olan kişi ben değilim.” dediğinde, yüzünde o tanıdık çarpık sırıtış oluştu. Odadan çıkmadan önce, sahip olduğum tüm neşe dudaklarımın ucunda toplanmış gibiydi.
“Ha şöyle.”
Sonraki gün öncekilerin hemen hemen aynısıydı. Daimon bu kez daha basit, kılçık kadar ince ipler buldurdu bana, uçları beni ağlatacak yollara çıkmadı. Küçük çaplı depremlere de sebep olmadım. İpleri gördüğümde eskisi kadar stresli hissetmemeyi, gücümü öğrendikçe bu iplerin yüzlercesiyle muhatap olmam gerektiğini yavaş yavaş öğreniyordum. Ertesi gün görevliler gelip özgürlüğümü ilan ettiler. Kulenin uzun ve ince merdivenlerini inip kemerli kapısından kendimi dışarı attığım sırada okulun yönündeki şapele doğru bir karga uçtu…
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.