Kuru otların üstüne uzanmanın birkaç olumsuz yanı vardı; Öncelikle sırtına envai çeşit dikenli ot batarken bir türlü tam anlamıyla rahat edemezdi insan. İkincisi, Kasımpatı Köyü'nün çorak ve kurak iklimi düşünülünce yüzüne vuran rüzgar ferahlatıcı olmaktan çok uzak, bunaltıcı bir sıcaklığa sahip oluyordu. Üçüncü ve en can sıkıcı olumsuzluk ise insanı içten içe yiyip bitiren açlık hissi dümdüz uzanırken daha hissedilir bir hale geliyordu. Son olarak da uzaktaki şehirden sonraki en büyük düşmanım olan sinekler tarafından bacaklarımın onlarca farklı noktadan aynı anda ısırılmasını örnek verebilirdim. Ama şöyle bir düşününce... Sırtıma batan her ot parçası bana yaşadığımı hissettiriyor, henüz açlıktan ölmediğimi, hala yanabilecek bir canımın olduğunu hatırlatıyordu bana. Sıcak akşam üstü rüzgarı yüzüme değdikçe çocukken annemle oynadığımız bir oyunu anımsıyordum. Ferah rüzgarları anlatmıştı bana, serin şehirleri, gözlerimi kapatıp öyle bir yerde olduğumu hayal etmemi istemişti. İnsan daha önce yaşamadığı bir deneyimin hayalini nasıl kurabilirdi ki? Yine de annemin sözünü dinleyip gözlerimi kapatmış, saniyeler içinde rüzgarın seyri değiştiğinde hayrete uğramıştım. Birkaç saniyeliğine de olsa yaşadığım yerde değil, serin kentlerden birindeydim o an. O günden sonra da zaman zaman bunu denemiş bazen başarısızlıkla sonuçlansa da çoğunlukla yaşamıştım o kısa ferahlık hissini. Açlığım söz konusu olduğunda herhangi bir olumlu yön göremesem de sineklerin adına mutluydum. En azından beslenecek bir şeye sahiptiler, besin kaynağı ben olsam da Kasımpatı Köyü'nde karnı doyan birileri olduğunu bilmek güzeldi.
Başımı hafifçe sağa doğru çevirip uzaktaki şehrin göğe kadar uzanan surlarına baktım ve sessiz bir iç çektim. Surların üstünde dikilen bekçiler kımıldayan noktaları andırıyordu bu mesafeden. Dağların üstüne çökmeye başlayan karanlıkla birlikte, dakikalardır hafif hafif parlayan ışıklar belirginleşti. Bu ışıklar kaynağı belli olmayan bir noktadan patlıyor ve tane tane aşağı dökülüyordu. Ne olduğunu bilmesem de daha önce de şahit olduğumdan tanıdık geliyordu. Özellikle senenin bu zamanları, birkaç farklı günde patlayan ışıkları her izleyeşimde kafam allak bullak olurdu çünkü yaşadığım köydeki her ev, geceleri tek bir odayı aydınlatabilecek kadar ışık hakkına sahipti. Gaz lambaları için verilen malzemelerin senelik istikakı bile belirlenmişti. Uzaktaki şehre karşı duyduğum kin için her gün başka bir sebep bulmak mümkündü. Aldatıcı bilinmezliği sinirlerini yıpratıyordu insanın.
Tam yattığım yerden kalkıp evimin yolunu tutmaya karar vermiştim ki başımın yarım metre ötesindeki karaltıyı fark ettim. Sola doğru hızlı bir refleksle döndüğümde göz göze geldim parlak tüylü Karga ile. Benden daha temiz ve besili görünüyordu. Uzaktaki şehrin bir parçası olduğu her halinden belliydi. Bizi kendilerine adeta sömürge yapmış olan devletin bir uzantısıydı bu kargalar. Muhbirlik yapmak için ara ara köyümüze gelir, dikkatli bakışlarını üstümüze dikip hala iyi ve sadık bir köle olup olmadığımızı kontrol ederlerdi.
Ağzımdan sağlam bir küfür çıkacakmış gibi hissettiğim için dudaklarımı birbirine bastırdım. Tam kargayı görmezden gelip ayağa kalkacaktım ki bana doğru iki çekingen adım attı. Gölgelerin arasından sıyrıldığı an fark ettim gagasının ucunda tuttuğu kese kağıdını. Başını ağır hareketlerle aşağı eğip küçük paketi önüme bıraktı. Boynunda sallanmakta olan gümüş kolyeyi de böylece görmüş oldum. Kahverengi bir kabzaya sahip olan ve üstündeki, karanlıkta parlayan desenler yüzünden bir anlığına büyülendiğim minyatür bir kılıçtı bu. Kınının içinde duruyordu ve her açıdan çok şık görünüyordu.
"Adamların kuşlarına taktıkları takıyı biz üç ömür para biriktirsek satın alamayız..." diye söylendim. Bir şey oldu o an. Karşımda dikilmeye devam eden karganın gözlerinde, ancak bir insana ait olabilecek türden eğlenen, alaycı bir parıltı gördüm. Sanki bir çift dudağa sahip olsa kulaklarına kadar kıvrılırdı o an dudakları. İstemsizce kaşlarım çatılırken tedirginliğimi gizlemek için gözlerimi kaçırdım ve uzanıp önüme bırakılan kese kağıdını açtım. Açar açmaz etrafı öyle güzel bir koku sardı ki az kalsın ağlayacaktım. Hayatımda gördüğüm en güzel yemek duruyordu karşımda. Bir parça et olduğunu görebiliyordum ama yine de daha önce gördüğüm ağır kokulu soluk etlerin hiçbirine benzemiyordu. Senede bir kez, yalnızca doğum günümüzde et yemeye hakkımız vardı. Ve bu köydeki en iyi et, hastalıktan ölmek üzere olduğu için kesilen bir koyuna yahut oğlağa ait oluyordu. En besili, genç danalar ve sığırlar uzaktaki şehir için hazırlanır, her hafta titizlikle sevkiyat sağlanırdı. Bu et, onlardan birine ait olmalıydı. Kaç gündür doğru dürüst bir şey yemediğimi düşündüm. En son geçtiğimiz hafta cuma günü bol sulu bir lahana çorbası içmiştim. Ve artık kurak köyümde, karnımı dolduracak yeşermiş bir ot kökü aramaktan çok yorulmuştum.
Karga, dik bakışlarını üstümden ayırmıyor, sanki ben yemeden buradan ayrılmayacakmış gibi ısrarcı bir enerji veriyordu.
"Beni zehirlemek için mi gönderdiler seni? Yoksa uzaktaki şehre içimizden sövmek de suç teşkil etmeye başladı da benim mi haberim yok?"
Aynı alaycı ışıltı... Fakat bu kez içinde tarif edemediğim bir sıcaklık barındıran farklı bir ifade daha... Bir karga nasıl böyle çeşitli mimiğe ve duyguya sahip olabilirdi ki? Usulca iç çektim. Sert yutkunmalarım yüzünden boğazım ağrımaya başlamıştı. Elimin altındaki et parçasına daha fazla karşı koyamayacağımı biliyordum içten içe. Eğer bu et beni öldürecek bir şey barındırıyor olsa bile... En azından tok ve mutlu ölürdüm. Karga'ya korkularımı çaktırmamak için umursamaz bir tavır takındım ve dirseğimin üstüne yaslanmadan önce, abartılı bir pervasızlıkla omuz silktim.
"Aman ben neler yedim, zehir benim bünyeye girince öyle bir şok geçirir ki kaçacak yer arar, kendi kendini sindirir muhtemelen..."
Karga ile değil de kendi kendime konuşuyormuş gibi davranmaya çalışıyordum çünkü bu bile daha mantıklı bir seçenekti. Bir Karga'yı bu denli ciddiye almış olmak bir açıdan delirmenin kıyısında gibi hissettiriyordu. Daimi bir açlık, bir noktada insanı delirtebilir miydi acaba?
Daha fazla oyalanmadan eti tutup tek lokmada attım ağzıma. İlk ısırığımla gözlerim yaşardı. Hayatımda buna yakın lezzette bir şey bile yememiştim. Gözlerimi sıkıca kapatıp bir kargaya karşı aşağılık hissetmekten korktuğum için yüzümü dizlerime gömdüm ve dakikalarca çiğnedim lezzetli eti. Sonunda yutmak için hazır olduğumda karnımdaki boşluk öyle güzel dolmuştu ki rahat bir nefes aldım ve başımı yavaşça kaldırdım.
Karga gitmişti.
Eğimli yokuştan aşağı doğru koşup eve giderken uzun zamandır hiç olmadığım kadar tok ve mutlu hissediyordum. Karnımdaki o tanıdık ağrı yok olduğunda yüzüme oturan neşe ve bütün sorunlarımı, sonsuza dek çözmüş olma hissi en fazla birkaç saat sürecekti. Ben de bu birkaç saatin tadını çıkarmaya karar vermiştim. Köye yaklaştıkça beliren tek katlı, küçük ahşap evlerin tanıdıklığı beni daha da huzurlu hissettirmişti. Ta ki o evlerin önünde dikilen komşularımın endişeli bakışlarını ve havada somut bir şekilde hissedilen korku duygusunu fark edene kadar...
Önünden geçtiğim her evin önünde dikilen her insan bana benzer bakışlar attığından ve bu bana, komşularım tarafından acınılası bir duruma düşmüşüm gibi hissettirdiğinden göğsümün ortasında bir çeşit korku filizlenmiş kökleri, dallanıp budaklandıkça anneme bağlanmıştı. Adımlarımı hızlandırıp eve doğru son sürat koşmaya başladığımda zihnimdeki ses bağıra çağıra aynı cümleyi tekrar edip duruyordu, 'Anneme ne oldu? İnsanlar bana neden veremedikleri bir kötü haber varmış gibi bakıyorlar?'
Evime az bir mesafe kala, kapının önündeki siyah arabayı fark ettim. Kasımpatı Köyüne devasa sevkiyat kamyonları hariç hiç araba girmezdi ki? Bunun ne işi vardı burada?
Soluk soluğa kapıya yaklaştığımda orada dikilen ve annemle konuşan iki adamı gördüm. O kadar uzun boylu ve kalıplılardı ki annem adeta yok gibi görünüyordu karşılarında. İkisi de simsiyah takımlar giymiş, jilet gibi ayakkabıları, düzgünce taranmış saçları ve göğüslerinin üstündeki başkent rozetiyle uzaktaki şehre ait olduklarını belli ediyorlardı her açıdan.
"Lima..."
Annemin dudaklarının arasından bir soluk gibi çıkan ismim gözlerimin alev alev yanmasına sebep oldu. Yüzünde neşeli ve iyimser kişiliğine tezat, daha önce onda hiç şahit olmadığım kadar yoğun bir hüzün vardı. Gözleri bana, yüzlerce farklı şeyi aynı anda anlatmaya çalışıyormuş gibi bir yoğunlukla bakıyordu.
"Evimizde ne işiniz var?" diye bağırdım adamların üstüne yürürken. "Ne istiyorsunuz annemden?"
İzbandut kılıklı adamlardan biri bütün bedeniyle bana doğru döndüğünde yüzünde sinir bozucu derecede rahat bir ifade vardı.
"Ah... Demek burdaydın." dedi sakin bir ses tonuyla. "Annenden bir şey istemiyoruz Lima, buraya bizim olanı almaya geldik."
Kafam büsbütün karışmıştı. Neyimiz vardı ki bizim, bizden alabilecekleri? Hayatımızı idame ettiremeyecek kadar az olan yemek istikakımız, gaz lambamız, iki çile polyester örgü ipi ve küçük şömine mi lazımdı onlara? Pekala... isterlerse bunları da alıp gidebilirlerdi. Anneme bir şey olmasın yeterdi bana, geri kalan her şeyi hallederdim bir şekilde.
"Neymiş o, sizin olan şey? Köyümüzde yetişen buğdaylar, bizim besleyip büyüttüğümüz hayvanlar ve canımız dışında tabii... Onlara yıllardır sahip çıkıyorsunuz zaten, değil mi?" diye sordum, korkumu en derinimde bir yere gömüp, rahat, hatta alaycı bir tavır göstermeye çalışarak. Büyük adam yarım saniyeliğine gülümsedi. İkinci sorumu duymazdan gelerek doğrudan ilkine cevap verdi.
"Sen Lima. Senin çok kıymetli ruhun."
Nefesim boğazıma takıldığında bir yandan da başım dönmeye, dizlerim gücünü yitirmeye başlamıştı. Kafam öyle allak bullak olmuştu ki karşımdaki adam başka bir dil konuşuyordu sanki, tek kelimesini anlamadığım yabancı bir dil... Diğer adam bana acır gözlerle bakarken anneme doğru hafifçe yaklaşıp,
"Ona daha önce anlatmalıydın Petunia... Saklamak bir işe yaramaz demiştim..." diye fısıldadığında kusacak gibi hissettim. Annem benden bir şey saklamış olabilir miydi gerçekten? Ayrıca bu adam onun ikinci adını nereden biliyordu? Anneme yalnızca yakın arkadaşları ve komşuları bu isimle seslenirdi. Kesik bir nefes aldım.
"Ruhum..." dedim soluk verirmiş gibi gülerken. "Elbette açlıktan kırılan cılız bedenimden daha kıymetli, fakat sizin kast ettiğiniz şeyin daha farklı bir mevzu olduğu ortada. Benimle açık konuşun bayım. Yoksa efsaneler doğru mu?"
Güçlü durmaya çalışırken içten içe ağlama krizine girmek üzere olduğunu bilmek çok zordu. Üstüne annemin yüzüne bakamıyordum bile. Mahcubiyetini direkt yüzünden okumak beni daha beter yıkacaktı çünkü. Bulunduğum durumu düşününce sakladığı sırrın küçük olmadığı ortadaydı... Dik duruşlu adam hafifçe boğazını temizledi.
"Bu köy bir yığın et parçasından oluşuyor, ruhlarının hiçbir değeri yok, doğuştan kıymetsiz, içi boş bedenler... Sizin burada insan deniyor sanırım böylelerine. Başkentte isimlerini anmıyoruz bile."
Üstten tavrı ve bizden bir böcekmiş gibi tiksinerek bahsetmesi üzerine ne tepki vereceğimi bilemedim. Deli yanım adamın üstüne atlamak, o beni etkisiz hale getirene kadar suratına en azından birkaç sağlam yumruk atmak istiyordu ama sağduyum sakin olmamı telkinleyip duruyordu zihnime.
"Eee? Bizi ballandıra ballandıra küçümsemen bittiyse esas mevzuya gel."
Adam başını ağır ağır iki yana doğru sallarken yüzünde hafif bir tebessüm oluştu.
"Biz? Sakın bir daha kıymetli ruhunu buradaki boş kılıflarla karşılaştırma. Sen hariç Lima, sahip olduğun ruh hariç bu köyün hiçbir kıymeti yok. Buraya ait değilsin. Patriam için doğdun, Patriam'a hizmet edeceğin yaşa gelene dek annenle vakit geçirmen için izin verdik sana, artık eve dönmenin zamanı geldi."
Gözlerimden, benden habersizce akmaya başlayan yaşlar annemin anlattığı masallardaki sağanak yağmurlar gibi boynuma doğru yağdı. Güçlükle yutkunup ona baktım tüm cesaretimi toplayarak. Gözlerindeki mahcubiyet adamın sözlerine nokta koydu adeta.
"Ne demek oluyor tüm bunlar?" diye sordum fısıldar gibi. Annem adamların arasından geçip beni kollarımdan tuttu sağlamca. Doğrudan gözlerimin içine bakarken mahçup değil kararlı görünüyordu artık.
"Her şeyi öğreneceksin zamanla, şu an bilmen gereken tek şey, varlığını gerçekleştirmek için gidiyorsun uzaktaki şehre. Bu hayatta beni senden tek bir şey ayırabilir, o da ruhunun yüceliği güzel kızım. Zamanla on yedinci bölgeye sığmayacak büyüklükteki ruhunu korumak için senden ayrılmak zorundayım..."
Herkes bilmediğim bir dil öğrenmiş de anlık bir kararla onu konuşmaya başlamıştı sanki, annem bile. Başımı hızla iki yana doğru salladım. Ağlamaktan nefesim kesilmişti adeta, zorlukla birkaç kısa cümle kurabildim,
"Anlamıyorum. Gitmek istemiyorum."
Benimle konuşan adam öne doğru bir adım atıp kolumdan tuttu ve beni büyük bir sakinlikle sürüklemeye başladı.
"Bu kadar insan duygusu yeter, kör olacağım şimdi! Ona daha önce açıklamamak senin suçun Petunia, böyle angaryalarla uğraşmak için maaş almıyorum, görevimi yapmak zorundayım sen de biliyorsun." dedi gür sesiyle, adımlarını durdurmadan. Elinin altındaki incecik bir kuş tüyüydüm sanki... Efor sarf etmesine bile gerek kalmamıştı beni çanta gibi yanında taşırken. Annem peşimizden koşuyordu. Ağlamaktan kızarmış çaresiz yüzünü, adamın omzunun üstünden görüyor, hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordum.
Daha önce böylesine güçsüz hissetmemiştim hiç. Bu ana kadar ben... kendimi her şeye gücümün yeteceği masalına inandırmıştım. Bu şekilde kalmıştım hayatta.
"Seni bir daha görecek miyim?" diye bağırdım annemle göz göze gelmeye çalışarak. Adam sıkıntılı bir iç geçirdi.
"Of... tabii ki göreceksin abartma! Seni açlıktan ölmeyeceğin bir şehre ve en iyi şekilde öğrenim görebileceğin bir okula götürüyorum aman ne büyük gaddarlık!"
Adam kendi kendine söylenirken annem de gözyaşlarının ve burun çekişlerinin arasından şevkle başını sallıyordu.
"Tabii ki görüşeceğiz menekşe çiçeğim, senin için burada bekliyor olacağım hiç merak etme..."
İzbandut kılıklı adam beni arabanın arka koltuğuna koyup kapıyı üstüme kitlerken diğeri sahip olduğum tek çantayı, -muhtemelen annem benim için hazırlamıştı var olan birkaç eşyamı- arabanın bagajına attı. Aynı anda iki taraftan anneme doğru yürüyüp birkaç saniye konuştular fakat bu nasıl bir arabaysa otuz santim uzaklıktaki konuşmayı bile duyamıyordum içerideyken. Ardından iki adam hızlı adımlarıyla arabanın önüne yerleşirken annem ve ben aramızdaki kalın ve kirli araba camını yok sayarak birbirimize baktık yıllar sürmüş gibi gelen birkaç saniye boyunca. Annemle ilgili sahip olduğum son anı, zarifçe kımıldayan dudaklarını okuduğum o andı.
"Seni çok seviyorum."
Arabanın içi o kadar sessizdi ki benim bir türlü durduramadığım ağlama krizimin esameleri, iç çekmelerim, hıçkırıklarım, burnumdan çıkan tuhaf sesler kendi ritminde arabaya hakim olmuştu. Acımasız bir küstahlığa sahip olan herif şoför koltuğundaydı, arada bir dikiz aynasından küçümseyici bakışlar atıyordu bana. Hatta bir ara,
"Bir ruh savaşçısını insan dünyasında büyütürsen böyle olur işte..." gibi bir şeyler söylenmişti ağzının içinden.
"Ruh savaşçısı mı?" diye sordum kendimi tutamayıp. Sesim sızlanır gibi çıkmıştı. Adam kesik bir nefes aldı.
Oturduğum en konforlu, yumuşak koltukta, ilk kez gördüğüm, hakiki deri olan kaplamaya parmaklarımın ucuyla istemsizce dokunurken pencereden dışarıya baktım. Öndekilere çaktırmadan, yavaşça kapıyı açmayı denedim bilmem kaçıncı kez, elbette kilitliydi hala.
"Patriam'a varınca anlatırlar, bu benim görevim değil." dedi adam birkaç saniye sonra, yılgın bir ses tonuyla. Yanında oturan arkadaşı ona yarım saniyeliğine ters bir bakış attı. Ardından hafifçe bana doğru döndü.
"Patriam neresi?" Sorusu kaçtı dudaklarımın arasından. Adam anlayışlı bir ifadeyle başını sağa doğru eğip uzaktaki surları gösterdi.
"Orası, başkent."
"Uzaktaki şehir..." diye fısıldadım sayıklar gibi. "Adı buymuş demek..."
Tam o esnada Kasımpatı Köyünün çıkışına ulaşmıştık. Camdan dışarıya baktığımda gördüğüm tabela sayesinde anlamıştım nerede olduğumuzu. Üzerinde 'Bölge 17' yazıyordu. Başkentin yaşadığımız yere koyduğu isim buydu. Alelade bir sayıdan ibarettik onlar için.
İlk kez köyün çıkışını, köyü çevreleyen ve daha da çorak görünen boş araziyi, ve birkaç dakika sonra ulaştığımız düz yolu gördüğümde daha da şaşırdım. Arabanın tekerlekleri taşlı yoldaki gibi takırdayıp durmuyordu artık. Öyle nizamlı, engebesiz bir yoldu ki bu, yağ gibi akıyorduk üstünde.
"Sömürge hayatı yaşayınca düz yola bile şaşırıyor insan." diye söylendim sivri dilimi tutamayıp. Artık ağlamıyordum. Sonunda kendimi tutmanın, duygumu ihtiyacım olan salt öfkeye odaklamanın bir yolunu bulmuştum. Solumdaki sinir bozucu adam burnunndan soluyarak güldü.
"Önceliklerle ilgili bir şey ve kimse kimseyi sömürge altında tutmuyor. Şu an ki zekanın buna yetmemesi doğal ama, yadırgamadım."
Dişlerimi sıkarken birkaç tanesini kıracağım diye korktuğum uzun saniyeler geçirdim. Adamın boynuna saldırıp onu oracıkta boğmayı, ciddi bir kazaya sebep olmayı ve üçümüzü birden öldürmeyi bile düşündüm ama zihnimde sürekli annemle olan iletişim şekillerinin görüntüleri belirip duruyordu. Ortada bir tanıdıklık vardı, bir kabulleniş. Annem her şeyi biliyordu, ben de beni korumak için canını bile vereceğini biliyordum. Asla tehlikeye atmazdı beni, hele böyle bir durumda, aramıza ciddi bir mesafe girecekken...
Ama yine de adam, onu öldürme planları yapmama sebep olacak kadar sinir bozucuydu ve bu gerçeği değiştirecek hiçbir sebep umrumda değildi.
Sağımdaki adam önündeki kapağı açıp içinden karton bir kutu çıkardı ve bana uzattı yavaşça.
"Al, bir şeyler ye. O kadar zayıfsın ki yolda sert bir virajdan geçsek ikiye bölündün mü diye kontrol etmek zorunda kalacağım ve bunu düşünmek zorunda kalmak bile hiç iyi hissettirmiyor."
Ilımlı davranmaya çalışandan diğeri kadar nefret etmesem de söyledikleri o kadar hassas bir noktaya dokundu ki kendimi tutamadığım birkaç saniye boyunca adama ölümcül bakışlar attım. O ise anlayışla gülümsemekle yetindi ve kutunun kapağını açtı. İçinde daha önce hiç görmediğim kırmızı meyveler ve ağız sulandırıcı bir güzelliğe sahip, kocaman bir hamur işi vardı. Adam elinde kutuyla öylece beklerken yerimden kımıldamadım bile. Sonunda kendi elleriyle kırmızı meyveleri çöreğin içine yerleştirdi.
"Bunun adı kruvasan. Daha önce denemediğine eminim ama seveceksin. Senin yaşındaki gençlerden sevmeyen yoktur bunu."
Derince iç geçirdim. Adamın hazırladığı haliyle daha da lezzetli görünmeye başlamıştı. Biraz daha dayanmaya çalıştım ama olacak gibi değildi. Sonunda pes edip aldım ve ağzıma attığım ilk lokmayla kendimi o kadar iyi hissettim ki bir anlığına bütün dertlerim silindi. Yemeye devam ettiğim sürece ardımda bıraktığım annemi, Kasımpatı Köyünü, kendimi bildim bile yaşadığım tüm açlığı ve diğer olanaksızlıkları unuttum. Fakat yalnızca iki dakika sonra her şey geri geldi, daha sert bir şekilde. Yaşadığım yerdeki insanlar yüz yıl boyunca yaşasalar bile bu yiyeceğin kokusunu alamazlardı. İçindeki kırmızı meyvenin varlığından dahi haberleri yoktu, bu meyvenin yetişebileceği bir iklimi rüyalarında bile göremezlerdi. Kendimi şanslı mı saymalıydım şimdi? Midem bulandı.
Başımı arabanın camına yasladığım an derin iç çekişlerim geri döndü, hemen ardından utanç dolu gözyaşlarım. Çok yorgun ve çaresiz hissediyordum, gerçek dünyadan koparken düşündüğüm son şey tüm bunların birleşimi gibiydi. Sağlam bir tokat gibi yüzüme vuran güçsüzlük hissi... Bu sebepten kendime ve tanıdığım herkese karşı duyduğum mahcubiyet...
Başıma ve boynuma aynı anda giren ince ağrıyla gözlerimi açtım. Hava hala karanlıktı fakat artık bildiğim gördüğüm hiçbir yere benzemeyen, sarı ışıklarla aydınlatılmış bir yolda olduğumuzdan etrafı net bir şekilde seçebiliyordum. Usulca bileğimi çevirip saate baktığımda sekiz saattir yolda olduğumuzu fark ettim ve boyun ağrımın sebebi böylece ortaya çıkmış oldu. Saatlerdir iki büklüm halde uyuyordum ve bu kadar deliksiz bir uyku uyumuş olmama inanamadım uzunca bir süre. Kendime kızdım. Bu kadar rahat davranma lüksüm var mıydı cidden şu durumda?
Tekrar arabanın kapısını açmayı denedim ama uğradığım hayal kırıklığıyla kaldım, tıpkı önceki denemelerimde olduğu gibi.
"Bir noktada pes edecek misin? On oldu... Yani sence kapıyı bir kilitli tutup bir açmak gibi bir gaflete neden düşelim? Vazgeç artık Patriam'a varmak üzereyiz, kaçsan bile köyüne tek başına geri dönmen mümkün değil."
Burnumdan soluduğum sırada başımı kaldırıp dikiz aynasına doğru öfkeli bir bakış attım.
"Buna adam kaçırmak denir yalnız."
Adam sabır diler gibi gözlerini kapattı kısa bir süreliğine.
"Anlamadığın nokta tam da burası Lima. Sen zaten Patriam'ın malısın! Ruh savaşçısı olarak ülkeye hizmet etmek için doğdun. Her şeyi öğrendiğinde kendin bile bu tavırlarının saçmalığını anlayacak ve kendinden utanacaksın..."
'Aynen' der gibi başımı salladım alaycı bir ifadeyle.
"Kendinizi kandırmaya devam edin bayım, siz bana Patriam'a aitsin dediniz diye bunu kabullenip hayatımın gerçeği haline getirecek tarzda bir insan değilim ben. İlk fırsatta beni zorla kaçırmanızın bedelini ödeteceğim size, hemen ardından evime dönmenin bir yolunu bulacağım."
Adamın sözlerimin üzerine sinirlenmesini, beni sertçe uyarmasını ya da bağırıp çağırmasını bekledim ama o yalnızca yanında oturan arkadaşına doğru eğilip güldü.
"Babasının kızı..."
Diğeri başını sallayıp onu onaylarken keyfi yerine gelmiş gibi görünüyordu. Ağzımı açtım fakat yaşadığım şaşkınlık konuşmama mani oldu. Demek tıpkı annem gibi babamı da tanıyorlardı... Belki de o yaşarken... bu adamların arkadaşıydı... Tahminen aynı yaşlarda oldukları düşünülünce mantığıma yatmıştı ama o zaman babam da...
Soramadım. İlk kez bu adamlara herhangi bir şey sormaktan çekinmiştim çünkü cevabı duyup duymak istemediğimden emin olamamıştım o an.
Başımı çevirip dışarıyı izlemeye başladım bir kez daha. İlerlemekte olduğumuz asfalt yolun kenarlarında uzun sopa gibi direkler ve direklerin üstünde kaynağının ne olduğunu bilmediğim sarı ışıklar vardı. Yol sağa doğru ayrıldığında devasa bir ayaklı tabela karşıladı bizi. Üstünde adeta sihirli bir parlaklıkla ve hoş yazı stiliyle, 'PATRIAM' yazıyordu. Tabelanın altından geçtiğimizde yol hala aydınlıktı fakat bu kez direklerden sağlanmıyordu ışık. Yolun iki tarafına da ip gibi dizilmiş upuzun yemyeşil ağaçlar inanılmaz görünen bir dizaynla ışıklandırılmıştı. Vücuduma yeni bir şok dalgası hakim olurken cama yapıştım.
"Bunlar gerçek ağaç mı?" diye sordum şaşkınlığımı saklayamadan. Sağdaki adam camın tarafındaki boşluktan bana bakarken yüzünde ihtiyatlı bir tebessüm oluşmuş, adeta gözleri parlıyordu.
"Evet Lima, bunlar Yüce Patriam'ın yüce çınarları. Bir saat içinde okula varmış olacağız ama bu süre boyunca doya doya izleyebilirsin, bütün yol onlara ait çünkü..."
Okula dönen patika yoldan itibaren gözümün gördüğü her şey benim için bir ilkti. Daha önce hiç bu kadar fazla ışık görmemiştim, yaşadığım yerde hiçbir şeyin görselliğine önem verme lüksümüz olmadığından böylesine estetik ve şaşalı düzenlemelerden haberim yoktu. Gökyüzünden aşağı doğru akıyormuş gibi görünen, elmastan yapraklarla donatılmış çiçek dallarının her birinin ucunda farklı bir çiçek vardı. Adlarını bilmediğim, farklı büyüklükte, şekilde ve renkte olan çiçekler kendi aralarında hoş bir uyum yakalamış, sabaha karşının loş alacakaranlığının içinde ateş böcekleri gibi parlıyorlardı. İki kanatlı devasa bahçe kapısının önüne geldiğimizde ağzımdan hayretimle bağlantılı bir küfür kaçırmamak için kendimi son anda tuttum. Kasımpatı Köyünde bu kapı kadar büyük bir ev bile bulamazdınız, gördüğüm en büyük yapı olan belediye binası bile bu kapının ancak yarısı ederdi.
İki kanat da aynı yavaşlık ve gürültüyle iki yana doğru açıldığında bu hareketi sağlayan gücün ne olduğunu düşündüm. Git gide daha da uyuşmuş olan zihnimin o an bu tür sorulara mantık yürütemeyeceğini fark ettikten sonra da düşünmeyi bıraktım. Geriye sadece görmek ve hayret etmek kaldı.
Okulun bahçesi epey büyük bir araziye yayılmıştı, yemyeşil bir araziye. Birkaç metre ötemdeki ağacın yapraklarının kımıldadığını görünce az kalsın heyecandan zıplayacaktım.
"Camı aç." diye bağırdım şımarık bir çocuk gibi. Elimde değildi o an verdiğim hiçbir tepki. Saçlarımın rüzgarda savrulması nasıl bir his, öğrenmek istiyordum. Ağaçtaki yapraklardan biri olmak istiyordum. Öndeki adama yandan bir bakış attığımda tereddüt ettiğini fark ettim ve yılgın bir nefes verdim, omuzlarım usulca aşağı doğru düşerken. "Atlamayacağım merak etme, sadece rüzgarla tanışmak istiyorum."
Adam yarım saniye daha düşünüp sağında kalan tuşlardan birine dokundu. Önümdeki cam ağır ağır açılırken yüzüme vuran ilk esintiyle ağlamaya başladım sesimi çıkarmadan. Bu gözümü kapatıp hayalini kurduğum ama yalnızca birkaç saniye sahip olduğum esintiye benziyordu evet, ama çok daha güzel ve ferahtı. Ayrıca bir sonu yoktu, birkaç saniyeyi boşver istersem birkaç gün boyunca öylece durup hissedebilirdim saçlarımı güzelce dalgalandıran rüzgarı. Yeniden gözlerimi kapattım emin olmak için, uzun bir süre bekledim öylece. Gerçeklik kalıcıydı.
Araba durduğunda gözlerimi açıp nerede olduğumuzu anlamak için etrafı inceledim. Önümdeki devasa bina çınar ağaçlarından bile uzun ve gösterişliydi. Simsiyah dış cephesi asil ve tehditkar bir izlenim bırakıyordu. Çatısı yoktu, onun yerine altı yedi tane sivrilik gördüm göğe doğru uzanan. Sağdaki adam kapımı açarken bu kez diğeri bagajdaki bavulumu aldı. İki yanımda dikildiklerinde ağır adımlarla yürümeye başladık. Taş merdivenleri tırmanırken ne kadar güzel göründüklerini düşünmeden edemedim. Yelkenleri bu kadar hızlı suya indiremezdim ama... Ne kadar etkilendiğimi belli etmek küstah adamı haklı çıkarmak anlamına gelirdi.
"Yaşadığım yerde yaşlı bir nine vardı." dedim alaycı tavrımı takınarak. "Çocuklara korkutucu masallar anlatırdı. Hepimiz dinlemek için yanıp tutuşsak da geceleri o masallarla ilgili kabuslar görür, uyuyamazdık. Burası o ninenin anlattığı ve içinde bolca kan olan şatolardan birine benziyor aynı..."
Koruma mekanizmamı aktif etmiştim ama adamların ikisi de sözlerime karşılık herhangi bir yorum yapmadıklarında mekanizmamın incelikli sistemi çöktü. Burnumdan soluduğumu ancak burnumun direği sızlayınca fark ettim. Merdivenlerin son basamaklarını tırmanırken sakin olmanın bir yolunu aradım. Şu an için savaşmanın bir anlamı yoksa kendimi boşuna yormamak, gücümü doğru zamana saklamak daha akıllıca bir seçenek gibi görünüyordu.
Binanın kapısının önünde dikilen iki görevli, yanımdaki iri kıyım iki adamı görür görmez saygıyla eğildiler. İkisi de, emsaline rastlamadığım enteresan şapkalar takıyorlardı. Siyah ipek üstleri ve daha mat bir kumaştan siyah pantolonları bir çeşit resmi üniformaya benziyordu. Tam kapıları bizim için açacakları sırada düz bir şekilde verandaya kadar çıkan merdivenin kenarlara doğru kıvrılan iki döner merdivene bağlandığını fark ettim. Sanki sağa ve sola doğru açılarak okulun etrafında dönen ve arka tarafta bir yerde birleşip bir bütün haline gelen yan merdivenler gibiydi. Sağ taraftan aşağı inen iki genç çocuğu da böylece fark etmiş oldum. İkisi de oldukça uzun boylu, şık ve yakışıklı görünüyordu. Patriam'daki hiyerarşik yapının nasıl işlediğini bilmememe rağmen bu iki kişinin üstlerde bir yerlerde konumlanan, 'önemli' insanlar olduğunu anlayabiliyordum. Birbirlerinin aynısı siyah deriden gömlekler giymişlerdi ve yine çok benzer kesimlere sahip pantolonları vardı. Boyunlarına astıkları rozeti de gördüğüm noktada bunun okulun resmi forması olabileceğini düşündüm. Sarışın olan başını öne eğmiş, vakur adımlarla yürürken oldukça asil görünüyordu ama bunda beni rahatsız eden bir şey vardı. Sınıf farkı gibi bir şey de değil, daha derindeydi. Sanki onu çok iyi tanıyordum ve aslında hiç de tanımak istemiyordum... Sanki bana zarar vermişti, yoksa gelecekle ilgili bir his miydi bu, ben mi ne olduğunu anlayamadığım için geçmişe yontuyordum? Yanındaki uzun siyah saçlı, onun kadar çatık kaşlı görünmeyen arkadaşı bir anlığına, başını oynatmadan, yalnızca gözlerini olduğum noktaya çevirerek bana baktı. Yeniden önüne döndüğünde yüzünde yarım saniyelik bir gülümseme gördüm, alaycı bir gülümseme. Muhtemelen giyim kuşamım onu eğlendirmişti. Üstümdeki yıpranmış, bir zamanlar beyaz olan bej elbise üçüncü eldi. Herkes Patriam'daki kaymak tabakanın çocukları gibi doğuştan şanslı olmuyordu. Tam öne doğru bir adım atıp çocuğa saldırgan birkaç laf edecektim ki huysuz adam beni kolumdan tutup içeriye doğru çekti.
"Onlara bulaşmak istemezsin." dedi kulağıma doğru. "Sarışın olan Fama klanının tek varisi Amon, diğeri de onun aiduvası, gücüyle nam salmış Daimon."
"Aiduva ne be?" Kolumu hırsla çekerken hole ilk adımımı attım.
Ahşap detayları olan, kahverengi tonlarındaki hol, her duvarında onlarca farklı resim taşıyordu. Resimlerin etrafında altın işlemeli çerçeveler vardı. Ayağımın altındaki halı yüzlerce farklı deseni olan, kırmızının daha çok kahverengiye çalan tonlarına ve saman sarısı rengine sahip, pahalı bir şeydi. Bastıkları şey bile Kasımpatı Köyünü satın alabilirdi... Dudaklarımı birbirine bastırıp nefesimi tutmak zorunda kaldım birkaç saniye. 'Sakinleş... Zamanını bekle... Bu cehennemden kaçmanın bir yolunu bulacaksın elbet... Sen hain değilsin Lima... Buraya zorla getirildin...'
Sorum elbette cevapsız kalmıştı. Sözde çok değerli olan ruhum, bir paçavra gibi oradan oraya taşınabiliyor, zorla alıkonabiliyor, üstüne küçük bir açıklama bile yapılmıyordu.
"Fama Klanı ne demek?" diye sordum diğer tarafa doğru, en azından insan gibi davranmayı deneyen adama.
"Patriam'daki on üç klandan biri. En güçlü olanı." diye yanıtladı kısaca. Benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu klanmış güçlü ya da zayıf olanıymış falan! Başkent ile ilgili hiçbir şey umrumda değildi, kaçış yolu dışında. Eh bu yolu bulmak da sistemin nasıl işlediğiyle ilgili olabildiğince çok şey öğrenmekten geçiyordu.
Siyah demirden yapılmış bir asansöre binip üst kata çıktık. Uzun koridor boyunca yürürken farklı renklerde ve şekillerde onlarca kapı gördüm fakat hiçbirinin üzerinde ne odası olduğuna dair bir şey yazmıyordu. Hepsinin kapısı da kapalıydı. Koridorun sonundaki daha şık ve büyük görünen kapının önünde küçük bir masa, masanın başında da genç bir kadın oturuyordu. Üzerine koyu mavi bir ceket giymişti ve saçlarını önünde duran kalemlerden biriyle tutturup topuz yapmıştı.
"Hoş geldiniz, Müdüre Hanım da sizi bekliyordu." Resmi bir tavırla konuşurken yerinden kalktı ve masasının etrafından dolaşıp kapıyı tıklattı, iki saniye sonra da açtı. Eliyle bizi buyur ederken yüzünde, gözlerine ulaşmayan donuk bir gülümseme oluşmuştu.
Geniş odanın bir tarafı bütün duvarı kaplayan tek pervazlı bir pencereden oluşuyordu. Kaçıncı kata çıktığımızı tam olarak göremesem de şimdi, camdan dışarı baktığımda epey yüksekte olduğumuzu anlamıştım. Karşıdaki duvarın önünde duran kocaman masa, üst üste konulmuş onlarca evrak dosyası, kalemler, kitaplar, mühürlerle donatılmış, düzenli bir dağınıklığa sahipti. Masanın arkasında oturan orta yaşlı kadının saçları daha önce görmediğim, koyu kızıl bir tona sahipti. Alnına doğru dökülen kahküllerinin yarısı ise gri renkteydi. Üstündeki siyah, diz altı dantelli elbise, onun bedenine göre tasarlanmış gibi duruyordu. İnce vücudunu tamamen saran kadife kumaşın içinde oldukça şık görünüyordu. Yanımdaki adamlar saygıyla eğildiklerinde sağımda kalan,
"Müdüre Sierra." dedi kadını selamlarcasına
"Çekilebilirsiniz, Calton," başını çevirip diğerine de kısaca göz sürdü. "Vernon, hizmetleriniz için teşekkürler."
On saattir yanımdan ayrılmayan çok sevgili yol arkadaşlarımın isimlerini de böylece öğrenmiştim. Calton bavulumu yanımdaki boşluğa bıraktıktan sonra olabildiğince hızlı bir şekilde odadan ayrıldı ikisi de. Gözlerinden güç ve kudret okunan ve sakinliği yüzünden tedirgin hissettiğim kadınla beni bir başıma bıraktılar.
"PSA'ya hoş geldin Savaşçı Lima." dedi arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne atarken. Ardından masanın hemen önüne, karşılıklı duracak şekilde konumlandırılmış deri koltuklardan birini gösterdi. "Otursana."
Sözünü dinleyip koltuğa yerleştiğim sırada, bir nabız gibi göğüs kafesimin arkasında atan korkuyu duymazdan gelemedim daha fazla. Derin bir nefes alıp, onunla göz teması kurmaktan kaçınmak için bakışlarımı arkasındaki duvara asılmış başka bir çerçeveli resme odaklarken derdimi anlatmaya nereden başlayacağımı düşünüyordum. Yumruk yaptığım sol elimi bacağımın kenarına saklamıştım. Tırnaklarımı hırsla avcumun içine batırırken plansızca konuşmaya karar verdim, aklıma nasıl eserse! Artık sessiz duracak gücüm kalmamıştı. Tüm cesaretimi toplayıp Sierra'nın gözlerinin içine baktım doğrudan. Oturuşumu dikleştirdim. Kesik bir nefes aldım.
"Bakın hanımefendi, belli ki çok üst düzey bir yönetici konumundasınız, size saygısızlık etmek istemem ama neler olduğunu anlayamıyorum. Buraya, kelimenin tam anlamıyla zorla getirildim! Böyle bir yerin varlığından dahi haberim yokken, hayatımda hiç arabaya bile binmemişken, on saate yakın yol yaptım ve kafam allak bullak... Açık konuşmak gerekirse daha düne kadar iliğime kemiğime kadar nefret ettiğim başkentin bir parçası olduğum söyleniyor, bu konuda ne hissetmeliyim tam olarak? Ben, insanların açlıktan ve kuraklıktan ölmesine, yaşayanların da hayatları boyunca sefillik çekmesine sebep olan bir şeyin parçası olmak istemiyorum, özür dilerim."
Müdüre Sierra'nın yüzünde oluşan anlayış dolu ifadeyi ve tatlı gülümsemeyi görmek beni hayrete düşürdü. O kadar mesafeli bir kadın gibi duruyordu ki şu ana dek, genel olarak gülümseme eylemi gerçekleştirebileceğine dahi inanasım gelmemişti. O an ilk kez ruhumla ilgili bir şey hissettim. Sierra'nın insanın ruhunu kuşatan ve rahatlatan, güvende hissettiren bir yanı vardı. Daha tanışalı iki dakika olmuşken yaşadığım bu korunup kollanmışlık hissini mantığımla çözmek mümkün görünmüyordu.
"Anlıyorum Lima, sudan çıkmış balığa dönmüşsündür... Hayatımla ve varlığımla ilgili bildiğim bütün gerçeklerin yalan olduğunu öğrensem ne yapardım hayal edemiyorum bile. Ne kadar güçlü bir genç kadınsın..."
Kadına şaşkın şaşkın bakarken beynimi çalıştırmanın, bana sarf ettiği sözleri idrak etmenin bir yolunu arıyordum. Bir taraftan bağırıp çağırmak istiyordum hala... Ulan madem bu kadar iyi ve nazik insanlardınız neden köle ettiniz bizi yıllarca diye hesap sormak, diğer taraftan da gerçeğimin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. 'Ben kimim?' sorusu ısırıp duruyordu dilimi.
"Size karşı şahsi olarak ne hissetmem gerektiğini bile bilmiyorum." dedim dürüstçe. Sierra başını, beni anladığını belli edercesine salladı ağır ağır.
"Biraz zaman gerekli. Şu an için bilmen gereken en önemli şey şu, baban bir ruh savaşçısıydı Lima bu nedenle sen de öylesin. Ve dünya üzerindeki tüm ruh savaşçıları on sekiz yaşlarına geldiklerinde Patriam'a, Patriam Seçkinleri Akademisi'ne gelip eğitim görmelidirler. Bu, ruhumuzdaki güce karşı borcumuz bizim. Çünkü eğer o gücü doğru kullanmayı öğrenmezsek zamanla bizi tüketecek şeytani bir düşmana dönüşebilir. Eğer seni bu yıl okula almasaydık bile seneye mecburen alacaktık çünkü bu, yaşamak için son şansın olacaktı. Şu an bocalamış olduğunu görüyorum hak da veriyorum sana ama bu gerçeği kabul etmekten başka çaren yok. Varlığını yok sayamazsın, reddedemezsin de... Daria sana odanı göstersin. Şimdilik uyu dinlen, bugünlük sana izin veriyorum. Uyandığında tekrar yanıma gelebilirsin istersen, ya da sana atayacağım Kılavuz ile konuşabilir, ondan merak ettiğin her şeyi öğrenebilirsin. Bu okula yeni gelen her birinci sınıf için bir Kılavuz tayin edilir. Bu, üst sınıflardan bir arkadaşın olan Kılavuz, ilk okul dönemi boyunca senin her ihtiyacından ve sıkıntından mesul tutulur. Yani zorlandığın ve zorlanacağın her noktada yardımına koşacak biri olacak yanında, merak etme."
"Pekala..." diyebildim yalnızca. Kadın beni enerjisiyle öyle bir sakinleştirmişti ki ahenkli sesinden birkaç ritmik cümle daha dinlersem oturduğum yerde uyuyakalacaktım.
Aniden arkamdaki kapı açıldı. Sekreter Daria, Sierra tarafından çağırılmak üzere olduğunu nereden anlamıştı ki? Kapının önünde dikilip, bana aynı donuk gülümsemeyle,
"Buyurun Savaşçı Lima," dedi koridoru işaret ederek. "Size odanızı göstereyim."
Daria ile kısa süreli, bir asansör ve iki buçuk adet koridordan oluşan yolculuğumuz boyunca hiç konuşmadık. Gözlemlerime göre işine ve taşralı kızlara bayılmıyordu. Onu olduğundan daha rahatsız edici bir noktaya getirmek istemediğimden herhangi bir soru sormamayı tercih ettim. Kılavuzum ile tanışacağım anı beklemek daha mantıklı bir seçenekti her açıdan.
Açık mor renginde, (ki morun böyle bir tonu olduğunu hiç bilmiyordum) üstünde iki çizgi halinde gümüş renkli sarmaşıklara benzeyen bir çizim olan, ahşap kapının önünde durduğumuzda Daria mesafeli kibarlığını elden bırakmayıp kapıyı açtı ve eliyle içeriyi işaret ederek,
"Odanız burası, geçebilirsiniz." dedi. Ben odaya ilk adımımı atar atmaz da koşarak uzaklaştı. Çok bile dayandı diye düşünüp kendi kendime gülmekle yetindim.
Duvarları beyaz ve morun birkaç tonunun karışımı, ebruli bir renge boyanmış oda epey genişti. Tam karşımda duran pencere Müdüre Hanım'ın odasındaki kadar olmasa da oldukça büyüktü. İki duvara yapışık haldeki iki devasa yatak birbirinden rahat ve konforlu görünüyordu. Soldaki yatağın üstünde, sırt üstü uzanmış, kımıltısız duran kızı ancak yarım dakika sonra fark ettim çünkü açık sarı yatak örtüsüyle aynı renkte, etekleri bileklerine kadar uzanan sarı bir gecelik giyiyordu. Adeta kamufle olmuştu. Yavaş adımlarla yürüyüp bana ait olduğunu düşündüğüm boş yatağın üstüne oturduğumda kızın yatağının sağında kalan duvara yapıştırdığı çizimleri gördüm. Benim için herhangi bir anlam ifade etmeyen onlarca çizimin ortak bir temaya ait olduğunu anlayabilmiştim yalnızca. Hepsinde farklı insan bedenleri, ve bedenlerin göğüs kafesinin tam ortasından patlayan, farklı renklerde ışık huzmeleri vardı.
Küçük el bavulumu yatağımın üstüne koyarken, kenarı ahşap yatak başlığına çarpıp ufak bir ses çıkardığında karşımda, transa geçmiş gibi öylece uzanan kız hafifçe irkildi ve gözlerini açtı. Başını hızla benim olduğum tarafa çevirirken ifadesiz duran, fakat yüzümü görür görmez ağzı kulaklarına varana dek gülümseyen kısacık siyah saçlı esmer kız, ufak tefekti ve sevimli, küçük bir surata, suratına göre iri gözlere ve incecik dudaklara sahipti.
"Aaa! Geldin demek!" Tek hareketle yatakta doğrulurken beni şaşkına çeviren bir coşku ve samimiyete büründü saniyeler içinde. Oturduğu yerden hoplayıp ipek geceliğinin etekleri yeri süpürürken koştu adeta. Yanıma oturup elini bana doğru uzattığı sırada, “Ben Somia,” dedi. “Fin Klanından. Adım Latince rüya kelimesinden geliyor. Aşırı sevimli değil mi sence de? Sanırım bu yıl ki oda arkadaşın benim, iyi denk geldi, bir moda danışmanına ihtiyacın var gibi görünüyor… Ay! Özür dilerim, alay etmek için söylemedim, öyle göründüyse kusura bakma…” Nefes bile almadan konuşan kıza bakakalmıştım. Biriyle diyalog kurmaktan ziyade sesli düşünüyor, kendi kendine konuşuyor gibi görünüyordu daha çok. Bana doğru uzattığı ve bir süredir havada asılı duran elini fark ettiğimde hafifçe irkildim. Sakin bir tavırla elini sıkarken nezaket icabı gülümsemeye çalışsam da, tahminimce çok başarılı olamamıştım.
“Lima.” Elimi sıkı sıkı tuttuğu ve salladığı sırada Somia’nın yüzündeki gülümseme genişlemiş, gözlerine parlaklık gelmişti.
“Memnun oldum Lima, hangi klandansın?” Elimi geri çekerken içimdeki huzursuzluk geri döndü. Başkentle ilgili hiçbir şey bilmiyordum, klanları yalnızca ateş başında anlatılan çocuk masallarında duymuştum. Buraya ait değildim ki ben, neden sürüklemişlerdi beni kendi dünyalarının içine? Burnumdan derin bir nefes verirken,
“Cehennem klanından herhalde…” diyerek söylendiğimde Somia bana şaşkın bir bakış attı.
“Efendim?”
“Yok bir şey.” dedim onu geçiştirerek. Rahatsızca etrafıma bakındığım sırada odanın ne kadar büyük olduğunu düşündüm bir kez daha. Kasımpatı Köyündeki evler bu odanın yarısı bile etmezdi. Orada yaşayan insanların hiçbiri böyle güzel, bakımlı duvarları, konforlu yatakları rüyalarında bile göremezdi.
''Çok sıradan değil mi? Seviye atladığımızda daha lüks odalara geçeceğimizi söylediler. Bunlar çömezler için dizayn edilen küçük odalarmış. Ah… bir an önce seviye atlamak istiyorum…'' Başımı hafifçe yana eğip gözlerimi kırpıştırdım. Bu muydu sıradan oda? Nasıl bir yerdi burası! Yaşadığım yerde herkes kıtlıkla mücadele edip tek oda evlerde yaşarken buradaki insanlar nasıl böyle abartılı hayatlar sürebiliyordu? Kim veriyordu bu hakkı onlara? Konuşmayı unutmuş gibi hissediyordum. Bu sırada Somia çok yavaş geçen birkaç saniye boyunca temkinli bakışlarını üzerimde tutmaya devam etti. Sanki beni anlamaya, çözmeye çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Sonunda pes edip,
“Baksana… ben konuştuğun hiçbir şeyin ne anlama geldiğini bilmiyorum. Hayatımı Başkent’ten çok uzakta, Başkent tarafından sömürülen kıtlıkla mücadele içindeki bir köyde geçirdim. Geldiğim yerdeki insanlar için burası şehir efsanesinden ibaret, korkutucu bir masaldı sadece. Ne düşünmem gerektiğini bile bilmiyorum…” Somia usulca iç çekerken bana anlayışlı bir bakış attı.
“Pekala… o zaman adım adım ilerleyelim. Sana okulun bir kısmını gezdireyim mi? Belki bu sırada birkaç soruna cevap bulabilirsin. En azından göz aşinalığın olur, bu kadar yabancı hissetmezsin buraya karşı.”
Bir süre düşündüm. Müdüre Sierra dinlenmem için izin vermişti ama zihnimin içinde bu kadar çok kapalı kapı varken uyuyamayacağımı biliyordum. Ayrıca Somia konusunda güvende hissetmiştim sebepsizce. Aşırıya kaçan samimiyetinden midir nedir, iyi bir insan olduğu kanaatine varmıştım şimdilik. Hafifçe omuz silkerek,
“İyi madem…” dedim usulca.
Duvarlarında onlarca kapı olan ince koridor geniş bir hole bağlanıyordu. Holün ucunda geniş, altın rengi basamaklara sahip bir merdiven vardı. Maundan yapılmış trabzanlara ince işçilikle hoş desenler oyulmuştu. Alt kata indiğimizde bizi bordo duvarları olan, devasa bir salon karşıladı. Öğrenci olduklarını tahmin ettiğim genç kızlar ve erkekler, oradan oraya yürümekte, bazıları duvar kenarlarındaki taht benzeri şaşalı koltuklarda oturmuş sohbet etmekte bazıları da ellerinde tuttukları kalın kitapları okumaktaydılar. İki ortak noktaları vardı, birincisi, hepsi oldukça güzel görünüyordu. Giyim kuşamları benim daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. İkincisi, yanından geçtiğim her öğrenci bana, benzer, üstten bakışlarla bakıyor, üstümdeki eski püskü elbiseyi süzüp burun kıvırıyorlardı. Hatta gümüş rengi, yıldızlar gibi parlayan bir elbise giymiş olan, kızıl saçlı uzun boylu bir kız yanımdan geçerken beni baştan aşağı süzdü ve kendini tutamamış gibi, kibirli bir ifadeyle güldü. Somia beni kolumdan tutup korumak ister gibi yanına çekerken,
“Şu kıyafet işini acil çözmemiz lazım.” diye söylendiği sırada öyle bir sinirlerim bozuldu ki gülmeye başladım. Sağ tarafımdaki duvar avizesine tünemiş olan Kargalardan biri bana hayretler içinde kalmış gibi baktı.
Salonun dört tarafında tıpkı bizim kullandığımıza benzer dört merdiven vardı. Somia yürümeyi bırakıp bana doğru döndüğünde vakit kaybetmeden anlatmaya başladı.
“Öğrenciler seviyelerine göre gruplanıyor. Bizim geçtiğimiz koridor ilk seviye öğrencilere aitti, yani bize. Şuradaki merdiven ikinci seviyenin odalarına çıkıyor.” dedi eliyle sağdaki merdiveni göstererek. Ardından hafifçe sol tarafa doğru döndü. “Şurası da üçüncü seviyeye ait. Ay! O kadar havalılar ki anlatamam sana… Çok yakında bir tören var, üçüncü seviyeye geçecek olan yeni öğrenciler için. Aşırı heyecanlıyım, benim de bu okulda katılacağım ilk resmi tören olacak, bayağı şaşalı geçiyor diye duydum, görmek için sabırsızlanıyorum…” Somia heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatırken ifadesiz bakışlarımı ona dikmiş, hiç bilmediğim bir dil kullanıyormuş gibi, alık alık bakıyordum ona. Üçüncü seviye olunca başları göğe eriyormuş yani, eee? Bunun ne anlamı var ki?
“Anladım.” dedim geçiştirerek. Somia sabırsız bir nefes verdi. Başını sağa doğru eğip bana düz bir bakış attı.
“Emin misin canım?”
“Yani… Anlattıklarını anlıyorum ama benim için pek bir şey ifade etmiyor. Neden bu kadar önemli ki? Bu törenin amacı ne mesela?”
“Üçüncü seviyelerin arma töreni ve moira bağlarının tamamlanma ritüeli.” diye şakıdı Somia, heyecanından bir zerre eksilmeden. Başımı ağır ağır sallarken, çaresizce az buçuk anlamış gibi görünmeyi denedim fakat başaramamış olacağım ki Somia bir süreliğine yüzümü inceledikten sonra sağlam bir kahkaha attı. “Tamam tamam dur, en başından anlatacağım. Moira Sarmalı, bir erkek savaşçı iki yaşına geldiğinde, anne karnındaki bir dişi savaşçı ile ruhlarının bağlanması anlamına gelir. Sadece dişi bebeğin annesi ile erkek bebeğin babası bilir bunu. Bir çeşit gizli sözleşme gibi düşün... Yani ilerde bu iki savaşçının evleneceğine dair... Ya da onun gibi bir şey... Ben de tam olarak bilmiyorum, çünkü bizim klan moira bağını kullanacak kadar güçlü değil. Ama özetle bu bağa sahip iki kişinin kaderi bir noktada birleşiyor işte… Şimdi biz okula yeni başladık değil mi? Yani Birinci Seviyeyiz. Git gide gösterdiğimiz başarılara göre seviye atlayacağız ve Beşinci Seviyede mezun olacağız okuldan. Üçüncü Seviye ise en kritik aşamadır. Üçüncü Seviyeye ulaşanlar Patriam’da yarı savaşçı olarak görüldüğü için törenle arma değişimi yapılır onlar için. Bir de Moira sarmalına sahip oldukları kişiyle bu seviyeye ulaştıklarında bağları tamamlanır ve bu törende o kişinin kim olduğunu da öğrenmiş olurlar.” Somia, her şeyi tane tane anlatıyor, bense beynimin sınırlarını zorluyordum. Bu kez gerçek anlamda oturmaya başlamıştı bir şeyler kafamda. Kendimden emin bir ifadeyle başımı sallarken,
“Nasılsa benim de Moira Sarmalım falan olmadığına göre törende izleyici konumunda olacağım. Beni bağlamaz yani… Yine de olan biteni öğrenmiş oldum önden, sağ ol.”
Somia, halinden memnun bir ifadeyle başını sallarken gülümsedi.
“Hadi gidip sana güzel birkaç kıyafet ayarlayalım depodan.”
Her gördüğüm yeni şey beni hayrete düşürüyordu ve Somia’nın depo diye bahsettiği yer de bunlardan biriydi. Asansörle eksi ikinci kata inip ulaştığımız bu odanın içinde yüzlerce farklı askı ve bin çeşit kıyafet vardı. Küçük okul gezim boyunca bana, beni hor görerek bakan burnu havada, şık öğrencilerin kıyafetlerine benziyordu hepsi. Somia bir kucak kıyafeti ortamızda duran hasır sepetin içine attı. Ben de ne yapacağımı bilemez halde askıların arasında dolaştım bir süre. Sonunda düz, gri bir takım bulup askılığı elime aldığımda Somia burnunu kırıştırarak süzdü seçimimi.
“Neyse fena değil, ben sana törende ve akşam yemeklerinde giymen için güzel bir şeyler seçtim zaten. Gidelim hadi. Sen ortama adapte ol da bir, gelir bakarız yine.”
Üst kata geri döndüğümüz sırada, tam da asansörden çıkarken, yanımızdan bir tanrıça geçip asansöre bindi. Buraya adım attığımdan beri yaşadığım hiçbir şaşkınlığa benzemeyen büyüklükte bir hayretle kızı baştan ayağa süzdüm, kendimi tutamayıp. Asansörün kapısı kapandığında Somia neşeyle kıkırdadı.
''Çok güzel kız dimi? Adı Thalia. Okulun kuşkusuz en gözde kızı.'' Merdivenleri tırmanırken heyecanla konuşmaya devam etti. “Tam bir afet… Çok da havalı…” Odamızın önüne geldiğimizde avcunun içini kapının kilidinin üstüne tuttu ve kapı kendiliğinden açıldı. ''Geç içeri...'' Sepeti gelişigüzel bir tavırla yere bırakıp yatağına zıpladı. Ben de aynısını yaptım. Belli ki anlatacağı şeyler bitmemişti. ''Ne diyordum, hah adı Thalia, en güçlü klan olan Fama klanının önde gelen ailelerinden birinin kızı. Çok telaşlı olmalı... Bahsettiğim törenin bomba konusu Amon'un Thaila ile bağlanacak olması! Ne giyeceğine karar verdi mi acaba?" Hevesli bir şekilde, nefes almadan konuşan Somia'ya yavaş der gibi elimi salladım.
''Somia, sakin ol... Amon kim? Ayrıca anne babalarından başka kimsenin bilmediği bağı sen nereden biliyorsun?'' Somia, lafını bölerek hızını kestiğim için huysuzlanır gibi oldu. Bu haline karşı kahkahalarla gülecektim az kalsın. Daha önce konuşmayı onun kadar önemseyen biriyle tanışmamıştım hiç.
''Amon! Ah kesinlikle adını ilk ezberlemen gereken kişi o. Bahsettiğim en güçlü klan Fama'nın en güçlü varisi." Yorgun zihnim, Somia’nın söylediklerinin üzerine, merdivenden aşağı inen çocukları hatırladı güçlükle... Birinin ismine Amon gibi bir şey demişti iri kıyım adam. O olmalıydı... "Çok da yakışıklı. Ama maalesef Thalia gibi bir gerçek ve klanlar arası aşk yasağı var. O yüzden biz diğer kızlar olarak bu gece toplu avuç yalama gecesi düzenliyoruz, katılmak ister misin? Neyse… Nereden bildiğime gelirsek, sadece ben değil herkes neredeyse emin ikisinin bağlı olduğuna. Denge işi bu. Amon'un ailesinden sonra klanın en güçlü ikinci ailesinin tek kızı Thalia. Amon'un babası Onu başkasına bağlamış olamaz. Hem ayrıca yakışıklı oğlu için en doğru seçenek de güzeller güzeli Tha-''
Somia art arda sıraladığı cümleleriyle, büyük bir heyecanla konuşmaya devam ederken ben ağırlaşan göz kapaklarımın bana verdiği yetkiyle yatağıma uzanmıştım. Gözlerimi azıcık dinlendirmek istediğimde ise, zihinsel ve bedensel yorgunluğumun etkisiyle, birkaç saniye içinde uykuya daldım.
Omzuma değen elin tedirgin edici hissiyle gözlerimi açtığımda görmeyi beklediğim kişi Somia’ydı. Yanıldığımı anlamam yalnızca birkaç saniye sürdü, karşımda daha önce hiç görmediğim, kumral, ela gözlü, genç bir çocuk vardı. Refleks olarak geri çekilip yatakta doğrulduğum sırada yumuşak bir ifadeye sahip olan çocuk, hafifçe dizlerini kırarak ve mesafesini koruyarak bana doğru eğildi. Yüzündeki temkinli ifade, sanki doğduğu andan beri orada duruyormuş gibiydi.
“Selam Menekşe Çiçeği, ben Min! Kılavuzun yani, beni hatırladın mı?” Onun neşeli tavrına tezat allak bullak ifadem ve çatık kaşlarımla çocuğun yüzünü inceledim, enine boyuna. Tanıdık gelen bir tarafı olduğu doğruydu ama bu daha çok, onu yıllar önce gördüğüm birine benzetmek gibi bir histi. Yüzünde sevimli bir tebessüm oluştuğunda şakağında küçücük bir gamze belirdi. Öyle güzel ve temiz görünüyordu ki kendimi tam anlamıyla bir köy faresi gibi hissetmeme neden oldu. İki dakika boyunca konuşmamı beklemiş, benden ses soluk çıkmayınca da anlayışla başını öne doğru eğmişti hafifçe. “Uyandırdığım için özür dilerim ama akşam yemeğine kırk beş dakika kaldı. Duş almak ve giyinmek istersin diye düşündüm. PSA yemek saatleri konusunda çok katıdır, yarın sabah ki kahvaltıya kadar aç kalmanı istemeyiz, değil mi?”
“Annemin bana hitap ediş şeklini nereden biliyorsun?” diye sordum doğrudan, istemsizce huzursuz çıkan sesimle. Min’in yüzündeki tebessüm ihtiyatlı bir ifadeye dönüştü.
“Ah… hatırlamıyorsun… bu çok doğal, küçüktün daha.” Burada, konuştuğu şeyleri direkt çözebileceğim tek bir insanla tanışacak mıydım acaba? Bana Kılavuz olarak verilen çocuk bile bilmece gibi konuşuyordu ve ufaktan başım ağrımaya başlamıştı bu duruma. Boş bakışlarımı fark eden Min derin bir iç çekti. Yavaş hareketlerle yanıma otururken temkinli ifadesi geri dönmüştü. “Abim bir iz sürücüdür. Patriam’dan uzaktaki ruh savaşçılarının ruhlarının izini sürer ve okula gelmesi gerekli olanlarınkini bulup ailelerine tebligat gönderir. Senin ruhunu da henüz on yaşındayken bulmuştu. Çocukluğum boyunca Taşra’yı merak ettiğim ve ileride Taşra haklarını savunmak isteyen bir siyaset adamı olmak istediğim için abimin bu keşif gezilerine eşlik ederim sık sık. Yani bu ilk karşılaşmamız değil. İzin verir misin, sana göstereyim?”
Min, elini ikimizin ortasına uzattığında dudaklarımı birbirine bastırarak bekledim bir süre. Ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlayamamıştım ama öte yandan dikkatimi çekmişti anlattıkları. Merakıma yenik düşüp elimi uzattığımda Min parmak uçlarını bileğimin içine yerleştirip gözlerini kapattı. Ben de onu taklit ettim.
Sekiz yıl önce
Kasımpatı köyünün sararmış çimenlerinin arasında koşuyor, bir yandan hava kararmadan eve dönüp dönemeyeceğimi düşünürken diğer yandan da annemin bu akşam yemek olarak kaç yaprak lahana kaynatma hakkının olduğunu hatırlamaya çalışıyordum. Bütün gün ormanda bulduğum iki sincabın peşinden koşturduktan sonra öyle acıkmıştım ki tek arzum mideme birkaç lokma yemek sokmaktı. İnce yamaçtan aşağı doğru koşarken hızlandım. Kendimi köyün içine attığımda yalnızca bir buçuk dakikalık yolum kalmıştı.
Onları uzaktan gördüm önce. Oldukça uzun, yetişkin bir adam ve yanında küçük bir çocuk vardı. Giyim kuşamları taşraya uymayan detaylara sahip, pahalı kıyafetlerden oluşuyordu. Duruşlarından bile anlaşılıyordu başka bir yere ait oldukları. Karşılarında dikilen annemi gördüğümde içimde oluşan tedirginlik yanlarına yaklaştıkça büyüdü. Annem o ikisinin ortasından beni gördüğü an yüzünde güller açarak gülümsedi.
“Geldin mi Menekşe Çiçeğim?”
Yetişkin olan arkasını dönüp bana baktığında o da gülümsüyordu. Yanındaki çocuk, çekingen bir tavırla adama doğru sokulurken durdum. Nefes nefese kalmıştım, avcumun içini göğsüme yaslarken konuşacak halde değildim pek.
“Biz şimdilik gidiyoruz o zaman.” dedi adam anneme. Yanındaki çocuğun omzuna dokunup onu köyün çıkışına doğru yönlendirdi, yürümeye başlamadan önce bana son bir bakış attı. “Görüşmek üzere Lima.” Bu yabancı adam benim adımı nereden biliyordu? Alnım kırış kırış olmuş bir şekilde adama bakarken bir an sonra gözlerim yanındaki çocuğa ilişti.
Ela gözlü uzun çocuk, arkasını dönüp yürümeye başlamadan önce bana beceriksizce el salladı.
Gözlerimi açtığımda kucağıma bir damla gözyaşı döküldü. Olanlardan sonra annemi, Kasımpatı Köyüne ait bir anıyı görmek beni sarsmıştı. Diğer yandan hayatımda ilk kez yaşadığım bu şey, uyumadan rüya görmek, kollarımın titremesine, göğsümün ortasındaki bir yerin hafifçe acımasına neden olmuştu. Min nazikçe parmaklarını üstümden çekerken,
“Hatırladım…” dedim cılız bir sesle. Ona bunu nasıl yaptığını, geçmişimden bir anıyı bana nasıl yaşattığını sormak istedim ama yine farklı dilden bir şeyler anlatacaktı muhtemelen. Çenemi kapalı tutmak en iyisiydi.
“O gün abim seninle görüşmek. Sana olan biteni, kim olduğunu anlatmak için gelmişti oraya ama annenin ricası üzerine vazgeçti. Annen her şeyi, zamanı geldiğinde öğrenmen konusunda ısrarcıydı Lima. Bunu senin çocukluğunu rahatça yaşaman için yaptığına eminim ama şimdi görüyorum ki gelecekte oldukça zorlanmana sebep olacak yanlış bir karardı… Sudan çıkmış balığa dönmüşsün resmen. Dün törenle ilgili bir hazırlık işi için Alt Çarşı’ya inmiştim, yoksa direkt ben karşılardım seni. Bu kadar bocalayacağını tahmin edemedim yoksa gitmezdim bir yere…”
“Sorun değil.” Bakışlarımı ondan kaçırırken Min’in bu kadar anlayışlı ve açık sözlü oluşuna karşı minnet duydum.
“Ben seni kapının önünde bekleyeceğim, hazırlan da yemek yiyelim. Sonra uzun uzun konuşuruz olur mu?”
Başımı ağır ağır sallamakla yetindim.
Adına ‘Yemek Salonu’ dedikleri, birinci kattaki geniş odaya girdiğimizde insanların tuhaf bakışları üstüme döndü yeniden. Somia’nın benim için sepete attığı kıyafetlerin hiçbiri giyebileceğim tarzda şeyler değildi. Ben de son anda görüp sepetin en üstüne koyduğum düz siyah hırkayı ve siyah kumaş pantolonu giymeyi tercih etmiştim. Üstümdeki kaliteli kıyafetlerle ve saçlarımı tarayıp dümdüz bir atkuyruğu yaptığımda dahi onlar için kabul göreceğim bir kıvama gelememiştim belli ki. Burnumdan soluyarak güldüm.
“Yemek salonu demek… Yemek yemek için ayrı bir salona sahip olmak, her öğün yiyecek bir şeyler bulabilmek… diğer insanlar taşrada yemek için saatlerce yürüyüp yeşermiş tek bir ot ararken…” Min, sözlerimi duyduğunda dudakları mahcup bir ifadeyle kıvrıldı.
“Bu yüzden taşra haklarını savunabilecek bir konuma gelmek istiyorum ya işte… En azından Patriam’da doğmuş büyümüş olsa da sizi gözetmek isteyen insanların olduğunu biliyorsun artık Lima.” dedi tatlı tatlı gülümseyerek. Tam ne cevap vermeliyim diye düşünürken küçük bir beden zıplayıp kolunu omzuma attı.
“Ben de sana bakınıyordum tam.” diye şakıdı Somia, tanıdık neşesiyle. Min’e başıyla kısa bir selam verdi ama normal şartlarda gördüğüm en konuşkan insanken Min ile konuşma başlatmak için herhangi bir çabada bulunmadı.
Min’in beni yönlendirdiği masaya doğru yürüdüğümüz sırada istemsizce duraksadım. Yanımızdan geçen iki uzun ve yapılı beden tarafından oluşan rüzgar üzerine Min’in yumuşacık bakışlarının koyulaştığına, sert bir ifadeye büründüğüne şahit oldum ilk kez. Başımı kaldırıp baktığımda anladım kim olduklarını. Okulun girişinde karşılaştığım ve sonra da isimlerini birkaç farklı kişiden duyduğum o herkesçe tanınan, ün sahibi ikili; Amon ve Daimon.
Somia, büyülenmiş gibi iç çekerken Min, yüz ifadesini hızlıca düzeltip onlarla ilgili olan her şeyi görmezden geldi. Adımlarını sol tarafa doğru çevirdiğinde ben de peşine takıldım. İçimde Amon’a karşı hissettiğim, bir ad koyamadığım tuhaf güdü yüzünden başımı arkaya doğru çevirdiğimde ve kaçamak bakışlarla siyah masaların dizildiği tarafa doğru baktığımda, biri erkek biri kız olan, iki güzel giyimli hoş öğrencinin ellerindeki yemekle dolu tabakları Amon ve Daimon’un önüne koyduklarını gördüm. İkisi de bu çok olağan bir şeymiş gibi rahat tavırlarla arkalarına yaslandılar ve kimseyi beklemeden yemeye başladılar.
“Hizmetçileri mi var bir de?” diye söylendim kendimi tutamayıp. Min, alaycı bir tavırla, soluk verir gibi gülerken arkamda dikilen Somia, kulağıma doğru eğilip,
“Hizmetçilik değil de onlara yakın olup statülerini yükseltmek isteyen birkaç öğrenci, genelde peşlerinde dolaşıyor böyle. Arkadaş olma çabası ama işe yaradığını görmedim şimdilik.” dedi o tarafa doğru imalı bir bakış atarak. “Neyse, ben Fin masasına geçiyorum canım, odada görüşürüz.”
“Görüşürüz.” Diyebildim, başımı önüme çevirmeye çalışırken. Min ile birlikte upuzun, hoş bir mavi rengindeki masaya ulaştığımızda ilk boş bulduğumuz yere oturduk. Masa çoktan dolmuş, öğrenciler yemeklerini yemeye başlamıştı. O kadar fazla çeşit şey vardı ki önümde içime oturan burukluğa engel olamadım. Keşke bu masayı böylece Kasımpatı Köyüne taşıyabilseydim. Küçük Surat Layla nasıl mutlu olurdu kim bilir…
Masadaki herkes beni enine boyuna incelerken daha fazla bu bakışlara kafa yormak istemediğime karar vermiştim. Önümdeki yemeklerden bana tanıdık gelen iki temel besin vardı; patates ve yeşilliklerden oluşan bir kase salata. Yemeye onlardan başladım. Ne kadar çok acıktığımı ilk lokmamı çiğnemeye başladığım an anlayabilmiştim. Derin bir iç çekerken Min hoş ses tonuyla kıkırdadı.
“Eh… iyi ki uyandırmışım.”
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum etrafıma bakınırken. Min ile neredeyse on dakikadır yürüyorduk. Bu okul tam olarak ne kadar büyüktü acaba? Çıkmakta olduğumuz merdivenin son basamağına ulaştığımızda,
“Ulu Kütüphane’ye.” dedi Min, eliyle karşı duvarı göstererek. “Geldik bile.”
“On saattir yürüyoruz bir zahmet artık…” diye söylendiğimde Min tekrar kıkırdadı.
“Ruh gücün yükseldikçe bedensel yorgunluk yaşamayacaksın hiç, bunlar son insani yorgunluklarının tadını çıkar.”
Ya burayı ilk okuduğumda çok duygulanmıştım ve sanırım hep duygulanacağım çünkü annem de bana hep papatya çiçeğim der ve Lima'nın annesinin de ona böyle özel seslenmesi çok hoşuma gidiyor nedense... Canım anam her yerini öperim onun... Ayrıca bir kez daha yazayım Lima ve Daimon'un bağlarına bayılıyorum o kadar safe hissettiyor ki yerim sinir küpü, adalet ve intikam isteyen kızın şifacı Şaman aşk adamı hehe...
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
Bilmeyenler: karga mı? peki🤔