Henüz masalın başında, gökten üç elma düşüvermiş...

Polis arabasına bindiğim an burnuma sıcaktan bir hoş olmuş deri kokusunun ve yanık plastiğin rahatsız edici karışımı doldu. Tuhaf adam hariç kimsenin beni görmemesini umarak ve burnumun direğini sızlatan kokuyu yok saymaya çalışarak başımı önüme eğip ellerimin arasına aldım. Benden kısa bir süre sonra polis memuru da arabaya bindi ve oyalanmadan çalıştırdı motoru. Bir yandan bütün yolculuğu kafam dizlerimin üstünde geçirmek, kendimi dış dünyadan ve bana getirdiği absürt olaylardan olabildiğince saklamak istiyor, diğer yandan içim içimi yediğinden polis memuruyla konuşmak için söyleyecek mantıklı bir şeyler arıyordum. Kendimi sakinleştirmek için harcadığım birkaç uzun dakikanın ardından, sokağı geçtiğimizi varsayarak başımı yavaşça kaldırdım. “Birkaç soru sorabilir miyim acaba?” dedim sahip olduğum tüm ciddiyetle. Polis memuru dikiz aynasından bana huzursuz bir ifadeyle bakıp tek kaşını kaldırdı. “Söylemem gereken her şeyi söyledim ben, gerisini merkezde dinlersiniz.” dedi aramızdaki görünmez mesafeyi koruyarak. Ellerimle önümdeki iki koltuktan destek alıp başımı öne doğru uzatım. Çaktırmamaya çalışsa da konuşmayı pek sevdiği her halinden belli olan polise bir umut, “Ama çok saçma…” diyerek mesafeli havayı az da olsa samimi bir noktaya çekmeye çalıştım çaresizce. “Yani kelepçe falan takmadınız, yasak olmasına rağmen şikâyetçi olanın kim olduğunu söylediniz. Hem...”



Araba ani bir frenle durdu. Başım öyle bir sarsıldı ki yerinden çıkacak sandım. Adam bir hışım arabadan inerken ben de acıyan boynumu tutarak gözlerimi sıkıca kapattım ve sırtımı koltuğa yasladım. Bir buçuk saniye sonra arka kapıyı açıp, “O zaman kelepçeni takalım.” dedi dalga geçer gibi. Arabadan çıkarmadan kollarımı tutup dizlerimin üstünde birleştirdi ve kelepçeyi tecrübeli iki hamleyle bileklerime geçirdi. Kaşlarımı çatmaktan alnımda sekiz kat kırışıklık oluştuğuna emindim o an. Kendimi saliseler içinde toparlayıp, gergin bir sırıtışla, olabildiğince sevimli görünmeye çalışarak, “Ya şaka yaptım memur bey, ne gerek vardı şimdi buna?!” desem de beni duymazdan geldi ve kapımı kapatıp, tekrar şoför koltuğuna geçti. Az önce o kadar güzel yok sayılmıştım ki konuşmaya devam etmek için cesaret bulamadım kendimde, derin bir iç çekip gözlerimi kapattım ve başımı derbeder bir tavırla araba camına yasladım. Neden aniden o kadar sinirlendiğine anlam veremiyordum bir türlü. Altı üstü boş yapmıştım biraz. Hiç de sinirlenecek birine benzemiyordu halbuki… Bu davranışı başta çizdiği profille o kadar uyumsuzdu ki kafamın içinde bir ampul yanmış gibi gözlerim aniden açıldı. Kafamı, kopma riskini göze alarak ön koltukların arasından uzattım bir kez daha. Gözlerimi kuşkuyla kısarak, “İyi polis misiniz kötü polis mi? Yoksa kimlik karmaşası mı yaşıyorsunuz memur bey?” diye sordum alaycı bir tavır takınıp, az önceki hareketinden hiç etkilenmemişim gibi yaparak. Başını olabildiğince çevirip bana yandan bir bakış baktı. “Ne demek istiyorsun?”



“Gerçek bir polis değilsiniz değil mi?” diye diklendim yürek yutmuşum gibi bir cesaretle. Tuhaf adam, bana yolladığı kağıttan uçağa yazdığı paragrafta, kendine has alaycı diliyle sahte polis göndermesi yapıyor, birazdan gerçek iki polis gelip sizi götürecek diyordu. Yaşadığım bu saçmalığın yalnızca tuhaf adam tarafından tasarlanmış bir oyun olduğuna inanıp –ki katil ile benim kişiliğimi çok iyi bir yere bağlamıştı- sesimi müthiş bir özgüvenle yükselttim. “Tuhaf adamın tuttuğu sahte bir polissiniz siz, değil mi?!”



“Bağırma lan kulağımın dibinde! Yemin ederim seni üç gün aç susuz bekletirim nezarethanede ha!” Uyarısını yok sayarak küçük bir çığlık attım kulağına doğru. “Aaaa! Yetişin komşular sahte polis beni kaçırıyor! Evindeki mahzende tuhaf adamla birlikte beni öldürüp kanlı fantezilerine alet edecekler!” Serzenişime ara verip geriye doğru yaslandım ve popomla cam kenarına kaydım. Yüzümü araba camına yapıştırıp, “Yardım ediiiiin!” diye bağırdım. Buharlanan araba camını dudağımla silip yüzümü, dışarıdan görünebilecek duruma getirdim. Sahte olduğundan şüphelendiğim polis memuru ise kendi kendine sabır diliyor ve susmamı söylüyordu. Elbette onu dinlemiyordum. Boynumda atan nabzımın sesi daha gürültülüydü o an. Sokakta kimseyi göremeyince insanlardan umudumu kesip başımı yukarı doğru kaldırdım ve dua etmeye başladım; “Allah’ım yardım et sen bana! Biliyorum pek sık dua etmiyorum, işim düşünce ama... Vallahi söz bundan sonra düzeleceğim! Biliyordum karşımdaki adam süper azılı manyak bir seri katil ve ben bu cinayet romanı işlerini bırakayım ve doğru yolu bulayım diye senin tarafından yollandı. Ama ben aptal bir kulun olduğum için anlamadım Allah’ım ne olur beni kurtar söz romanı da bırakıyorum, kötü alışkanlıklarımı da... Ama sadece arada likörlü çikolata yerim, ona dayana-“ Polis memurunun ikinci sert freniyle kafam ön koltuğa çarptı. “Allah’ım çarptı beni sonunda” diye mırıldandım kelepçeli ellerimi sızlamakta olan alnıma değdirip. Solumdaki kapı açıldı birden, kalbim ağzımda atıyor, alnımdan dökülen ter damlaları kaşlarımı ıslatıyordu. İş kafamdaki tiyatro oyunundan çıkmış, tehlikeli bir yere gidiyordu sanki. İçimden, bu gece yaşadığım her şeyin tuhaf adamın başından beri yaptığı gibi komik olmayan bir şakadan ibaret olduğunu umarak kapıya döndüm. Polis memuru sinirle kolumdan tutup dışarı çıkardı beni. Sinirini yutmaya çalışır gibi, rahatsız edici bir sakinlikle konuştu, “Geldik...”



Evet. Varış noktamız gerçek bir karakoldu. İçimden, ‘Tuhaf adam saçma sapan bir oyun için prodüksiyonu bu kadar abartmış olabilir mi acaba?’ diye geçirdim. Sonra kendi sorduğum soruya sinirlendim, hiç olmadığım kadar güçsüz hissettim kendimi. Amacı tam olarak buydu belki de. Gerçek dünyayı ve kurgu evrenini karıştırıp aynen böyle rezil olmamı istemişti belki de, kim bilir? Basit bir eşek şakasından fazlası değildi onun için, detaylarını düşünmemişti bile. O an hiçbir düşüncemden emin olamıyordum, beynim az önce sızlayan alnımdan akmış ve bulduğu ilk delikten kaçıp gitmişti sanki.



Polis abi beni bir eşyaymışım gibi merkezin içine doğru sürüklerken, ikimiz de dışarıdan çok tuhaf göründüğünü düşündüğüm bir sessizliğe sahiptik. Geniş bir hole girdiğimizde siyahlar içindeki başka bir polis memuru karşıladı bizi. Beni hoyratça arkasından sürüklemekte olan meslektaşına gergin bir ifadeyle ve ayıplarcasına baktığında içim az da olsa rahatlamıştı. “Sen çıkabilirsin Cengiz.” dedi çenesini öne doğru iterek. Adının Cengiz olduğunu öğrendiğim dengesiz ve fevri tip anında kolumu bırakıp uyuşuk adımlarıyla yanımızdan uzaklaştı. İkinci polis ise bir adım atıp bana doğru yaklaştı aynı esnada. “İyisiniz değil mi?” diye sordu. Ses tonundaki samimiyet ve sakinlik biraz daha rahatlamamı sağlamıştı. Başımı hafifçe sallarken, “Gecenin bir köründe saçma sapan bir sebepten koluna kelepçe takılıp polis merkezine getirilen bir genç kadın ne kadar iyi olabilirse, ben de o kadar iyiyim.” dedim alaycı bir tebessümle. Siyahlı adam da bana benzer bir gülümsemeyle karşılık verdi. Eliyle sağ taraftaki uzun koridoru işaret ederek, “Bu taraftan... Endişelenmeyin, sorgudan sonra anlaşılır her şey.” Sorgu kelimesini duyar duymaz panikle hızlanan kalbimi umursamadan, karşımdaki polisin sakinliğine ve kibarlığına güvenmeye karar verdim ve adamın sözünü ikiletmeden yürümeye başladım usul usul. Hiçbir şey anlamadan, hiçbir şeyi anlamlandıramadan ve hiçbir tahmin dahi yürütemeden...



***



Sorgu odasına girer girmez, stres seviyem beynimi kaynatacak bir noktaya geldi. Daha önce romanımda defalarca kez tasvir ettiğim oda, bütün tasvirlerimi gölgede bırakacak kadar soğuktu. Bileklerimdeki kelepçeyi ben daha sandalyeye oturur oturmaz çözdü rütbesi yüksek bir polis olduğunu anladığım genç adam. Yüzümü o an bulunduğum ortamdan ne kadar rahatsız olduğumu belli edecek şekilde buruşturup, bileklerimi ovuşturmaya başladım. Karşımdaki sandalyeye büyük bir sakinlikle oturan adam, kaşlarıyla bileğimi işaret ederek, “En fazla beş dakikadır bileğinde. Biraz abartmıyor musun?” diye sordu. Dramatikliğim içten içe onu eğlendiriyordu sanki. O ana dek içimdeki gerginlikle uğraşmaktan yüzüne bakmadığım adamla göz göze geldik aniden. Kısacık saçları, kemikli yüz hattı ve esmer teniyle sert; hafif etli alt dudağı ve açık kahve göz rengiyle nahif bir görüntü çiziyordu. Yaşı otuzdan fazla olamazdı, en fazla yirmilerinin sonlarında olmalıydı. Ben ona cevap vermek yerine, kaşlarımı çatarak yüzüne baktığım için sırtını geriye yaslayıp kollarını göğsünde birleştirdi. “Bir cinayet işlendi...” Kurduğu cümle bomboş odada ve aynı bomboşluktaki zihnimde yankılandığı an elimi dizime vurdum hafifçe. “Ben hiçbir şey yapmadım ya... Ne cinayetten haberim var, ne de başka bir şeyden... Ne olur bırakın gideyim! Tuzak bu tuzak! Asıl karşı komşum psikozlu bir katil! Suçu üstüme yıkmak için oyun oynadı bana!” Adam bir elini hafifçe yumruk yaparak ağzına götürdü ve kıkırdadı. Alaycı bir ifadeyle tek kaşını kaldırdı. “Demek karşı komşunuz katil, öyle mi?”



“Evet,” dedim başımı olabildiğince dikleştirip karnımı masaya yasladığım sırada. Çenemin ucuyla önündeki telefonu işaret edip, “Bak arat Google’dan... Adım Yuşa... Yuşa Yılmazer. Babam yazar benim… Çıkar internette adı. Babamın yolundan gitmek için uzunca bir süredir eve kapattım kendimi. Romanımı yazmak dışında hiçbir insani aktivitede bile bulunmuyorum. Nasıl adam öldüreyim ki? Öldürmem ben kimseyi!” Konuşmaya başladığımda sakin bir tınıda olan ses tonum her yeni cümlede daha sert bir ivme kazanmış, son cümlede yanlışlıkla –azıcık- yükseltmiştim sesimi. Gözlerini gözlerime kenetleyip tek kaşını kaldırdı soğukkanlı adam. “Ne tür bir roman yazıyorsunuz?” diye sordu hiçbir duyguyu açık etmeyen, dümdüz ses tonuyla. Hafifçe öksürüp, gözlerimi kaçırdım. Soru beklemediğim yerden gelmişti. “Polisiye...” dedim olabildiğince kısık bir sesle. “Duyamadım?” dedi imalı tavrıyla. “Polisiye!” diye bağırdım bu kez. “Her polisiye yazan katil mi olmalı?”



Adam, hafifçe arkasına yaslandığı sırada ellerini iki yana açarak, “Hayır canım, öyle bir şey söylemedim ben.” dedi. “Sadece...” Gerginliğimin tüm yüz hatlarımdan okunduğunu bilerek tek kaşımı kaldırdım. “Sadece?” Konunun üstüne gitmek istediğini belli ederek, birkaç uzun saniye boyunca süzdü beni, kollarını göğsünde birleştirip yüzüne meraklı bir ifade yerleştirdi. “Romanınız... Tam olarak konusu ne, biraz bahsedebilir misiniz bana?”



“Çıkınca okursun.” diye homurdandım. Yüzümü boş duvara doğru çevirirken en kısık sesimle ve net tavrımla konuştum. “Avukatımı istiyorum!” Ayağa kalktı adam. Benim gergin ruh halimin aksine, o oldukça sakindi. Bu tezat canımı iyice sıktığında, ters bir tavırla kaşlarımı havaya kaldırdım. “İyi polis, kötü polis, manyak polis... Rolünüz ne bilmiyorum ama, beni birkaç dakikada daha burada tutarsanız ben kötü taraf olacağım!” Adam, bana ‘Ateş olsan neren kadar yer yakacaksın, pasaklı!’ der gibi küçümseyerek baktığında ses tonumu alçaltıp, “Bence siz iyi polissiniz...” dedim uysal bir kedi gibi. “Lütfen bırakın beni ya... Ocakta yemeğim vardı.” Hayal kırıklığına uğramış gibi, “Gerçekten buradan çıkabilmek için bula bula bu bahaneyi mi buldun?” diye sordu sitemle. “Kızım hani yazardın sen? Hani zekiydin?” Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim ve birkaç saniye boyunca, gözlerimi kırpıştırdım öylece. Ardından pürüzlü çıkan sesimle sordum, “Ne demek istiyorsunuz?”



Genç adam, ellerini masaya sertçe vurarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı. O bana yaklaştıkça ben aynı orantıda geriye kaçsam da fayda etmedi. Aramızda birkaç santim kala, “Buradan çıkmak için bana tek bir şey söyle.” dedi. Bir süre gözlerinin içine baktım. Benden, zekice bir cevap istiyordu. Derin bir nefes alıp, dudaklarımı araladım ve, “Bırakın gideyim...” dedim. Tabii ki bırakmadı. Bana acıyan gözlerle baktıktan sonra dişlerini sıkarak, “Romanında,” dedi. “İlk cinayet nasıldı?”



“Bunun ne önemi var ki?” dedim ağlamaklı bir ses tonuyla. Polis memuru, yılgınlıkla bükülen dudaklarının arasından derin bir soluk verdi. “Birkaç kişiye anlatmışsın zaten, bilen biliyor... Hala rica ediyorken, söyle istersen!” Sert tavrı üzerine içten içe ürktüm ilk kez ve pes edip, “Yaşlı bir adam...” dedim, konuşurken sesim titriyordu. “Evinde ölü bulunuyordu. Elinde ısırılmış bir elmayla. Banyoda...” Siyahlı adam ağlamak üzere olan çaresiz yüzümden gözlerini çekip, ağır hareketlerle ayağa kalktı. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp, masanın üzerine koydu. “Bak...” dedi. “İki mahalle ötende işlenmiş olan cinayet.” Korkarak gözlerimi adamın masaya bıraktığı fotoğrafa çevirdim. Fotoğraftaki kare görüş açıma girdiği an, kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.



Fotoğrafta, banyoda yarı çıplak yaşlı bir adam vardı.



Kanlar içindeydi. Elinde ise bir elma...

Yorumlar

Yorum yapmak için giriş yapın.

01.07.2025 19:54
Neee?!?
19.06.2025 16:12
Hassssss
19.06.2025 14:28
SMWNRJWIXKSNRWJDIAI Yuşa konuştukça daha da batıyorsun askm
19.06.2025 14:27
elmayı prens yedi arkdslr
19.06.2025 11:39
Bu kısımda ağzım bir karış açık yarım saat bekledim.
18.06.2025 01:46
AAAAAAAAA işler karışıyo