"Bir Varmış O Yokmuş"

Parmaklarım, adeta final parçasını çalmaya hazırlanan bir piyanist gibi, bilgisayar klavyesinin üzerinde sabitlenmişti. Gözlerim kapalıydı. O an, ihtiyacım olmayan tüm duyu organlarımı dış dünyaya kapatmış, sadece, kısık bir sesle kulağıma dolan şarkıya odaklanmıştım. Aylardır durmaksızın dinlediğim şarkı listesini ezbere bildiğimden, tuşlara basmak için sıranın favori şarkıma gelmesini bekliyordum. Birkaç saniyesi vardı, biliyordum. Şarkı değişimini belli eden üç saniyelik sessizlikte, parmaklarım kasılmaya başlamıştı bile. Son saniyede gözlerimi hızla açtım. Parmaklarımı hafifçe yukarı kaldırarak final vuruşuna hazırladım kendimi. Üç aydır yemeden içmeden yazdığım romanımın final sahnesinin, ilk cümlesini yazacaktım. Vakit gelmişti!

Favori şarkım, o buğulu sesle can bulduğu an klavyeye kenetlediğim gözlerim parmaklarıma görünmez bir ip taktı ve bir kukla gibi oynatmaya başladı. Kafamın içindeki hayalet yazarın bana bile sürpriz yaparak yazdırdığı o kelime, yalnızca "Dedektif..." idi. Parmaklarımı klavyeden çekip, yüzümü buruşturdum. Fazla sesli bir homurdanma seremonisi eşliğinde, "Gerçekten bu muydu yani?" diye sordum biri beni dinliyormuş gibi. Sinirimi ondan çıkarırcasına kavradım kahve fincanımı ve buz gibi olmuş kahvemden bir yudum aldım. Tadının kötülüğü yüzünden yüzümü bir kez daha buruşturduğum sırada masanın altındaki ayağımla duvara minik bir tekme attım.

Haftalardır her gün aynı şeyi yaşıyor, az önce kendimi içine hapsettiğimi kabullendiğim kısır döngünün içinde debelenip duruyordum. Bugün de bütün şartlar yerinde olduğu halde ihtiyacım olan ilham gelmiyordu, bir türlü final sahnesini yazamıyordum, hatta sahnenin girizgahını dahi yapamıyordum. Katil belliydi, maktul de. Cinayetin neden ve nasıl işlendiği, olay yeri, katilin zihnindeki cinai arzunun geçerli ve geçersiz sebepleri bile belliydi. Dedektifim her türlü kanıtı titizlikle toplamış, kitabın ilk sayfasından beri okurun kuşku duyduğu bütün şüpheliler aynı odada toplanmıştı. Yapmam gereken tek şey önümde duran lanet tuşlara basıp final aksını yazmaktı. Ama bir türlü olmuyordu işte, haftalardır iki kelimeyi bir araya getirip de son vuruşu yapamıyordum. Nedenini bilmediğim bir sebepten, içime sinmiyordu bir şeyler.

Aniden ayağa kalktım. Yaklaşık üç dakikadır en nefret ettiğim şarkıya dönüşen melodiyi kapatıp, evin içinde homurdanarak volta atmaya başladım. Bir yandan, sinirlenince tutan kaşıntıma çözüm olmasa da kısa tırnaklarımı boynumda gezdiriyor, diğer yandan da kendimle ciddi bir konuşma yapıyordum. Kendime yönelttiğim ilk soru, "Geri zekâlı mısın Yuşa?" oldu. "Üç aydır, uyurken bile düşündüğün kurgun bitmek üzere. Derdin ne kızım?" Odanın tam ortasına dikildim. Boynumda gezinen parmaklarımı, saçlarıma götürüp biraz da saç diplerimi kaşıdım. "Acaba, ev yüzünden mi?" Bir umut arkamı dönüp, üniversite yıllarından beri yaşadığım küçük daireme baktım. Daha beş saniye öncesine kadar âşık olduğum sevimli evim, birden gözüme o kadar çirkin göründü ki... Elimi havaya kaldırıp, parmağımı şaklattığım sırada, "Evet, işte bu, taşınmalıyım!" diye bağırdım. Yüzüme haftalardır uğraştığım sorunuma çözüm bulduğum için yerleşen parlak gülümseme, iki saniye içinde havadaki elimle birlikte aşağı düştü, iki saniyede söndüm resmen. "Ama param yok." Yine saniyem saniyemi tutmamış, tüm iç dünyam tepetaklak olmuştu. Söz konusu yazdığım roman olunca, deli gibi davrandığımı söylüyordu çevremdeki herkes. Sanırım doğruydu bu. Ya da sadece ilham eksikliği yaşıyordum bu sıralar, ama işte...

Kahve makinesinin kapağını kaldırıp dolu filtreyi çıkardım ve ayağımla çöp kutusunun kapağını açtığım sırada filtreyi gelişigüzel fırlattım. Yarısını ıskalamasaydım tek sorunum senaryomun finali olarak kalabilirdi… Filtrenin içindeki kahvenin bir kısmı mutfak zeminine yayılınca burnumdan öyle bir soludum ki burnum dile gelip talihime sövdü sanki. Kahve makinesine yeni filtreyi koyup kahvemi demlerken yavaşladım. Belki de sorun buydu, hız felakettir sözü boşuna değildi belki de… Ya da ben harbi harbi deliriyordum. Dolap kapağına astığım bezi kirlenen kısmın üstüne atıp yeri silmek için eğildiğim an tuhaf bir ses duydum. Refleks olarak arkamı döndüğümde bezi tuttuğum el havada kaldı. Ne sesiydi o? Bir çeşit kuş olabilir miydi? Başımı iki yana sallayıp tekrar önüme döndüğüm an, ses tekrar etti. Saat sabahın beşiydi ve o saatlerde çıt çıkmazdı bizim mahallede. Kuş cıvıltısına benzeyen ancak bir kuşa ait olamayacak kadar kalın o ses nereden gelmiş olabilirdi ki? İçimdeki merak duygusuna yenik düşüp ayağa fırladığımda tedirgin hissediyordum bir yandan da. Kahve makinesinin yanından geçerken kapatma tuşuna basmak yerine doğrudan fişini çektim. Makinenin önünde duran dört boş kupadan birini ağzına kadar doldurup elime aldım. Beynim aynı anda yüz farklı şeyle ilgilenebiliyor ama bir türlü kuyruğuna geldiğim kitabın finalini yazamıyordu. Mutfak ve pencere arasındaki kısacık yolda bir kez daha kendime sinirlendim fakat saliseler içinde yeniden merak duygum galip geldiğinde koşar adım pencereye ulaştım. Tam tek elimi kaldırıp perdeyi aralayacaktım ki iki elimin de dolu olduğunu fark ettim o an. Neden hala yer bezini tutuyordum ki ben? Fakat bunu düşünecek vaktim yoktu şu an için, ben de perdenin ucunu burnumla hafifçe aralayıp kafamı perdenin arkasına sokuverdim.

Ses, tahmin ettiğim gibi ondan geliyordu. Bir ay önce karşımdaki apartmanın ikinci katına taşınan, tuhaf adamdan... Kendi kendine ıslık çalıyordu sabahın beşinde. Belki o an, neden hala tuttuğumu bilmediğim mutfak beziyle ve fil şeklindeki kahve kupamla dikilirken bunu söylemem saçmaydı ancak uzun süredir merakla izlediğim bu adam fazla tuhaftı cidden. Oturduğu daire benim dairemin tam karşısına denk geldiği için sık sık istemeden –ve bazen isteyerek- göz misafiri oluyordum yaşamına. Garip kıyafetler giyiyordu hep. Saçını sakalını kendi kendine boyuyor, sonra birden kısacık kesiyordu. Kestiği sadece saçı sakalı olsa iyi... Bir defasında pijama altını da kısacık kesmişti, hem de orantısız bir biçimde. Bir tarafı şort olacak kadar kısa, diğeri ise daha yukarıda... Ama ne yalan söyleyeyim son zamanlardaki tek zevkim de bu adamı izlemekti, tıpkı bir belgesel kameramanı gibi. Şu ana kadar görüp görebileceğim en enteresan tipti ve sanki ne kadar enteresan davrandığının farkında bile değildi.

O dakikalarda da –sabahın köründe olduğumuzu bir kez daha hatırlatmalıyım- bir süredir incelediğim tuhaflıklarına bir yenisini eklercesine, kısacık şortu ve ayağındaki kocaman tavşanlı pelüş terliğiyle balkonda ıslık çalarak gazete okuyordu. Adamı incelemeye o kadar dalmıştım ki; beni kendime getiren, elimde olduğunu unuttuğum için farkında olmadan yamulttuğum kupadan birkaç damla sıcak kahvenin ayağıma dökülmesi oldu. Dişlerimin arasından "Yandım!" diye tıslayarak geriye doğru sıçradım. Sanırım sıçradığım için olacak, bir miktar kahve daha döküldü, bu kez üst bacağımı hedef alarak. Yanan ayağım yüzünden tek ayağımla zıplarken, sol elimdeki –ıslak olduğu için her geçen saniye ağırlaşan- mutfak bezini güç bela masaya bıraktım ancak sağ elimdeki kahve bardağının gözlerimin önünden kayıp gitmesine engel olamadım. En sevdiğim kupamdı düşen, bu yüzden kurtarmak için ona doğru bir hamle yaptım ancak ne bardağı ne de kendimi kurtarabildim ve yüz üstü yere kapaklandım.

Sabahın köründe, ilham gelmiyor diye kendi kendimle kavga ederken, birdenbire, karşı dairemdeki tuhaf yabancı yüzünden, emekli mahallesinde olduğu için mütemadiyen sessiz olan evim hareketlenmişti. Hiç de hoş olmayan bir hareketlenmeydi bu. Yüzümü, sağ bacağımı boylu boyunca zonklatan acıyla buruşturup, çirkin bir emekleme pozisyonunda doğruldum önce. Sürünerek, bardağımın yuvarlandığı yere gittim. Güzelim pembe filimin birbirinden ayrı yerlerde olan burnunu ve gövdesini elime aldığım an çenem ile göğüs kafesim aynı anda yukarı doğru hareket etti ve hemen ardından derin bir iç çekerken buldum kendimi. Bardağı, ben hala dizlerimin üzerindeyken yan tarafımda duran masanın üzerine bıraktım ve yavaşça ayağa kalktım. Balkonunda oturan tuhaf adamın ıslık sesi odamı dolduruyordu hala. Bu durum, beni aniden öfkelendirdi ve bu defa gizlenmek için kırk takla atarak perdeyi aralamak yerine bir hışım balkona attım kendimi. Ayağıma battal boy balkon terliklerimi geçirip, yüzüme en sinir bozucu ifademi yerleştirmiştim ki tuhaf adamın çoktan ifadesiz gözleriyle bana doğru baktığını gördüm. Ben bir saniyeliğine ağzımı açtığımda ne söyleyeceğimi düşünürken o sakin bir ruh haliyle ayağa kalkıp elindeki gazeteyi rulo yaptı ve ağzına dayadı. Yüzümdeki sinirli ifade, birden safi şaşkınlığa döndü, söylemeyi düşündüğüm her kelimeyi yuttum. Tuhaf Adam gazete rulosunu bir megafon gibi kullanarak tamamen sessiz olan sokağa doğru bir çığlık attı çünkü, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, sinir bozucu derecedeki umarsız tavrıyla, ayaklarını sürüyerek içeri girdi.

Ağzımdan yüksek oktavlı bir şok nidası kaçmasın diye elimi ağzıma dayadım. Gözlerim, daha önce hiç açılmadığı kadar çok açılmıştı şaşkınlıktan. Ne oldu lan az önce? Ben henüz şahsi hayretimi atlatamadan, orta yaşlı bir kadın uyku mahmuru suratı ve dağılmış saçlarıyla pencereye çıktı. "Utanmıyor musun sabahın köründe!" diye çemkirdi bana doğru. Boşta kalan elimi, panik bir halde, 'ben değildim' der gibi salladım ama nafile... Onun hemen ardından sol taraftan, başka bir teyze çıktı pencereye. Yüzünde yastık izi olmasına rağmen sesi gayet gür çıkıyordu. "Saygı yahu, saygı!" diye bağırdığında ben, ağzımdaki elimi de çekip iki elimle kendimi ifade etmeye çalışıyor, adeta şoktan çıkmayan sesime görüntülü alt yazı geçiyordum. Diğer bir balkondan, başka bir gümüş saçlı teyze daha çıktı. Ben burnumdan derin nefesler alıp panik atağımı ertelemeye çalışırken, pencereye çıkan ilk teyze, diğerlerinden güç aldığından mıdır nedir, iyice gaza geldi ve, "Gencecik kızsın, hiç mi utanmıyorsun yavrum? Biz senin gibi yastığa başımızı koyar koymaz uyuyamıyoruz! Sabahın köründe ninen, deden yaşındaki insanları ayağa kaldırdın, başın göğe mi erdi?" diye peş peşe sorular yağdırmaya, halka sesleniş gibi ültimatom çekmeye başladı. Cılız ve hafiften titreyen sesimle, "Ben değildim, oydu..." derken, işaret parmağımla karşı daireyi gösteriyordum ama nafile. Son çıkan teyzenin kocası, "Sabah ezanı mıydı o?" diye sorarak pencerenin önüne geldiği an bende ipler koptu ve kendimi içeri attım. Balkon terlikleriyle salona dalmayı umursamadan ayaklarımı sürüye sürüye odanın ortasına kadar geldim. Gözlerim hala sınırlarını zorlayacak kadar açıktı ve kalbim deli gibi çarpıyordu. Son bir yıldır hiç bu kadar şaşırdığımı ve öfkelendiğimi anımsamıyordum. "Neydi o be?" diye sordum kendi kendime. "Uykusuzluk bazen halüsinasyon yapar ama bu... Bu benim hayal gücüm için bile fazla!"

Gece boyu içtiğim bir buçuk litre filtre kahve yüzünden mi, yoksa biraz önce yaşadığım adrenalinden mi bilmem; uykum tamamen kaçıp gitti o sabah. Yarım saate yakın salonun ortasında, ikinci elciden aldığım, üstünde etnik motiflerin olduğu, bir sebepten çok sevdiğim sert halının üstünde uzandım öylece. Tavanımdaki ufak tefek rutubet izlerini inceledim. Sinirlerim yatışınca eski, mor renkli tekli koltuğumu penceremin önüne çekip, gerekli açıyı ayarladıktan sonra karşı evi izlemeye başladım. Sabah sabah, en sevdiğim bardağım onun yüzünden kırılmış, ayağım yanmış, dizim sakatlanmış ve mahalleliden suçsuz yere papara yemiştim. Amacım, tüm bunları başıma açan tuhaf adam tekrar balkona çıktığında ona iki çift laf etmek olmalıydı ama değildi. Bir aydır karşı evdeki adamı, içimdeki garip dürtü yüzünden gizli gizli gözetleyip minik notlar aldığım için, karnımda gün be gün biriken suçluluk duygusu bastırmıştı öfkemi. Bu nedenle, az önce yaptıklarını yutmaya karar verdim. Onunla ilgili tuttuğum notları yazdığım minik defteri, sıkıştırdığım koltuk kenarından aldım ve açtım. Bugüne kadar, çirkin el yazımla şunları not almıştım;

KARŞI BALKONDAKİ TUHAF ADAM

-Her gün güneş doğduktan sonra uyuyor.

-Saçlarını kendi kesiyor, keserken saçma sapan şekiller veriyor.

-Bugün balonda tıraş oldu. Ayna yerine emaye bir tencerenin kapağını kullanıyor!

-Pijamasını kesti kısalı uzunlu!

-Ya puro içiyor, ya sarma sigara.

-Yalnızca Pazar günleri sabah dokuzda ve Salı günleri gece on birde evden çıkıyor.

-Tavşanlı terlikleri var. Ama ona beş numara küçük geliyor. Hangi yeğeninden çaldı acaba?

-Duş aldıktan sonra üç-dört saat bornozuyla dolaşıyor.

-Kitap okurken, bazı sayfalarda durup havaya bakarak birileriyle kavga eder gibi konuşuyor. (Deli herhalde.)

-Plastik sinekliğini kılıç gibi kullanarak hayali birileriyle savaşıyor!

-20 Mayıs 2024, ilk defa normal biri gibi davrandı ve anormal bir şey yapmadı. İlginç!

-Gün doğumuyla birlikte, yalnızca boxerıyla balkona çıkıp güneşlendi! Ağzında purosu kafasında o enteresan şapkalarından biri vardı! Gerçekten normal değil bu adam!

Birden defteri kapatıp, sertçe göğsüme bastırdım. "Acaba, onu gözetlediğimi fark etti mi?" diye sordum kendi kendime. Ayaklarımı yere iyice bastırıp, kendimi koltukla beraber geriye ittirdim. "Yok canım... Çok dikkatliydim, fark etmiş olamaz, mümkün değil!" Göğsümde unuttuğum defteri tekrar koltuk kenarına sıkıştırdım ve ayaklarımın yardımıyla eski, rahat pozisyonuma geçtim. "Hem yazarım ben yahu, kaç kişinin karşısına böyle orijinal bir tip çıkar ki? Kesinlikle benim yerimde kim olsa gözetler, not alırdı. Hem... O da mahremiyete çok özen gösteriyorsa perdelerini kapasın! Bana ne!" Ayağa kalkıp, bu kez tüllerin ardına gizlenmeden araladım perdemi. O an, Tuhaf Adam da kendi penceresinden dışarıya bakıyordu. Göz göze geldiğimizde, sanki onun tarafından sobelenmişim gibi kalbim küt küt atmaya başladı yine. Panikten elim ayağım birbirine dolandığında perdeyi sertçe örtüp yatak odasına kaçtım. Küçükken, korktuğumda yaptığım gibi dişlerimi dahi fırçalamadan yatağın içine girip gözlerimi sımsıkı kapattım ve yorganı kafama çektim.

Gerçekten korku muydu bu his? Yoksa şaşkınlığımı yahut onu görünce hissettiğim tuhaf hissi korkuyla mı karıştırıyordum? Birkaç metre ötemdeki tuhaf adam, tıpkı romanımda yazdığım gibi psikopat bir katil olabilir miydi? Yorganı daha sıkı tuttum. Biraz sonra gözümün önüne, tavşanlı pelüş terlikleri geldi. Yorganımı hafifçe aşağı çekip gözlerimi açtım. Tavşanlı pelüş terlik giyen bir seri katil olamazdı, değil mi? "Buldum!" diye bağırdım birden. Hem de öyle bir bağırdım ki, kendi sesime sıçradım.

Bu defa apartman sakinlerinden ağır bir azar işiteceğim kesinleşmişti ama o an umurumda değildi pek. Yatakta heyecanla dizlerimin üzerinde doğruldum. Romanımda içime sinmeyen şey, bu herif karşıya taşındığından beri türemişti kafamda, “Tabii ya…” Başımı ağır ağır sallarken zihnimin içinde onlarca ampul aynı anda yandı; Romanım yavandı, okuru bir kenara bıraktığımda, beni bile gerektiği kadar heyecanlandıramıyordu. Çünkü ben, dedektifimi kendim gibi sıkıcı ve sıradan biri olarak yazmıştım. O, zihnimin yarattığı bir karakter değil, birçok benzer nokta yüzünden direkt benim zihnime sahip olan bir adamdı. Ve karşı apartmanda oturan tuhaf adamda beni çeken şey, başından beri buydu. İşimin başımdan aşkın olduğu zamanlar, gözümün önündekileri dahi göremezdim ben. Kişisel manikliğim yüzünden burnumun üstünde duran gözlüğü dahi unuturdum zaman zaman. Ama o adam, kendisini haftalardır köşe bucak izlememe, saatlerce gözetlememe sebep olacak kadar ilgimi çekmişti. Onu gördüğüm andan beri, kitabımda bir şeyler sıkmaya başlamıştı beni. "Tabi ya!" diye bağırdım tekrar gülerek. "Romanımdaki dedektif, tam da öyle biri olmalı!" Elimi çırptım sevinçle. Bir aydır çektiğim karın ağrısı geçmiş, saniyeler içinde hafiflemiştim. Kendimi tekrar, büyük bir coşkuyla yatağa bıraktım. Ve uzun zamandır özlediğim, derin ve deliksiz uykuya daldım.

Romanımın ana karakterini baştan aşağı değiştirmeye karar verdiğim o gün, yazdığım her sayfayı en başından düzenleme sorumluluğunu da almış oldum üstüme. Kurgu aynı kalsa da, dedektifimin huyu, suyu, tepkileri tamamen değişiyor, karakter gelişimi her geçen sayfa daha üst bir noktaya ulaşıyordu. Bu değişim ve gelişim inanılmaz bir haz veriyordu bana. Tek sorun, dedektifimi ilham aldığım tuhaf adam eskisi kadar açmıyordu perdelerini. Nadiren balkonda güneşlenirken yakaladığım anlarda, yeni aldığım dürbünümle çok küçük bir aralıktan her hareketini izliyor ve not alıyordum.

O sabah, yine gün doğumuna kadar düzenleme yapmış ve yorgun düşmüştüm. Kendime güzel bir kahve yapıp, mor koltuğuma kuruldum ve güne yeni başlayan insanların rutin telaşlarını izlemeye koyuldum. Karşı komşunun torunu okul servisine yine son dakika yetişti, sol çaprazdaki apartmanda oturan, ne iş yaptığını bir türlü çözemediğim genç adam; gri takım elbisesiyle erkenden yola koyuldu yine. Sekize doğru sabah kahvesini içen teyze aynı dakikalarda, elinde antika fincanıyla pencereye çıktı. Çiçekleriyle konuşan, yuvarlak gözlüklü kadın bu sabah bir farklılık yapıp her zamankinden yarım saat erken uyandı. Küçük ayrıntılar, küçük hayatlar, küçücük bir mahalle... Zaman kendi seyrinde ilerleyip akrep dokuza geldiği sıra, gözlerim hafiften kapanmaya başlamıştı. Popomun altında topladığım ayaklarım karıncalandığı için, ayağımı diğer eşinden çözüp koltuktan aşağı sarkıttığım sırada bir yandan da elimi kolumu esnetiyordum. Aniden avucumun içine karaladığım nota ilişti bakışlarım. Dün gece kendime bıraktığım bu not gayet kısa ve netti. "Alışverişe git!" diyerek, elimdeki yazıyı seslendirdim panikle. Son zamanlarda saat kaçta uyuyup uyandığım belli olmadığı ve günüm gecem birbirine karıştığı için, uyandığımda market kapanmış oluyordu. Buzdolabı tam takırdı ve eğer bu kez de uyumadan önce gidip bir şeyler almazsam, uyandığımda aç kalacaktım. Online sipariş de veremiyordum çünkü… Asansörsüz evimin otomatı bozuktu. Kuryeler bana surat yaptığı için huzursuz oluyordum ve sosyal anksiyetem ile antisosyal kişiliğim çatışmaya giriyordu. Kendim gidip alsam her şeyi daha iyiydi… Bir de bahşiş istiyordu kuryeler… Bozuk olmayınca yüz lira verip, sabaha kadar yüz liram aklımdan çıkmıyordu.

Huysuzlanarak ayağa kalkıp, banyoya doğru yürüdüm. Önce ayılmak için yüzüme su çarptım, sonra fazla miktarda kahvenin ağzımda bıraktığı etkiyi azaltmak için dişlerimi fırçaladım. Aklıma geldikçe yaptığım küçük ritüeli yerine getirmek için, dişlerimi fırçaladıktan sonra diş fırçasını dudaklarıma da sürttüm. Böyle yapınca dolgunlaşıyorlardı az da olsa. Gerçi ayna o kadar kirliydi ki, dudaklarımdaki ince farkı bırak kendimi bile göremiyordum. Yan tarafta duran sarı bezle aynada yüzümü görebileceğim kadar küçük bir kısmı sildim. Ama değişmedi, hatta daha da bulanıklaştı sanki. Kaşlarımı çatıp, gözlüğümü çıkardım ve pijamamın etek kısmı ile gözlüğümü sildim. Gözlüğü geri taktığım an, kirlenenin ayna değil de gözlüğüm olduğunu anladım. Yüzüme şapşal bir gülümseme yerleştirip, aynada kendime dişlerimi göstererek sevimli bir gülüş attım. Gözlük camlarımın temizlenmesinin bir eksisi, kendimi daha net görmemdi. Saçlarım o kadar yağlanmıştı ki... Artık saniyelik duygu değişimlerimi kafama takmadığımdan, anında yüzümü ekşitip, yatak odasına koştum. Üşendiğim için pijamamı çıkarmadan üzerime ince ve uzun bir hırka atıp, bel kısmındaki kuşağını bağladım. Kafama ise, yağlı saçlarımı kamufle edecek büyüklükte bir şapka taktım ve cüzdanımla anahtarımı da yanıma alarak kendimi sokağa attım.

Market evime yürüyerek üç dakikaydı neyse ki. Bazen bu kadar yakın olmasına rağmen üşeniyordum alışveriş yapmaya, uzak olma ihtimalini düşünmek dahi istemiyordum o yüzden. Muhtemelen salonun ortasında öylece uzanıp açlıktan ölmek için beklerdim birkaç gün boyunca. Markete vardığımda her alışverişe başlama noktasında yaşadığım ikilemi bir kez daha yaşadım ve kendimi, büyük alışveriş arabası mı alsam, küçük bir sepet mi çelişkisi arasında gidip gelirken buldum. Alacaklarımın fazla bir şey olmadığına karar verip, minik sepeti kaptım ve hevessiz bir tavırla koluma geçirip alışverişe başladım. Alışveriş listesi yapmaya bile üşenmiştim, muhtemelen almam gerekenlerin yarısını unutarak dönecektim eve. Gerçi çok da önemli değildi benim için, bu duruma alışıktım ve raflarda göz gezdirmeyi hoş buluyordum bir yandan da. Gözüme ilişince aklıma gelen ihtiyaçları tek tek sepetime atıyordum. Yaz aylarında en sevdiğim reyon olan, dondurucu kısmına ulaştığımda saçma bir gülümseme yerleşti yüzüme. Üstüne meyveli dondurmaları görünce çocuklar gibi şen hissettim, ağzım kulaklarıma vardı. O ay evden çok çıkmadığım için bir miktar param artmıştı, bu durumun bana verdiği yetkiye dayanarak büyük boy frambuazlı dondurma alıp kendimi şımartmaya karar verdim. Soğuğu daha uzun süre hissedebilmek için sanki karar veremiyormuş gibi rol yaparak oyalanıp, yeterince serinlediğime karar verdikten sonra kırmızı kutudaki dondurmayı aldım ve sepetimin en üstüne koydum nazikçe. Hemen yanındaki kahvaltılık bölümüne kayıp, küçük yoğurt paketine uzandım. Tam o esnada, birisi kulağımın dibine eğilip, "Bana kimseye söylemediğin bir sırrını söyle." diye fısıldadı. Korkuyla olduğum yerde sıçradım ve henüz tam olarak nasıl tutacağıma dahi karar veremediğim yoğurt paketini yere düşürdüm. Öfkeyle sesin sahibine doğru döndüğüm an nefesim kesildi. O... Tuhaf adam! Birkaç santim ötemde dikiliyor ve ifadesiz gözlerindeki ufak pırıltılarla bana bakıyordu.

Kalp atışlarım bu defa öfkeyle yahut korkuyla değil, heyecanla çırpınmaya başladı göğüs kafesimin içinde. Sesini bu şekilde ilk duyuşumdu. Bedenim saçımdan tırnağıma kadar titremeye başlamıştı adeta. İçimden heyecanımın dışarıdan belli olmaması için aklıma gelen bütün duaları okurken dışarıya tamamen sakin bir yüz ifadesi yansıtmaya çalışıyordum ve bu romanımın final aksını yazmaktan bile daha zordu. Tuhaf Adam sorusunu yineledi, ben muhtemelen adımı dahi unutmuşum gibi boş boş bakarken ona. "Bana kimseye söylemediğin bir sırrını söyle." Karşımdaki bir başkası olsa, yapacağım şey hiç vakit kaybetmeden suratımı buruşturmak ve oradan hızla uzaklaşmak olurdu. Ya da, "Deli misin kardeşim?" diye hesap sorardım doğrudan yüzüne karşı. Fakat karşımdaki bir aydan uzun süredir her anını görmek için çırpındığım tuhaf karşı komşum olunca bunların hiçbirini yapamadım. Konuştuğu dil, ölü bir dildi sanki. Ve işi romanlarında ölüleri konuşturmak olan ben, bu tuhaf adamın sahip olduğu kendine has lisanı çözmeye can atıyordum.

Geriye doğru bir adım atıp, gözlerimi kaçırdım. "Bazen..." dedim çekinerek. "Diş fırçasıyla dudaklarımı büyütüyorum." Kendimi tutamayıp yeniden yüzüne baktığımda koltuğuna sıkıştırdığı karpuzu, garip eşofmanı, kısacık saçları ve gri çoraplarının üzerine geçirdiği teyze terliği ile her zamanki gibi görünüyordu. Her zamanki kadar sıra dışı. Ama ilk defa yakından gördüğüm esmer yüzü, zihnimde canlandırdığımdan daha erkeksiydi. Çok yakışıklı olan bir tarafı yoktu ama tuhaf bir çekiciliği vardı. Hani bıraksalar dakikalarca gözümü kırpmadan incelerdim... Fakat maalesef o esnada buna fırsatım yoktu, çünkü o kadar ifadesiz bakıyordu ki yüzüme, panik oldum ve anlatmaya devam ettim. "Böyle dudaklarım," dedim elimdeki hayali diş fırçasını dudaklarıma sürterken. "karıncalanıyor ve biraz büyüyor. Normalde pek minik o yüzden..." diye çaresizce sohbeti uzatmaya çalışırken, o karşılığında hiçbir şey söylemeden, başımın kenarından arkamdaki rafa doğru uzanarak, dondurucudan bir paket Hüptrik aldı ve oyalanmadan arkasını dönüp gitti. Görevli gelip, döktüğüm yoğurdu sorana dek, enseme soğuk hava üfleyen dondurucuyla birlikte ardından öylece bakakaldım.

Görevliye yere saçtığım yoğurdun parasını kasada ödeyeceğime dair bir şeyler homurdanıp, acele yoldan kasaya koştum. Tek umudum, onu tekrar görmek, eğer şanslıysam birkaç kelime daha edebilmekti ayaküstü. Ama kasaya ulaştığım an hayal kırıklığımla da yüzleşmiş oldum. Çoktan alışverişini yapıp gitmişti. Omuzlarım kendiliğinden aşağı doğru çökerken sepetimi, kasanın önüne bırakıp içindekileri boşaltmaya başladım ağır hareketlerle. Kasiyer, aldıklarımı bir bir kasadan geçirirken ben de verdiğim cevabın pişmanlığını yaşıyordum kafamın içinde. Belki daha yaratıcı bir cevap verseydim benimle biraz daha uzun konuşurdu... "Az önceki adamı gördünüz mü?" diye soruverdim kasiyere. Ses tonum dalgın çıktığından ve bir yandan aldıklarımı poşetlediğim için başım önümde olduğundan, kasiyer kız ilk iki saniye kendi kendime mi yoksa onunla mı konuştuğumu anlamaya çalıştı. Hemen ardından şaşkın yüz ifadesiyle, "Ah, şu tuhaf adamı mı?" diye cevap verdi. Tuhaf adam... Soruma verdiği cevabı yok sayarak, elimdeki yoğurdu uzattım. "İki kere geçirin lütfen, bir tanesini döktüm de." dedim gereksiz bir nezaketle. Sebebini anlayamadığım bir biçimde gerilmiştim ve bunu o an mesai saatleri içinde olan yorgun bir genç kıza yansıtırsam önümüzdeki haftaya kadar kendimi öldürmem gerekebilirdi. Kasiyer gülümseyerek onayladığı sırada ben çoktan başka bir frekansa geçmiştim, aniden tuhaf bir his kaplamıştı içimi. Bir buçuk aydır kafamda yarattığım adam, benimle konuşunca birden fazlasıyla canlanmıştı sanki. Kafamda büyüttüğüm nar, o konuşunca patlayarak beynimin içine yayılmıştı adeta. Kasiyer, "Üç yüz kırk üç lira, doksan kuruş." dediğinde cebime sıkıştırdığım paraları uzattım. "Ben sevmezsem kimse sevmeyecek onu..." dedim fısıltıyla. Kasiyer, şaşırarak fişimi ve para üstünü bana doğru uzatırken avucumu açıp, parayı oraya bırakmasını istediğimi belli ettim. Tam o an kızla göz göze geldik. "Kıyamadım." dedim kıza, yüzümde oluşan buruk tebessümle. Anlamadı. Onun yardımıyla alışverişimin geri kalanını poşetlere doldurdum ve koşarak eve gittim. İkinci kattaki evime her zaman asansörle çıkardım ama o gün merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkmıştım. İçim, içime sığmıyordu.

Eve girdiğim an, poşetleri ayak ucuma bırakıp balkona koştum ve perdeyi sonuna kadar araladım. Kendimi hiç olmadığım kadar cesur, hiç olmadığım kadar cüretkar hissediyordum o an. Elimi balkon kapısına attığımda, içime doğan şey gerçekleşti ve tuhaf adam, elinde, bir süredir okumakta olduğu kitapla birlikte balkona çıktı. Balkon kapısını açıp, dışarı çıkmak ve ona bir şeyler söylemek istedim deli gibi. Belki de, en büyük sırlarımdan birini -en gerçek sırrımı belki de- bağıra çağıra söylemek... O, önünde açık olan sayfayı koparıp, kitabı yan tarafına doğru fırlatınca duraksadım. Elim kapı kolunu indirmekle indirmemek arasında gidip gelirken, Tuhaf Adam dizinin yardımıyla bir şeyler yapmaya başladı. Elimi kapı kolundan çekiverdim, sanki aniden elektrik çarpmış gibi. Hoş bir film sahnesinin içindeydim sanki ve fonda Melis Danişmend büyülü sesiyle, "Tam her şeyi bıraktığımı düşündüğüm bir anda, bir mucize geldi bana..." diyordu, benim kalbim küt küt atarken...

Birkaç saniye, çok değil... Birkaç saniye içinde kitaptan kopardığı sayfayla kağıttan bir uçak yapıp benim balkonuma doğru fırlattı. Gözlerimle takip ederek, düşeceği yeri tahmin etmeye çalışırken ben, uçak balkonuma düşmek yerine çok başka bir yere uçtu. Tuhaf adam, bunu önemsemeden garip sabahlığıyla, kocaman terliklerini sürüyerek içeri girdi. Ben ise, uçağın düştüğü yeri görebilmek için balkona fırladım. Kendimi gövdeme kadar balkon demirliklerinden aşağı sarkıtıp, gözlüğümü burnumun üstüne doğru iyice ittirdim ve miyop gözlerimle uçağın düştüğü yeri görmeye çalıştım. Hiçbir yere düşmemişti sanki! Yok olmuştu!

Koşarak evden dışarı attım kendimi. Anahtarı kapının dışında unuttuğumu da böylelikle fark etmiş oldum. Vakit kaybetmeden çekip aldım kilit yuvasından ve anahtarımı güvenli bir şekilde eşofmanımın cebine atıp fermuarını çektim. Merdivenleri yine ikişer üçer atlayarak, sokağa fırlar fırlamaz sağa, sola koşuşturdum uçağı bulabilmek için. Her taşın altına, her köşeye baktım. Yoldan geçen birkaç kişiye bile sordum, deliymişim gibi baktılar. Ama hiçbir şeyi umursamadan aramaya devam ettim. Tam pes etmek üzereydim ki, birinci kattaki komşum çiçekleri sularken sokakta avare gibi dolaşan beni fark edip seslendi. "Hayırdır yavrum, bir şey mi arıyorsun?" Kafamı kaldırıp, memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle, "Bir kağıt düşürdüm de-" derken gözlerim Neşe teyzenin suladığı çiçeği görünce kocaman açıldı. İşaret parmağımı ona doğru yöneltip, "İşte!" diye bağırdım. Uçak, Neşe teyzenin çiçeklerinden birine takılmıştı. "Neşe teyze sakın sulama, sakın! Geliyorum aç kapıyı!" diye deli gibi bağırdıktan sonra koşarak Neşe teyzenin evine gittim. Ben daha zile basmadan kapıyı açıp, ucu hafifçe ıslanan kağıt uçağı bana uzattı. Rahat bir nefes alıp, "Çok önemliydi" dedim ve alelacele teşekkür ederek eve çıktım. Kendimi mor koltuğuma atıp, kağıt uçağı bir zarar veririm diye korkarmış gibi, büyük bir dikkatle ve özenle açtım. Yırttığı kağıt, kitabın son sayfasıydı. Bunun özel bir anlamı olabilir miydi? Sayfanın boş olması gereken arka tarafını çevirdiğimde ise, çok çirkin bir el yazısıyla şunların yazılı olduğunu gördüm,

"Sence bu kitapta, katil kim?"

Gülerek, kağıdı havaya kaldırdım ve başımı koltukta arkaya attım. "Bu bir oyun daveti mi dedektif?" dedim romanıma gönderme yaparak. "Bunu sevdim!"

Bir buçuk ay... Onu yemeden içmeden gizlice izlediğim süre. Bir buçuk dakika... Sırf benimle konuştu diye ona kalbimde yer açmaya karar verdiğim süre. Bir buçuk saniye... Kağıttan bir uçakla hayatımı tamamen değiştirdiği süre... O an kalemimi çıkarıp, koltuğun kenarındaki küçük not defterime yeni bir not düştüm;

ROMANA YENİ BİR KADIN KARAKTER GİRİYOR. DEDEKTİFİN, ŞAŞKIN YARDIMCISI!

Yorumlar

Yorum yapmak için giriş yapın.

01.07.2025 19:01
Ahahajkjljkjkh favori aktivitemm
23.06.2025 17:51
Ne demek deliyiz, hdhdhdjdj
23.06.2025 17:47
Benim sakarlikla yarışır. Çok sevdim bu kızı
23.06.2025 17:41
Haydi bismillah.💖
23.06.2025 15:52
Plump uplar yokken büşradan öğrendiğimiz taktiklerdir mlsf gerçekkkkk
23.06.2025 00:03
Ksjxjbcbxcn
20.06.2025 13:43
WHAT DO YOU MEAN AȘKIM!!!! BEN DELIMIYIM??????? KDKDKNMDKSOSIEM
19.06.2025 14:25
ya ben bu iconic yerleri okurken kafayı yiyom
19.06.2025 14:22
kıyamadım 🥺🥺🥺🥺
19.06.2025 14:22
SJQNFWJXOQKNRWKSOQK askm bu sensin???? Yuşa Büşra değilse ben bir şey bilmiyorum 😭😭
19.06.2025 14:21
TUHAF ADAM BANA DA BUNU SORSA TÜM SIRLARIMI DÖKÜVERIRDIM
19.06.2025 14:20
ben bu adama bayılıyorum fkwkdqkekqkskqjeqk
19.06.2025 14:19
AAAAAAA NOTLARI
19.06.2025 14:18
bendeki yeri çok ayrı 😭😭
19.06.2025 14:18
TUHAF ADAM 😭😭😭
19.06.2025 14:17
Yuşaya bayılıyorum ya
19.06.2025 14:17
hoppa geldim yine en sevdiğim hikayeye
18.06.2025 00:44
benim en en en en sevdiğim misha kurgularından birisi aaaaaa
17.06.2025 20:48
YKS -oe- bitince tekrar geleceğim