"03:50"

"Benim bu pilotu gözüm hiç tutmadı. Bu bizi düşürür. Öyle bi' his geldi içime Yaprak." Sinan turnikelerin diğer tarafında yürüyen pilota kitlenmiş, her an adamın üstüne atlayacakmış gibi bakarken uçak korkusuna bir kulp bulmuştu sonunda. Yanında dikilen ve zaten gerginlikten kafasının üstünden dumanlar çıkan Gökhan da Sinan’a kitlenince, ‘başlıyoruz yine…’ diye düşünüp gözlerimi kapattım bir buçuk saniyeliğine.

"Senin suratını görürse korkudan düşürür adam uçağı... Bakma dik dik adama!" diye dişlerinin arasından uyardı onu Gökhan, hoodiesinin başlığını yüzüne kadar indirirken.

Sinan'ın çeşit çeşit korkularından biri de uçak korkusuydu. Havalimanına gelene kadar yüzlerce senaryo uydurmuş, sonunda Lost dizisindeki adaya kadar vardırmıştı mevzuyu.

"Oğuz nerede kaldı ya..." Gökhan görümcesi gibi didiştiği ama kardeşi gibi sevdiği uzatmalı belalısının derdindeydi. Oğuz, kim bilir hangi abuk subuk sebep yüzünden geç kalmıştı… Ufukta görünen sırıtık bir şapkalı kafa yoktu hala.

"Sabah 5'te taciz etmeye başlamıştım uyuyakalmasın diye. Ama sürekli meşgul çalıyordu. Uyanmıştır diye düşündüm." dedim endişeli bir ses tonuyla. Oğuz’un geç kalmasından daha çok Gökhan bir tık daha gerilirse ne yapacağız diye endişeleniyordum…

"Zeliş Sultan çıktı evden dedi..." Ali telefonunu cebine atarken bakışlarını önce bana, ardından Gökhan’a doğru çevirdi. "Başına bir şey gelmiş olmasın?"

Sinan'ın gözü hala pilottaydı. Zihin gücüyle düşürecekti illa uçağı!

"Pilot biraz üzgün duruyor. Çok tedirginim." Kollarını göğsünde birleştirip kendini kaşır gibi hırsla okşamaya başladığında az kalsın patlayacaktım gülmekten. "Ya havadayken birden hayatın ne kadar boş olduğunu düşünüp, şak diye düşürürse uçağı?"

"Ben düşüreceğim şimdi senin uçağını-" Gökhan elini kaldırıp Sinan’ın kafasının hizasında tutarak, "Elimin altındasın bak, sus!" diye bağırdığında dudaklarımı birbirine bastırıp Sinan’a uyarıcı bakışlar attım, ‘şunu iyice bela etme başımıza, zaten gergin!’ der gibi. Konuyu değiştirip,

"Uçakta kek meyve suyu veriyorlar mı ya?" diye sordum Ali’ye bakarak. Gökhan gerginliğini kıvırıp yok etmek için hayalimdeki o güzel senaryoyu gerçekleştiremediğinden, "Aynen, çiş molası da var. Sıraya dizilip bırakacağız aşağı." diyerek bana parladı bu kez de. Durduğum yerde hafifçe sızlanarak, çocuk gibi Gökhan’ı şikayet etmeye başladım.

"Niye dalga geçiyor bu benimle? İlk kez uçağa bineceğim. Heyecanlıyım biraz!" Alikom gamzelerini göstere göstere güldü bize. Gökhan avını süsmek üzere bekleyen boynuzlu bir hayvan gibi burnundan solurken Sinan uzanıp yavaşça kendine doğru çekti beni.

"Kıyamam..." Kolunu benimkine sararken, "Sen şimdi korkuyorsundur, ben şöyle koluna gireyim de..." dedi, uçak korkusunu çaktırmamak için bahane bulmanın verdiği mutlulukla. Üç beş adım ötemizde, kulağında telefonla dikilen Ali, keyifsiz bir ifadeyle telefonu kapatıp bize doğru döndü tekrar. Hoparlörlerde, bineceğimiz uçak için son anonslar yapılmaya başlamıştı.

"Açmadı." dedi, ‘yapacak bir şey yok.’ der gibi omuz silkerek. "Geçmemiz lazım artık... Son çağrı."

Ali ile önden yürürken istemsizce arkamı kontrol ediyordum sürekli. Sinan her an delirip kaçabilir, daha kötü ihtimalle Gökhan tüm Oğuz gerginliğini Sinan’dan çıkarıp ortalığı birbirine katabilirdi… Boynum dönüp durmaktan ağrımaya başlayınca duraksayıp Gökhan ve Sinan’ı önümüze geçirdim. Kendimi anne gibi hissediyordum bazen. Tünele girdiğimizde az da olsa rahatladım. Of… beden bütünlüğümüz bozulmadan bi’ binebilsek şu uçağa… Hayatımda ilk kez uçağa bineceğim için çok mutlu ve heyecanlı hissediyordum aslında. Uçma fikri hep mutlu ederdi beni zaten. Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa, sonraki hayatımda kuş olarak doğmak isterdim hatta. Parmaklarımın arasında tuttuğum bileti Ali’ye uzatarak,

"Ali cam kenarı mı benimki?" diye sordum heyecanla. Ali biletimi elimden alıp kendininkinin üstünde tuttu. Sonra kendi biletini bana uzatıp: "Cam kenarı." dedi. Yerini bana veriyordu uçarken bulutları izleyebileyim diye… Bileti geri uzatırken şakağıma bir öpücük kondurdu hızlıca. Bu ani atakla yerimden zıplayıp, "Ay!" diye bağırdım. Sinan korkuyla arkasını dönüp,

"N'oldu?!" diye feryat ettiğinde sanki biz daha uçağa düşmeden uçak irtifa kaybetmeye başlamış gibi çaresiz, bembeyaz bir surata sahipti.

"Yol tuttu yol, yürü sen..." Panikle saçmalamaya başladım. Gökhan çatık kaşlarıyla bana dönüp kuşkulu bir bakış atarken, "Daha uçak kalkmadı ne yolu lan?" diye sorduğunda yanımda dikilen Ali gülmesini tutmak için dudaklarını çiğneyip duruyordu. Gökhan’a çaktırmadan elimi uzatıp Ali’nin sırtına vurduğum sırada,

"Şimdiden tutmaya başladı yol, yürü be!" Elimi ileriyi gösterir gibi sallarken, yaşadığım paniği saklamak için öfkeli bir tavır takınmıştım. Gökhan bana iki saniyeliğine şaşkın şaşkın baktıktan sonra yürümeye devam etti, çok şükür. Ali’ye dönüp dişlerimi sıkarak baktığımda o, keyiften dört köşe olduğu her halinden belli, tatlı suratıyla sessiz bir kahkaha attı.


"Oğuz bi' salaklık yapıp uçağı kaçırdıysan haber ver, merakta bırakma bizi. Bi' sonraki uçağa yer buluruz. Tamam?" Ali ses kaydını bitirirken, Oğuz'la göz göze geldim. Oğuz uçağın koridorunda yavaş adımlarla yürüyor, telefonuyla oynuyordu. Fakat hemen yanında kenardan kenardan telefonunu kesen biri daha vardı... Yaşça daha olgun biri...

Kadriye babaanne!

Stresle elimi enseme atıp saniyeler içinde yine stresten oluşan ter gölünü sildim ve gözlerimi kapatıp halüsinasyon gördüğümü düşünmeyi seçtim. Ama gözlerimi açtığımda Kadriye babaanne hala orada, beynini simit gibi bölüştürüp kuşlara yediren arkadaşımın yanında yürüyordu... "Tansiyonum düştü..." İki parmağımla boynumda atan nabzıma baskı yaptım. "Oğuz Kadriye babaanneyi mi kaçırdın sen?!" diye bağırdığımda etrafımızdaki insanlar şaşkın şaşkın bana baktılar ama Oğuz'un umarsız tavrında zerre kadar bir eksilme olmadı.

"Teknik olarak kaçırmış sayılmam." dedi sırıtarak ve kolunu Kadriye babaannenin omzuna attı. "Sadece Tuna'ya haber vermeden küçük bir gezi planladım. Kado'm da kabul etti." Ali kaşlarını çattı. Oğuz'a doğru yaklaşırken, "Kado mu..." diye sordu ters bir tavırla. "Ne diyorsun sen ya?!”

"Oğlunu özlemiş... Dedim ben götürürüm seni..." Yüzündeki ifadede kendiyle gurur duyan bir ışıltı mevcuttu ve bu sinirlerimi iyice tepeme çıkarıyordu. "İstanbul'a indiğimizde gidip oğluna teslim edeceğim. Hem ben Tuna'yı bir günlüğüne altına sıçırtacağım, hem de kadın oğlunu görecek."

Dişlerimi sıkarak sakinleşmeye, sesimi yükseltmeden konuşmanın bir yolunu aramaya çalıştım. "Oğuz..." Burnumdan derin bir nefes soludum. "Tuna'nın babası Ankara'da yaşıyor!"

Oğuz ilk kez rahat tavrından sıyrıldığında ve yüzünde hafif bir telaş oluştuğunda, "Ne..." dedi alt tondan, gergin bir sesle. Sonra kendini hızlıca toparlayıp Kadriye babaanneye döndü ve birkaç saniye önceki umarsızlığını takınmaya çalışarak, "Kado... Hani İstanbul'daydı senin çocuk?" diye sordu. Sesi biraz da sitemli çıkmıştı. Kadriye babaanne, adı dahil her şey unutmuş gibi boş bir ifadeyle etrafına bakındı. "Kim?" Oğuz kesik bir nefes alıp arkasına yaslandı. "Kado işine gelmeyince hemen yaşlı taklidi yapıyorsun sen de..." Başını aşağı doğru eğerek Kadriye babaannenin görüş alanına girmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Endişeli bakışlarını ortak kahramanımız Ali'ye çevirdi. "N'apcaz şimdi?"

"İnşallah pilot uçağu düşürür de ben de rahatlarım." dedi Ali, sabrının son demlerinde olduğunu belli eden ters bir tavırla. Sinan, başını bize doğru çevirip, "Ne, uçak mı düşüyor? N'oluyor?!" diye bağırdığında, Yanlarında oturan teyze gözleri büyüyerek, "Uçak mı düşüyormuş?!" diye sordu korkuyla. Benim salak arkadaşım Sinan da az önce kendi bağırtısı yüzünden korkan teyzenin korkusundan korkup çığlık attı…

“Lan uçak kalkmadı ki düşsün!” dedi Gökhan, Sinan’ın ensesine çakarak.

Ben o noktada Sinan’ı kendi haline bırakmış, asıl sorunumuzla ilgilenmek için Oğuz’a dik bakışlar atmaya devam ediyordum. Allah'tan sabır diler gibi başımı yukarı kaldırdım. "Oğuz kadın bin yaşında!" Kafamın içinde herhangi bir çözüm aradım ama kapılar çoktan kapanmıştı, her şey için çok geçti… "Kadıncağız yaşlı bile sayılmaz. Kadını unutmuşlar öteki taraftan!" diye bağırdım. "Kadın cennetten yoklama kaçağı lan!"

Gökhan ve Sinan hayretle kocaman olmuş gözleriyle Kadriye babaanneye bakarken Sinan ufaktan titremeye başlamıştı bile. 'Kadriye babaanne korkusu' bedenini istila ederken, "Ben hayal mi görüyorum?" diye sordu usulca. Kado'nun onu duymasını istemiyormuş gibi bir hali vardı. "Allah'ım sana geliyorum..."

Hostes, uçakta hala ayakta olan Oğuz ve Kadriye babaanneyi görünce kibar ama ciddi bir tavırla uyardı, "Lütfen yerlerinize geçebilir misiniz, birazdan kalkacağız." Çaresizce, Oğuz ve Kadriye babaanne ön çaprazımızdaki boş iki koltuğa otururken Sinan önümdeki koltuktan başını uzatıp alık bir ifadeyle, "Bir şey soracağım... Benim kafa da yandı solaryumda herhalde. Az önce Kadriye babaanneyi gördüm gibi oldum. Uçak düşerse, ilk beni yerdi valla Kadriye babane… Hazır tam pişmiş haldeyim,” dedi elini sallayarak yüzüne yelpaze yaparken. Ali birkaç dakika boyunca Sinan'a dik dik baktıktan sonra huysuz ve bıkkın personasının açma tuşuna bastı. Geç bile kalmıştı. "Ben bıktım artık ya..." Derin bir of çekti. "Keşke cidden düşse de uçak rahatlasam!" Sinan’ın gözleri korkuyla büyürken bir kez daha çığlık atacakmış gibi göründü gözüme. Ali elini havaya kaldırıp,

"Şaka yaptım. Öyle bir şey olmaz, korkma." dedi sakince. Ama dişlerinin arasından konuşuyordu, kendini zar zor sakin tutuyordu o an.

Sinan, Ali'nin sabrının sınırda olduğunu fark ettiği an uysal bir tavırla geri çekildi ve arkasına yaslanıp kemerini taktı. O sırada Gökhan sağ taraftaki koltukta oturmakta olan Merve ve Emir'i kesiyordu. Merve komik bir şey söylemiş gibi elini Emir'in dizine vurarak güldü. Emir de uzanıp kızın çenesinden bir makas aldı ve kolunu omzuna sardı. "Dallamaya bak... Nasıl yapıştı kıza." diyerek tıslayan Gökhan'ı teselli etmeye çalışan Sinan her zamanki andavallığıyla, "Boş ver kanka, baya çirkin bi' eleman." deyince o an zaten köpürmek için bahane arayan Gökhan yardım çığlığı atar gibi bağırdı. "Bana benziyor lan çocuk!" Ali öne doğru eğilip gözleriyle sessiz olması için onu uyardığı sırada görevli hostes koltukların arasında dikilmiş, klasik hatırlatmaları yapmaya başlamıştı bile.

"Gaz maskelerini önce kendinize sonra çocuğunuza..."

Dirseğimle Ali'yi dürtüp utangaç bir tavırla, "Ali..." diye seslendim. "Öyle bir şey olursa ilk kendi gaz maskeni tak.” Biliyordum çünkü… Öyle bir şey olsa, yine ilk bizi düşünürdü. Ali’nin az önceki gergin ruh hali anında değişip yüzündeki bütün mimikler gevşediğinde gülümsedim. O da boynunu sağa sola doğru çevirip 'N'apacağım ben seninle?' der gibi bir hareket yaparken gamzelerini göstere göstere güldü. Ama maalesef bu tatlı an yarıda kesilmek zorunda kaldı. Çünkü gözüm birden Oğuz'a kaydı. Hostesin can yeleklerini anlattığı kısımda otomatik olarak koltuğun altına elini atıp can yeleğini çıkardı.

Yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle söylendim, "Boku yedik... Kampta nasıl zapt edeceğiz bunları acaba..."

Uçak yolculuğu Sinan'ın yanındaki yaşlı teyzeyle sırayla panik atak geçirmeleri, Gökhan'ın tuvalete gitme bahanesi ile sürekli koridor kenarındaki koltukta oturan Emir'e "yanlışlıkla" çarpmaları yüzünden yaşanan küçük gerginlik, sandviç ve içecek ikramı sırasında Oğuz'un doymayıp ekstra içecek vermeyen hostesle didişmesi ile aslında olabilecek en az hasarla bitti.


Uçaktan indiğimizde İzmir'e göre daha serin olan İstanbul havası bir anlığına da olsa bütün dertlerimi unutturdu. Ama yalnızca birkaç saniye sonra turnikelere doğru zar zor yürüyen Kadriye babaanneyi gördüm... Acaba Gökhan'a Oğuz'u öldürtsem cinayete yardım ve yataklıktan kaç yıl yerdim? Kendi sınıfının bagaj işlemleriyle ilgilenen Barış uzaktan bize doğru baktı. Birden yüzündeki iradesizlik değişti ve kaşlarını çattı. Oğuz'a doğru yürümeye başladığında 'İşte şimdi ölüm belgen gerçekten imzalandı Oğuz' diye düşündüm. Barış bir dakikaya yakın Kadriye babaanneyi inceledikten sonra, "Oğuz bu kim?" diye sordu. "Öğrenci o da ya... Bizim sınıftan. Kado..." dedi Oğuz rahat bir tavır takınmaya ve sıçmasının üstünü kapatmaya çalışarak. "Sınav stresi bayağı kötü vurdu kızı. Yaşından büyük duruyor."

Barış, Oğuzca bilmediği için daha da çok çattığı kaşlarıyla önce bana sonra Ali'ye baktı, normal bir cevap bekler gibi. Ali öne doğru bir adım atıp Barış'ın kolunu tuttu. "Barış bi' gelsene..." Ali ve Barış duvar kenarına doğru yürümeye başladıklarında ben de arkalarından gittim. Ali doğrudan söze girmiş, Barış'a durumu tane tane açıklıyordu. "Bizim salak Oğuz kadını oğluna götürmek için getirmiş yanında... Ama oğlunun Ankara'da yaşadığını bilmiyormuş." Barış, öğretmenler tarafından bu geziyi idare etmesi için seçilen görevli öğrenci olduğundan duydukları üzerine stresten morarmaya başlamıştı bile. Mahcubiyetten ölünseydi o an harbiden ölebilirdim. Neyse ki Ali kontrollü bir sakinlikle konuşmaya devam etti. "Ben hemen bugün dönüş bileti bakayım dedim ama uygun uçuş yok. Bir gün idare edebilir miyiz öğretmenlere yakalanmadan?"

Barış telaşlı bir tavırla, "Koskoca kadını nasıl saklayacağız ki?" diye sordu sesini yükseltmemek için özel bir çaba sarf ederek. "Hem yazık, yaşlı başlı kadın yanımızda sürükleyemeyiz de..."

"Bir otele yerleştirsek?" diye sordum aklıma gelen ilk fikri ortaya atarak. Barış stresli bir tavırla boynunun kenarını kaşıdı. "Benim grupla ilgilenmem gerekiyor." Birkaç saniye boyunca düşündü fakat işin içinden çıkamadı. "Sizi de salamam, sürekli sayım var."

Ali de tıpkı Barış gibi bir süre sessizce düşündü. Benim aklıma annemi arayıp 'Mahcubiyet geçirici dua var mı anne?' diye ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu. O an Barış'ın başına açtığımız bu sorun çocuğun bütün gezisini rezil ederse, daha da kötüsü yakalanırsak ve Barış'ın başı benim salak yüzünden belaya girerse diye panik ataklardan panik atak beğeniyordum. Ali içimi rahatlatan bir netlikle, "Buldum." dedi hafifçe Barış'a doğru yaklaşarak. "Sen beni iki saat idare et, ben Emre'lere götüreyim Kadriye babaanneyi. Biletini de alır, Tuna'ya da haber veririm. Karşılar artık orada." Barış başını öne arkaya doğru sallayarak, fikrinin aklına yattığını belli ederken Ali aklına yeni bir şey gelmiş gibi, "Emre-" diyerek Emre'nin kim olduğunu açıklamaya girişecekti ki Barış onun sözünü kesti.

"Tanıyorum." Ortamda garip bir hava oluşmasından korksam da Barış hızlıca esas konumuza geri döndü. "Tamam, ben bir şekilde idare ederim seni." Gözleri hafifçe irileştiği sırada başını yavaşça sağa doğru eğdi. "Tuna polise gitmemiş olsun, dua et. Yoksa yandınız." Ali burnundan soludu. "Bi' yaşlı teyze kaçırmadığımız kalmıştı zaten." dedi gözlerini kapatıp alnını kaşırken. "O da oldu..." Barış boş bulunup kıkırdamaya başladı. İkisinin böyle rahatça iletişim kurmaları bana ilaç gibi gelmişti. Bizi bu saçma durumdan sadece güçlerini birleştirerek kurtarabilirlerdi. Dünyanın bu ikiliye ihtiyacı vardı. Eh, en azından bugünlük. Ali arkadaş canlısı bir tavırla Barış'ın koluna vurdu, "Bizimkiler sana emanet iki saat." Barış sahte bir gerginlikle gergin dudaklarını içe doğru katladı. "Yandık..." Hemen sonra yüzündeki ifadeyi düzeltip tatlı tatlı sırıttı. "Kolay gelsin." Ali kısa bir baş selamıyla teşekkür ettiğinde içim son üç saattir ilk kez tam anlamıyla rahatlamıştı.


Ali, nazikçe Kadriye babaannenin koluna girdiğinde, Sinan telefonundan başını kaldırıp, "Nereye?" diye sordu. "Emre'lere götüreceğim Kadriye babaanneyi. Gerisini de halledeceğim bir şekilde." Ali'nin sesi çok yorgun çıkmıştı. Buna rağmen hala hayaller aleminde yaşayan Oğuz mızmızlanmaya başladı. "Ya Kado da kalsın bizimle... Dönüşte birlikte gideriz işte. Bir güncük-" Ali gözlerini kapatıp derin bir iç çekti. "Oğuz şansını zorlama. Yemin ederim seni döve döve-" Kendi cümlesini yarıda kesip, Oğuz'a sövmekten daha önemli işlerinin olduğunu fark ederek boynunu çevirdi. Bense Kadriye babaannenin gömleğinin eteklerini düzeltmekle meşguldüm. Temkinli bir ifadeyle Ali'ye baktım. "Dikkat et olur mu?" Ali'nin dudakları istemsizce yukarı doğru kıvrılırken başını öne doğru eğdi. O sırada Barış bakışlarını Gökhan, Sinan ve Oğuz'un üstünde gezdirip çenesiyle çıkışı işaret etti. "Düşün önüme. Gözümün önünden ayrılmak yok."

Barış ve çocuklarla birlikte Havaalanı çıkışına doğru yürürken Barış'ın yanında da kendi tayfasından birkaç kişi vardı. Adının Gizem olduğunu bildiğim kumral kız Barış'ı imalı bir tavırla dürterek, "Ayşegül'le görüşecek misiniz hazır buraya gelmişken?" diye sordu. Barış yüzündeki düz ifadeyle omuz silkti. "Niye görüşelim?" Gizem nedense Barış'ın bu cevabına bozulmuştu. Hatta bir saniyeliğine bana dik dik baktı. "Zaten üniversite tercihini İstanbul yapmayacak mısın? Kesin barışacaksınız aynı şehirde olunca. Şimdiden arayı kapatın bence."

"Gizem saçma sapan konuşma, yürü..." dedi Barış hafifçe omzuna dokunarak. Gizem bir kez daha bana bakıp uyuz uyuz göz devirdi. Hiç oralı olmadım, bugün Barış'a yeterince mahcup olmuştum. Bir de bana kendi kendine bilenen bu kıza karşılık verip ortalığı karıştıracak halim yoktu. Barış adımlarını yavaşlatıp bana yandan bir bakış attı. Gizem'i kast ederek, "Ayşegül'ün en yakın arkadaşıydı İzmir'de..." diye açıklama yaptı. "O yüzden hala barıştırmaya çalışıyor bizi."

Başta ne diyeceğimi bilemesem de sonra Barış'ın bir ilişkiye başlaması ona iyi gelir diye düşündüm. "Belki barışırsınız cidden. Sonuçta-" Sırık sözümü kesip, "Barışmayız Yaprak." dedi net bir ses tonuyla. "Hayatıma biri girecekse de ileride, o Ayşegül değil. Yeni biri olur." Ağır ağır başımı sallayarak ne demek istediğini anladığımı belli etmeye çalışırken diğer yandan Barış'ın mantıklı bir insan olması içimi rahatlatmıştı nedense. Tam dönüp bir şey daha diyecek gibi oldu ki, iki adım arkamızdan yürüyen Gökhan aramızdaki boşluğa atlayıp kolunu Barış'ın omzuna attı. Çenesiyle sol çaprazda yürüyen Emir'i gösterdi, "Barış sana bir şey soracağım. Bu Emir denen dalya-" Kendi sözünü kesip kesik bir nefes aldığı sırada Barış omzundaki koldan rahatsız olmuş görünüyordu. "Yani şey... Emir arkadaşımız varya hani... nasıl biri? Merve'yi üzer mi?"

Barış kendini Gökhan'ın kolundan kurtulmak için yana doğru küçük bir adım attı ve silkelendi. "O kadar da değil ya..." Gökhan'a kısa ama etkili bir bakış attı. "Sizinle ufaktan barış anlaşması imzaladık diye kendi arkadaşımı satacak değilim Gökhan. Kusura bakma."

Gökhan'ın heyheyleri tepesine çıkmak üzereydi, boynunda seğiren damarı yarım metre öteden bile görebiliyordum. Zaten mevzu Merve ve kıskançlık olduğu için Barış karşılığında böyle bir şey söylemeseydi bile Gökhan sinirlenecek başka bir bahane bulurdu zaten. "Lan sat mı dedik arkadaşını!" dedi ses tonunu ayarlamaya çalışarak. Hala bilgi almak için Barış'a ihtiyacı olduğundan sinirini ve genel olarak çekilmez kişiliğini maskelemeye çalışıyordu. "Sarışını üzer mi, üzmez mi onu soruyoruz!"

Bizi şehir içinde gezdirecek olan otobüsün önünde durduğumuzda Barış bütün bedeniyle Gökhan'a doğru döndü. "Bence bunu soracak konumda değilsin." Gökhan'a bunları düşmanca değil de açık sözlü bir arkadaş edasıyla söylediğini belli ederek hafifçe omzuna dokundu. "Sağlıklı bir hareket de değil-" Gökhan gözlerini devirip önüne dönerken ve kollarının göğsünün üstünde birleştirirken sesli bir şekilde söylendi. "Konuşana bak... Lan sen bu kızı iki yıl sapık gibi izleyip e-devlet şifresine kadar öğrenmedin mi zamanında?"

Barış da tıpkı onun gibi önüne dönüp Gökhan'ı istemsizce taklit ederek kollarını çaprazladı. "Gözlem diyelim ona..." dedi Gökhan'a tezat sakin ve rahat vücut diliyle. "Ayrıca o zaman sevgilisi yoktu. Ben de aşık olduğum kıza açılmanın yollarını arıyordum sadece." Gökhan şevkli bir şekilde başını öne arkaya doğru salladı. "Aynen kanka... O yüzden hala götünden ayrılmıyorsun."

Artık kendimi tutamadım ve uzanıp Gökhan'ın koluna cimciği bastım. "Gökhan!" Kısa ve net uyarımı yaptıktan hemen sonra Gökhan'ın ön tarafından Barış'a doğru eğildim ve ses tonumu sakin, hatta ılımlı bir enerjiye çekmeye çalıştım. "Biraz gergin bu aralar, kusura bakma." dedim gözlerimle Gökhan'ı göstererek. "İki kişi arasında kaldı da, aklı karışık biraz."

Otobüsün kapıları açıldı. Barış doğrudan arka kapıya yönelince biz de peşinden gittik. Arka beşlinin ortadaki üç koltuğuna yerleştiğimizde Barış az önceki sohbeti unutmamış gibi Gökhan'a doğru döndü ve, "İki kişi arasında kaldıysan, seçtiğine değil seçmediğine odaklan. Seçmemene rağmen aklındaysa, orada büyük bir his olabilir." Bunların Gökhan'a değil daha çok bana hitaben söylenen sözler olduğunu biliyordum ama hiç oralı değilmişim gibi davranarak harekete yeni geçmiş otobüsün camından dışarıyı izledim. Üstüne düşünülecek pek bir şey yoktu ama nedense aklıma takılmıştı yine... Buna Barış etkisi deniyordu sanırım. Gökhan menfaati için Barış ile arasını iyi tutmaya çalışarak yeni bir soru sordu, "Sen yetkili birine benziyorsun bu konuda ya... Akıl versene bana." Eliyle beni gösterip, "Bu kıza aşk koçluğu yapmışsın bir ara... Bana da yap." dediğinde şoka uğramış bir tavırla Gökhan'ın omzunu tuttum sıkıca. Dişlerimin arasından fısıldadım. "Gökhan!"

"Nereden öğrendin sen bu mevzuyu? Yaprak mı anlattı? Siz nerden biliyorsunuz?” diye sordu Barış, içine düştüğüm durumdan ne kadar çok eğlendiğini gizleme gereksinimi duymadan. "Yok ben zaten okumuştum bu enayinin defterini. Dün de Ali gördü, oradan herkes öğrendi.” Gökhan biraz daha konuşursa otomatik kapıyı açmanın bir yolunu bulup onu yola fırlatacaktım, cidden sabrımın taşmasına çok az kalmıştı! Barış temkinli bir ifadeyle bana bakarken, "Ali öğrendi mi?" diye sordu. Hafiften en diş elenmişti ve bu konuda çok samimi görünüyordu. "Aranızı bozmadım di mi?"

"Yok yok... Başta bi' bozulur gibi oldu ama sonra anlayışla karşıladı." diyerek açıkladım durumu. Kendisini bir de bunun için kötü hissetmesini izin veremezdim. Yeterince dert oluyordum başına. Gökhan beni aralarından çekmek için hafifçe ittirdi. "Çekil Yaprak..." Ortamdaki vademin dolduğunu fark edince ayaklandım ve otobüsün ön tarafına doğru bakındım. Gökhan Barış'ın dibine oturarak, "Bak şimdi, sana anlatayım ben." dedi ve uzun bir hikaye olacağını belli edercesine derin bir nefes aldı. "Ben Merve'ye okulun ilk günlerinde aşık oldum tamam mı..."

Barış gergin bir tebessümle, "Oradan almasan da olurdu-" dese de Gökhan onu duymadı bile. Lafını balla kesip büyük bir hevesle anlatmaya devam etti. "Muz kabuğu sayesinde tanıştık. Çok komikti bak..."

Barış, yardım et der gibi bakıyordu ama bu hikayeyi en az otuz üç kere dinlemiştim. Otuz dördüncüye yerim kalmamıştı, bu yüzden saniyesinde topukladım.

Otobüsün ön taraflarına doğru yürüdüğümde Oğuz'un sağ taraftaki tekli koltuklardan birinde tek başına oturduğunu gördüm. Yan tarafındaki ikili koltuğun cam kenarında da Gizem oturuyordu ve yanı boştu. Oğuz ile konuşmak için o kısma oturmak istedim ve Gizem'e bakıp kibarca, "Boş mu?" diye sordum. Kız birden kucağındaki çantayı boş koltuğa koydu ve bana dik dik bakarak, "Dolu." dedi çöp koklamış gibi bir yüz ifadesiyle.

"Tedaviye erken başlarsan iyi olur senin için." Oğuz kıza anında bilenmiş, ezmek istediği bir böcek gibi bakarken insanı çıldırtacak derecede rahat olan ses tonuyla laf sokuyordu. "Olmayan canlılar görmek falan... İlaç tedavisine başlamazsan sıkıntı senin için." Gizem refleks olarak öne doğru eğildi ve hafifçe sesini yükselterek, "Ne diyorsun sen be?" diye çıkıştı. Ama hemen sonra Oğuz'un salt rahatlığına karşı ödün vermemek için o da umarsız bir ifade takınmaya çalıştı. Önüne dönüp kollarını göğsünde birleştirirken kaşlarını havaya kaldırdı. "Zaten niye geldiyseniz bizim geziye... Tat kaçırmayın bari!" Oğuz burnundan solurken bir yandan piç piç sırıttı ve Gizem'e deliye vurduğu zamanlar attığı bakışlarından birini attı. "Bak beni en son sinir eden kişinin sadece tadını değil babanesini de kaçırdım... Beni kendine düşman etme." dedi ve göz kırptı. "Valla bitiririm seni."

Her geçen saniye daha da geriliyordum. Barış'ın başını belaya sokacak bir olay yaşanmasın diye gerildikçe sürekli buna yol açacak şeylere neden oluyordum... "Oğuz tamam!" dedim asık suratımla. O sırada su almak için dolaba doğru yürüyen Gökhan yüzümdeki yılgın ifadeyi görmüş olacak ki başını aşağı doğru eğip, "Ne oluyor?" diye sordu ve Gizem'in varlığını fark ettiği an ona tepeden bir bakış atıp kaşlarını çattı. "Bi' sıkıntı mı var?"

"İşine bak sen." diyerek tersledi Gizem onu. Ardından bana dönüp yüzünde imalı bir sırıtışla konuşmaya devam etti. "Helal olsun valla... Erkeklere yalakalık yapa yapa kendine böyle korumalar edinmişsin." Gökhan tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki elimi havaya kaldırarak susturdum. Gizem sırayla Gökhan ve Oğuz'a bakarken omuz silkti. "Salak olmasalar belki bir işe yarardı." Ön tarafta oturan arkadaşı keyfi yerine gelmiş gibi sırıtarak uzandı ve Gizem'in koluna vurdu.

"Kıskançlığının yükünden kamburun çıkmış lan senin! Gudubet canavar!" diye bağırdı Oğuz birden. "Hala utanmadan konuşuyor, deli ediyor adamı!" İmdat diye bağırmak üzereydim. Hem Gizem'i bizzat kendi ellerimle boğmak istiyordum ve tamamen Barış için kendimi tutuyordum. Bir de üstüne Oğuz'u tutmam gerekiyordu çünkü kız biraz daha konuşursa başımıza gelme ihtimali olan şeyleri düşünmek dahi istemiyordum. Hele konu Oğuz Ünalken... "Bunu mu kıskanacağım?" dedi Gizem küçümseyen bir sırıtışla.

Gökhan, yanımıza yaklaşırken durumu anlamıştı. Doğrudan Gizem’e yönelip: “Kadınlarla kavga etmem ben normalde. O işlere bizim unisex dövüş uzmanı Oğuz bakar. Ama biraz da susmazsan işin rengi değişir. Ağzına sahip çık!”

Gökhan’a dönüp olayı büyümesin diye “n’olur” der gibi bir yüz ifadesi yapıp elimde gitmesini söyledim. Gizem’e de ”Gazını git başkaları alsın, uğraştırma beni” küçük bir uyarı yolladım sesimin kontrollü çıkmasına uğraşarak. Gökhan daha fazla uğraşmamak ister gibi dolaba doğru yöneldi. Oğuz arkasından, keyifli bir tavırla, "Ben alacağım onun gazını... Sen merak etme kardeşim." dedi. Yüzüne o çok tanıdık, tehlikeli sırıtışını oturttu. "Daha acısız ölüm yolları vardı. Zavallı, beni kendini düşman etmeyi seçti." Gizem yüzündeki küçümseyen ifadeyi silmeden Oğuz'a üstten bir bakış attı. Oğuz'un üstünde çok bir etkisi olacakmış gibi... "Ne konuşuyorsun sen hala ya?"

"Sus kız, ucube..." dedi Oğuz yüzünü buruşturarak. "Valla dövüşürüm seninle bak." Yavaşça Oğuz'un yanına sığışıp kulağına doğru sessizce uyardım. "Oğuz sus! Barış'a sorun çıkarmayalım daha fazla! Çocuk bizim yüzümüzden sorun yaşamasın!" Oğuz sesimdeki çaresizliği fark etmiş olacak ki saniyesinde yüzündeki piç ifadeyi toparladı. Yine de bana doğru eğilerek, "Sana bulaştı ama." diye fısıldadı. "Sana bir tek ben bulaşabilirim." Yanağımdan makas aldı. "Canım kankam." Yalnızca üzgün hissettiğim anlarda girdiği o sevgi pıtırcığı moduna girip omzuma yattı. "Tamam be... Üzülmedim hiç. Sırnaşma." dedim içini rahatlatmak için. Oğuz gözlerini kısarak bir kez daha Gizem'e baktı. Neyse ki o artık bu tarafa bakmıyordu. Hemen sonra aynı kısık gözlerle bana da baktı. "Üzülürsen seninle de dövüşürüm zaten." Uzanıp başımın tepesini okşadı. "İnsanların seni nasıl gördüğü umurunda olmasın. Biz birbirimizin içini biliyoruz." Çaprazda oturan Sinan'ı göstererek, "Bak mesela şu tam pişmiş sığıra... İçini bilmesen şu surata tahammül edebilir misin?" dediğinde aynı anda püskürerek güldük ikimiz de. "Lan bu salağı böyle görünce karnım acıktı. Koktu burnuma burnuma şerefsiz." dedi Oğuz karnını tutarak. Çapraz çantamdan patatesli poğaça çıkarıp bebek arkadaşıma uzattım. (Eh Katil Bebek demek daha doğru olurdu ama neyse...) "Al... Acıkırız yolda diye ana kraliçeye yaptırdım bir sürü."

Oğuz kendisine piyango vurmuş gibi bir mutlulukla poğaçayı elimden aldı. Sanki elinde tuttuğu şey küçük bir poğaça değil de bir sandık dolusu altındı. "Canım kankam." dedi gözleri ışıldarken. Sonra yine omzuma yatıp sırnaştı. "Gökhan'ınkini de ben yiyebilir miyim?"

"Ye sığırım, ye." dedim sırtına pat pat yaparak. "Zaten bunu bildiğimden bir tane fazla yaptırdım." Büyük bir mutlulukla poğaçasından ilk yudumu alırken çocuk gibi görünüyordu. İyi ki hayatımdaydı bu salak... Kadriye babaanne falan hallolurdu, gerekirse Tuna birkaç saniye silkelerdi Oğuz'u olur biterdi. Hoşuna giderdi bu delinin zaten...

Birden duyduğum sesle bakışlarımı havaya kaldırdım ve başımızda dikilmekte olan Barış'ı gördüm. "Siz niye orada oturuyorsunuz?" Oğuz gevşek ruh haline geri dönmüş, omuz silkerek, "Minyon olduğumuz için biz hep böyle otururuz." dedi ve çenesini yukarı doğru kaldırarak Gizem'e doğru baktı, ses tonunu bilerek yükseltti biraz. "Hem böylece başkalarına ekstra koltuk açılıyor. Yan koltuğa kıskançlıklarını oturtabiliyorlar."

Barış durumu çözmüş gibi bir gerginlikle Gizem'e kısa bir bakış attı. "Gizem sen arkaya geçsene..." dedi düz tutmaya çalıştığı ses tonuyla. Gizem kaşlarını çalarak Barış'a dik dik baktı. "O nedenmiş?" Barış çok da önemli bir mevzu değilmiş gibi omuz silkti. "Gruptan ve oturma düzeninden ben sorumluyum. Dediğimi yap sen, hadi. Orada full bizim sınıf var hem. Rahat edersin."

Gizem bana öldürecekmiş gibi bakışlar atarak ve oflayıp puflayarak arkaya geçerken Barış Gizem'in birkaç saniye önce oturduğu cam kenarını göstererek, "Geç sen böyle." dedi Oğuz ile bedenlerimizin yapışık olduğu noktaya bakarken. Kolumu Oğuz'un omzuna sarıp rahatımın yerinde olduğunu gösterdim. "Yok, ben iyiyim böyle."

Barış, bıkkın bir tavırla iç geçirdi ve kollarımdan tutup beni çekti. Sanki tuttuğu bedenim değil küçük, kırmızı bir balondu. Cam kenarına oturmam için bana kibarca eşlik ettikten sonra o da yanımdaki boş koltuğa yerleşti.

Başımı pencereye yaslayıp önümden akıp giden yolları izlediğim ve İstanbul trafiğine kapıldığımız için tahminimden daha uzun süren yolculuğun sonu geniş bir otoparka bağlanmıştı. Kamp alanına on dakika mesafedeki otoparkın her yerinde üstü açık, yetişkin akülü arabasına benzeyen bir şeyler vardı. Bunlar insanların eşyalarını taşıyan kısa mesafe nakliyecisi abilere aitti. Barış ve birkaç üst sınıf öğrencisi, bizim otobüsteki ağır olan şeyleri yüklemek için arabalardan birini çağırmışlardı bile. Ben, zaten hafif olan sırt çantamı kollarıma geçiriverdim. Artık Barış’a ya da onun ayar çektiği herhangi bir şeye yük olmak istemiyordum hiç.

Kenardaki kaldırıma çöküp bacaklarımı öne doğru uzattım ve telefonumun ekranına birkaç kez dokunup Ali’yi aradım. Yol boyunca ‘acaba ne yaptı, halledebildi mi?’ gibi düşüncelerle boğuşmuş ama darlamak istemediğim için kendimi tutmuş, aramamıştım. Artık haber alma özgürlüğüm için verilen mühlet dolmuş olmalıydı…

“Efendim güzelim?” Telefonu açış tarzı yüzünden istemsizce dudaklarımı büzüp içime doğru çekildim bir buçuk saniyeliğine. “N’aber, n’aptın diye aradım ya, halledebildin mi işleri?” diye sordum, askerlik arkadaşımla konuşuyormuş gibi… La havle… ‘Kaptan napsss deseydin bi’ de… “Hallettim hallettim, Emre’lere geçtik yarım saat önce. Kadriye babaanne uyudu hemen zaten, yorulmuş kadıncağız… Sonra da Tuna ile konuştum. On dakika boyunca Oğuz’u asitle eritmek hakkında olan yaratıcı planlarından bahsetti ben de ‘yap valla,’ dedim. ‘hakkındır.’ Neyse ki akşam saatlerinde bir bilet bulduk, Kado’mu uçağa bindirdiğim gibi koşarım yanına.”

“Ay iyi bari, bilet işi hallolduysa… Emre n’apıyor?” dedim rahatlamış ses tonumla. Cidden rahat bir nefes almıştım sonunda… Ali olmasa n’apardık kim bilir? Kim bakardı bu çocuklara, babaannelere, kim?! “İyi işte o da, aynı takılmaca. Oturduk, karşılıklı, uzattık ayaklarımızı bir şeyler içiyoruz.” Ali’nin sesi o kadar keyifli gelmişti ki bir an orada olmayı, sahip olduğum ve mantık kavramına sahip olan yegane iki insanla olaysız bir gün geçirmeyi istedim. “Emre de gelse keşke ya… Yani kampa gelemezse bile biz yarın falan bir kaçsak, ortada bir yerde buluşsak ne güzel olur. O kadar yol geldik, görüşemezsek çok üzülürüm.” dedim başıma sıcak geçmesin diye çaprazladığım küçük çantayı başımın üstüne koyarken. Ali birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra birden modu düştü. “Ben de dedim ama zor gibi görünüyor… Yarın deneme sınavı varmış ve sonra da katılması gereken bir aile yemeği. Küçük kuzeni mi ne doğmuş öyle bir şeyler… ‘Gelemem gibi’ dedi. Ama bakacağız…”

“Tüh…” dedim, dudaklarım yerçekimine yenilip aşağı doğru sarkarken. İçten içe Emre’ye kızmak istiyor, ama onu da yapamıyordum. Çocuğun da suçu değildi ki… Evren özellikle uğraşıyordu bizimle, denk gelemeyelim diye… “Kadriye babaanne bile gördü Emre’yi, ben göremeyeceğim resmen… Neyse yapacak bir şey yok…” Bana doğru yürüyen Sinan’ı ve birkaç adım arkasında, komple koluyla gel, gel yapan Oğuz’u görünce telaşlandım. “Ay benim kapatmam lazım Ali, çocuklar beş kilometre öteden bana bir şey anlatmaya çalışıyor, gidiyoruz galiba.” Ben oturduğum yerden fırlarken Ali ahizeye doğru tatlı tatlı güldü. “Tamam tamam, dikkat et o delilere, ve kendine de.” Başımı şevkle sallarken ve bir yandan da Sinan’a doğru koşarken, “Emredersin komutanım…” diye bağırdım son heceyi uzatarak. “Gözün arkada kalmasın yirmi dört saat sensiz idare edebiliriz.” Ali’nin içinden, ‘Umarım…’ gibi bir şey söylediğinden emindim ama görünürde telefon görüşmesi böylece sonlanmış oldu.

Kamp alanına ulaştığımızda, Barış’ların neden İzmir’deki herhangi bir kamp alanında değil de, burada kamp yapmak istediklerini hemen anladım. Daha önce gördüklerimize uzaktan yakından benzemeyen, ‘Özel’ bir kamp alanıydı burası. Grubuna göre sana özel, ‘Mahalle’ dedikleri bir alan temin ediyorlardı ve bu alanlar gerçekten bir mahalle konseptinde döşenmişti. Mesela yemek yemen için tasarlanan yerde “BAKKAL” tabelası vardı, oturma alanlarının olduğu, uçuş uçuş tüllerle süslenen yer “CAFE” tabelalıydı, hatta, minik kayalıklarla tasarlanmış, çadırlara on beş yirmi metre uzaktaki yere de “AŞIKLAR TEPESİ” yazmışlardı. Özel oyun alanları, güvenle ateş yakılması için konulan tenekelerin üstündeki grafitiler… Hepsi, gerçekten salaş ve güzel bir mahalledeymişsiniz hissi uyandırıyordu.

Sırtımızda çantalarla Barış’ın direktiflerine uyarak, onu takip eden ördekler gibi hemen arkasından pata pata adımlarla yürürken hayranlıkla etrafa bakıyordum. “Cidden cennet gibi…” dedim yüzümdeki muhtemel ebleh sırıtışla. Gözüm, bizim “mahalle” alanının ilerisindeki simsiyah bir çadıra kaydı. Barış, elindeki listeyi kontrol ederek insanları sayarken tişörtünün ucunu tutup usulca çekiştirdim. “Şurası ne Barış?”

“Mahallemizin büyücüsü,” dedi gülerek. “Güya cam fanusuna bakıp, insanlara gelecekten haber veriyor.” Kafasını alay eder gibi iki yana salladı. Hafifçe uzamış sarı saçları alnına düştü. Eliyle saçını geriye iterken, “Her şeyi düşünmüşler cidden.” Bileğimden tutup, beni yavaşça etrafımda döndürdü. “Bak, şurası da Belediye Binası.” Beyaz, kocaman bir çadırdı. Üstünde cidden “PERİLİ ORMAN BELEDİYESİ” yazıyordu. “Çiftler bazen anı olsun diye oraya gidip ‘peri’ nikahı kıyıyorlar.” Gülümsemesi biraz soldu. “Herkes için tatlı anılar işte…”

“Boşanma davalarına da bakıyorlar mı?” dedim gülsün diye. “Yani burada evlenirsen, yine buraya gelip boşamak lazım herhalde kocayı…” Kaşları hafifçe yukarı kalktı. “Ne o, Ali’yle boşanmayı mı planlıyorsun şimdiden?” Eğilip, kulağıma, “Şahidiniz olabilirim” diye fısıldadı. Benim şalterler atacaktı ki, eliyle saçlarımı karıştırdı çocuk gibi. “Şaka şaka… Ciddiye alma beni.” Tekrar elindeki listeye döndü. Kendi kendine konuşur gibi, “Stresliyim biraz, ondan…”

Stres dediği an, stresin sözlükteki karşılığı olan arkadaşlarıma kaydı gözüm. Gökhan, aşıklar tepesi yazan kayalıklara çökmüş alt tarafta Emir ile Bakkal’dan çıkan ve dondurmasını yerken hiç olmadığı kadar mutlu görünen Merve’yi kesiyordu. Sonra birden kayalıklardan aşağı doğru baktı, (ve ciğerini bildiğim için bundan emindim) ‘atlarsam ölür müyüm?’ diye düşündü. Ayağı bile kırılmazdı… O da aynı şeyi fark etmiş olacak ki kayalıkların üzerine dümdüz uzanıp kulağına kulaklıklarını geçirdi ve (neyse ki sessizce) depresyonuna kaldığı yerden devam etti.


Herkesin kalacağı çadır ayarlandıktan sonra bir yandan eşyalarımızı çadırlara yerleştirirken bir yandan da gevşeyen ipleri sıkıyor, rüzgar yüzünden yerlerinden azıcık oynamış çivileri yeniden toprağa oturtuyorduk. Merve ve benim kalacağımız çadırın fermuarında bir sıkıntı vardı. El yordamıyla birkaç dakika içinde halledip başımı kaldırdım, alnımda biriken teri silerken Gökhan’ın yüzüme, özellikle dudağımın olduğu kısma dik dik baktığını fark ettim. Yalnızca birkaç saniye içinde, cinnete beş kala ruh haline geçiş yaptığında, “Dudağın kanıyor!” diye bağırdı. Ben refleks olarak parmağımın ucuyla alt dudağımı kontrol ederken Gökhan elindeki küçük çekici yere fırlattı ve avuç içleriyle gözlerini kapattı. “Bugünleri de mi görecektim ya…” Çadırın önünde ileri geri yürümeye başladı. “Arkadaşlarım birbirini yiyor.” Gökhan iyi ki bunu söylerken benden uzak bir noktadaydı yoksa üstüne atlayıp kafasını ısırabilirdim sinirden. Yalnızca iki metre önümde dikilen Barış allak bullak olmuş yüzüyle Gökhan’ı inceliyor, söylediklerini idrak etmeye çalışıyordu. O sırada bana arkası dönük olan Gökhan bir anda kendi etrafında yüz seksen derece döndü ve yüzüme dik dik bakarak ve elini boşlukta sallayarak daha yüksek sesle bağırdı, “Valla bak ne bok yiyorsanız yiyin ama bari biz anlamayalım ya.”

“Gökhan!” Kaşlarımla Barış’ı göstermeye çalışarak dişlerimi sıktım. İnsan rezil olmaktan yorulur hale gelebilir miydi ya… Benim gibi görece gevşek, utanmak nedir bilmeyen biri bile bu üçü yüzünden rezil olmaktan yorulmuştu. Ayrıca Barış’ın duygularını incitme fikrinden nefret ediyordum. Çocuk, okul gezisine, keyifli bir gün geçirmeye gelmişti ama sabahtan beri başına bin tane iş açmıştık. Üstüne dibimizdeyken Ali ile yaşamaya, öğrenmeye çalıştığımız ilişkinin detaylarına girmek düpedüz acımasızlıktı… Tabii ki Gökhan’ın gelişmemiş sağduyusu henüz bu kadar çok şeyi aynı anda düşünmeye hazır değildi. Yüzünü buruşturarak, “Ne? Ali’nin de dudağında var aynısından. Anlamıyoruz biz sanki…” diye söylendi. O sırada bakışlarım istemsizce Barış’a kaydı. Dişlerini hafifçe sıkıp, tek kaşını havaya kaldırmıştı, minik bir tebessümle. Yüzünde daha önce hiç görmediğim bir ifadeydi bu. Beni hem telaşlandıran hem de sebepsizce karnıma ağrılar sokan bir ifadeydi…

Barış, arkadaşlarıyla kalacakları üç çadır için kan, ter ve gözyaşıyla çalışırken bir ara başını kaldırıp onlara doğru bakarak, “Son seferki gibi olmasın, sağlam bağlayın ipleri. Başımıza yıkılmasın…” dedi. Gizem önce göz devirmiş, sonra da Barış’a imalı bir bakış atmıştı. “Sen düşün onu. Çadır yıkan biz değiliz…”

Gökhan, elindeki sopa soyma işini yarım bırakıp başını kaldırdığında ve kaşlarını havaya kaldırdığında ben de en az onun kadar meraklanmıştım. Bunu çaktırmamak için Sinan’a dönüp, “Bakkaldan su almaya mı gitsek?” Tam Sinan’dan olumlu bir cevap alacak gibi olmuştum ki Gizem benim duyabilmem için son gücüyle bağırdı., “Biz çadırda Ayşegül’le kalırken gizlice yerimi Barış’a vermiştim iki sevgili birlikte kalabilsin diye.” Yüzündeki pis sırıtışla, “Çadır üstlerine yıkılmıştı o gece. Ne yaptılarsa artık…”

Aklımda canlandırmamalıyım. Aklımda canlandırmamalıyım. Aklımda canlandırmamalıyım. Yok ondan değildir, yok yok! Öyle bir şey yok! Sil şu kolajı beynimden Yaprak, çabuk! Aklımda canlandırmamalıyım…

Yavaşça yutkunup Gökhan’a doğru eğildim. “Gökhan bana bir şey söyle rastgele…” Bir süre boyunca Gökhan’dan ses çıkmayınca başımı kaldırıp yüzüne baktım. Önümüzdeki çadıra kitlenmiş, her detayını inceliyordu. Çadırı ayakta tutan demirlerden birini tutup sallamaya başladı. “Lan bunlar nasıl çadır yıkmış… Çadır lan bu. Duvardan duvara da atmazsın çadırda.”

Burnumdan solurken ve bir yandan da Gökhan’ın elinin altındaki çadırın sağlamlığını izlerken gözümün önünden farklı ve daha yaratıcı kareler akmaya başladı. “Sağ ol geri zekalı.”

Gökhan (sanırım ruh sağlığımı toparlamam için bana alan sağlaması gerektiğini fark etti sonunda) Sinan’ı da yanına alıp bakkala doğru ilerlerken Barış bana doğru birkaç adım attı ve aramızdaki boşluğu kapattı. Bir yandan Gizem’e sinirli bakışlar atıyor, ama diğer yandan benim yüzümdeki rahatsız ifade biraz hoşuna gitmiş gibi görünüyordu. “Yanlış anlama... Sadece benim boyumdan dolayı sığamamıştık.” Gözlerimi ondan kaçırdığımda aslında ‘Anana anlat bunları Barış Efendi! Pis sapık!’ diye bağırmak istiyordum. Barış aniden omzuma yapışmış bir çalı parçasını silkelediğinde tekrar gözlerinin içine bakmak zorunda kaldım. Gözlerine kadar ulaşan sırıtışıyla konuşurken gereksiz derecede keyifli görünüyordu. “Alternatif uyuma pozisyonları bulmak biraz zor olmuştu sadece. O yüzden üstümüze yıkıldı çadır.”

Omuzlarımı kırmak istercesine silkip alnımdaki saçları geriye doğru ittim. “Bana ne canım. Nasıl parçaladıysanız parçaladınız çadırı…” Ben de Gökhan gibi çadırı tutup hafifçe sarstım istemsizce. Kımıldamadı bile, tahmin ettiğimden bile daha sağlamdı. Aynı anda Barış omuzları sarsılarak güldü ve başını yavaşça iki yana doğru salladı. “Parçaladık demedim. Üstümüze yıkıldı dedim.” Birkaç saniyelik bir es verdikten sonra eğilip kulağıma doğru fısıldadı, “Hayal gücün biraz fazla çalışıyor şu an sanırım.”


“Kanka hadi be, ne naz yaptınız?” diye bağırdı Gökhan, yarım saattir bizi fal çadırına gitmek için ikna etmeye çalışıyordu. Ağzındaki üç koca marşmelovla konuşmaya çalışan Oğuz, “Valla bana uyar canım, aktivitedir neticede…” diye homurdandı bir yandan da nefes almaya çalışarak. Salak marşmelov derdine nefessiz kalıp bayılacaktı. “Oğlum yok ya, ben korkarım öyle şeylerden. Hem başka aktivite mi bulamadınız, koca orman!” Sinan ateşin başında oturan birkaç C şubesi kızı kestiği için bu fikre benden bile daha çok karşıydı neyse ki. Ama Gökhan sonunda, “Eğer benimle gelmezseniz ben de gidemem, tırsarım. Eğer gidemezsem de aktivite olarak Emir’e bela olup kavga etmek için bahane sıçmayı planlıyorum, ona dersiniz?” deyince el mahkum düştük peşine.

Siyah çadır; birkaç küçük mum, sarı ışıklar ve yer sofrasından bozma sehpanın üstündeki ışıklı fanusla aydınlatılmışken, etrafı saran tütsü kokusu, dar alanda insanın burnunun direğini sızlatacak kadar keskinken ve sehpanın ortasında oturan adamın morlu sarılı kıyafeti gördüğüm en tuhaf şeyken genel atmosfer oldukça ürkütücü görünüyordu. Burnuma dolan yoğun tütsü kokusu yüzünden öksürünce, egzotik bir yöreye ait olduğu belli olan ama benim dağlar denize paralelden öteye geçmeyen coğrafya bilgimle asla çıkaramadığım bir çeşit kültürel örtüyle yüzü kapalı şekilde önündeki kağıtlarla ilgilenen iri adam doğrudan bana baktı. Yemyeşil gözleri trafik lambası gibi parlıyordu. “Geçin…” dedi boğuk bir sesle. Sesi, sigara içmekten ses telleri tren borusuna dönen Nunu gibi çıkıyordu.

“Sen delikanlı!” dedi, Gökhan’ı işaret edip, “Otur.” Gökhan’ın eli ayağına dolaştı, beni sertçe öne doğru itip, “Sana diyor Yaprak,” diye fısıldadı kulağıma doğru. Tırnaklarımı Gökhan’ın koluna geçirip sıktım. “Geç otur, sokmayayım şu tütsülüğü ağzına!” Ortaya attığım tehditi anında ciddiye alan ve bu fikir üzerine keyfi yerine gelen Oğuz, “İyi olur aslında he, spiritüel olarak da yıkanır sığırımın içi.” dedi ağzını eliyle kapatıp kıkırdarken. Gökhan o kadar streslenmişti ki Oğuz’a sövmeye bile yeltenmedi. “Çok gerildim…” Oğuz’un kolundan nazikçe tutup, en yumuşak ses tonuyla konuştu. “Oğuz sen geç ilk, ne olur…” Oğuz her zamanki pervasızlığıyla saçını arkaya atıp, “Ben fala değil, dalgama bakmaya geldim.” dediği sırada falcı abi beklenmedik bir anda yükseldi ve elini sehpaya vurarak, “Otur dedim!” diye bağırdı Gökhan’a dik dik bakarak. “Pardon abi,” Gökhan bir yaprak gibi titreyerek falcının karşısındaki boşluğa doğru, dizlerinin üstünde oturdu. Hemen sonra da kolumdan tutup beni de yanına çekip oturttu. “Biraz şey oldum da…”

“Abi babandır.” dedi falcı otoriter sesiyle. Artık bağırmıyordu fakat sert tavrı hala yerli yerinde duruyordu. “Solar Bey diyeceksin!” Gökhan tanıdık halinden uzakta, uysal bir kuzu gibi başını öne arkaya doğru salladı şevkle. “Özür dilerim. Solar Bey…” Stresten parmaklarıyla oynamaya başladığını görünce az kalsın patlatacaktım kahkahayı ama ben de bir tık tırsmıştım bu Solar Bey’den. Kendimi son anda frenlemek zorunda kaldım. Gökhan, “Ben şeye baktıracaktım…” gibi bir şeyler homurdandı ağzının içinde. Sonra sesi daha net çıksın diye boğazını temizledi ve çenesini dikleştirdi. “Benin kısmet borularımda küçük bir tıkanıklık var... Kısmet kabızıyım ben.” Solar bey abi ellerini fanusun üstünde gezdirirken gözlerini kapattı ve burnundan derin bir nefes çekerek, “Görüyorum…” diye bağırdı doğuştan sahip olduğu korku efektiyle. “Senin aklında iki kişi mi var?”

“Ay evet…” dedi Gökhan ellerini tek seferliğine birbirine çarparken. “Yaprak bildi!” Bana bakıp kafasıyla Solar Beyi işaret ederken sanki ben ahrazmışım, adamı duymuyormuşum gibi davranıyordu. Büyük bir hevesle adama doğru döndü tekrar. “Solar bey abi efendim…” Heyecandan beyninin var olan tek parçasını da kaybeden arkadaşım başını öne doğru uzatarak, “O iki kişi aynı anda aklımda olduğu için mi tıkandı borularım acaba?” diye sordu merakla. “Kısmet borum yani...” Oğuz kendini tutamayıp püskürdüğünde Sinan uyarmak için kolunu dürtmek zorunda kaldı. Gökhan kafası karışmış bir ifadeyle Solar Beye bakıyordu. “Aslında ikisi de minyon… Merve, elli kilo; Naz desen kırk beş…” Sinan arkadan Gökhan’ın sırtına bir tane geçirip, “Oğlum sen kantar mısın?” diye fısıldadı dişlerinin arasından. “Sussana iki dakika!”

“Görüyorum…” diye bağırdı falcı bir kez daha, aynı ürkünç tınıyla. “Birinin adı… Merve!” Bir süre düşünürmüş gibi yaptı. “Diğerininki de…” Gözlerini sıkıca kapatıp tamamen odaklandı. “Naz!”

Salak arkadaşım ani bir heyecanla oturduğu yerden zıplayıp, “Bildi!” diye bağırdığında elimi alnıma vurdum ve, “Sen söyledin ya demin, geri zekalı!” diye fısıldadım çenemi sıkarak. Solar Bey söylediğimi duymamış gibi yaparak ve konuyu saptırarak, “Biri sana büyü yapmış!” dedi gözleri sıkıca kapalıyken. Sonra birden parlak yeşillerini açıp Gökhan’ın yüzüne kitlendi. Ağlayacakmış gibi bir ifade oturttu yüzüne, sanki Gökhan’ın kederinden o da içten içe etkileniyordu. “Bu büyü yüzünden sen asla mutlu olamazsın!”

“Ne?!” Gökhan kaşlarını çatarak ve dudaklarını büzerek boşluğa baktı br süre. Ardından bana doğru döndü ve kolumdan tutarak, acıklı bir sesle, “Yaprak?!” dedi dolu gözleriyle titrerken. Bir manik atağımız eksikti, o da tam olmuştu. Gökhan’ı hem teselli etmek hem de azarlamak istiyordum. Yavaşça koluna sarılıp sıktım. Göz kontağı kurup ciddi, hatta babacan bir tavırla, “Mal mısın be oğlum?!” dedim usulca. Sesimi üç tık daha kıstıktan sonra da, “Uyduruyor işte… Konsept… Her şey konsept!" Gökhan başını ağır ağır sallarken söylediklerime ikna olmak üzereydi ama karşımızda oturan dolandırıcı herif yeniden atladı lafa, “Yakın zamanda garip bir şey yedirilmiş sana… Öyle yapmışlar büyüyü.”

Gökhan gözlerini havaya dikip düşünmeye başladıktan iki saniye sonra, “Şampuan yedim…” diye mırıldandı. “Kas gevşetici yedim sekiz dokuz tane…” Parmağını çenesine birkaç kez vurdu. “Tuvalet kağıdı yedirmişlerdi düğünde, bi de o var… Başka ne yedim lan ben?”

Arkada bağdaş kurmuş, yanmayan konik tütsüleri üst üste dizip jenga oynamaya çalışan Oğuz boş bulunup, “Cırcır yapan bi’ yabani ot yemiştin bi de…” der demez, kendisi de ağzından kaçan şeye inanamamış gibi gözlerini açtı. Gökhan çatık kaşlarıyla arkasına dönüp, “Onu ne zaman yedim lan?!” diye sordu, anlamlandırmaya çalışarak. Oğuz dudaklarını içeriye doğru katlayıp burnundan nefes verdi. “Ben yedirdim ya, sana sinir olmuştum da….” Gökhan tam falı falan unutup Oğuz’un üstüne atlayacaktı ki falcı abi bir kez daha bağırdı, “Susun!” Ellerini fanusun üstünde hızlı hızlı çevirdi. “Görüyorum…” Bir dakikaya yakın sessiz kaldıktan sonra korkunç gözlerini Gökhan’a dikip, “Seni çekemeyen biri var. O yapmış!” dedi başını sallarken. “Ben büyüyü bozarım. Peşin yüz lira. Kredi kartıyla ödeme yaparsan yüz yirmi…” Kesik bir nefes alıp arkasına yaslandı. “Vergi kesiyorlar da….”

“Elin dolandırıcısı bile vergisini ödüyor. Helal olsun…” diye söylendim. Aynı anda Gökhan kolumu dürttü. “Yaprak bana yüz lira ateşlesene. Bozduralım şu büyüyü!” Başımı ‘katiyetle olmaz’ der gibi, hızlı hızlı iki yana doğru salladım. “Benden bir kuruş çıkmaz bu deliye.” Uyuşmuş bacaklarım yüzünden yere düşmeyeyim diye yavaşça ayağa kalktım. “Hadi gidelim-“

“Sen küçük kız…” Solar Bey yüzüklü baş parmağını bana doğru uzatırken gözlerini kıstı. “Yakın zamanda yeni sevgili mi yaptın sen?” Başını öne eğerek, “Uzun boylu, yakışıklı birini görüyorum burada…” dedi bakışlarını fanusuna odaklarken. “Ama aynı zamanda etrafında dolanan biri daha var.” Hayretle adamın suratına baktım birkaç saniye boyunca. Sonra bacaklarım benden habersiz geri oturdular adamın önüne. Solar Bey yüzünde kibirli bir sırıtışla beni inceledi bir süre. Ardından bakışlarını yukarı kaldırıp Sinan’a baktı. “Senin kalbinde ordu var, sayamadım kaç kişi olduğunu…” En az benim kadar şaşırmış olan Sinan süratle gelip yanıma oturdu. Biz pürdikkat adamın yüzüne bakarken Oğuz hala yanmayan tütsülerle jenga oynuyordu. En ciddi tavrımla elimi Solar Beye uzattım. Hayatımda ilk defa pazarlığa tutuştuğumu çaktırmamaya çalışarak, “Üç kişiye, iki yüz lirada anlaşalım.” dedim tok bir sesle.


“Oğlum ben nasıl helallik isteyeceğim o kadar kişiden?” Sinan ayağının ucuyla önündeki ağacı, ritmik bir şekilde tekmelerken derince iç çekti. “Hadi istedim… Hepsi ayrılırken beddua etmişti bana!”

Solar Bey, Sinan’ın üstündeki sözde kötü kaderi şifalandırmak için ona iki şişe şifalı su hazırlayıp çok da makul olmayan bir fiyata satmış, ayrıca ahını aldığı ya da kötü ayrılıklar yaşadığı kaç kız varsa hepsinden tek tek helallik istemesini tembih etmişti. Yoksa kötü şans ömür billah bırakmazmış peşini… Şifalı su diye kakaladığı, öve öve bitiremediği dümdüz pet şişeye bakarken, annemin cüzdanımdaki zor günler bölümüne iliştirdiği tüm parayı sahte bir cinci hocaya kaptırmanın acısı çoktan düşmüştü içime. Solar Beymiş! Solan biziz burada! O gider, ödediğimiz paralarla karşı yaka büyüklüğünde bir çiçek bahçesi satın alır kendine artık…

Sinan şu ana kadar ahını aldığını düşündüğü kızları listelemeye çalışıyordu ama liste Gökhan’ın kıskançlık krizi anlarında yaşadığı minimum yarım saatlik küfür seansından daha uzun olduğu için bir türlü sonunu bulamıyordu. Telefonun notlar bölümündeki ilk not sayfasının kotası dolunca kendine yeni bir sayfa açtı ve isimleri yazmaya devam etti söylene söylene. Ensesine koluna bir şaplak atıp, biraz da annemden yiyeceğim azarın acısını çıkarmak için,

“Onu önüne gelenle kırıştırmadan önce düşünecektin!" diyerek azarladım Sinan’ı. Boştaki eliyle solaryum gazisi yanık yüzünü göstererek,

“Bak bunların hepsi bu yüzden demek ki…” dedi büyük bir aydınlanma yaşıyormuş, evrenin şifresini çözmüş gibi bir yüz ifadesiyle. “Bahtsız Bedevi’yim sanıyordum, ama aslında ben kutup ayısıyımışım!” Manik bir ruh haline bürünüp omuzlarımdan tutarak, “Ayıymışım ben Yaprak!" diye bağırıp sarsmaya başladı beni. Sinan her şey oluyordu. Ama insan olamıyordu. Penguenliği bitti, Kutup Ayısı oldu şimdi de başımıza.

Kendimi Sinan'ın elinden kurtarıp, huysuzca silkelendim. Sinan, telefon rehberini açıp, olduğu yerde bir ağacın önüne çöktü. O sırada gözüm, yere bağdaş kurarak oturan Oğuz'a takıldı. Ceplerinden çıkardığı ve ne idüğü belirsiz şeylerle beş taş oynamaya başlamıştı.

“O ne lan?” El taşı olarak kullandığı, kumaşla kaplı ucube şeyi bana doğru uzatıp gösterdiğinde aydım mevzuya. Solar Bey'in tılsımlarından biriydi elindeki.

“Ay, Solar Bey adamın eşyalarını mı çorladın sen?” diye sordum panikle. Her ne kadar dolandırıldığımızdan adım kadar emin olsam da, korkardım öyle şeylerden. “Adam üç harflilerini musallat etsin sana da gör gününü!”

“Ben de beş harflimi salarım üstüne adamın, sen merak etme.” Aağaç kavuğuna yaslanmış oturan Gökhan’a baktı ve tutup salladı çocuğu. Eh... Bizim beş harfli yeterince sinirlenirse, baş ederdi aslında Solar Bey ile... Doğru.

Oğuz’un bu gevşek hareketine karşı tepkisiz kalan Gökhan’ın aklı bozacağı büyüdeydi. Elindeki büyü bozma malzemelerine bakarken; “Hadi hepsini bulduk da… Bu yaran otu ne kanka?” diye sordu çaresizce. Of harbi ya… Adam yaran otu deyince anlamalıydım dolandırıldığımızı... Çok geç düştü jeton çok...

“Yanlış yazılmış olabilir mi? Başka bi’ şey olmasın o?” Oğuz, dudaklarını katlayıp kahkahasını tutmaya çalışıyormuş gibi bir yüz ifadesiyle tılsımları cebine geri koyarken, Gökhan, Oğuz’a öyle bir bakış attı ki; gelecek olan fazlasıyla orijinal ve Gılgamış Destanı uzunluğundaki küfrü iliklerime kadar hissettim.

“Senin kısmet borularını omurgandan söker-” Durdu. Solar Bey'in ayaküstü anlattığı nefes tekniği ile derin bir soluk verirken o kadar komik görünüyordu ki Oğuz’un tuttuğu kahkahayı ben salacaktım az kalsın. “Takmıyorum lan hiçbir şeyi. Bıktım sana sövmekten. Arsız mıdır, mazoşist midir nedir… Ben sövüyorum, bu rahatlıyor.” Oturduğu yerden kalkıp arkasındaki toprağı silkelerken nefes alıştırması yalnızca sövme seansı açısından işe yaramış gibi bir öfkeyle kendini dövdü. Ormana doğru yönelip kendi kendine söylenerek yürümeye başladığında arkasından şaşkın şaşkın baktım.

“Oğuz babadan ders al işte! O adama yüz lira bayılacağına, bana bi' pizza ısmarlasaydın ben sana gevşekliğin kitabını yazar verirdim enayi!” diye bağırdı Oğuz Gökhan’ın arkasından. Yok, uslanmıyordu asla, ben hayatımda bu kadar fütursuzca cesur bir eleman daha tanımamıştım. Damarına damarına basıyordu Gökhan’ın sürekli. Gerçi o kadar komikti ki aralarındaki iletişim benim işime geliyordu bu kör cesareti. İlk kez haklıydı ayrıca… Adama tüm birikmişi bayılmıştık bir gazla… Aniden tekrar vuran iç huzursuzluğuyla, 'Yaran otunda çok belliydi ya!’ diye kendime söverken, Oğuz bana dönüp hayatın sırrını verir gibi ulvi bir ses tonuyla: “Gevşek olacaksın kanka. Gevşek olursan, ne borun tıkanır; ne götün atar bu sığır gibi.”

Burnumdan soluyarak ve göz devirerek Oğuz’a gülerken gözüm, ormanın derinliklerine doğru dörtnala giden Gökhan'a kaydı. “Nereye gidiyorsun? Gel buraya!” diye bağırdım arkasından.

“Yaran otu bulmaya gidiyorum!” Dönüp bize doğru bakmadı bile, kafayı büyüyü bozmaya takmıştı tamamen. Zaten o kadar uzaklaşmıştı ki birbirimizi hamster boyutunda falan görüyorduk şu an.

“Yarı bulamayan, ya yaran otunu buluyor… Ya…” Oğuz kendi esprisine, daha sonunu bile getiremeden gülerken, nefessiz kaldı. Onun kendini yere vura vura gülüşünü izlerken, bunun da kısmet boruları yerine ağzı tıkansa keşke diye geçirdim içimden. Başımıza ne geliyorsa, Oğuz’un çenesi yüzünden geliyordu. Ya da Gökhan'ın siniri... Ya da Sinan'ın çapkınlığı... Başımıza ne geliyorsa, hak ediyormuşuz biz de ya...

Birden son birkaç haftadır sorguladığım ortaya karışık meyve tabağı gibi karakterimle ilgili beynimde yeni bir kilit açıldı. Aydınlanma yaşadım resmen. Birbirinden zıt dört erkekle büyümekten, genç yaşımda varoluşsal sıçmalar yaşıyordum. “Sonra ben niye bu hale geldim ya…” dedim kafa sesime mikrofon tutup. Yanımdaki kişi Oğuz olduğunda hiçbir açıklama yapmam gerekmediğinden kafa sesimin ortasından konuşmaya devam ettim. “Gökhan’dan orijinal küfür ve ota boka gerilme huyunu çormuşum. Senden biraz gevşeklik geçmiş…” Kafamı yana eğip, kendi kendime üzülür gibi... “Hem gevşek hem agresif olmak daha zor bu arada he… Bir yanın sinirden cinnet tuşuna basıyor, diğer yanın siktir et kanka diyor.” dedim beynimi kapatmak istermiş gibi gözlerimi kapatırken.

“Sinan’dan da çapkınlık geçmiş bi’ çıtır…” Oğuz Solar Bey'den arakladığı oyuncak iskelet kemiği ile beni dürtüp uyandırırken: “Şu boyunla dağ gibi iki adamı nasıl düşürdün birbirine" dedi.

Telepati yoluyla Gökhan’a bağlanıp, onun yarıda bıraktığı küfrü düşündüm. Tam ağzımı açıp, Gökhan’ın elime verdiği hayali boruları Oğuz’un gevşek ağzına sokmakla ilgili paragraf sorusu tadında bir cümle kuracaktım ki, Oğuz’un neden öyle dediğini anladım. Ali çoktan gelmiş, Barış ile konuşuyordu beş on metre ötemizde.

Boy ortalamaları, bizim nasibimizi çalmış iki genç irisi olduklarından gerçekten yan yanayken diğer liselilerin arasında komik görünüyorlardı.

Barış’a bir şeyler anlatan Ali yorgundu. Başını tatsız bir ifadeyle eğdiği sırada göz göze geldik. Beni gördüğü an tatlı bir tebessüm oluştu yüzünde.

“Kocamız geldi, koş!” dedi Oğuz gülerek koluma vururken. “Gidip biraz da onun gazını alayım. Gerilmiş, belli…” Sanki Ali’yi geren bizzat kendisi değilmiş gibi, ayaklarını götüne vura vura Ali’ye koşup sarıldı.

Ulan Yaprak Ayvaz... Azıcık Ali'den de özellik çalsaydın ya, en azından bir iki tane... Dünyanın en aptal üçlüsünün remixi gibi dolaşıyorsun ortalıkta!

Ali, Oğuz ve Barış'a doğru yürürken, kafamda dönen sığır remix kasedi, Gizem'i görünce cızırdamaya başladı. Benim gittiğim yöne bakıp, kahkaha attı ve sonra arkadaşına dönüp kulağına bir şeyler fısıldadı. "Ya sabır..." Kendi kendime Ali'den bir özellik eklemeye çalışır gibi sabır çekmeye başladım. Okulun üçüncü senesinin son ayında zorba evlat edindik aniden. Bi' o eksikti zaten...

Yarı yolda durup burnumdan soluduğumu Ali’ye çaktırmamak için başımı hafifçe sağa doğru eğdim. Ben göz kontağımızı kesince Ali hafifçe el salladı dikildiğim tarafa doğru. O kadar tatlı görünüyordu ki gidip sıkıca sarılmak geçti içimden. Ama önce asabımı düzeltmem ve Ali’den çalmam gereken özellikler hakkında daha yoğun düşünmem gerekiyordu.

“Bir lavaboya gidip geliyorum beş dakikaya.” diye seslendim. Modumun normal olduğunu göstereceğim derken ses abartılı bir neşeye sahipmişim gibi çıkmıştı. Gizem küçük düşürücü bir ifadeyle kaşlarını çatıp güldü. Yanından sert adımlarla geçerken yüzüne bakmadım bile. Eğer o sinir bozucu gülüşü bir kez daha görürsem neşeli kız Yaprak yarım saniye içinde yok olur, yerini Gizem’in eceli Yaprak alırdı çünkü.

Kamp alanının öbür ucuna yürüyüp, genişçe bir kulübe şeklindeki umumi tuvalete girerken az da olsa sakinleşmiştim. Ama içeri adım attığım an heyheylerim bir kez daha tepeme çıktı. Aynanın önünde dikilen birkaç üst dönem kız beni görür görmez aralarında fısıldaşmaya ve gülüşmeye başladılar. Ben onların adını bile bilmiyordum ama belli ki bu aralar neşelenmek için kullandıkları bir alay figürüne dönüşmüştüm. Yüzüme soğuk su çarparken sessiz ve sakin kalmak o kadar zordu ki Gökhan ile yoğun bir empati kurmak zorunda kalmıştım. Ellerimi yıkadığım sırada tuvalet kabinlerinden birinin kapısı açıldı ve içinden Merve çıktı. Gözleri önce bana ardından bir metre ötemde dedikodumu yapan kızlara kaydığında durumu anlamıştı direkt. Yanımdaki boş lavabonun önüne gelip elini yıkarken sanki o kızlarla arama girip beni korumak ister gibi tatlı bir enerji yayıyordu.

"N'aber Yaprak?" dedi hafifçe gülümseyerek. Aynı anda ellerimizi yıkamayı bitirip çıkışa doğru yürümeye başladık.

"İyi, senden..." diye cevap verdim hiç de iyi olmayan bir ses tonuyla.

Dışarı çıkar çıkmaz Merve bana yandan bir bakış atıp, yüzünü memnuniyetsiz bir ifadeyle buruşturarak,

"Takma sen bunları. Aşırı uyuzlar." dedi istemsizce arkasına bakıp gelen giden var mı diye kontrol ederek. "Emir yüzünden tanışmak zorunda kaldım ama gram ısınamadım."

Kampın ortasındaki çardaklara kadar yürüyüp içlerinden birine oturduk. Normal bir ifade takınmaya çalışarak, hatta Gökhan ile yakın oluşumun tuhaf bir ortam yaratmaması için ekstra çaba göstererek,

"Nasıl gidiyor Emir'le?" diye sordum sakince. Merve hafifçe omuz silkti. "Bilmem. Deneme sürümü diyelim. Öyle konuşuyoruz, görüşüyoruz... Gökhan'dan sonra ilk kez biriyle flört ettiğim için biraz tuhaf geliyor." Bakışlarını benden kaçırıp kesik bir nefes aldı Gökhan’ın ismini anar anmaz. "Ama acele etmeye gerek yok. Daha genciz."

Başımı ağır ağır sallayıp ne demek istediğini anladığımı belli etmeye çalışırken dilimin ucuna gelen şeyi sorup sormamak konusunda düşündüm bir iki saniye. Ardından kendimi tutamayacağımı fark edip,

"Beni niye engelledin ya?" diye sordum dudaklarım hafifçe aşağı doğru bükülürken. "Ben severim seni. Bi' yanlışım mı oldu?"

Merve anlık bir telaşla başını iki yana doğru sallayıp elini bana doğru uzattı ve hafifçe omzuma dokundu, özür diler gibi.

"Kusura bakma... Gökhan yüzünden engelledim. Emir'i görmesin diye..." Huzursuz bir tavırla ensesini okşadı. "Ali'yi engellemedim bi' tek. O zaten telefonunu Gökhan'a pek vermiyor diye." dedi ve bir süre sessiz kaldı. Ardından meraklı görünmemeye çalışarak, alelade bir mevzuymuş gibi, rahatça sordu: "Bi' tepki verdi mi görünce?"

"Klasik Gökhan işte." diye yanıtladım, konuyu geçiştirerek. Zaten oldukça uzun ve dolandırılmamızla sonuçlanan bir hikayeydi. Şimdi durup dururken kendimizi ex yengeye rezil etmeye gerek yoktu.

"N'oldu onun yaşlı sevgilisine?" diye sordu bu kez de, az önceki tavrını sürdürerek. İlk birkaç saniye ne kastettiğini anlamadım. O kadar anlamadım ki, Kadriye babaanne şakası mı geldi diye düşündüm. ama Merve'ydi konuşan. Benim ayarsızlar değildi... Naz'dan bahsediyordu.

"Sevgili değillerdi ya... Gökhan hayrandı bence sadece. Üniversiteli deli dolu marjinal kızı görünce..." Tüm dürüstlüğümle durumu açıklarken onun aksine rahattım cidden. Naz, Merve’nin gerilmesi gereken son mevzu bile değildi şu an. "Aşk falan değildi bence." dedim arkama yaslanırken. "Kız kaçtı gitti zaten."

"Oh iyi olmuş ona. Sürünsün..." Merve, hafiften keyiflendiğini gizleyemeden bacak bacak üstüne atarken en azından gülümsemesini gizlemeyi başarmıştı. Tam konuşmaya devam edecekti ki gözüne uzak noktadaki bir şey ilişmiş gibi sağ tarafa doğru baktı. Gözleri hayretle büyürken, "Gökhan!" diye bağırdı.

Başımı arkaya çevirip Merve’nin bakışlarını takip ederek, orman tarafına doğru baktığımda yerdeki Gökhan’ı gördüm. Hayatımda bu kadar hızlı tutan bir beddua görmemiştim. Gökhan harbiden yerde sürünüyordu!

Merve ile aynı anda ayaklanıp ona doğru koşmaya başladığımızda Gökhan bir yandan sürünüyor diğer yandan Türkçe olmadığı net bir dilde saçma sapan şeyler sayıklıyordu. Uzanıp kolundan tuttum ve sırt üstü döndürmeye çalıştım ama o kadar ağırdı ki ayı, kımıldamadı bile.

“Oğlum ne oluyor sana, kendini iyice deliye vurdun!” diye fısıldadım dişlerimin arasından. Arkamda telaşlı bir ifadeyle dikilen Merve beni duymaya çalışır gibi başını öne doğru eğdi. Ayağa kalkıp Gökhan’ın durumunda tuhaf bir şey yokmuş gibi, sahte bir rahat tavır takınarak, “Şey ben Ali’yi alıp geleyim, sen bekle burada iki saniye Gökhan’ın başında.” Merve’nin cevabını beklemeden koşmaya başladığım sırada bir yandan da Gökhan’a, zaten anormal olan halinden bile daha anormal davrandığı için sövüyordum ağzımın içinden.

Neyse ki yolun daha çeyreğini yürümeden, tuvaletlerin olduğu tarafa doğru tek başına yürüyen Ali’yi gördüm de aklım exinin yanında sürünüp sanskritçe tekerlemeler söyleyen arkadaşımda kalmadı. Bir dakika içinde, yanımda Ali ile geri dönebildim. Teşekkürler kahraman adam iyi ki beni aramak için buradasın hep! Çeyrek yolda buluyorum seni böylece…

Dizlerinin üstüne çökmüş Gökhan’ı omuzlarından tutarak sarsan Merve’yi aynı noktada bulduğumuzda endişeyle yanına çöktüm ben de.

"Gökhan kendine gel!" Merve panik içinde Gökhan ayılsın diye onu sağlı sollu tokatlarken, yılların hıncını çıkarıyor gibiydi. Ali, bir şey dikkatini çekmiş gibi yüz üstü sürünen Gökhan’a doğru eğildiğinde, yarısı dışına taşmış otları cebinden çıkardı. Kendinden uzakta tutup yarım saniyeliğine inceledikten sonra yere fırlattı otları. Yılgın bir ifadeyle nefes verip öbür elini alnına yaslarken, "Biliyorum ben bunu ya! Kamp alanını araştırırken görmüştüm. Salvia bilmem ne diye bir ot... Bilge adaçayı diye geçiyordu sanırım. Dokunmayın sakın, halüsinasyon görmenize sebep olabilir diyordu." Başını Gökhan’a çevirip çatık kaşlarıyla, "Sen salak mısın gidip bi' de topluyorsun bunları?!" diye sorguladı onu, sanki Gökhan Karademir’in dünya üzerindeki en absürt insan olduğunu bilmiyormuş gibi… Bu oğlan on yaşında da okulun bahçesindeki yabani sarı çiçeklerin tadına bakıyordu be…

Gökhan, Ali’nin Latincesini söylediği otu kendince dolandırıcı büyücümüzün büyü bozma malzemesi olarak bul getir dediği otla karıştırdığını açıklamaya çalışırken, dili ağzının içinde büyümüş gibi, kelimeleri yuvarlayarak güçlükle söylüyordu. Eh, en azından Türkçeye benzeyen birkaç kelime çıkmaya başlamıştı ağzından. "Yar... Yaran onu..." diye sayıklarken, Merve'ye döndü, yüzünde Küçük Emrah’a benzeyen acıklı bir ifade vardı. "Yaran... Yaranamadım..." Aniden Gökhan'ın radyo frekansı değişmiş gibi kendi kendine çocukken favorisi olan şarkıyı mırıldanmaya başladı ağlayarak."Yaranamdım yavrum yaramadım..." Boş bulunup kahkaha attım. Merve'ye baktığımda Merve de gülmekle ağlamak arasında gidip geliyordu.

Gökhan, şişen dili ağzından kopup kaçacakmış gibi dilini ağzının içine ittirirken gülmem içime kaçtı. Endişelenmeye başlamıştım artık... Telefonundan bir şeyler araştıran Ali'ye sokulup: "Zehirli falan değil ama dimi?" Kafasını, "hayır" der gibi iki yana salladı. "Birkaç saate geçermiş etkisi..."

"İyi bari..." Yattığı yerden Merve'ye kitlenmiş Gökhan'a baktım, omuzlarım aşağı doğru çökerken. Şimdiden yorulmuş gibi hissediyordum… "Bir iki saat idare edebilir miyiz acaba kimseye yakalanmadan?"

"Sinan'la Oğuz'a mesaj at, gelsinler. Su da getirsinler gelirken..." dedi Ali, başını telefonundan kaldırmadan. Bir yandan çözüm yolu araştırmaya devam ediyordu. Cebimden hızlıca telefonumu çıkarıp gruba girdim ben de.

4N1K İmparatorluğu
———
Yaprak: Acil durum! Tuvaletlerin ilerisindeki banklara doğru gelin!
Sinan: Yemin ederim yanlışlıkla yaptım!
Yaprak: Ne diyorsun geri zekalı? Ne yaptın yine?
Oğuz: Kalbini kırdığı kızların hepsini WhatsApp grubuna alıp toplu şekilde özür dilemiş. Ama araya Hale Teyze de kaynamış! Hahaha
Yaprak: Sonra konuşuruz bunları, acil gelin Gökhan yaran otu yüzünden fenalaştı!
Oğuz: E ben dedim, yarı bulamayan ya yaran otunu bulur ya...
Yaprak: Oğlum ciddiyim, çocuk kötü oldu dalganın sırası değil!
Oğuz: Oha, dur geliyorum!
Sinan: Ben de geliyorum ama yirmi dakikaya ancak orda olurum. Gökhan beni bulamasın diye ormanda saklanıyordum, kayboldum!

Ali, Oğuz ve Merve ile birlikte, yanımızdan geçen insanlar Gökhan’ı görmesin diye etten bir duvar örmüş, onu ortamıza almıştık, diğer türlü, mevcut ruh halini zapt etmek mümkün görünmüyordu zaten. Gökhan, bir dakika içinde en az on beş halüsinasyon görüyor, ayıkken de sürekli kafasında kuran bir tip olduğu için inanılmaz senaryolar üretiyordu kimyası bozuk beyniyle.

"Merve senin kafan niye balon gibi şişti…" Merve, öfkeyle iç çektiğinde benim çok sevgili salak arkadaşım, "Merve kafan gaz kaçıyor!" diye bağırdı.

"Ay ne diyor bu ya?!" Merve ağlamaya başladı, e buna hakkı vardı artık yani. "İki dakika beladan uzak duramıyor musun sen aptal herif?! Şu haline bak!"

Gökhan yüzünde ebleh bir sırıtışla Merve’nin yüzünü incelerken,

"Bi' beladan, bi' senden uzak duramıyorum valla." dedi havalı sandığı yüz ifadesiyle. Yattığı yerde hafifçe doğrulup, ağzından zorla çıkan kelimelerle, sığır dilinde ex aşkıyla flörte başladı. "Kafan balon gibiyken bile niye güzelsin bu kadar?"

Merve, Gökhan'ın kafasını eliyle ittirip yere bastırdı. Oğuz, bu durumdan eğlenen tek kişi olduğu için tamamen dalgasındaydı işin, yerden aldığı bir kıymık parçasını Gökhan'a tutup: "Bak elimde ne var?" dedi gülerek. Kıymığı, Gökhan'ın balon gibi şişmiş gibi gördüğü Merve'nin kafasına yaklaştırdı. "Patlatayım mı kafasını? Ha?"

Merve göz devirirken ben de sıkıntılı bir nefes verip Oğuz’a dik dik baktım ve, "Oğuz yapma! Aklıyla oynama çocuğun!" diye uyarıp eline vurarak düşürdüm kıymığı.

"Bu Sinan nerde kaldı ya? Sağ salim gelse bari, bir de onunla uğraşmasak." Ali, bir yandan Gökhan için internetten araştırma yaparken, bir yandan da endişelerden endişe beğeniyordu kendine. "Ekşi şeyler iyi geliyormuş bak.. Daha hızlı ayılır yazmışlar. Limon falan bulalım..."

Merve, "Ben bi' mutfak kısmına bakıp geleyim!" diye koştura koştura giderken, Gökhan arkasından ağlamaya başladı. Merve'yi koşarken neye benzetti, neyden tetiklendi kim bilir...

Ben, kucağıma yatırdığım Gökhan'a Ali'nin direktifleri ile ayılması için elimle yelpaze yaparken, Merve elinde limon, peşinde Barış'la yanımıza geldi. Kalbim, Barış'ı görünce ağzımdan çıkıp Gökhan'ın üstüne düşecek gibi oldu. Çocuk bizim gelebilmemiz için öğretmenlerini ikna ettiğine bin pişman olacaktı yine...

Barış düşündüğüm gibi kızgın değil, endişeliydi. Hemen yanımıza eğilip, "N'oldu, iyi mi Gökhan?" diye sordu panikle. Doğrudan bana bakarak sormuştu ama cevabı Ali verdi. "Ormandaki zehirli bi' ota dokunmuş. Ama iyi... Birkaç saate kendine gelirmiş."

"Emin misiniz? Hastaneye götürmemiz gerekmez mi? Kamp yetkilerine haber verelim!"

Gökhan, Merve'nin burnuna dayadığı limonu koklarken, birkaç saniyeliğine kapattığı gözlerini zınk diye açtı. Burnunun dibinde ona bakan Barış'la göz göze geldiği an yattığı yerde doğrulup "Paşa dedem! Paşa dedem sen nasıl geldin buraya?" diye bağırmaya başladı.

"Halüsinasyon görüyor... Tek yan etkisi o işte. Onun geçmesini beklememiz lazım sadece. Baya araştırdım..."

Barış, "anladım" der gibi kafasını sallayıp, derin bir nefes bıraktı. Gökhan, muhtemelen Hale teyzenin büyük büyük babası olan Sarışın paşa dedesi olarak görüyordu bizim sarı kafayı. Gözleri doldu birden sığırımın. Barış'ın kolunu tutup, "Paşa dedem, sen ölmemiş miydin ya... Yoksa biz mi öldük de yanına geldik?" diye sordu ağlamaklı. Sonra bana döndü. "Sinan uçak düşecek demişti. Düştü demek..." Merve hala limonu koklasın diye Gökhan'a tutmaya devam ediyordu. "Merve bak kaderimizde öteki tarafta buluşmak da varmış."

Oğuz, Merve'nin elindeki limonu alıp "Koklatmak yetmez, şöyle üstüne sıkalım ver..." deyip salata limonlar gibi rastgele Gökhan'ın üstüne sıkmaya başladı. Gökhan onu asitle yaktığımız tribine girip debelenirken, Barış ve Ali'nin birbirine bakıp konuşmadan kendi aralarında konuştuğu hissine kapıldım. Ay... Solar Bey bizim üstümüzdeki büyüyü bozarken, sorunu kökten çözmek için Ali ve Barış'ı birbirine aşık etmiş olabilir miydi ki...

Ali, "Kimseye çaktırmasak iyi, zaten yeterince sorun çıkardık. Biraz daha dillere düşmeye gerek yok." Barış, ona hak verir gibi kafasını salladı. "Kamp ateşi yakılmaya başladı, biraz zaman kazandırır bize." İkisinin asıl meselesi, doğrudan beni hedef alan üst dönem gulyabanileri Gizem ve tayfasıydı. Bizi şikayet etmek için fırsat kolluyorlardı malum... Barış kendi arkadaşları olduğu için mahçuptu sanki. Ali de kendi arkadaşları sorun çıkarıyor diye...

Kamp ateş uzaktan belli olmaya başladığında Gökhan kafasında yaşadığı tribi yüzünden, "Cehennemde miyiz Yaprak? Ateşler bana doğru geliyor!" diye yeni bir panik kilidini açtı. "Babanem derdi, ağzından küfür eksik olmayanın cehennemde ağzını yakarlar diye." Dolu gözleri ile bana döndü. "Yaprak ağzımı yakmasınlar söyle... Ağzım... Ağzımda şey..." Oğuz bir yandan limon yediriyordu ona ayılsın diye. Ağzını şapırdatıp ekşittiği yüzüyle, "Ağzımda bok tadı var Yaprak..." diye ekledi.

"Geçecek geçecek... Su iç sen." Elimdeki su şişesini Gökhan'ın kafasından aşağı boşalttım. Ne kadar hızlı kendine gelirse, o kadar iyi...

"Birazdan ateş başında toplanacağız. Sayım var..." Barış, elini ensesine atıp etrafımızda volta atmaya başladı.

"Mahşer günü geldi, sayım yapacaklar Yaprak..." Gözü Barış'taydı. "Paşa dedem beni sırat köprüsünden geçirmeye geldi." Çenesi yukarı kaydı. "Canım dedem..."

Sinan ormanın derinliklerinden koşarak gelirken, nefes nefese kalmıştı. "Az kalsın ayılar götümü yiyordu! Ateşi görüp buldum yolumu!" Gökhan, Sinan'ın solaryumdan yanmış yüzünü görünce ortalık şenlendi. "Sinan kardeşim! Seni yakmaya başlamışlar bile! Yüzüne bak... Bebek yüzlü kardeşim, yanmış kurabiyeye dönmüş." Panik durumlarında nedendir bilmez beni kurtarıcısı seçiyordu demirli enayim. Ben ne yapacaksam... Yine bana dönüp, "Benim ağzımı bunun uçkuru yakacaklar Yaprak!" Gökhan'ın ağzını kapattım. "Tamam ben ağzını korurum, sus!"

Ben Gökhan'ın ağzına gardiyanlık yaparken, Barış'ın gözü bir şeye takıldı. Onun baktığı yöne döndüğümde minik bir kedi gördüm. Sinan Gökhan'ın durumunu anlamaya çalışırken, bir yandan da Barış'a açıklama yaptı. "Peşime takıldı ormanda... Ben de kıyamadım aldım getirdim.”

Barış, kediyi kucağına aldı. Kendi gibi sarı tüyleri olan bir kediydi. "İyi yapmışsın..."

"Sensin o, piç!" Gökhan birden Barış'a doğru bağırdı. Neye sinirlendiğini kimse anlamadı. "Asıl ben senin anan-" derken, elimi tekrar Gökhan'ın ağzına bastırdım. "Lan manyak, sussana!"

"Bana küfrediyor Yaprak!"

Barış panik oldu. "Ne küfretmesi be, bir şey demedim ben!"

"Sen değil paşa dedem... Kucağındaki ediyor." Evet. Bi' kediyle konuşması eksikti... Tam oldu.

Gökhan'ı alıp, ateş başına geçtik. Uzaktan kumandalı insan gibi, bir kolu bende, diğeri Ali'dedi. Oğuz ve Sinan da ara ara boş un çuvalı gibi yere yığılan Gökhan'ın omurgasından sorumluydu. Omurgasız tek hücreliler birleşip, bir omurga yaratıyordu... Şaka gibi bir kamp... Öğrencilerin sayımı yapılırken, Gökhan bir ara ağlamaya başladı. Cidden mahşer gününde olduğumuza inandırmıştı kendini. "Günahlarımızı full hd izletecekler Yaprak..." diye zırlarken, "Merve'nin gözünü kapat görmesin o..." diye de söylenip durdu. Neyse ki paşa dedesi Barış, eliyle "sus" yapınca susuyor, hürmette kusur etmiyordu. Şükür... Sarışın paşa dedesi sayesinde "yaran otu" krizini böylece atlattık.


Birkaç saat içinde, Gökhan kendine gelmiş, ortalık sakinleşmişti. Sinan’ın peşine takılan minik sarı kedicik, ben ve Gökhan çadırdaydık. Gökhan, birkaç saat önce kafası iyiyken yaptıkları yüzünden çadırda solucan gibi yerde kıvranarak utançtan geberirken, ben de usulca sırtını sıvazlıyordum. Kedicik ise, Gökhan’ın göbeğinin hemen yanına kıvrılmış ona sırnaşıyordu. ”Oğlum ilk rezilliğin mi Merve'ye karşı sanki... Boş ver!” dedim sırtına hafifçe vurup.

Gökhan, yattığı yerde sırt üstü dönüp bana sinirli bir ifadeyle bakarak, "O kadar içimi rahatlattın ki Yaprak, sağ ol..." dedi. Kedicik, Gökhan’ın bu hamlesiyle pat diye Gökhan’ın göbeğine çıkıp yattı. Gökhan bir yandan kediyi severken, bir yandan da söyleniyordu. ”Ama ben o Solar Beyi buradan gitmeden dövmezsem adam değilim. Herife bak... Büyü bozacağım diye, beni bozdu... Barış'ı paşa dedem sandım lan!”

Kamp bayrağının asılı olduğu direği görüp striptiz yapmaya kalktığı kısmı söylememiştik neyse ki… Ya da Emir’i kendisi sanıp boyum uzamış diye sevindiği kısmı… Ne kadar az şey hatırlarsa, o kadar iyiydi…

“Sarışınları çekiyorum Yaprak…” dedi kediciğin yüzünü severken. “Merve’ye benziyor bak…” Güldüm. Bi’ bilse bir saat boyunca o kedicikle nasıl ağız dalaşına girdiğini… “Bunu İzmir’e götürebilir miyiz acaba? En azından bi’ sarışın benimle olsun.”

“Bilmem, götürürüz belki.” dedim, uzanıp tatlı sarışının kulaklarının arkasını okşarken.

"Şişe çevirmece oynayacakmışız, çok heyecanlandım!" Sinan en sevdiği oyunu üst dönemlerin güzel kızlarıyla oynayacağı için kıpır kıpır bir ruh haliyle çadıra daldı. "Hadi kalkın, gelin!”

"Ben gelmiyorum, Merve'nin yüzüne bakamam ben…"

"Şişe çevirmede Emir Merve'yi öpsün de gör sen!" Sinan, Gökhan'ı kanırtmak için öyle tehlikeli bir şey söylemişti ki, beyni daha yeni yeni kendine gelmiş Gökhan milisaniye içinde, kucağındaki kediyle ayağa kalktı. "O şişe çevirmece işte o zaman başka bir oyuna döner. Şişeyi diklemesine Emir'e sokmaca olur, şişeyi Emir'in kafasında kırmaca olur..." Gökhan'ın elimin altındaki baldırına bir çimdik attım. "Ya sana ne be! Merve senin sevgilin değil artık, kendine gel!"

"Ya tamam da, gözümün önünde de öpüşmesinler bi' zahmet!" Birden yüzünün rengi değişti. Tabii... Aklında bi' canlandı o trajik sahne ve tansiyonu düştü sığırımın... Sarman kedi, Gökhan’ın yüzüne şaşkın şaşkın bakarken patisini uzatıp onun burnunun üstüne koydu.

Gökhan, full hd travma ön gösterimi beyninde canlandığı an, kediyle yaşadığı samimiyete hızlıca alışmış gibi, burnunun dibinde oluşunu umursamadan, boştaki eliyle Sinan'ı kolundan tutup sürükleyerek çadırdan çıktı panikle.

Tek başıma kaldığımda, yoğun bir günün ardından sessizliğe kavuştuğum için bir anlığına rahatladım. Sırt üstü uzanıp, elimi enseme attım. Bi' odam değildi... Tavanında dertleşeceğim bir avize yoktu... Ama yine de, sessizlik yeterli geldi.

Genciz, çıtırız, başımıza gelen belalar ileride torunlarımıza anlatacağımız güzel anılar olacak zaten diye diye iyice deliye vurmuştuk kendimizi. Bir gün durulacak mıydık acaba?

Gökhan'ı memur olarak düşünmek zordu. Oğuz'u aile babası olarak düşünmek de... Sinan'ı ev kredisine başvururken hayal etmek de... Ali'nin harika bir mimar olup, proje yetiştirmek için sabahladığını hayal etmek kolaydı bi' tek.

Büyüyünce sıkıcı yetişkinler mi oluruz acaba...

Amaan, bi’ büyüyelim de... Birlikte büyürsek, sıkıcı yetişkin dertlerimiz bile keyifli olur bence.

Ne zaman kendimi gergin ya da huzursuz hissetsem bunları düşünür kendimi rahatlatırdım. Yine işe yaradı... İçimdeki tüm kötücül hisler birden çiçek açtı. Bazen tüm dünya size karşıydı ama bir avuç dostun yanınızda olması yetiyordu işte.

Dünya tek, biz hepimiz... Güzel bi' his...

Şişe çevirmece oyunu Gökhan ve Sinan yüzünden bir meydan savaşına dönmeden olaya müdahale etmemi gerektiren vakte gelmiştik. Küçük çadır terapimi yarıda kesip, yattığım yerde doğruldum. Ali'yi ve Oğuz'u bulup oyuna dahil olduğum an üst devre zorbalarımı rahatsız ederek kamp ateşine doğru yollanmaktı amacım.

Ama çadırımın arka tarafında gördüğüm iki gölge, planımı baltaladı. İki kişinin gölgesi... Birbirine oldukça yakın... Hatta...

Elimi ağzıma kapatıp, "Ay, öpüşüyorlar" diye kıkırdadım. Kim olduklarını bilmiyordum ama, bir grup liseli gençle birlikte olduğumuz için çok da şaşırtıcı gelmedi. Sadece bir anlığına içime küçük bir ürperti düştü.

Yapmamam gerekirdi. Yanlıştı. Ama kendime engel olamadım. Çadırdan çıkıp, kimin öpüştüğünü görmek için emekleyerek usulca ağaçların dibine doğru ilerledim bir iki adım, daha yakından baktım çaktırmadan.

Ve görmemem gereken, o iki kişiyi gördüm…

Yorumlar

Yorum yapmak için giriş yapın.

05.07.2025 20:50
Yeni bölüm ne zamannn
02.07.2025 13:35
Hooop büşra yazmaya başlıyor dediler nasıl uçtuk buraya
28.06.2025 14:54
Çeteyi özlemişim ya🥹❤️ barışçı olduğumu düşünüyordum ama ali de içimi kaynattı resmen. Eskiden okurken de ali'yi destekliyordum aslında kafam karışmış sadece. Özür dilerim ali etqvsysbahq tekrardan ergen olmak güzeldi devamını merakla bekliyorum çetemm😭
28.06.2025 14:49
Aklıma anında ali geldi de görmemem gereken falan diyor ali de şunu yapacak en son kisi bile değil kitapta. Nasıl bekleyecegim tamamı çıkana kadar okumama kararımı sürdürse miydim wyqfsgavq
28.06.2025 14:48
Aaa kimi gördü ki
28.06.2025 14:46
Ürperti mi düştü...
28.06.2025 14:44
🥺
28.06.2025 14:26
Naptın yine be
28.06.2025 14:23
Merve deyafsvsjq
28.06.2025 14:20
Merve🥰
28.06.2025 14:19
Bütün dönem sarmış kıza şaka mı bir de onun basina dert açtım şunun başına dert açtım diye dolanıyor dert senin başına açılmış cidden kıyamam
28.06.2025 14:14
Taktı kafayı cidden yeter be
28.06.2025 14:09
Süperiz düşerler tabii💅
28.06.2025 13:36
Bunlardan sonra hala hayatta olduguna göre çok da şanssız bir herif değilsin bence gökhan sen düşün bunu bir
28.06.2025 13:30
Ali yerine ben bozuldum. İki bölüm önce yaprakla ali ayrılığı okumayı düşleyen kızdan yorum eyavdjsbsha
28.06.2025 13:26
Oha ama yaprak ya ben burada duydukları için barışa üzülmekten aliye üzülmeye de geçmeyeyim ama birden
28.06.2025 13:17
Gökhanın bugün kırdığı potlar
28.06.2025 13:15
Sırık bey hızınız 105 yavaş wsjdgagqta
28.06.2025 03:53
Bu konuyu bu kadar kafaya takmasına gıcık oldum. Yıldan çevirdiğin biriyle kavga etmiyorsun ki biri sana kafayı takmış. Barışın tanıdığı ise halletsin bi zahmet sorunu arkaya gec dedi zaten sadece ne büyük sorun açmak. Sarscam şimdi şu kızı kendine gel ezilme diye
28.06.2025 03:44
Barış'ın tanıdığı birinin sırf barış sana aşık doye sana takması bence senin suçun değil. Birinin başına bir iş açıldıysa o da senin başına açıldı şu an relax
28.06.2025 03:40
Bu gizem ne böyle ya yapıştı gitmiyor. Nereye varacak acaba bu kızın olayı
28.06.2025 03:36
Gokhan baris atışması sardı yalnız duebsyxbsha
28.06.2025 03:32
eşiyle kuması kavga dövüssüz gecinen herif misin sen üstüne rahatlık çöktü yapraak wywbxjsbah
28.06.2025 03:28
İnanırdım
28.06.2025 03:22
Ayıp oluyor yaprak...
28.06.2025 03:20
Gece 3te sıcaktan uyku tutmadığı için oguzun kadoyu kaçırdığını okuyorum şu an
26.06.2025 19:10
Barış diye ölüyordum ben be kendime yabancılaştım. Barış'ın dizide olan aurası kitapta yokmuş Ali'nin de kitapta olan aurası dizide yokmuş
26.06.2025 19:06
Barış'la biteceği bilgisi de doğru mu gerçekten? Ne bileyim bu önceden söylenebilen bir bilgi mi ki? Çok büyük bir spoiler bu. Yorumlarda da hala teamali olanlar var aslında onlar önceden böyle bir şeyi öğrenmeyi sorun etmiyorlar mı ki? Teambarıs sayısı daha fazla da okunma arttırmak için mi önceden söylendi acaba zamanında bu sayıyı arttıranlardan olduğum için özür dilerim ahahajahaha
25.06.2025 00:02
Barışla Ali'nin bı gün gerçek olacağını biliyodum
24.06.2025 23:09
Oğuzkuşum bunu yolar
24.06.2025 12:38
barış ve ali...
24.06.2025 12:34
EVETEVET EVET
20.06.2025 02:13
lan yaprak kimi gördün çabuk söyle
20.06.2025 00:37
kimi gördüm
19.06.2025 23:16
Keşke uçağı kaçırsaydın daha az şaşırırdım be oğuzkuşum ya 🤣
19.06.2025 21:24
bali 🙏🏻🙏🏻🙏🏻🙏🏻🙏🏻
19.06.2025 21:24
😭😭😭😭😭🩷
19.06.2025 21:21
olabilirdi tabi niçin olamasın
19.06.2025 19:07
baris ve ali mi yoksa???? Bali gerceklesiyor mu???
19.06.2025 19:06
safe place
19.06.2025 19:03
AAAAAAA BALİ MENTIONED
19.06.2025 18:57
evet kocamız doğrudur
19.06.2025 18:34
sırık yine formunda djwjzqbejw
19.06.2025 18:30
oğuz askm ya bu hayatta herkesin bir oğuza ihtiyacı var
19.06.2025 18:28
ne diyo bu ya
19.06.2025 16:58
Oğuz'um... Senin gibi biri en büyük eksikliğim bu hayatta. Bir günde aşık olmadık hocam biz bu bol malzemeli pizza herife ya. Sen olsaydın hayatımda sırtım hiç yere gelmezdi. Evet belki beynin yok ama konuşabiliyorsun en azından 1 iqlu kekim benim... Mantıklı tek bir hareketin yok mesela ama verdiğin güven ve korumacılık hissi bambaşka ve bu bence onu çok daha özel kılıyor gibi hissediyorum...
19.06.2025 16:52
ulan oğuz dejsiqneneifi
19.06.2025 14:38
Sizce kimi gördü meraktan öldüm
19.06.2025 11:54
Bir mükemmellik düşünün. 3 e-kitap, 2 kitap, 3 film, televizyon dizisi, İnternet dizisi ve milyonlarca kazanılmış kalp... Harikasın Anakuş 💚
19.06.2025 11:39
Team barış olarak yapbar olmuyorsa albar olsun istiyorum büyücü bey sen yaparsın hshshshs
19.06.2025 06:00
Kimi gördü kimi çatladık meraktan Büş
18.06.2025 23:28
Ay evet ben de öyleyim ya
18.06.2025 13:09
Yeni bölüm ne zaman?
18.06.2025 03:49
büşü yeni bölüm ne zaman geliyor acabaaa
17.06.2025 23:59
Instagram da bir sohbet grubu var 4n1l resmi hedabının kanalında linki var
17.06.2025 23:56
Ay yeni bölüm ne zaman gelir şimdi okudum da ilk dört bölümü ne kadar sıklıkla yayınlamışş??
17.06.2025 21:29
aşklar bir şey sormak istiyorum eski fan hesaplarından birileri var mı ya da takipçilerinden falan eskisi gibi sohbet etsek — mishapmlife admini (eskiden)
Profil Resmi Aliyeteraliyeter 17.06.2025 23:59
Instagram da bir sohbet grubu var 4n1l resmi hedabının kanalında linki var
17.06.2025 21:24
hala şu yaşımda bu şapşalların hallerine gülüyor olabilmeme aşırı şaşırıyorum ama safe place resmen iyi ki varlar.
17.06.2025 20:47
o kadar uzun zamandır gülmemişim ki yanaklarım ağrıdı, yer yer nefessiz kaldım. çok özlemişim🥹
17.06.2025 20:22
hayalleeerr, zor gibi ama...
17.06.2025 19:13
gelmişken bi tur daha baştan okuduk... yaprak ali ve barışı görse ya🤡
Profil Resmi panda_eda 17.06.2025 20:22
hayalleeerr, zor gibi ama...
17.06.2025 19:13
gelebildim ya
17.06.2025 18:49
Evet hep aynı yere dönüp duruyorum
17.06.2025 15:02
Yeni bölüm plissss çok heyecanlı yerde yarım kalmış🥲🙃
16.06.2025 22:37
Nolur yeni bölüm ya
14.06.2025 19:10
sonunda yorum yapabiliyoruzzz ☝🏻☝🏻
14.06.2025 11:06
düzeltildi, teşekkürler ✨
14.06.2025 11:02
Bilgilendirme;
Bölüm sonu yarım kalmış. Yaprağın tuvalete gittiği yerde kesilmiş.
Bilgilendirme bitmiştir.
Profil Resmi ediz 14.06.2025 11:06
düzeltildi, teşekkürler ✨
14.06.2025 01:40
Günde 3(sayamadığım kadar çok) öğün siteye girmekten bir hâl oldum. Büşüm bölüm atttt
Profil Resmi alenaa 18.06.2025 23:28
Ay evet ben de öyleyim ya
Ay yorum yapabiliyoruz çoook güzel biraz da burada barışa bakıp dertleneceğim müthiş
Gizemi dağdan aşağı atıp kaçabiliyor muyuz
13.06.2025 22:14
Hosgeldinn
13.06.2025 18:06
askim selam askim ben geldim
Profil Resmi Yıllanmısmelov 13.06.2025 22:14
Hosgeldinn