Barış dakikalar içinde, babasının kırmızı ve pahalı arabası ile yanımıza geldiğinde; Gökhan iyice oyun hamuru kıvamına gelmişti. Ben öne geçtim, diğerleri arkaya... Kemerimi bile bağlamadan, arka üçlüyü kontrol ettim. Oğuz ve Sinan; Gökhan'ı ortalarına almış ve kontrol edemediği bedeni oradan oraya savrulmasın diye emniyet kemeri ile onu düğüm yapmışlardı. "Kemeri normal taksanız da olurdu" derken, Barış alnımı işaret parmağı ile hafifçe ittirip önüme dönmemi sağladı. Bana doğru usulca yaklaşıp, benim bağlamayı unuttuğum emniyet kemerimi bağladı.
Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki istemsizce gözlerimi kapattım. Çam ağacı ve vanilya gibi kokan parfümü genzimi yaktığında, kafamı geriye attım. Barış'ın belli belirsiz güldüğünü görünce, konuyu dağıtmak için "Ben kestirme bir yol biliyorum hastaneye. Sen sür, ben tarif edicem," dedim co-pilot edasıyla. "Gökhan'ı götürürken git gel öğrendim tabi..."
Barış hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırdığı anda, arka üçlüdeki homurtular yükselmeye başladı. Kafamı şöför koltuğu ile yolcu koltuğu arasındaki boşluğundan sokup arkaya döndüğümde Oğuz'un tişörtünün içinden bir şey çıkardığını gördüm. "Şunu da şöyle yaparsak, kırmızılarda da geçebiliriz..."
Arabanın içi kulak kanatan bir siren sesi ile çınladığında Barış ile aynı anda çığlık attık. "O ne be?!"
Sesi, sireni bastırsın diye kafasını öne doğru uzatan Oğuz "Sinan'ın babasının polis sirenini çaldım" diye bağırırdı. Sinan Oğuz'un elinden sireni kapmaya çalışırken, ağladı ağlayacaktı. "Babam ağzıma sıçacak!"
Sinan, Oğuz'un elindeki sireni almak için onunla boğuşurken aralarında kalan ve ezilen Gökhan "O siren var ya..." dedi usulca. Siren sesi yüzünden güçlükle duyuluyordu. "O sireni sana soksam ne güzel olur Oğuz. Öte öte..."
"Ne diyo o ya?" Barış, siren sesi ve çetenin sonsuz saçmalıklarını dehşet içinde dikiz aynasından takip ediyordu. Sinan sireni kapatmayı becerebildiği an, araba bir nebze sakinleşti. Sireni Sinan'dan kapıp, kendi kucağıma aldım. Her ihtimale karşı...
"Kas gevşetici kafa yaptı heralde. Biraz tuhaf davranmaya başladı." Dikiz aynasından Gökhan'ın emniyet kemeri içinde solucan gibi kımıl kımıl hareket ettiğini görünce yine içime bir korku düştü. Barış'a dönüp, "Bir şey olmaz di mi sırık" diye sordum fısıltıyla.
"Sanmıyorum bir şey olacağını, merak etme" dedi sakince. "Sadece midesini yıkarlar."
"O göte siren öte diye bir şey vardı di mi lan?"
Gökhan, asla susmuyordu. Sinan, "Bütün kasları iflas etti dilindeki kaslar hala maşallah" derken kıskaç gibi yaptığı parmakları ile Gökhan'ın dudaklarını kaptı.
Bir anda yine kafam başka yere gitti. "Dilde kas yok ki... Var mıydı yoksa" diye sordum.
Kırmızıda duran Barış, bana dönüp "Var tabi" dedi. Gözlerini kısıp, beni yargılar gibi "Sözelciyim ben, ona rağmen biliyorum Yaprak. Sen nasıl bilmiyorsun" diye sordu.
Biyoloji dersinde Oğuz ile kitaptaki organ çizimlerini keserek kendi uydurduğumuz ameliyat oyununu oynadığımızı, Sinan ile Fahri hocanın bir dönem boyunca asla iyileşmeyen gribi yüzünden sürekli çektiği burnu ile çıkardığı seslerden şarkı yapmaya çalıştığımızı ya da Gökhan ile rahatça uyumak için YouTube videosu ile kendimizi hipnotize etmeye çalıştığımızı Barış'a söylemedim. Gökhan'ı hastaneye yetiştirmeye çalışırken en son endişelenmek istediğim şey seneye gireceğim üniversite sınavında hiçbir şey bilmediğim için cevap anahtarının bir yerime girip kilidinin de elime verilecek olmasıydı.
Benim aksime bu konuda hiçbir endişesi olmayan Sinan gülerek "Sırık haklı" dedi. "Mesela benim dilimdeki kaslar zamanında çok öpüşmekten gelişmişti. Dilimle bi' keresinde pet şişe bile taşımıştım. Oğuz hatırladın mı lan?"
Biyoloji muhabbetimizin öpüşmeye bağlanması ile tetiklenen Gökhan birden "Yaprak ile Ali'yi öpüşürken yakaladım" diye bağırdı. Barış'ın kütüphanede bana söyledikleri aklıma geldi. Ali'nin beni öptüğüne şahit olup o kadar üzülmüştü ki... Panikle, Gökhan konuyu uzatmasın diye elimdeki sireni çalıştırdım. Sirenle birlikte Gökhan da çığlık atmaya başladı. Sirenin sesi öyle yüksekti ki, sireni elimden fırlatıp kulaklarımı kapattım.
Barış arabadaki sesler yüzünden boş yolda arabanın kontrolünü birkaç saniyeliğine kaybedip kontrolü güçlükle geri sağladı. "Yaprak sireni kapat, dikkatim dağılıyor" bağırdı tüm gücüyle.
Sireni attığım yerden alıp, üstüne oturdum. Gökhan'ın saçma küfürü gerçek olmuştu. Götümde siren ötüyordu ve ben susturmayı bilmiyordum. "Nasıl susturcam bilmiyorum ki!"
"Nasıl açtıysan öyle Yaprak!" Sırık delirmişti. "Bana niye bağırıyorsun ya" dedim ağlamaklı. Sinir ve stres seviyem öyle bir haldeydi ki hamilelik hormonlarından duygu geçişleri rekortmeni Zeliş Sultan bile yanımda sessizlik yemini etmiş bir Budist rahip gibi kalırdı. Barış, gözünü yoldan çekmeden "Bağırmazsam nasıl duyuracağım sana sesimi" diye bağırdı tekrar.
"Ay yolu kaçırdık! Sağdan dönecektin sırık!"
"Yaprak sağda yol yok ki!"
"Ya var işte kör müsün?!"
Sinan "Lan kapak şu sireni" diye çığlık atarken, arkamı dönüp "Beynim yok" diye karşı çığlık kopardım. Panik halim giderek inanılmaz sağlıksız bir hal alıyordu. Götümdeki sirenin de etkisi büyüktü tabi. "Beynim yok şu an Sinan!"
"Lan senin beynin ne zaman oluştu ki?! Senin beynin doğarken içeride kaldı da annen bir süre çift beyinle yaşadı Yaprak!" Sinirlendim. Bana bir tek ben beyinsiz diyebilirdim. İki elimi havada çırparak Sinan'a vurmaya başladım. Ve Sinan ile birden boğuşmaya başladık. Barış "Yapmayın" diye çığlık atıyor, siren hala altımda ötüyordu.
"Lan bırak beni!" Gökhan'ın sesini duyunca ikimiz de kavgayı kesip diğer iki geri zekalıya baktık. Onlar da boğuşuyordu. Daha doğrusu Oğuz, Gökhan'ın kafasını tutmuş elini onun ağzına sokmaya çalışıyordu. "Oğuz n'apıyorsun?!" diye bağırdım. Elimi altıma sokup öten sireni ona doğru fırlattım. "Elleme çocuğa artık be! Gerçekten öldüreceksin sonunda katil herif!"
Sinan, Oğuz'a fırlattığım sireni kapıp susturdu. Oğuz, yumurta akı kıvamına geldiği için akışkan bir hal alan Gökhan'ı sımsıkı tutarken "Kusturursak iyi olur diye düşündüm" dedi. "Direnmese, bir kere sokacağım parmağımı sonra bitecek!"
Travmatik bir deneyim yaşayan ve güç bela araba sürmeye çalışan Barış yüzünü ekşitti. Direksiyonu tutan elinin işaret parmağını kaldırıp, aşırı belirsiz bir lokasyon çizdi bana. "Yaprak şurada poşet var onu ver ona kustursun bari."
"Nerde" diye sorunca daha da sinirlendi. Çaktırmamak için derin bir nefes alıp "Torpido gözünde Yaprak" dedi usulca. Sinan sanırım haklıydı. Beynim ben doğarken içerde kalmıştı ve kafamın içinde taşıdığım şey kakaolu süttü. Torpidoyu açıp poşeti ararken, kendimi o poşetin içine koyup çöpe atmamam için hiçbir sebebim yoktu.
Arkadaki boğuşma sesleri durmadan devam ederken, "Yemin ederim koparırım parmağını" diye tehditler savuruyordu Gökhan.
"Oğlum iyi gelecek kusmak direnme! Aç ağzını!"
Oğuz amacına yaklaşıyor gibi olduğundan, bir de sırığın pahalı arabasına kusulmasın diye torpidoda ne var ne yoksa dizime boşaltıp poşeti buldum. Emniyet kemerini çıkarıp, koltukların arasından kendimi usulca arkaya ittirip "Al şuna kus" diyerek açtığım poşeti Gökhan'a tuttum.
Ancak Gökhan kusmak yerine, son kas gücü ile Oğuz'un ağzına soktuğu parmağı ısırdı. Oğuz kendini geriye atıp, "Elimi kopardı" diye ağlamaya başladı. "Yaprak bakamıyorum, parmağım yerinde mi?!"
"Yaprak yerine otur!" Barış yine arabanın kontrolünü kaybetti ve sağa sola savrulmaya başladık. Panikle elimdeki poşeti Oğuz'a fırlatıp yerime oturdum. Barış'ın torpido gözünden aşağı attığım eşyalardan birinin üstüne bastığımda "çat" diye bir ses geldi. "Ayy" diye bağırdım panikle. "Barış bir şeyi kırdım!"
"Kalbimi kırdın, kalbimi" derken Gökhan kendini öne doğru ittirdi. Barış, neyi kırdığıma bakmak ister gibi hızını yavaşlatıp bana doğru döndüğünde; Gökhan'ı belinden kavrayan Oğuz onu diş macunu gibi ortadan sıkmış olacak ki, Gökhan hiç beklemediğimiz bir anda kustu. Barış'ın kafasına doğru...
Barış, boş yolda arabayı durdurdu. Bir kısmı saçında, diğer kısmı omzunda olan kusmukla öylece hiçbir şey söylemeden ve hareket etmeden beklemeye başladı. Hepimiz yaramazlık yapmış çocuklar gibi, ellerimiz bacaklarımızın arasında alttan alttan Barış'a bakıyorduk. Kucağımdaki torpido gözü malzemelerinin arasında çaktırmadan peçete aradım. Ancak sadece bir gözlük temizleme bezi bulabildim. Bezi, çekinerek Barış'a uzatırken; sesi ağlamaklı çıkan sırık "Harika," dedi usulca. "İki haftalık ehliyetimle ıssız bir caddede polis çevirmesine yakalıyorum." Omzundaki kusmuk, usulca yere damlarken, "Kafamda kusmukla," diye ekledi. "Ve çalıntı bir polis sireniyle."
Oğuz arabanın içinde Gökhan'a sahip çıkarken, Sinan, Barış ve ben araba kaputunun önüne Daltonlar gibi dizildik. Devriye gezen polislere yakalanmamız yetmiyormuş gibi, bir de bu polislerden biri Sinan'ın babası Ömer amca çıkmıştı. Polis arkadaşı Barış'ın ehliyetini alıp polis arabasına geçerken, Ömer amca bize sokulup polis kimliği ile baba kimliğini yer değiştirdi. Dişlerini sıkarak "Oğlum napıyorsunuz siz böyle akşam akşam" diye sordu.
Bahane uydurma konusunda doktora sahibi olan Sinan, hızlıca "Barış ehliyet almış, bizi öyle gezdiriyordu baba ya, ne var" diye bir yalan uydurdu.
"Barış kim?"
Sinan bir bana bir Barış'a baktı. "Baba Allah aşkına bir bak Barış kim ya..." dedi hayretle. "Kim olabilir Barış?"
Barış'ın doktorası da ebeveyn yalakalığı dalındaydı. Hemen en efendi gülümsemesini yüzüne yerleştirip, "Merhaba efendim" dedi elini uzatırken. "Memnun oldum."
Ömer amca Barış'ın elini sıkarken, hala Sinan'a bakıyordu. "Siz bir işler karıştırıyorsunuz ama" dedi kendi kendine. Sonra birden kişi kendinden bilir işi olacaktı ki, gözlerini kocaman açıp "Alkol mü aldınız yoksa" diye bağırdı.
"Yok baba, ne alkolü ya!" Sinan üste çıkmak için çirkefleşti. Babasına doğru bir adım atıp, "Getir üfleyim neye üfleyeceksek valla içmedim bir şey" dedi.
O sırada korktuğum başıma geldi ve içeriden bu muhabbetleri duyan Gökhan "Ben de üflemek istiyorum" diye bağırdı. "Dua et Amerika'da değiliz" dedi Oğuz Gökhan'ı içeri çekerken. Barış'ın yüzünü ekşitmesinden anladığım kadarıyla benim ingilizcemin yetmediği çirkin bir espiri dönmüştü. Gökhan ve Oğuz'u yok sayan Ömer amca sırığı inceliyordu. "Nereden arkadaşsınız siz" diye sordu şüpheyle.
"Okuldan" dedi Sinan. Boş bulunup, "Yaprak'ın şeyiydi Barış..." diye devam ederken birden yaptığı hatayı fark edip durdu. Sinan'ın ayağını yere atılmış bir sigara izmariti gibi usulca ezerken, Ömer amca şokla "Erkek arkadaşı mı" diye sordu.
"Yok ya ne erkek arkadaşı?!" O akşamki hassasiyetim bu tür yanlış anlaşılmalar olduğu için, çok ani yükseldim. "Ali ile sevgiliyiz biz" deyiverdim birden.
Arabanın camından kendini sarkıtan Gökhan "Bravo" diye bağırdı. "Bravo Yaprak Ayvaz! Bu bilgiyi Ömer amca ile aynı gün öğrendiğime inanamıyorum!" Oğuz, Gökhan'ın saçından tutup içeri çekti. "On iki senelik kankalarımın sevgili olduğunu Ömer amca ile-" Cümlesinin sonu, Oğuz'un camı kapanması ile duyulmamıştı.
Ömer amca neye şaşıracağını kestiremediğinden tepki bile veremedi. O sırada yanına gelen görev arkadaşı, sırığın ehliyetini ona uzattı. "Amirim bir sıkıntı yok." Ömer amca derin bir nefes çekti içine. Bir an bizi orada öylece tutacak sanmıştım ki, pes edip ehliyetini Barış'a geri verdi ve "Dikkatli sür arabayı evladım" dedi. "Bunları doğru eve bırak."
"Merak etmeyin efendim. Otuzla gidiyorum zaten."
"Seninle sonra konuşacağız Sinan."
Sinan hızlıca arka kapıyı açıp içeri geçerken, "Öpüyorum babacım" dedi şımarık bir tavırla. Kapının açılmasını fırsat bilen kafası iyice gitmiş gevşek Gökhan "Ömer amca seni çok seviyorum" dedi küçük bir öpücük atıp. "İnanılmaz bir adamsın."
Sinan, Gökhan'ın kafasını hentbol topu gibi kavrayıp onu içeri fırlatırken "Babama mı asılıyorsun oğlum sen" diye çemkirdi. "Gir içeri!"
Arabanın kapısını bir hışımla çarpıp, dirseği ile Gökhan'ı ittirdi. Oğuz'a doğru kayan Gökhan tutmakta güçlük çektiği başını Oğuz'un omzuna yasladı. "İstediğime asılırım. En azından sizin gibi kankalarıma asılmıyorum."
Barış, içinden sakinleşmek için keçilerini sayarken; "kankaya asılma" muhabbeti yüzünden yine davul gibi gerildim. "Ağlayacağım şimdi..." dedim kendi kendime.
Barış, arabayı çalıştırıp Ömer amcaya söz verdiği gibi yavaşça sürmeye başlarken arka üçlü yine saçma bir tartışma içindeydi. "Ben senin babana asılsam hoşuna gider mi" diye söyleniyordu Sinan. "Babanı ayartıp yuvanızı dağıtsam..." Durdu. Kendinden emin bir şekilde "Ki Sinan Yorulmaz istese babanı bile ayartır," dedi. "Hoşuna gider mi?!"
Oğuz, gülerek "Sinan Gökhan'ın üvey annesi olsa aşırı sarardı bu arada" derken, baş parmağını onaylar gibi havaya kaldırdı. "Ben destekliyorum kanka."
Giderek iyice sarhoş gibi konuşmaya başlayan Gökhan'a baktım dikiz aynasından. Gözleri doldu birden. "Babamdan uzak dur," dedi ağlamaklı bir sesle. "Bak... Benim babam çok zor şeyler yaşadı, babamı üzdürmem."
Güldüm. O kadar komik ve salaktı ki o hali... "Sinan yapma kafası gitti çocuğun zaten, gitme üstüne" dedim yine de. O halde bir de Sinan'ın babası ile yasak aşk yaşadığını düşünmesi iyi olmazdı. Gözümü dikiz aynasından çekip, yola çevirdim. Ömer amcalar iyice gerimizde kalmış, Barış hızını artırmıştı. Yol ayrımına yaklaştığımızda "Sağa dön buradan" dedim kendimden emin bir şekilde.
Barış ani bir frenle tekrar durdu. Bana dönüp, "Yaprak," dedi dişlerinin arasında. "Rica etsem, sağ elini kaldırır mısın..." Usulca elimi kaldırdım. Barış, alnını direksiyona yaslayıp "Sen sağını solunu bilmiyor musun ya," dedi. "O sol elin..."
Havaya kaldırdığım elimi ağzıma kapattım. "Ben neyi biliyorum ki?!" Panik atağımın ikinci sürümünde üç sığır ve bir sırık da bana eşlik ediyordu. Gökhan, hamur gibi bedenini öne attı yine. Her ne kadar bana kızgın da olsa, beni ağlarken görmeye dayanamıyordu. "Lan sırık niye ağlattın kızı" diye bağırdı önce. Ancak Barış'ın kıpkırmızı olmuş suratına tezat, sarı kafasındaki kusmuk kalıntıları ile göz göze gelince geri vitese taktı. "Özür dilerim kafana kustuğum için kardeşim" dedi çekinerek. Oğuz, "Sırığa kardeşim dedi, kafa harbi gitti bunun" derken; Gökhan'ı kendine doğru çekip kucağına oturttu ve kollarını emniyet kemeri gibi karnında kitledi.
Gökhan, "Kardeşim dedik ama o anlamda değil ha..." derken, Oğuz anaç bir tavırla kafası iyice uzaklara giden ve ardında bir mektup bırakan Gökhan'ın saçlarını okşuyordu. "Ne anlamda değil bebeğim, konuş hadi..."
"Kardeşim yeni aşkım gibi bir şey ya... O anlamda demedim. Sarışın seviyoruz ama o kadar da değil."
Oğuz kahkaha atarken, benim bir kardeş şakasına daha tahammülüm kalmamıştı. "Özür dilerim" diye bağırdım tekrar ağlamaya başlarken. "Ben böyle olsun istememiştim!"
Barış, "Yaprak ağlama yola odaklanamıyorum sen ağlayınca" derken, ağlamamı durdurmak ve ona daha fazla sorun çıkarmamak için kafamı yola çevirdim. Parmaklarımı, ağlamam dursun burnuma sürttüm. Ağlamayı durdurma taktiğimdi. Yoksa hapşırık mı durduruluyordu böyle ya? Aklım çetenin laneti, aniden başka konuya kaydığında ağlamam durdu. Tam o anda, hastane binası belirdi yolun sonunda. "Ay sonunda" diye bağırıp "Sırık, orada" dedim. "Bak, söylemiştim sana ben biliyorum yolu diye!
Barış, hastaneye doğru çevirdi arabayı. "Senin söylediğin yolun tersine girdim, öyle bulduk hastaneyi" dedi. "Beynin ters çalışıyor senin, onu öğrenmiş olduk bu gece." Otoparka doğru girerken, "Neyse, bu beni biraz umutlandırdı" dedi kendi kendine gülerken.
"Ne?"
"Yok bir şey."
Barış arabayı park ederken, ben ne demek istediğine takılı kalmıştım. Neye umutlanmıştı ki? Üniversite sınavında potansiyel rakiplerinin zeka seviyesi konusunda mı umutlandırmıştım?
"Yıkatmam midemi ya!" Gökhan'ın çığlığı ile kendime geldiğimde emniyet kemerimi çözüp arkaya döndüm. Gökhan aşağı inmemek için debeleniyor, Oğuz ve Sinan onu tutmaya çalışıyordu. Onların aksine oldukça sakin olan Barış da emniyet kemerini çözdü. Arkaya dönüp "Mideni kafama bıraktın zaten gerek olduğunu sanmıyorum artık ama..." dedi gülerek. "Buraya kadar geldik, mecbur yıkatacaksın."
Gökhan, gücü kuvveti kalmadığı için daha fazla direnemeyeceğini anladı. Kendini Bülent Ersoy'un canlı yayında bayılması gibi, ağır çekimde yere bıraktı. Oğuz, "Bayılma numarası yapıyor" dedi Barış'a açıklama yapmak ister gibi. Biz zaten numara olduğunu biliyorduk çünkü. "Fizik sınavı öncesi de bi kere yapmıştı hatırlıyor musunuz onu?"
"Bir kere de Merve ondan ayrılmasın diye yapmıştı."
Oğuz, arabanın kapısını açıp aşağı indiği an; bayılma numarası yapan Gökhan da hızlıca ayılıp kendini arabadan dışarı attı ve kaçmaya kalktı. Kas gücü, genç irisini bedenin ayakta tutmaya yetmedi ve boş bir poşet gibi Oğuz'un ayak ucuna düştü.
"Yer miyim lan ben..." dedi Oğuz Gökhan'ı kucaklarken. "Ben malımı biliyorum!"
Hastanenin aciline dalıp, Gökhan'ı güç bela hemşirelere teslim ettik. Durum o kadar şüpheliydi ki, doktor bizi iki saat sorguya çekti. Neyse ki şansımıza, Barış'ın kuzeni doktor olarak o hastenede çalışıyordu da, durumu öğrenince bizim küçük yalanımızı örtmek için elinden geleni yaptı. Gökhan'ın yuttuğu kas gevşeticiler zaten Barış'ın kafasındaydı. O yüzden midesinden de bir şey çıkmayacaktı.
Gökhan'a müdehale edilirken, kapının önünde bir tek ben vardım. Oğuz ve Sinan birden yok olmuş, Barış kafasını temizlemek için tuvalete gitmişti. O sırada benim endişeli göründüğümü fark eden Barış'ın kuzeni yanıma geldi. Tıpkı Barış gibiydi. Uzun, sarışın ve rahat... "Merak etme, hiçbir şey olmayacak arkadaşına" dedi gülerek. "Ama bir dahaki sefere sizi kurtaramam. Bundan sonra böyle dikkatsiz şeyler yapmayın. Böyle şeylerin şakası olmaz."
"Biliyorum doktor bey," dedim utanarak. "Ama arkadaşlarım bazen böyle şeyler yapıyor işte..."
"Yaprak'tı değil mi?" Güldü. "Barış senden bahsetmişti."
"Klinik vaka biri ile tanıştım diye mi anlatmıştı" dedim şakaya vurarak. Doktor, küçük bir kahkaha attı. "Bana akıl danışmaya gelmişti bir gün." Birden ciddileşti. Barış her an gelebilir ve kızabilirmiş gibi sesini alçalttı. "Normalde aşk meşk işlerinde çok özgüvenlidir. Asla kimseye akıl danışmaz. O yüzden şaşırmıştım..." Gülümsedi. "Bana bu defa çok farklı biriyle tanıştığını, o yüzden işin uzmanı birinden fikir almak istediğini söylemişti."
"Psikiyatrist misiniz" dedim sahte bir gülüşle. "Uzmanlığınız akıl sağlığı üstündeyse-"
"Hep böyle mi yaparsın" diye sordu cümlemi tamamlayamadan. Yüzümdeki yapmacık gülümseme soldu. Gözlerimi kırpıştırarak neyi kastettiğini anlamaya çalıştım. Aslında anlamıştım da, yine de anlamak istemedim. "Anlamadım" dedim çekinerek.
"Kaçmak istediğinde şaka mı yaparsın hep?"
"Sadece kaçmak istediğimde değil... Genel olarak hayatım şaka gibi olduğundan..." Cümlemin ortasında sustum. Haklıydı. Ve ben orada sadece oturmuş onu haklı çıkarmak için yine kendimce şaka yapmaya çalışıyordum. Benim düşen yüzümü görünce "Tamam tamam, asma suratını" dedi panikle. "Sadece Barış'ı kendine bu kadar aşık eden kızı merak etmiştim. O yüzden sohbet etmeye çalıştım ama beceremedim sanırım." Kafasını iki yana salladı. "Ozansoy ailesinin lanetidir..."
Tam, benim için aşırı gizemli olan Barış'ın ailesi ile ilgili bir şey duyacağım için kalbim hızlı atmaya başlamıştı ki, erkekler tuvaletinden çıkan Barış kadraja girince doktor bey ayaklandı. "Barış geliyor, ben kaçtım. Bir şeye ihtiyacınız olursa içerideyim ben."
Barış, kuzeninin kaçarak uzaklaşmasını görüp şüphelendi. "Ne konuşuyordunuz" diye sordu yanıma otururken. Islak sarı saçlarını, elindeki peçete ile beceriksize kuruluyordu. Kelimenin tam anlamı ile başına açtığımız işler yüzünden sorumlu hissettiğim için, peçete tomarını elinden alıp düzgünce saçlarını kurulamaya başladım. Barış, gülümseyerek bana bakınca birden "Saçların yarına kadar Hale teyzenin patates salatası gibi kokacak ya" dedim. Sırık doktor haklıydı. Baş edemediğim, panik olduğum ya da kaçmak istediğim her durumda şakam geliyordu.
Sırık bana gülüp, peçeteleri elimden aldı. "Ben hallederim" dedi usulca. "Zahmet etme."
Birkaç saniye hiçbir şey konuşmadan yan yana oturduk. Birden aklıma kütüphanede vedalaştığımız geldi. Barış'a dönüp "Seninle de öyle filmlerdeki gibi özlü sözlerle vedalaşmıştık falan ama," dedim usulca. "Yalan oldu galiba."
"Yalandı zaten."
"Ne? Mezun olamıyor musun yoksa?"
"Öyle değil," dedi gülerek. "Sana veda ederken ciddiydim. Kütüphaneden dışarı çıkarken arkama bir daha bakmayacağıma dair bir söz vermiştim kendime. Eğer kaderimizde bir gün birlikte olmak varsa da, o güne kadar bir daha seni asla düşünmeyecektim." Bakışlarını bana çevirdi. "Sana demiştim ya, insan sadece bir kez tanışmaz diye... Demek istediğim yıllar sonra yolumuz tekrar kesiştiğinde tekrar tanışabilir ve belki her şeye baştan başlayabilirdik." Mavi gözlerinin tam ortasında kocaman görünen siyah göz bebekleri parlıyordu. "Sonra kütüphaneden çıktım. Sadece iki adım attım. Geri dönüp, sana elimi uzatıp 'Ben Barış' dememek için kendimi zor tuttum kendimi." Bakışlarını hızlıca çekti benden. Beceriksizce gülümsedi. "İnsan aşık olunca zaman algısı biraz farklı oluyormuş." Elindeki peçete tomarını sıktı. "Özür dilerim" dedi usulca. Bana dönüp, içtenliğini belli etmek ister gibi sıcacık bir ses tonu ile "Çok özür dilerim, hiç yeri değildi" dedi.
"Lütfen bir daha ne olursa olsun benden özür dileme. Olur mu?" Elindeki peçete tomarını çekip aldım. Yanımdaki çöp kutusuna attım. "Sen ne zaman benden özür dilesen kendimi çok kötü hissediyorum" dedi sesimi alçaltıp.
Ben ne zaman kendimi kötü hissettiğimi söylesem beyni otomatik olarak özüt dile emri veriyor gibi "Özür..." dedi birden. Cümlesini bitirmeden durdu. "Dilemiyorum" dedi.
"Özür dilemiyorum." Baş parmağımı ona doğru salladım gülerek. "İşte ruh bu sırık oğlan."
"Eğer seni bir daha göremezsem son konuşmamız hastane tuvaletinin önünde olmuş olacak. Kütüphane daha iyiydi sanki."
"Unutulmaz bir anı olmuş olur işte."
İkimiz de güldük. Hangi anımız unutulur cinstendi ki?
İkimizin sessizliğini, sessize almayı unuttuğum telefonum böldü. Hastanede olduğumuz için panikleyip sirene yaptığım gibi, telefonu alıp üstüne oturasım geldi ama neyse ki kafam artık bir tık daha iyi çalışıyordu. Telefonu hızlıca açtım. Ali olmasını umsam da, Oğuz'du. İsteksizce "Efendim Oğuz" dedim.
"Yaprak bizi hastaneden attılar."
Omuzlarım düştü. Dişlerimi sıkarak "Her seferinde kişisel rekorunuzu kırıyorsunuz, tebrik ederim" dedim sesimi kontrol etmeye çalışıp. "İki buçuk dakikada ne yaptınız da attırdınız lan kendinizi?!"
"Yok iki buçuk dakikada değil ya... İki dakikadır otoparktayız biz. Otuz saniyede falan atıldık."
"Bekleyin orada, geliyorum!"
Telefonu arka cebime atıp, bana endişeyle bakan Barış'a "Sen Gökhan'ı beklesen burada olur mu" diye sordum. "Benim iki dakika sığır gütmem lazım da."
Barış anlamsız gözlerle bana baktı. O gece, bizimle birkaç saat geçirmek söylediğim şeyleri sorgulamaması gerektiğini ona en acı yoldan öğretmişti. "Tamam" dedim usulca. "Sen git, ben beklerim." Barış'a birkaç saniye duygulanınca istemsizce yaptığım kıvrık çenemle bakıp "Eyvallah reis" dedim. Denge politikası işte... Duygulanınca sığıra bağla.
Niye böyle biriyim ki...
Koşarak otoparka giderken Oğuz'un problem yaratma kapasitesini bildiğimden beklentimi öyle yükseltmiştim ki, onun tekerlekli sandalye tepesinde kendi kendine takıldığını görünce rahatladım. Beni görünce, hiçbir açıklama yapma gereği duymadan "Sence ben bununla yardırmaya başlasam, sırık da arabaya atlasa peşime düşse" dedi ciddiyetle. "Bana yetişebilir mi?"
"Geri içeri bırak onu, ayıp be!"
Ani bir firen yapıp ayak ucumda durdu. "Gökhan için çaldım ya," dedi. "Eve dönerken bindiririz, ben sürerim. Sırık sabaha kadar bekleyemez sonuçta."
"Doğru..." deyip, olduğum yere çöktüm. Ancak Oğuz'a hak vermek vücudumda tespiti güç semptomlara yol açtığından sanırım birden kaşıntı tuttu. Hızlıca kendime gelip "Öf, saçmalama. Taksiyle döneriz sabah" dedim saç diplerimi kaşırken. "Hale teyzelere ne desek bu arada ya? Gökhan'ın telefondan Ali'de kalacağım bu gece falan diye mesaj mı atsak?"
"Ben hallettim o işi" derken, cebinden Gökhan'ın telefonunu çıkardı. "Yeni manita yaptım geceyi onun evinde geçireceğim yazdım."
"Ne?!"
"Hale teyze sofrada öyle aşk çocuğu meşk çocuğu deyince... Ne bileyim, mutlu olur kadın diye düşündüm."
"Bir gün gerçekten kendini Gökhan'a öldürteceksin sen ya..." Gözüm, Sinan'ı aradı. Ama etrafta görünmüyordu. Cevabından korkarak "Sinan nerede" diye sordum.
"Bilmem. Hemşire bizi kovduktan sonra bir anda ortadan kayboldu."
Arkadaşlarımın hayal gücümü epeyce genişletmiş olması o an işime gelmiyordu. Aklıma saniyesinde yüzlerce saçma teori geldi. Elimi havaya kaldırıp hızla salladım hepsini kovmak için. Oturduğum yerde ayaklarımı uzattım. Elimle yerden destek alıp, usulca kafamı geriye attım. "Sence biz kaç yaşına kadar yaşarız" dedim usulca. "Bana çok yaşarmışız gibi gelmiyor."
Tekerlekli sandalyesi ile etrafımda fıldır fıldır dönmeye başlayan Oğuz "Yok be kızım" dedi. Filmlerde sevgilisinin etrafında arabayla patinaj çeken ana karakter gibiydi. Güldüm. "Biz ölümsüzüz bence" dedi etrafımda dönmeye devam ederken. "İnsanlar hatırlandıkça ölmez derler." Durdu ve bana baktı. "Nunu der..." dedi gülümseyip. Anneannesinin ismini her andığında yapardı bunu. "Bu şehir bizi asla unutamaz" diye bağırdı sonra. "Mesela bu hastanedeki doktorlar ve hemşireler bir gece ansızın şampuan içip acile gelmiş bir ergeni nasıl unutsun? Ya da hemşire kostümü içinde koridorda koşan beni... Hastane çarşafına dolanmış, yaşlı bir kadından dayak yiyen Sinan'ı..." Tekerlekli sandalyesi ile bana doğru yaklaştı. "Ya da bir bacağı kırıkken arkadaşının sırtına aldığı, düşürüp diğer bacağını da kırdığı o küçük geri zekalı kızı ve onu düşüren arkadaşını..." Ergenliğin verdiği coşku ve anı yaşamanın getirdiği özgürlük hissi ile "Sanki birlikte yüz tane hayat yaşadık" diye bağırdı.
Oğuz ne zaman böyle konuşsa, karnımda kelebekler uçuşurdu. Beynimiz yoktu belki. Ama kalbimiz çok büyüktü. Gülümsediğimi görüp şımarmasın diye kafamı yere eğdim. "Sen aniden böyle konuşunca garip hissediyorum" dedim usulca. "Salak çocuk..." Kafamı kaldırıp baktığımda Oğuz'u gördüm. Son sürat üstüme doğru geliyordu. Ben far görmüş tavşan gibi donakaldım, Oğuz kendini durduramadı. Ve iki ayağımın üstünden tekerlekli sandalye ile geçti.
Tarih gerçekten tekerrürden ibaretti. Bir değil, iki ayağım yine arkadaş kurbanı olmuştu. Çete ölümsüz müydü bilmem ama, Oğuz kesinlikle değildi. Çünkü onu ya Gökhan ya da ben önünde sonunda öldürecektik.
"Sizi iki dakika yalnız bırakmaya gelmiyor gerçekten." İki ayağım sarılı bir şekilde, Gökhan'ın sedyesinin yanındaki sedyede yatarken kendimi ne kadar sıksam da gözyaşlarım yanaklarımdan pıtır pıtır dökülüyordu. Barış, usulca yanıma çöküp "Çok acıyor mu" diye sordu.
"Yok yok, daha iyi," dedim titreyen sesimle. Barış'ın endişeli yüzünü görünce "Acıdan ağlamıyorum, valla..." diye yalan söyledim. "Duygulandım biraz. Aklıma sünnetim geldi."
"Ne?"
Hıçkırıklarım arasında, saçmalığıma hemen bir kılıf uydurdum. Yüzde yüz yaşanmış bir hikaye olan sünnet anımızı attım ortaya. "Çocukken bizimkiler sünnet olurken ben de onların sünnet kıyafetinden giymiştim kıskanıp." İki bacağımın sargıdan dolayı pergel gibi açık olmasını kastederek, "Çağırışım yaptı" dedim.
Barış hızlı öğreniyordu. Anlattıklarıma tepki vermedi. Sorgulamadı. Yargılamadı. Ayaklanıp, yanımızda duran sargı bezlerinden birini alıp yanaklarımdaki yaşları sildi. "Ezilmiş sadece, kırık falan yok neyse ki" dedi beni sakinleştirmek için. Barış'ın elindeki sargı bezini kapıp, burnumu sildim. O sırada telefonuma üst üste mesajlar geliyordu. Barış ile göz göze geldiğimde "Ali'dir belki" deyip elimi uzattım. Barış, köşedeki sehpada duran telefonumu bana verdi. Ancak beklediğimin aksine mesajlar Ali'den değil, vicdan azabı çeken bir omurgasızdandı.
4N1K
———
Oğuz: Yaprak iyi misin? Ne dedi doktor? Kırılmış mı? Ne olmuş?
Oğuz: Beni içeri almıyorlar. Şu an Barış’ın arabasının kaputuna kapandım ağlıyorum. N’olur beni affet!
Oğuz: Ayakların zaten çocuk ayağı gibiydi, bir de ben ezdim petibör bisküviye döndü! Nasıl yürüyeceksin o ayakla öyle sen?!
Sinan: Ne diyorsun lan sen? Ne yaptın Yaprak’a?
Yaprak: Tekerlekli sandalye ile ayağımı ezdi ayarsız herif!
Oğuz: Ağlıyorum.
Yaprak: Ben de.
Gökhan: Yaprak eğer benimle barışmak istiyorsan Oğuz’u affet. Oğuz benim her şeyim. Onun ağlamasına dayanamıyorum.
Yaprak: Geri zekalı. Elleme çocuğun telefonunu artık!
Gökhan: Şifresi hâlâ Merve’nin doğum günü. Bu çocuk hâlâ sarışına mı aşık acaba içten içe?
Sinan: Oğuz neredesin şu an?
Gökhan: Otoparktayım. Ağlama seslerini takip edersen beni bulursun.
Oğuz: Aaa, sen de mi otoparktasın? Ben de.
Gökhan: Şimdi içeri geçtim ben kardeşim, sedyeme yattım.
Oğuz: Tamam kardeşim benim, ben hâlâ otoparkta ağlıyorum.
Sinan: Gökhan niye otoparkta? Oğlum çocuğa sahip çıksanıza!
Yaprak: Gökhan yan sedyede uyuyor ya! Oğuz’un şizofreni saatleri geldi.
Oğuz: O kadar ayıp ki şu an. Gözyaşlarım ağzıma doluyor. Usulca boğuluyorum.
Sinan: Oğuz bekle beni orada, yarım saate ordayım.
Oğuz: Yarım saate mi? Neredesin oğlum sen?
Sinan: Dolmuşta bir teyzenin omzunda ağlıyorum.
Sinan'a cevap yazamadan, Barış yüzümün aldığı şekilden korkmuş olacak ki "Herkes iyi mi" diye sordu. Kafamı kaldırıp ona baktığımda, ben de onun yüzünün aldığı şekilden korktum. Çocuğu nasıl travmatize ettiysek, vereceğim cevaptan deli gibi korktuğu belliydi. Telefonun tuş kilidini kapatıp yastığın altına koydum. "Oğuz delirmiş" dedim rahat bir tavırla. "Bir noktada bekliyordum kafayı yemesini ama erken oldu." Barış boş bakıyor, ben boş yapıyordum. "Ben yirmi beşe kadar falan götürür diye düşünüyordum" dedim kendi kendime. "Sinan da dolmuşta bir teyze ile ağlıyormuş. Niye anlamadım."
"Sizin hızınıza ben hiçbir zaman yetişemeyeceğim."
"Oğuz söylemişti" dedim boş bulunup. "Tekerlekli sandalye ile gitsem, Barış arabayla bana yetişemez-" Barış'ın yüzünün giderek boş bakmanın ötesinde çocukken çizdiğim suratında kaşı gözü olmayan çizgi adamlara döndüğünü fark edince sustum. Göz altları da kararmıştı. Yorgun, bitkin ve şaşkındı. Üzüldüm. "Sen artık gitsene ya" dedim içtenlikle. "Valla bak... Akşamdan beri buralarda perişan oldun bizim yüzümüzden."
"Yaprak sizi nasıl tek bırakayım bu halde? İki dakika ortadan kaybolan buraya düşüyor!" O kadar haklıydı ki, şaka yapamadım. Çünkü hayatım şakanın ta kendisiydi o an. Barış birden sakinleşip, "Ali'ye ulaşabildin mi" diye sordu.
"Telefonu kapalı."
"O gelirse giderim. Ama o gelene kadar bekleyeceğim sizi. İtiraz kabul etmiyorum."
Mahcubiyetten küçüldüm. Teşekkür etmek istedim ama kafamı kaldırdığımda Barış'ın ayaklandığını gördüm. "Ben bir dışarıyı kontrol edeyim" dedi. "Bir şey olursa hemen ara. Tamam mı?"
Barış yanımdan ayrıldığı an gözlerimi sımsıkı yumdum. Bana karşı iyi olması bir yana, o gece tüm arkadaşlarıma karşı iyiydi. İlk kez, kavga etmiyorlar ya da küfürleşmiyorlardı.
O an Barış'a söylediğim şey geldi aklıma. Keşke beş yaşında tanışsaydık... O zaman ne farklı olurdu acaba?
Barış da bizim gibi geri zekalı olur muydu? Muhtemelen. Belki de öyle olsaydı, şu an yan sedyemde o yatıyor olurdu. Ya da Oğuz ile birlikte hastaneyi birbirine katıyor... Belki de daha çok Ali'ye benzerdi. Grubun anne ve babaları gibi arkamızı toparlardı. Belki de...
"Yaprak!" Daldığım yerden ismimi duyduğum an sıçrayarak çıktım. Gökhan'dı. Yan sedyeden bana sesleniyordu. "Gelsene iki dakika..."
Bir saattir baygın gibi yan sedyede yatan Gökhan'ı cin gibi gözlerle bana bakarken görünce ufaktan şaşırdım. "Sen uyumuyor muydun ya?"
Yattığı yerde dikleşti. Sırtını sedyenin başına yaslayıp, "Sırık gidene kadar gözümü açmadım" dedi. "Ters bir laf edecek mi acaba diye tetikteydim." Çarpık bir gülümseme kondurdu yüzüne. "Ee, eski alışkanlıklar bünyeyi kolay terk etmiyor." Yüzündeki gülümseme, piercingli kaşını usulca kaldırıp takdir moduna geçince soldu. "Ama helal olsun," dedi. "Sağlam çocukmuş. Takdir ettim."
Gökhan'ın benimle eskisi gibi konuşması ve sesinin iyi gelmesi öyle mutlu etti ki istemsizce mutluluktan kendi kendimi sarstım durduk yerde. Ayaklarım ezildiği için ayağa kalksam canım acırdı. O yüzden hemen söylediği gibi yanına gitmek için, sedyede ters dönüp dizlerimin üstünde doğruldum. Tavanda ters yürüyen korku filmi karakteri gibi, ellerimi Gökhan'ın sedyesine atıp hamamböceği pozisyonunda oraya atladım. Beni o halde gören Gökhan şokla "İçine şeytan mı kaçtı Yaprak" diye sordu. "Tövbeler olsun, yeminle korktum bak."
Yan sedyeye yumuşak inişimle birlikte, Gökhan'ın ayak ucuna gittim. "Oğuz ayağımı ezdi de, üstüne basamıyorum" dedim kendime yer açarken.
Benim debelendiğimi gören Gökhan, "Gel gel," dedi yana kayarken. Eliyle yanındaki boşluğa vurdu. "Yat şöyle." Gülümsedim. Doğru ya... Bir günlük soğukluk yüzünden aklım karışmış, yerimi ayak ucu sanmıştım. Dizlerimin üstünde sürünerek Gökhan'ın yanına gidip yattım. "Şimdi cidden sünnetim gibi oldu" dedi gülerek. "O gün de bizimle birlikte yatmıştın böyle sünnet yatağına da, annen delirmişti."
"Oğuz geri zekalısı çok korkutmuştu beni o gün hatırlıyor musun? 'Senin de memişlerini kesecekler, yok öyle beleşe sünnet kıyafeti' diye..." Gökhan, kahkaha attı birden. "Oğuz ile aramdaki ilişki çok sağlıksız ya," dedi gülerek. "Herifi aynı anda hem gebertmek hem de ömrümün sonuna kadar dibimden ayırmamak istiyorum. Valla ağır geliyor artık bu durum."
"Ali anne direkt ya" dedi beni rahatlatmak ister gibi, gevşek bir ses tonuyla. "Sen de..." derken, çenemden tutup beni kendisine bakmaya zorladı. "Sen kardeşsin" dedi. Ama beklediği duygusal efekti alamadı. Gözüm korkuyla kocaman oldu. Gökhan niye korktuğumu anlayamamış olacak ki, kaşlarını çattı. "Kardeşine yan gözle bakma şakası yapacaksın sandım, ondan ezildim büzüldüm" dedim çekinerek. Gökhan, bir kere daha güldü. Ardından, usulca elimi tuttu. "Şakasız söylüyorum bak şu an, beni iyi dinle tamam mı" dedi ciddiyetle. "Sen gerçekten benim öz kardeşim gibisin. Sana kızsam da, küssem de bunu hiçbir şey değiştiremez." O elimi sıktı, ben de ağlamamak için kendimi... "Ama bana bir söz ver. Bundan sonra ne olursa olsun benden hiçbir şey saklamayacaksın.
"Söz. Bundan sonra sizden hiçbir şey saklamayacağım. Ağzıma sıçacağınızı bilsem, yine de gelip dakikasında söyleyeceğim size her şeyi."
"Her şeyi ama?"
"Her şeyi! Bir gün yanlışlıkla katil olsam, gelip ilk sana itiraf edeceğim."
"Oğuz'u sana yar etmem ama... Onu biri öldürecekse, ben öldürürüm. Aklından çıkar onu."
"Anlaştık" dedim gülerek. "Artık sır yok aramızda. Asla!" Sonra boşta kalan elimle Gökhan'a nah hareketi yaptım. Gökhan ilk başta "Niye nah çekiyorsun lan şimdi" diye şok olsa da, sonra hatırlayıp "Haa," dedi. Gülerek o da bana 'nah' yaptı ve parmaklarımızı birbirine değdirdik. İlkokuldaki söz verme yöntemimizdi bu. Nah yaparken, iki parmağın arasından çıkan baş parmakları birbirine değdirir sonra serçe parmaklarımızı kenetlerdik. Serçe parmaklarımızı kenetlediğimiz an "Lan biz ne mal adamlarız ya" dedi. "İlkokulda çocuğumun arkadaşları ile böyle sözleştiğini görsem ormana terk ederim."
Gülerek ellerimizi çözdük. Geçmişe gittiğimizde otomatik açılan anı sandığımızdan duruma uygun başka bir anı tutup çıkardı. "Ortaokulda da yaşamıştık bunu bak" dedi. "İlk regl olduğun gün, bizden saklamıştın utanıp... Ali'ye söylemiştin sadece. Biz de Oğuz'la senin sıranda kan falan görünce ölüyorsun sanmıştık."
Utançtan okulun kızlar tuvaletinde kendimi duvardan duvara vurarak ağladığım o günü hatırlamak hoşuma gitmedi. Yüzümü buruşturup "Gökhan yani... Yeri mi şimdi" dedim.
"O gün Ali'yi kıskanmıştım. Niye bize söyleyemediği şeyleri ona söylüyor... bizi onun kadar sevmiyor mu diye."
"Utanmıştım" dedim çocuk gibi. "Ali'ye de ben söylememiştim ki, o fark edip uyarmıştı beni." Güldüm. Harbiden de, öyle olmuştu. Ali fark etmiş, sonra kimse çaktırmamak için ceketini belime bağlamıştı ve sınıftan çıkarmıştı beni. Ama sonra tekrar utançtan kendimi duvara vurma görüntülerim HD olarak zihnime doluşunca "Kapatalım bu konuyu valla yine yerin dibine girdim" dedim hızlıca.
"Benden utanma artık manyak!" Hafifçe elime vurdu. "Ben beni güvenilir bölgen olarak gör istiyorum. Her şeyini benimle paylaşabil, hiçbir konuda benden çekinme istiyorum."
"Modern anne Hale Karademir'in oğluna bak sen... Eee, genler yalan söylemiyor demek ki."
"Modern anne demişken... Annemlere haber verdiniz mi? Merak etmişlerdir."
"Oğuz halletti onu." Sedyede sinirden tepinip bizi aşağı düşürmesin diye elimle çarşafa sımsıkı tutunup "Senin geceyi bir kızın evinde geçirdiğini düşünüyorlar" dedim.
Gökhan, derin bir nefes aldı. Gözünü, boşluğa dikti. "O sürahiyi..." dedi usulca. Birkaç saniye bekledi. "O sürahiyi elimden bırakmayacaktım."
Sabaha karşı, Barış, Gökhan ve ben yan yana hemşire masasının önünde taburcu işlemlerimizi hallederken kasları sonunda bedenini taşıyacak hale gelen Gökhan için çaldığımız tekerlekli sandalyenin tepesinde ben vardım. Hayat işte, sürprizlerle doluydu.
İşlemler bitmek üzeretken, saatin kaç olduğunu kontrol etmek için cebimden telefonumu çıkardım. Ancak saatten önce, Ali'nin cevapsız çağırları ve mesajları çarptı gözüme. Yarım saat önce açmış telefonunu ve henüz görmüştü durumları. Defalarca aramış, mesaja atmış ama görmemiştim. Kapının önünde beklediğini yazalı ise yalnızca birkaç dakika olmuştu. Kuzeni ile konuşan Barış'a "Ali kapıdaymış, siz halledersiniz gerisini" deyip hızla sandalyemi son sürat kapıya doğru sürmeye başladım.
Kapıdan dışarı çıktığım an, kapıda korku doku gözlerle duran Ali hızla rahatlayıp yanıma koştu. Yüzü yara bere içindeydi. "Ali! İyi misin, ne oldu sana?!"
"Asıl sen iyi misin?!" Dizlerinin üstüne çöküp ayak bileklerimi tuttu dikkatlice. "Çok acıyor mu? Kırık var mı? Çatlak?"
Ayağımı sallayıp, elini ittirdim. Asıl konu, o olmalıydı. "Ali!"
"Bisikletten düştüm gelirken" dedi pes edip. Dizlerime dayadı başını. Buram buram alkol kokuyordu. Gece telefonu kapalıyken ne yaptığı belli olmuştu. Kafamı suçunu yakalamışım gibi, iki yana salladım. "Sarhoş musun sen bakayım?"
Başını dizlerimden çekip kendini geriye attı. Kötülüklerin anası gibi kokarken, cebinden kötülüklerin anne yarısı sigarasını çıkardı. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı tersten taktı yanlışlıkla. Tütün alev alev yanarken, "Hayır" dedi. "Değilim."
İnkar mekanizmasının temsili ters yanmış sigarasını yere atıp ayağı ile söndürdü. Kocaman bedeni, utangaç tavrı ile birleşince gözüme o kadar sevimli geldi ki... Uzanıp saçına dokundum yavaşça. "Acıdı mı?"
"Acıdı." Kafasını kaldırıp, yeni doğan güneşin parlattığı koyu kahverengi gözleri ile bana baktı. "Ama düşmek değil," dedi saçlarındaki elimi kavrayıp yanağına yerleştirirken. "Bu gece yanınızda olamamak..."
Yanağındaki elimle, gamzesinin olduğu yanağı sevdim bebek sever gibi. "Telefonun kapalıydı, haber veremedim" dedim.
"Gökhan iyi mi?"
"İyi tabi ki! Sence Gökhan'a herhangi bir şey olabilir mi?"
Gökhan'ın adı geçince tekrar yüzü düştü. Benim gibi, o da onu kaybetmekten o kadar korkmuştu ki ağzımdan çıkacak cümleleri diken üstünde bekliyordu. Hepimizin birbirine sevgisi eşitti. Ama bazılarımız, farklı bağlarla düğümdük. Ali ile Gökhan'ın da kendilerine has bir düğümü vardı bağlarında. Belki de ikisi de çocukken kardeşlerini kaybettiği içindi. Belki de ikisi de, kardeş kaybetmenin acınısını bilip birbirlerini hiç bırakmayanlarına yemin ettikleri içindi. Ama bir sebepten, Ali Gökhan ve onun kırgınlıkları konusunda hep aşırı hassastı. "Affetti bizi, merak etme" dedim onu rahatlatmak için. Ancak Ali daha tepki verememişti ki, "Çocuklara da bizden bahsettim" dedim. Rahatlayamadan tekrar gerildi. Onların tepkisinden korkmuş gibi gözleri kocaman oldu. "Panik oldum birden, dayanamadım söyledim."
"Ne tepki verdiler peki?"
"Saçmaladılar." Güldüm. "Kızmalarından iyidir... Değil mi?"
"Aşk olsun Ali... Sana çok kızgınım." Oğuz, koşarak gelip Ali'nin sırtına atladı. Birlikte yere düşerlerken, "Ben dururken Yaprak'a aşık olmanı biraz tuhaf buldum" dedi gülerek. Arkasından gelen Sinan, gözlerini kıstı şüpheci bir tavırla. "Son dönemde bu tür şakaları arttı farkında mısınız?"
"Maskülenliği ile barışık her erkek gibi bu tür şakalar yapmaktan gocunmuyorum."
Sinan da yere çökerken, Ali küçük bir şok yaşıyordu. Onların vermesinden çekindiğimiz tepkinin bu oluşu, epeyce sarsmıştı bebeğimi. Gözlerini kırpıştırarak "Kızmadınız mı size geç söyledik diye" diye sordu.
"Gökhan dramatik bir tepki vermemiş olsaydı birkaç gün trip atardım yalan yok," dedi Sinan. "Ama o hepimizin yerine olayı büyüttü zaten. Gerek kalmadı."
Ali bir bana, bir bizi rahatlatmak için işi şakaya vuran dostlarımıza çevirdi. Benim "işler sarpa sararsa şakaya vur" savunma mekanizmamın neden geliştiğini o an anladım. Oğuz kedi gibi Ali'ye sırnaşarak, "Benim kafamı karıştıran bir şey var şimdi..." dedi ağzının içinde mırın mırın. "Sizin çocuğunuz olursa ben amca mı oluyorum hala mı?"
Oğuz'un Ali'ye sırnaşmasın kıskanmayım diye Sinan da bana sokuldu. "Seni bilmem ama ben dünyanın en havalı dayısı olacağım." Usulca sarıldı bana. Ona hala şok içinde bakan Ali'ye dil çıkardı. "Ben her zaman kız tarafıyım kusura bakma."
Ali, kanında akan alkolün verdiği ve arkadaşlarının perçinlediği duygusallığı yara bere dolu yanağından gamzesine doğru akan ince bir damla gözyaşı ile saldı. Ben tam fazla sevginin ayarsız sıcaklığı erimiş marşmelov gibi olmuştum ki Oğuz benden önce davranıp "Dağ gibi çocuğu ağlattın" diye bağırarak sarmaladı Ali'yi. "Tamam tamam ben erkek tarafı olurum." Kafasını Ali'nin omzundan kaldırıp bana baktı. "Hala mı oluyorum yani şimdi?"
"Sizi çok seviyorum." Ali, Oğuz'un küçük bedenini tek eli ile kaldırıp kendine çekti. Cidden sarhoş diye geçirdim içimden. Gülümsedim. Hala, dayı, teyze, anne, baba... ne olursak olalım, günün sonunda her zaman dost kalacağımızı bilmek ihtiyacım olan tek doğruydu. Ve hiçbir yanlışın onları götürmesine izin vermeyecektim.
Ali ile neredeyse burun buruna olan Oğuz kendini geri çekip burnunu kırıştırdı. "İçtin mi lan sen" diye sordu kedi gibi onu koklamaya devam ederken.
"Yok" diye yalan söyledi Ali. Oğuz ile içe içe geçtiklerini fark ettiği an söylediği yalana kimseyi inandıramayacağını anlamıştı sanki. "Biraz..." diye itiraf etti.
"Gökhan seni görüp ibret alsa keşke... Bak, çocuk içince edebiyle duygusala bağlıyor sadece."
Oğuz'un gözü bana kaydığında muhtemelen duygusallığın bünyemdeki çirkin etkisi olan içe bükelen suratımı gördü. "Yaprak suratını şöyle yapma" dedi tekerlekli sandalyeme vurup. "Ayrılacak çocuk senden!"
"Ayrılmam." Ali, tekerlekli sandalyemi kendine çekip usulca dizlerime doğru yattı. Sonra Oğuz ve Sinan'ı da çekti bize doğru. "Sizden de ayrılmam..." Dizlerimin üstündeki elimi tutup, öptü. Bunu gören Oğuz "Önce annemle babamın yakın arkadaş olmadığını öğrendim. Şimdi sizin..." dedi sahte bir sitemle. "Ne zorsun ahir zaman ya..." Sargılı ayağımla Oğuz'un kafasına vurunca "Şaka kaldıramayacaksınız ayrılın şimdiden valla" diye bağırdı. "Benim bir süre şaka malzemem bu, ne yapayım!"
Sinan, yüzünü astı. "Yaprak bile manita yaptı ben hala boştayım..." dedi. "Asıl şaka bu bence."
"Beni yine dışlıyorsunuz demek." Elinde çıkış kağıtları olan Gökhan, hamur gibi girdiği hastaneden heykel gibi sert çıkmıştı. "Manita dayanışması mı? Artık ben üçüncü teker mi olacağım hep?"
O geceki hassas noktam Gökkuş'umu tekrar asık surat görünce ayağımla bacağıma yapışan iki keneyi kışkışladım. "Gökhan, saçmalama" dedim korkarak.
"Şaka lan şaka" dedi Gökhan. Sonra ilk kez Ali ile göz göze geldi. Parmağını ona doğrultup, yüzüne en ciddi ifadesini yerleştirdi. "Eğer Yaprak'ı üzersen ben de seni üzerim Ali" dedi sertçe. Sonra bana çevirdi parmağını. "Eğer sen de Ali'yi üzersen, seni de üzerim." Yutkundu. Ne zaman böyle konuşma yapsa, biraz saçmalardı. Sonra Tedx konuşmacısı havalarına devam ederek "Birbirinizi üzerseniz, bu ikisini üzerim" dedi Oğuz ve Sinan'ı işaret edip. Kaşlarını yukarı kaldırdı. "Ben üzülürsem, kendim üzülmüşümdür. Ama hayat bu... Üzülmek de var."
"Duygusallaşınca kafası karışıyor."
"Cümlelerinde kayboldun di mi lan?"
Gökhan pes etti. Yüzündeki ciddi ifadeyi bozup, "Evet" dedi kocaman bir gülümsemeyle. Kendini bizim yanımıza atıp yanımıza çöktü. "Ama siz beni anlarsınız zaten."
Biz, duygusallık ve kafa karışıklığı ile birbirimize geçmiştik ki Barış'ın kocaman gölgesi üstümüze düştü. Hepimiz çiçek gibi açılıp birbirimizden ayrıldık ve sırığa döndük.
"Duygusal anınızı bölmemek için şurada bekliyordum ama sonra rahatsız hissettim izlediğim için... Özür-" derken bana verdiği söz aklına gelmiş gibi durdu. "Gidiyordum da son kez görüşürüz demek istedim."
Sinan hemen ayaklandı. Elini uzatıp "Her şey için teşekkürler Barış. Zahmet ettin o kadar..." derken, elini sıktı sırığın. Kırk yılda bir denk gelen sığır ve sırık buluşması görenlerin gözlerini yaşarttı dememek için zor tuttum kendimi. Kıkırdadım. Anlamsızca hoşuma gitmişti bu görüntü.
"Çok sağ ol ya... Cidden." Gökhan da katıldı Sinan'a. Onu uğurlayacakmış gibi ayaklandı o da. "Bir de kafana kustuğum için özür dilerim. Tatsız oldu biraz..."
"Alıştım artık, sorun yok" dedi Barış gülerek. Elini son kez havaya kaldırdı. Tam arkasını dönüp gidiyordu ki, sessizce olanları seyreden Ali "Barış," dedi aniden. Nedense, kalbim güm güm atmaya başladı. Kötü bir şey söylerse ya diye korktum. Ama Ali, bildiğim Ali'ydi. İyiliğe kötülükle karşılık vermezdi. Gülümseyip, "Dikkatli kullan" dedi.
Barış ilk bir afallasa da hızlıca toparladı. Ali'nin yere devrilmiş bisikletini ve yüzündeki yaraları kastederek "Sen de Ali" dedi. Son kez gülümsedi ve kocaman adımlarla yanımızdan ayrıldı.
"Bu çocuğa da ayıp ettik ha..." dedi Gökhan benim tekerlekli sandalyemi usulca ittirirken. "Bugün sabaha kadar burada bekleyince suçlu hissettim kendimi."
Ali, Gökhan'ın elinden beni aldı hızlıca. "Ödeşiriz, merak etme" derken, sandalyemi o itmeye başladı. "Ne zaman bize yapılan iyiliği karşılıksız bıraktık?"
Ali'nin yerdeki bisikletini kapan Oğuz koşarak bize yetişti. "Mezuniyet balosu ne zamandı ya? Yok mu Yaprak'a yolladığı topukluyla elbiseyi giyip Barış'ın mezuniyetine gitmem?"
"Yok kanka" dedi Gökhan sertçe.
"Sadece fikirdi."
Gökhan, Oğuz'u ittirip "Ben çok acıktım ya..." dedi bize doğru yaklaşıp. "Midemi yıkadılar, içerisi bomboş."
"Hadi bize gidelim. Size kahvaltı hazırlarım."
Sinan ellerini cebine atıp "Sen var ya sen," dedi bana bakıp. "İyi yere kapağı attın ha..."
Ali, tekerlekli sandalyemi usulca sürerken bizim üç evcil sığırımız da arkamızdan geliyordu. Yol boyu yapılan tatsız şakalar, ara ara açılıp tüm mahalleliyi uykusundan sıçratan siren ve bolca didişme... Huzurun formülü buymuş desem, akıl sağlığım hakkında endişelendirir miyim acaba insanları diye düşünmeden edemedim.
Ama, buydu. Huzur, bazıları için oldukça gürültülüydü.
O akşam eve döndüğümde sargılı ayaklarımı görüp deliye dönen canım annem beni yine okuldan alıp, bizim çocuklardan uzaklara Almanya'ya kaçak işçi olarak göndermekle tehdit etti. Ben, odağını dağıtmak için sevgilim var diye itiraf ettim. Sonra sevinçten tüm mahalleyi çınlatan şen kahkahalar eşliğinde göbek atarken, sevgilimin Ali olduğunu söyleyince tekrar sinir krizi geçirdi. Bir, "Sen yıllardır o yüzden mi Ali'ye gidip gidip kalıyorsun" diye çıldırdı, bir "Ali efendi çocuk aslında" diye kendi kendini sakinleştirdi. Anneme, Ali'nin ceza sahasına girmediğimi; Ali ile eskisinden tek farkımızın arada duduşunu öpmek olduğunu öpüşme kısmını dahil etmeden nasıl anlatabileceğimi kestiremediğim için mecburen delirmelerini çekmek zorunda kaldım. Bir ara annem Ali'yi aradı. "Artık sizin eve salmam bu kızı" dedi. Sonra pişman olup "Ben size güveniyorum, çevreye güvenmiyorum" dedi. Sonra bu dediğini kendi de saçma buldu, kıvırdı. "Çevre önemli değil de, babası sorun" dedi. Babam olanları duyup, "Ben kızıma güveniyorum" diye bana destek attı. Annem bu sefer babama sinirlendi, "bu kız hep senin yüzünden böyle oldu" diye söylendi. Ama neyse ki kriz Ali'nin bir şekilde annemi ikna etmesi ile son buldu.
Hatta öyle bir ikna etmişti ki, bir ara annemi internetten gelinlik modeli bakarken yakaladım. "Kız sen mi alcaksın Ali'yi, ben mi bu ne heyecan" dediğim için kafama terlik bile yedim.
Canım annem... Her daim formundaydı işte.
O gece formunda olan tek anne, benimki de değildi. Hale teyze, gecenin en skorer annesiydi.
4N1K
———
Gökhan: Şu an Oğuz sığırı yüzünden yaşadığım şeye inanamıyorum. Annem geceyi bir kızla geçirdiğimi düşündüğü için bana güvenli seksin ve korunmanın ne kadar önemli olduğunu anlatıyor!
Yaprak: Sessizce dinle, tamam de geç… Kadıncağız kendince iyi bir ebeveyn olmaya çalışıyor işte.
Oğuz: Kanka annenin anlattıklarını ses kaydı alsana. Annemle babama atacağım.
Ali: Senin için maalesef artık çok geç Oğuz.
Oğuz: Oha, Ali şaka yaptı. Ben bunun üstüne karşı şaka yapmam… Agamın şakası üstüne şaka yapılmaz.
Sinan: Anneye bak be… Benimki en son beni odamda bi kızla oynaşırken bastığında beni hadım ettirip ananemlerin yanına köye sürmekle tehdit etmişti.
Gökhan: Prezervatif nedir, ne için kullanılıra geçti şimdi. Neymiş, Amerika’da liseye geçen çocuklara bunlar derste öğretiliyormuş… Delirip “Benim adım Gerald mı?! Sen Paskalya çöreği yapan Mary Rose musun be kadın” dedim diye ağlamaya başladı.
Oğuz: Anne benim korunma yöntemim kendim olmak de.
Yaprak: O ne demek be?
Oğuz: Kendi olunca kızlar bundan anında kaçıyor ya… En etkili korunma yöntemi işte. Sıfır risk.
Sinan: Gökhan bana saklasana lan bir iki tane. Sen kullanmıyorsun zaten, belki bana lazım olur.
Oğuz: Eline mi takacaksın kanka?
Ali: Yaprak sen bi çıksana şu gruptan iki dakika…
Yaprak: Olmaz. Gökhan’a söz verdim ben. Artık aramızda gizli saklı yok!
Ali: O zaman ben iki dakika çıkayım da, sevgilinin çirkin yüzünü görme. Yoksa edeceğim küfürler için herhangi bir korunma yöntemi olmadığı için tatsız şeyler yaşanabilir.
Ali gruptan ayrıldı.
Ayağımın ezilmesinin üstünden iki gün geçmişti. Alt komşum, ailemizin huysuzu Tuna da tıpkı benim gibi kırık ayakla tekerlekli sandalyeye mahkum olduğundan Kadriye teyzenin zoru ile bizim eve gelmişti. Balkonda ayaklarımız puf minderlere dayalı, yan yana duvarlara çentik atıyorduk.
"Seni kıskandım," dedim dedim sargılı ayaklarımı sallayıp. Aklıma, düğün gecesi Tuna'nın da Gökçe'nin ayaklarını ezdiği geldi. "Salgın var herhalde, herkes ayak bacak kırıyor."
"Salgın ne biliyor musun Yaprak? Salgın sizsiniz! Sen ve o virüs arkadaşların!" Tuna'nın aniden nükseden 'çete' nefretine şaşırıp ona doğru döndüm. Etrafta bile yoklardı, niye sinirlenmişti ki şimdi?
Aklımdan geçen soruyu, tahmin etmiş gibi, "Oğuz'a söyle, beni gizli numaralardan arayıp İzmir'i üç gün içinde terk etmezsen babaneni kaçıracağız, biz yaşlı kadınları kaçırıp saatlerce örgü ördüren bir çetesiyiz falan demesin!" dedi. Dişlerini sıktı sinirle. "Kendini komik sanıyor, zavallı."
O kadar komikti ki aslında, gülmemek için kendimi zor tuttum. "Aslında daha da kötüsü..." dedim kendimi sıkarken. "Komik de sanmıyor. Bunları gerçekten ciddi ciddi düşünüyor."
"Babanemi kaçırmayı ciddi ciddi mi düşünüyor?!"
"Yok. Bu yalanına inanıp İzmir'i terk edeceğine falan..." derken pes ettim. Oğuz'u on iki senede ancak çözdüğüm için, on iki haftadır ona maruz kalan Tuna'dan onu anlamasını bekleyemezdim. "Aman, boşver sen. Takma onu."
Annemin hazırladığı meyve tabağındaki meyveleri yerken, tabağıma konan sineği elimle savuşturdum. Ağzıma attığım kirazın çekirdeğini balkondan aşağı tükürürken, onların balkonuna düşen çöplerin kaynağının ben olduğumu anlayan Tuna ağzını açtı bana saydırmak için. Ondan önce davranıp, saçmaladım. İkinci savunma mekanizmam... Şaka yap ya da saçmala. "İkimizi birleştirince dört kol, iki bacak, sıfır ayak garip bir şey oluyoruz ha..." dedim sırıtarak. "Ne acayip şey..."
"Ben sanırım gerçekten İzmir'i terk edeceğim" dedi kendi kendine. "Sizin beyinsizliğiniz bana artık ağır gelmeye başladı. Entellektüel kibirim yüzünden, evrenin bana verdiği cezalarsınız resmen!"
Birkaç gündür üst üste beynim üstünden tatsız şakalar yapıldığı için artık biraz ağırıma gitmeye başlamıştı. Dudağımı büzüp, "Seneye sınavda ben ne yapacağım ya..." dedim endişeyle. "Bu kafayla bizim evi bile tutturamam ben." Birden aklıma sınava girecek tek kişinin ben olmadığı geldi. "Ya bizimkiler üniversiteyi kazanıp gider de, ben burada tek kalırsam?"
"Onlar da sizin evi yazar tercihlere, sıkma canını. Kazanabilecekleri maksimum yer de burası zaten."
"Entellektüel kibir ne oluyor acaba diye düşünmüştüm az önce sen cümle içinde kullanınca." Gözlerimi kıstım sinirlenmişim gibi. "Anladım şimdi!"
"Güzel. Türkçe'de sayemde iki net fazladan yaparsın. Kelimeleri yan yana getirip anlama yetine katkına bulundum."
Aslında sinirlenmemiştim. Tuna ile didişmek hoşuma gidiyordu sadece. "Tuna..." dedim birden durulup. "Eğer seninle de liseden sonra başka şehirlere düşersek çok üzüleceğim." Kafamı, sandalyemde geriye attım gülerek. "Biliyorum benden nefret ediyorsun ama..."
"Ben de," dedi Tuna birden. Bana bakmamaya özen göstererek "Senden nefret ediyor olmam seni sevdiğim gerçeğini değiştirmiyor" diye bir itirafta bulundu.
Şoktan ağzım bir karış açılırken, meyveme dadanan sinek neredeyse ağzıma kaçıyordu. "Ne dedin sen az önce?!"
"Sana karşı içimde yaşadığım ikircikli duyguları açıklamaya, sevgi ve nefretin felsefik özünü seninle tartışmaya-" Popomla sandalyemi ittire ittire ona sokuldum. Cümlesini ve içinde geçirdiği anlamını bilmediğim kelimeleri umursamadan sözünü kestim. "Şimdi sen beni seviyor musun sevmiyor musun kardeşim onu bi söylesene bana düzgünce!'"
Tuna, yine derin mevzulara dalıp "Sevgi ve nefret bir spektrumdur. İnsan-" derken yakasına yapıştım. "Ay sıçarım senin entellektüelliğine de kibirine de ha! Beni seviyor musun?!"
Demek istediği bal gibi de anlamıştım aslında. Ama onu kışkırtmak hoşuma gidiyordu. Anlatmaya çalıştığı şeyi kanıtlar gibi spektrumda nefret köşesine doğru hızla savurmuştu beni. "Tam şu an cevap verecek olursam senden nefret ediyorum Yaprak Ayvaz" dedi. "Sesin, yüzün, o ezilmiş çirkin otuz iki numara ayakların! Tüm hücrelerimle senden tek tek nefret ediyorum." Tekerlekli sandalyesini eliyle ittirerek balkonda geri geri gitmeye başladı. "Midem bulanmaya başladı şu an tiksintiden, yüzüne bakmak istemiyorum." Balkon duvarına toslayıp durdu. Eliyle kulaklarını kapattı. "Sesini duymak bile canımı sıkıyor! Bir gün gerçekten hipnoz olup, seninle ve o tek hücreli arkadaşlarınla ilgili bütün anılarımı sildireceğim! Beynimde yer kaplamanız, size ait anılarımın olması kendime olan öz saygımı yitirmeme sebep oluyor!"
Tuna kendi kendine sayıklar gibi bana nefret kusarken, kendine geldi işte diye geçirdim içimden. İşte tanıdığım Tuna Karaman buydu. Böyle de kalmalıydı. Bazılarının sevgi dili, farklıydı. Başkaları duysa, çözemezdi. Birine anlatsan, anlamazdı. O yüzden özeldi.
Tuna'nın hakaretleri bir kulağımdan girip, diğerinden çıkarken sandalyemde geriye yaslandım. Ağzıma bir üzüm atıp, "Evim evim, güzel evim" dedim gülerek. Kaostan mu besleniyordum, alıştığım sevgi hep kaotik ortamlarda mı filizleniyordu bilmiyorum. Ama ev deyince, sessizlik aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Ev, gerçekten de dört duvar bir çatı değildi.
Ev bazen, dilinin kemiği olmayan kızıl saçlı biriydi.
Ev bazen, her yerde ortalığı birbirine katan aptal bir ergendi.
Ev bazen, şampuan içip hastaneye düşerdi.
Ev bazen, penguen kostümüyle düğünde ağlayarak dans ederdi.
Dizide onu hastaneye yetistirenin Barış olmasına ragmen sinirlenmesi... aklımdan diziyi atıp okumam lazım bi tur da ilk kitapları okuyayım tamamen hatırlamam lazım
Sevgilin var sana yürüyor ve özür dileme diyorsun. Gol be duevsydbshsh ali'ye de üzüldüm bir yandan. En son seni ne kadar çok sevdiği hakkında bağrınıyordu sokaklarda of eysbduwvag
Gelen gideni aratır değil gidenin arkasından el sallayalım halinde hikaye oha bu kadar keskin bir açılış beklemiyordum. Ali gerçekten yalan oluyor güle güle be ali
Sayamadığım kaçıncı yapbar göndermesi ve asla bahsi açılmayan ali. Cidden bu kez esas onlar sanırım. Ama yan masanın tabagı daha cazip gelir bilmediğimiz bizi heyecanlandırır. Gelen gideni aratır temalı bir hikayeye de giriyor olabilir miyiz
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.