Gökhan, bir metrecik boyu ve kısacık şortu ile hayatıma gireli tam on iki sene olmuştu. Ali ile beni öpüşürken görüp, bizimle artık konuşmak istemediğini söyleyeli ise on iki saat...
Kaç dakikadır Gökhan'ın dairesinin önünde duruyordum... Kaç kere onun duymayacağı özürler savurmuştum boş aparman koridorunda... Tepemdeki otomatik ışık kaç kere yanıp sönmüştü... Kaç kere Gökhan'ın benden nefret ettiğini düşündüğüm için ağlamıştım... Sayamadım.
Arkadaşlarımı ne kadar çok sevdiğimin hep farkındaydım. Sevgim zaman zaman içimden taşacak kadar büyür, bazen kendi kendime sevgiden şımarırdım. Onlarla büyüdüğüm için şanslı hisseder, bazen kendimi bile kendimden kıskanırdım. Ama o an, çocukken aşındırdığım merdivenlerde oturup ağlarken ilk kez bir arkadaşımı kaybettiğimi hissediyordum. Alışık olmadığım o his, enseme dayanmış bir bıçak gibi içten içe paramparça ediyordu beni.
Usulca yanaklarıma vurup, hayali özür konuşmamı Gökhan'ın yüzüne yapabilmek için cesaretimi toplamaya çalıştım. Ali biraz beklememiz gerektiğini düşünse de, dayanamamıştım işte. Kendimi, sevgilisinin kapısına dayanan bir aşık gibi Gökhan'ın kapısında buluvermiştim farketmeden.
Kapının önünde zile basmak için kendimi sakinleştirmeye çalışırken, iki çift ayak basamakları döver gibi sesler çıkararak benim olduğum kata doğru tırmanıyordu. Belki karşı komşuydu, belki herhangi bir daireye gelen misafirlerdi... Hali hazırda zaten tüm vücudum gerginlikten sekiz kere yüz germe ameliyatı olduğu için alnı ensesine inen büyük teyzemin suratına döndüğü için bu ayak sesleri ile istemsizce titredim. Gelenler rahatça geçebilsin diye yoldan çekilmek istedim ama aklım düzgün çalışmadığı için kenara çekilmek yerine evin kapısının önüne çömdüm. Alnımı dizlerime yaslayıp, gelenlerin beni çöp sanmasını umarak oturduğum yerde içime içime küçüldüm.
"Yaprak? N'apıyorsun orda?"
Sinan'ın sesini duyduğum an kafamı kaldırdım panikle. Ona aşağıdan baktığım için kocaman görünen gövdesi, şaşırdığında çizgi film karakteri gibi görünen yüzüne tezattı. Bir bölümde mutasyona uğrayan ve kocaman olan Tweety gibi görünüyordu.
Sinan'ın yanında duran Oğuz ise, bukleli sarı saçları ve küçük cüssesi ile direkt Tweety'nin kendisi gibiydi. Kafasını yana atıp, "Sorunlarımızı böyle çözmek için fazla büyüdük Yaprak," dedi. Ceplerindeki ellerini çıkarıp, bana uzattı. "Kalk hadi."
Bana uzanan ele tutunup usulca ayağa kalkarken, Sinan Oğuz'a döndü merakla. Ben yükseldikçe normal boyutuna kavuşuyordu. "O ne demek oğlum? Hangi sorunu böyle kapıya çömerek çözüyordu ki" diye sordu masumca. Ancak Oğuz'un cevabı, Sinan'ın içindeki bütün masumiyeti öldürür cinstendi. "Nasıl ya," dedi gülerek. "Siz de küçükken sinirlendiğiniz komşuların ayakkabılarına işemiyor muydunuz?"
"Pislik herif ya," dedi Sinan yüzünü ekşitip. "Benim ayakkabıma da işedin mi hiç doğru söyle?"
İkisi kendi arasında yine dünyanın en yersiz muhabbetini ederken, göğsümdeki ağırlık büyüdü. İstemsizce, bu saçma sohbetlerin uzağında bir hayat yaşama fikrinin ne kadar korkutucu olduğunu düşünmeye başladım.
"Altı yaşındayken bir gün sana bedava dondurma çıkmıştı hatırlıyor musun" diye anlatmaya devam etti Oğuz. "Sana çok ayar olmuştum. Niye bana çıkmıyor da bu sığıra çıkıyor diye... Altı yaşında falandık. Gelip senin ışıklı ayakkabına işemiştim."
"Kinci orospu çocuğu! Sırf şanslı diye ayakkabısına işenir mi lan bi insanın?!" Sinan, Oğuz'un yakasına yapışırken sanki o eller benim boğazımı sıkıyormuş gibi hissettim. Nefesim giderek kesiliyordu. Sırtımı usulca kapıya yasladım. Daha önce hiç hissetmediğim bir panik, hiç olmadık bir anda vurmuştu beni. İkisine aklımdan geçenleri ve panikten bayılmak üzere olduğumu çaktırmamak için, "Evet ya aynen," dedim nefes almakta güçlük çekerken.
"Demek o yüzden ışıkları bozulmuştu o ayakkabımın!" Yumruk yaptığı elini, Oğuz'a doğru savurdu.
"Altı yaşındayken insan bile sayılmıyorduk, abartma..." derken, Sinan'ın elini ittirdi. Sanki anlattığı şeyler dünyanın en mantıklı teziymiş gibi "Yani altı yaşında bir canlıyı düşün," dedi gözlerini kısıp. İki elini kaldırıp küçük bir aralık yaptı. "Şu kadarcı eli var." Aralığı biraz büyütüp, Ayak desen bu kadar..." dedi. "Biraz derin düşünürsek bence çocuklar insan değil zaten." Kafasını çevirip bana baktığında, paniğimi fark etmesin diye kendimi gülmeye zorladım. Ama nefes alamadığım için havası sönmüş balon gibi göründüğüme neredeyse emindim. Ancak şansıma Oğuz yüzüme değil, ayaklarıma bakıyordu. "Yaprak'ın ayakları da çocuk ayağı gibi... Biraz korktum" derken gülerek kafasını yüzüme çevirdi. "İnsan o boyutta bir ayakla nasıl dengede durabilir ki? Orta sehpa ayağı gibi ama iki tane..." Bacaklarım beni daha fazla taşıyamadı ve dramatik film karakteri düşüşü yapıp usulca kayarak yere düştüm. "Bak dedim duramaz diye!"
Sinan panikle dizlerinin üstüne çöküp "Yaprak, iyi misin sen" diye bağırdı.
Kesik kesik nefes alırken, kafamı iki yana salladım. "Nefes alamıyorum!"
"Nasıl nefes alamıyorsun kızım?!" Oğuz, elini kolunu garip şekillerde sallayarak "Burnundan havayı çekeceksin" derken burnundan derin bir nefes alıp, aldığı nefesi yüzüme doğru üfledi. "Böyle yapacaksın!" Oğuz'un bir önceki öğününde yediği yemeklerin baharatları moleküler olarak yüzüme gelirken bir anlığına kendimden geçtim. Oğuz çığlık çığlığa "Yaprak ölme lan" diye bağırırken sesi apartmanda eko yaptı.
Sinan, yüzüme küçük tokatlar atarken "Panik atak geçiriyor galiba" dedi endişeyle. "Ne yapacağız?!"
Sinan'ın ve Oğuz'un paniklemesi beni daha çok panikletti ve kendi içimde saçma bir panik paradoksu yarattım. Kalbim yarınlar yokmuşçasına atarken, "Yok yok..." dedim. "Panik oldum evet ama... Ben panik atak geçiremem. Ben nasıl panik atak geçirilir bilmem ki."
"Kızım bildiğin panik atak bu!" Sinan, Oğuz'a dönüp "N'apsak lan" diye bağırırken, kendini benim üstüme doğru bıraktı. "Ben daha çok panik oldum şu an. Sanırım ben de atak geçiriyorum şu an!"
Oğuz, cebinden bir kutu ilaç çıkarıp "Annemin kas gevşeticilerini çalmıştım dün. İçse işe yarar mı sence" diye sordu. Cevap vermeye yetecek nefes stoğum olmadığı için kafamı "lan hayır" der gibi tüm gücümle iki yana salladım. Beynim sallamanın etkisi ile beyran çorbasına döndüğünde kafamı geriye atıp kapıya dayadım.
Neyse ki Oğuz'a nazaran beyni bir tık daha çok çalışan Sinan "Delirme Oğuz" diye bağırdı.
"Ya annem ne zaman böyle gerilse içiyor bi tane rahatlıyor!"
"Annen sana hamileyken de bol bol içmiş kas gevşeticilerden, belli! Ondan gevşek bir sığır doğurmuş!" Sinan ve Oğuz'un atışmasını izlerken birden kadrajıma Hale teyze girdi. Açılan kapı yüzünden geri düşmüş, açılan kapının ardında şok olmuş gözlerle bize bakan Hale teyzeyle bakışmaya başlamıştım. "Çocuklar... N'apıyorsunuz burda?"
Oğuz, sürünerek yanıma gelip "Panik atak geçiriyorlar Hale teyze" dedi. Hale teyze, annelikle birlikte otomatik yüklenen eli göğse götürme hareketi eşliğine "Ne" diye ciyakladı. Yer çöküp, "Kızım iyi misin" derken, bir de Hale teyzenin panik atağını çekmemek için "Aşırı iyiyim" diye bir yalan söyledim. Olduğum yerde yuvarlanıp yüz üstü döndüm. Niyetim, ayağa kalkmaktı ancak beynim çalışmadığı için solucan gibi hareketlerle kendimi içeri attım. Dizlerimin üstündeyken "Bir elimi yüzümü yıkasam toparlarım" dedim. Ayakkabılarımın hala ayağımda olduğunu hatırlayıp, yine benzer omurgasız hareketlerle ters döndüm. Ayaklarımı havaya kaldırıp, ayakkabılarımı çıkardım ve kapıya doğru salladım. Sanki her şey çok normalmiş gibi, koridorun sonunu işaret ederek "Banyo şuradaydı değil mi" diye sordum zoraki bir gülümseme ile. Hale teyze cevap veremeyecek kadar şok içindeydi. Bunu evet olarak sayıp dizlerimin üstünde banyoya doğru ilerledim.
Kendimi güçlükle banyoya atıp, lavabo taşına elimi dayadım. Hemen önümdeki aynaya yansıyan görüntüm o kadar korkunçtu ki, küçük bir çığlık attım. Ten rengim kırmızıdan mora dönmüş, saçlarım terden birbirine yapışmıştı. Karışık turşu kavanozunda salatalık turşularının arasına sıkışmış bir pancar gibiydim. "Eyvah" dedim istemsizce. "Panik atak geçirmedim de, o bana geçirmiş gibi..." Başımı kendi görüntüme daha fazla maruz kalmamak için öne eğdim ve gözlerimi kapadım. Hayatımda pek az hissettiğim bir kaygı beynime doğru atağa kalkmış, defansım ise bomboştu. Ne yapacağımı ve nasıl baş edeceğimi ise bilmiyordum.
Nefesim düzene girsin diye birkaç saniye annemin yoga yaparken kendi kendine ne sayıkladığını hatırlamaya çalıştım. Dört saniye nefes al, yedi saniye tut... Boğuluyorum. Ver nefesi ver... Nefes egzersizi annemde olduğu gibi, bende de işe yaramadı. Paniğimi dizginlemek için başka bir şeye odaklanmam gerektiğini düşünerek gözümü açıp, banyoda etrafa bakmaya ve içimden nesneleri saymaya başladım. Beynimi rastgele çağırışımlar yaparak oyalamanın işe yaramasını umdum. Küvete çevirdim kafamı ilk. Gökhan'ın yedisi bir arada şampuanı ile göz göze geldim. "Şampuan..." dedim güçlükle. Gökhan'ın favori içeceği. "Diş fırçası..." Oğuz Gökhan'ın diş fırçasını ayakkabısını temizlemek için kullanmıştı bir keresinde. Gökhan da o diş fırçasını Oğuz'a yedirmişti. "Tuvalet kağıdı..." Aaa... Düğünde Gökhan onu da yemişti değil mi? Gökhan niye sürekli böyle şeyler yiyor acaba? "Banyo banyo değil, Gökhan için açık büfe" derken kendi kendime güldüm. Aklım oyalanınca biraz olsun düzelen nefesim, arkamı döndüğüm an tekrar kesildi. Hangi ara içeri girdiğini anlamadığım Oğuz bir eli duş başlığında, diğer eli muslukta bana bakıyordu. Beyni, İsveçli bilim insanlarına elli yıllık tez malzemesi olacak potansiyeldeki arkadaşım, yaptığı şeyden emin bir şekilde "Yüzünü yıkamak iyi gelecek Yaprak," deyip suyu sonuna kadar açtı.
Duş balığından akan tazyikli su ağzıma ve burnuma dolarken, Oğuz yaptığı şeyden gurur duyar gibi "Şimdi daha iyisin, değil mi" diye sordu.
Ağzıma dolan su usulca dudaklarımın kenarından akarken "Süperim" dedim. "Çok sağ ol."
"Yaprak!" Sinan'ın sesi banyoda yankılandığı an Oğuz ani bir refleks ile kapıya döndü. Elindeki açık duş başlığı, sanki mekanik bir kol olarak ona bağlıymış gibi onunla aynı anda hareket etti. Ve Sinan'ı da ıslattı. Sinan delirip duş başlığını Oğuz'un elinden alıp onu küvete ittirdi ve makineye dizmeden önce kirini akıttığı bir tabak gibi ovalaya ovalaya duruladı onu. İçimdeki krizi dindirmek için sığındığım bir metre kare banyoda, arkadaşlarım kendi kriz merkezi üssünü oluşturmuştu yine.
Beş dakika içinde kendilerinin yaratıp yine kendilerinin çözdüğü kriz hızla durulmuştu. Hiçbir şey olmamış gibi üçümüz de banyoda rastgele yerleşe oturmuş, Hale teyzenin rengarenk havlularına sarılmış kurulanıyorduk. Kendimizi sürekli böyle durumlarda bulduğumuz için normalimiz mi buydu, yoksa hepimizin iqsunu toplasak bir insan iqsu etmeyeceği için miydi bilmiyorum ama bir anda yine kendimizi alakasız bir muhabbetin içinde bulduk.
Kafasına sardığı turuncu havlu çağırışım yapmış olacak ki, aynada kendini inceleyen Oğuz "Sizce ben mi daha yakışıklıyım Tuna mı" diye sordu. İlk aşkı Yeşim'i Tuna'ya kaptırdığından beri Tuna'ya olan öfkesi de takıntısı da asla durulmuyordu.
Gökhan'ın babasının bornozunu giymiş Sinan küvetin ucuna oturup, bacak bacak üstüne attı. "Şahsi fikrimi sorarsan Tuna biraz daha yakışıklı. Ama karakter devreye girince..." derken, Oğuz'u baştan aşağı süzdü. Kafasını iki yana sallayıp "Yine Tuna önde" dedi gülerek.
Oğuz, dudaklarını büzüp "Nasıl flört ediyordur ki o" diye sordu kendi kendine. Aynaya bakarak, Tuna'yı taklit etti. "Sesin midemi bulandırmıyor Yeşim..." Yüzüne Tuna'nın meşhur "herkesken iğreniyorum" bakışını kondurdu. "Sen en az nefret ettiğim kişisin Yeşim..."
Sinan hızlıca ayaklanıp "Belki tam tersi daha sert davranıyordur. Ters psikoloji..." derken, Oğuz'un beline yapıştı. Tuna taklidini devralıp, "Senden nefret ediyorum" dedi usulca. Sesindeki kışkırtıcı ton, Tuna taklidi ile birleşince tüylerimi diken diken etti. Oğuz'u kendine çekip usulca üstüne eğildi. Yüzünü, onu öpecekmiş gibi ona yaklaştırdı. "Senden o kadar nefret ediyorum ki, seni o pis dudaklarından öperek cezalandırmak-" derken, kapı açıldı.
Gökhan, şok içinde bize bakıyordu.
"Şaka mı bu" dedi gördüklerine inanamayarak. "Önce Ali ile Yaprak'ı basıyorum. Sonra sizi... Bütün arkadaş grubum sırayla birbirini mi dönüyor cidden?!" Ben panikten tekrar eski model telefonlar gibi zangır zangır titremeye başlarken, Gökhan "Bu nasıl iş ya..." diye söylenerek kapıyı çarpıp çıktı.
Hala Oğuz'u belinden tutmakta olan Sinan, "Ne saçmalıyor bu ya" diye sorunca; arkadaşlarımın aptallığı ilk kez işime yaradı. Onlara kendim söylemek istediğim için, Gökhan'ın ağzından kaçırdığı şeyi anlamamaları bir nebze iyiydi. Stresten elimdeki havluyu yemek üzereyken, Hale teyzenin sesi banyoya doldu.
"Çocuklar hadi sofraya! Buz gibi oldu yemekler."
Arkadaşlarımın aileleriyle yemek yemeyi küçüklüğümden beri hep çok sevmiştim. Birden çok annem, babam ve kardeşim var gibi hissettirdiğinden sanırım... Her ne kadar böyle yemekler her seferinde bizimkilerin saçma bir şey yapıp ortalığı karıştırması ile sonlansa da, yediğim en güzel yemekler hep böyle sofralardaydı. Tadı, huzurdu. Kokusu, çocukluğumdu. Yemekler soğusa da, aslında hep sıcaktı. Ancak o an, o kocaman yemek masasında karşımda oturan Gökhan'ın bana bakmadan tabağındaki yemekleri tırtıklaması ve bana buz gibi davranması ilk kez bir aile yemeğinde kendimi kötü hissetmeme sebep oluyordu.
Bizim dışımızda masadaki hiçkimse bu durumdan haberi yoktu. Oğuz ve Sinan kafalarındaki havlularla yemekleri tıkınıyordu. Gökhan'ın babası Caner amca her zamanki gibi oğlunun aksine oldukça sakindi. Bizi doyurmaktan her zaman çok mutlu olan Hale teyzenin ise keyfi oldukça yerindeydi. Zarif ellerini, çenesinin altında birleştirip gülümseyerek Oğuz'a döndü. "Oğuzcum, Zeliş nasıl? Nasıl gidiyor hamilelik?"
Ağzına tıktığı patates salatasını zevkle çiğneyen Oğuz "Düşünmemeye çalışıyorum" dedi. "Hala annemle babamın yakın iki arkadaş olmadığı gerçeğini sindiremedim."
Hale teyze sağlam bir kahkaha attı. "Koskocaman çocuklar oldunuz artık. Böyle konularda bilimsel yaklaşmanız lazım!"
Annesinin böyle konuşmasından hiç haz etmeyen Gökhan'a baktım çaktırmadan. Tahmin ettiğim gibi, çatalını tabağındaki ete sertçe sağlayıp ağzının içinde kimsenin duymayacağı bir küfür savurdu.
Nefessiz yemek yemeye devam eden Oğuz "Annemle babamın ben uyuduktan sonra hangi bilimsel faaliyetler yaptığı hakkında düşünmek istemiyorum açıkçası" dedi tiksinir gibi yaparak.
Hale teyze, bardağındaki meyve suyundan bir yudum alıp, "Ben Zeliş'e söylemiştim," dedi tek kaşını havaya kaldırıp. "Sen de benim gibi öğretici kitaplar al, ergenliğe girdiği gibi ver okusun diye." Gökhan, annesinin açtığı konudan ne kadar rahatsız olduğunu belli etmek ister gibi, elindeki çatalı bırakıp annesine döndü. Onu görmezden gelen Hale teyze "Böyle şeylerin ayıbı olmaz," diye devam etti. Bize dönüp "Mesela Gökhan 14 yaşına girdiğinde, hemen onun yaşına uygun her şeyi bilimsel yollarla anlatan öğretici ve açıklayıcı kitaplar aldım verdim" dedi gururla.
Gökhan'ın yüzü giderek içe çökerken, ağzında yemek değil de haykırmak istediği şeyler var gibi görünüyordu. Birkaç saniye kendini sakinleştirmeye çalışıp, birbirine kenetlediği dudaklarını usulca araladı. "Anne..." dedi sessizce. "Kapatalım bu konuyu."
Hale teyze, kaşlarını usulca çatarken nazik tavrını korumayı sürdürdü. "Sapkın sitelerden yalan yanlış şeyler öğrenmendense en sağlıklı yöntem buydu Gökhan" dedi. Sessizce yemeğini yiyen kocasına döndü sonra. "Çocuk psikologu ile birlikte seçmiştik hepsini" dedi gülerek. "Selvi'nin kızı... Sağ olsun çok yardımcı olmuştu."
Caner amca, karısı ile her zaman gurur duyardı. "Bu kadar bilinçli bir annen olduğu için şükretmelisin Gökhan" dedi ona dönüp.
Kocasından aldığı gaz ile yükselen Hale teyze "Ayrıca böyle şeylerde utanılacak bir şey yok" dedi. "Bir noktada seni leyleklerin getirmediğini, aşk ile yapıldığını öğrenmen lazımdı çocuğum."
Oğuz, gülmemek için elini ağzına kapattı. Hale teyzeler duymasın diye bize iyice sokulup, kısık bir sesle "Gökhan'ın aşk ile yapılma ihtimali yok aga..."dedi. "Gökhan bir BDSM gecesinin ürünü olabilir sadece. Bu agresifliğin başka açıklaması olamaz."
Hale teyze duymamıştı ama, Gökhan duymuştu. Yüzündeki renk bir anda çatalına taktığı domatese döndü. Dişlerini sıkarak "Ben sana sonra göstereceğim BDSM'i..." dedi sessizce. Sonra çıldırıp, elindeki çatalı masaya çarptı ve annesine döndü. "Anne sen de on yedi yaşında ergen evladının yanında ne konuştuğuna dikkat et ya" diye bağırdı. "Ne bu şimdi... Aşk ile yapılmışmışım da, bilinçli ebeveynlermiş de..." Siniri, giderek çocuksu bir hal aldı. "İstemiyorum ben bilinçli ebeveyn" dedi homurtuyla. "Ben televizyonda öpüşme sahnesi çıkınca cık cık sesi çıkarıp kanal değiştiren ebeveyn istiyorum!"
Hale teyzenin yüzü, Gökhan'ın her kelimesinden sonra biraz daha ağlamaklı hale geldi. Ne diyeceğini bilemeyip, kocasına döndü. Sessizce "Not al bunları..." dedi. "Psikologuna anlatmamız lazım." Elini ağzına kapatıp, "Bu çocuk bu öfke ile kendine bir şey yapacak diye korkuyorum" derken, kocası elindeki ekmeği masaya bırakıp karısını teselli etmek için eline dokundu usulca. "Hadi biz balkonda kahve keyfi yapalım aşkım" dedi. Hale teyzeyi omuzlarından tutup kaldırırken, bize dönüp "Afiyet olsun gençler" dedi ve karısı ile birlikte salondan çıktı.
Masada biz bize kaldığımızda yutkundum. Gökhan'ın ne yapacağını merak ettiğim için, gözümün kenarı ile ona baktım. Masada bir şey arıyordu. Önce çatalı eline alıp geri bıraktı. Sonra ekmek sepetini... Gökhan'ın ne yaptığını benim gibi anlamlandırmaya çalışan Sinan "Ne arıyorsun lan" diye sordu.
"Oğuz için yeterince büyük bir şey arıyorum," derken, eline su dolu sürahiyi aldı ve Oğuz'a döndü. "BDSM gecesi ha..." dedi sürahiyi ona doğru tutup. "Ben şimdi göstereceğim sana BDSM'i..." derken birden durup şok içinde ona bakan Sinan'a döndü. Alaycı ve isterik bir gülümseme ile "Aaa, ama önce sevgiline sorayım" dedi. "Birader önünde manitana sürahiyi enlemesine sokmaya çalışıyorum ama ayıp olmuyordur umarım."
Ağzı bir karış açık kalan Sinan bir bana, bir Gökhan'a baktı. İşaret parmağını havaya kaldırıp, "Bir dakika, bir dakika..." dedi. "Simge de dahil olmak üzere bir süredir bütün kızlar tarafından red yemiş olabilirim. Ama Sinan Yorulmaz bile kardeşlerine yan gözle bakmaz!" Ben küçülüp sandalyede bezelye tanesi kadar kalırken, yüzüne tutulan sürahi ile bütünleştiği için yüzü yansımadan yamuk yumuk görünen Oğuz'u işaret etti Sinan. "Hem şuna bak gruptan birine sulanacak olsam Oğuz'a mı sulanırdım?"
Gökhan, bu muhabbetin beni tetikleyeceğini bildiği için sanırım elindeki sürahiyi bırakıp o gece ilk kez bana baktı. Kalbim öyle bir sıkıştı ki, üstümdeki stres bin ton oldu ve ben altında ezildim. Sinan ve Oğuz da benden nefret edecekti. Titreyen ellerimi yumruk yapıp dizlerime vurdum. Ne olursa olsun diyerek, üstümdeki bin ton ağırlığı kelimelere sarıp masanın ortasına attım. "Ali ile sevgiliyiz" dedi gözlerimi kapatıp. "Size söylemeye çok korktuk." Ağlamamak için kesik kesik cümleler kuruyordum. "Söyleyecektik..." dedi kendimi sıkarak. "Ama asıl tepki vereceğiniz bilemedik." Kafamı kaldırıp, onlara bakma cesareti topladığımda çenem titremeye başladı. "Benden nefret edeceksiniz biliyorum" derken, Oğuz şok olmuş yüzü ile hiç beklemediğim bir tepki verdi. "Kız sen Barış ile kırıştırmıyor muydun?"
Sessizce benim itirafımı izleyen Gökhan, Oğuz'un tepkisi ile çileden çıktı. "O ne biçim laf orospu evladı" diye bağırıp, masada duran çatalı eline alıp sıktı. "Saplayacağım şimdi çatalı kaba etine, düzgün konuş!"
Kaşlarını çatan Oğuz, "Kırıştırmak kötü bir şey mi" diye sordu konudan uzaklaşıp. "Kırıştırmak, iki kişinin karşılıklı rıza çerçevesinde oynakça bir takım hal ve tavırlar sergileyerek birbirlerinden hoşlandıklarını-" derken, Gökhan sinirle masadaki bir dilim ekmeği Oğuz'un ağzına tıktı ve cümlesini tamamlamasına izin vermedi.
Aldığım tepkinin absürtlüğü ile birkaç saniye kalakaldım. Çekinerek, sesi çıkmayan Sinan'a döndüğümde ağzı o kadar açıktı ki, çenesi neredeyse masaya değiyordu. "Şok içerisindeyim şu an" dedi güçlükle. "Yaprak sen şimdi Ali ile Barış'ı aynı anda mı idare ediyorsun?!"
"Ne?!" Elim ayağım birbirine dolandı. "Ya saçmalamayın, hayır! Sadece Ali'yi idare ediyorum-" derken, cümlenin ortasında önümdeki tabakları ittirip kafamı masaya dayadım. Alnım ekmek kırıntılarını ezerken, "Yani Ali ile birbirimize aşığız biz" diye bağırdım.
Oğuz, sakince "Tamamen durumu netleştirmek için soruyorum..." dediğinde kafamı kaldırıp çaresiz gözlerle ona baktım. Tek umudum, kötü de olsa normal bir tepki vermesiydi. Ancak böyle bir şeyin mümkün olmadığını ön görememek benim hatamdı. Gözlerini kısıp, gerçekten merak eder gibi "Ali ile aranızaki şey bromance olabilir mi" diye sordu.
Oğuz benim aklımı yitirmiş gibi kocaman gözlerle boş boş ona baktığımı görünce, çaresizce kendini açıklamaya çalıştı. "Yani mesele ben de bazen Gökhan'a sana aşığım falan diyorum ya şaka yollu... Karademir'im diyorum, ben de sarışınım bak diyorum... Öyle bir şey mi yoksa-" derken, saatlerdir tuttuğum gözyaşlarım istemsizce yanaklarımdan akmaya başladı.
Benim ağlamaya başladığımı gören Gökhan, sinirle Oğuz'a döndü. "Ya ne salak salak konuşuyorsun Oğuz ya" diye bağırdı. "Lan benim Yaprak'a sinirli kalmam lazımken oturdum sana sinirlendim şu an." Sinirden ne yapacağını şaşırıp ağzını açtı. "Sinirimden kolunu ısırcam şimdi," derken birden durdu. "Hassiktir, çenemi kasamıyorum..."
Yanımda oturan Sinan, beni tutup kendine çekti. Saçlarımı okşarken, "Tamam tamam, ağlama," diyordu. Beyin yerine taşıdığım likit sıvı gözüm ve burnumdan akıyor gibiydi. Sinan kafasındaki havluyu çıkarıp yüzümü sildi. "Burnun akıyor Yaprak..." dedi tiksinerek. "Burnun nasıl bu kadar akabilir?"
Sinan'ın havlu ile yüzüme tampon yapmasından bunalıp kendimi geri çektiğimde Gökhan'ın korkudan ölecek gibi görünen suratı ile göz göze geldim. "Ben çenemi kasamıyorum ve sanırım kolumu kaldırmakta da biraz zorlanıyorum" dedi. "Sinirden bana inme iniyor olabilir mi?" Küçük bir çığlık attı. Vücudu gerçekten de kontrolünde değil gibi duruyordu. O anın şokuyla ağlamam birden kesildi. Gökhan masaya yığılırken, söylediği şeylere tezat olacak şekilde sakin konuşuyordu. "Kendi kendimi korkuttum şu an, panik içindeyim ama çaktıramıyorum" dedi. "Çünkü kaslarımı kontrol edemiyorum!"
Sandalyesinde giderek aşağı kayan Oğuz, "Şey..." dedi çekinerek. "Ben Zeliş Sultan'dan ceplediğim kas gevşeticileri senin meyve suyuna katmıştım. Çok gergindin biraz rahatla diye..."
Sinan ile aynı anda "Ne?!" diye bir çığlık attık. Panikle sandalyeden fırladım. "Kaç tane attın?!"
"Ne bileyim, saymadım ki..."
"Saymadın mı?!" Her saniye değişen duygu durumum yüzünden paniğim, sinirime; stresim şokuma tur bindiriyordu. Ne yapacağımı şaşırıp salonun ortasında kendi kendime dönerken, "Eyvah, zehirlenecek çocuk" diye bağırdım.
Oğuz, "Yok ya, kas gevşeticiden ne olacak..." derken, Gökhan kendini güç bela Oğuz'a doğru çevirdi. "Allah belanı versin Oğuz..." dedi usulca. Sanki bin kiloymuşçasına zorlukla kaldırdığı elini yumruk yapıp Oğuz'un omzuna geçirdi. Ama bir bebek bile daha fazla can acıtırdı, eminim. "Acıdı mı canın? Acımadı di mi" diye sorarken, Oğuz kaçmak için masanın altına doğru kayıyordu. Gökhan, hacıyatmaz gibi bir o yana bir bu yana savrulan bedenini "Sıçtım ağzına Oğuz" diyerek Oğuz'un sandalyesine doğru bıraktı ve birlikte yere devrildiler. Gökhan'ın bedeni altında ezilirken, "İmdat" diye bağırıyordu Oğuz. "Nefes alamıyorum!"
O anki en son umursayacağım şey Gökhan'ın altında ezilen Oğuz olduğu için onu duymazdan geldim. "Sinan n'apcaz" diye sordum endişeyle.
Panik yönetiminde en az benim kadar başarasız biri olan Sinan, "Hale teyzelere söylersek yanlış anlarlar" dedi tırnaklarını kemirirken. "İlaçları kendi isteğiyle yuttu, kendine bir şey yapmaya kalktı sanırlar! Duymadın mı Hale teyzeyi?"
Sinan'a nadiren hak verdiğim anlardan biriydi. Gökhan'ın bir süredir psikolojik destek alması, öfke kontrol problemi ve depresif tavırları yüzünden ailesi oldukça endişeliydi. Onlara bu durumu anlatsak kesinlikle yanlış anlarlar belki de Gökhan'ı eve kapatırlardı. Yerde debelenen Gökhan'a bakıp "Hastaneye götürüp, midesini yıkatmamız lazım" dedim çaresizce.
Beni duyan Gökhan, kendini Oğuz'un üstünden çekip sırt üstü döndü. "Yıkatmam" diye bağırdı. "Midemi yıkatmam bir daha! Yalama oldu yıkat yıkat!"
Gökhan'ı da duymazdan gelip "Ali'yi arayalım, taksiyle hastaneye gidelim. Orada bi şeyler düşünürüz" dedim ve cebimden telefonu çıkarıp Ali'yi aradım. Ancak telefonu meşguldü. Bir Sinan'a, bir yerdeki Gökhan ve Oğuz'a baktım. Kendi krizimi yönetmekteki beceriksizliğim aklımı karıştırmıştı. Ama aslında iyi olduğum bir şey vardı. Sığır yönetimi... İş yine başa düştü diyerek silkindim kendime geldim. Sinan'ı ve Oğuz'u işaret edip "Siz Gökhan'ı sırtlayın dışarı çıkarın" dedim antrenör edasıyla. "Ben Hale teyzelere çok yedik, bir yürüyüşe çıkıyoruz diyeceğim. Yoldan taksi çeviririz, doğru hastaneye gideriz!"
Gökhan'ın koca cüssesini peşimizde sürüklediğimiz ve zamanla yarıştığımız için durağa yürümemize gerek kalmasın diye yoldan boş bir taksi bulmayı ummuştum ama ortalıkta taksi maksi yoktu. Öyle ki, yürüye yürüye iki sokak ötedeki Sinan'ların evinin önüne kadar gelmiştik. Gökhan'ı taşımaktan katlamalı sandalyeye dönen Oğuz, onu kaldırıma doğru attı. Sinan'ın babasının park halindeki polis arabasına sırtını ona doğru yaslayıp, "Sinan git evden babanın anahtarını çal gel, polis arabasını kimse durdurmaz zaten" dedi nefes nefese. "Ben kullanırım!"
Sinan, kaldırımda ters dönmüş bir kaplumbağa gibi debelenen Gökhan'ı belinden kavrayıp kaldırdı. "Ne ehliyetin var, ne araba kullanmasını biliyorsun! Saçma sapan konuşma" diye çemkirip, Gökhan'ı sırtına aldı ve yürümeye devam etti.
Ben elimde telefon internetten taksi durağı numaraları ararken, Sinan yanıma geldi. Oğuz arkamızdan "Gökhan'ımı kurtarmak için ben bu riski alırım" diye bağırıyordu kendi kendine. Gözlerimi devirip, sinirden telefonu yememek için "Sinan sustur şunu" dedim. "Çocuğu kas gevşeticiden değil ama trafik kazasından öldürcek, taktı kafaya!"
Sinan kan ter içinde "Yaprak ben bununla hızlı yürüyemiyorum" derken, Gökhan'a valiz muamelesi yapıyordu. "Sen şuradan caddeye çıkıp taksi baksana!"
Sinan'a 'tamam' der gibi bir el hareketi yapıp hiç beklemeden dediğini yaptım ve caddeye doğru koşmaya başladım. Caddeye çıkmama birkaç saniye kala, benim olduğum sokağa dönen birine çarptım yanlışlıkla. Kafamı kaldırıp kim olduğuna bakmama gerek yoktu. O'ndan bile önce tanıştığım göğüsünü nerede görsem tanırdım.
Sırıktı.
Ani frenin etkisi ile sarsılan bedenimi omuzlarımdan tutup, "Yaprak" dedi endişeyle. "Bir sorun mu var?"
O an ne şok olmaya ne de ilk tanıştığımız gün de göğsüne çarptığımı düşünüp dejavu olmaya vaktim olmadığından Barış'ı ve hava yastığı modu açık göğüslerini hızlıca kafamdan sildim. "Gökhan'ı hastaneye götürmemiz lazım" dedim nefesimi kontrol altına alıp. "Taksi bulamıyoruz!"
"Neyi var?"
Arkamdan karnını tuta tuta terlikleriyle koşan Oğuz "Kas gevşetici yedirdim on tane" diye bağırdı.
Kafamı iki yana sallayıp, endişeyle arkamı döndüm. Oğuz önde bize doğru koşuyor, Sinan ve Gökhan arkasında sallana sallana bize doğru yürüyordu.
"Hiçbir şey anlamadım" dedi Barış bir bana bir ona doğru koşan Oğuz'a bakarken. Hava yastıklarından uzak dursun da aklı karışmasın diye kendimi Barış'ın önüne siper ettim ve Oğuz'un bana çarpıp durmasını sağladım. Oğuz yere düşerken, bir sebepten hala karnını tutuyordu sımsıkı. Anlamadım ama üstünde de duramadım. Barış'a dönüp "Sırık hiç anlattırma n'olur..." dedim çaresizce. "Gökhan'ın midesini yıkatmamız lazım en acilinden!"
"Ambulans niye çağırmıyorsunuz?"
"Ailesi yanlış anlar, olmaz!"
Barış birkaç saniye bana baktı. Usulca kafasını sallayıp, "Bekleyin burada iki dakika," dedi. "Babamın arabasını alıp geliyorum ben."
"Ehliyetin var mı ki senin?"
"Yeni aldım. İki hafta oluyor."
Barış, kocaman adımlarla geldiği yere geri dönüp bizden uzaklaşırken telefonumu çıkarıp tekrar Ali'yi aradım. İçim huzursuzlukla dolmuştu. Bir yanlış anlaşılmaya daha gücüm yoktu.
Ama telefonu yine meşguldü...
Mahalle bakkalından binbir türlü yalanla aldığı içkilerin yarısına geldiğinde, sigara paketi de yarıya inmişti. İçindeki huzursuzlukla nasıl baş edeceğini bilemediğinde, berbat tercihleri olan yetişkinlerin taktiğine sığındığı için kendine kızgındı biraz.
Elinde sıktığı telefonunu açtığında, telefon ekranındaki fotoğrafı gördü. Arkadaşları ile çocukluk fotoğrafları... Ekrana sığmadığı için kendini kesmiş, sadece arkadaşlarını ekran fotoğrafı yapmıştı. Gözleri doldu.
Ya gerçekten oraya ait olmadığımı düşünürlerse? Ya onlardan bunca zamandır Yaprak'a olan hislerimi sakladığım için artık bana güvenmezlerse? Ya...
Kafasını iki yana salladı hızlıca. Düşüncesi bile, boğuluyor gibi hissetmesine sebep oluyordu. Ne zaman böyle hissetse, sığındığı tek bir ses vardı. Rehberine girip, o sese ulaşmaya çalıştı. Telefon, ikinci çalışta açıldı. Uykulu bir erkek sesi, "Ali?" diye cevap verdi telefona.
Ali, "Uyandırdım mı seni," diye sordu usulca. Suçluluk duygusu, içi su dolu bir kuyuydu. Bir damla daha düştü içine. "Özür dilerim..."
Emre usulca esnerken, yalan söylediği belliydi. "Yok, dalmışım öyle..." derken, hafifçe öksürdü uykuda kısılan sesini açmak için."Bu saatte aradığına göre bir şey oldu kesin. İyi misin?"
Bir damla daha... Kendine kızdı. "Seni hep kötüyken arıyorum," dedi kendi kendine. Elindeki içki şişesinden kocaman bir yudum alıp, boşalan şişeyi bankta yanına bıraktı. "Kötü bir arkadaşım değil mi?"
"Saçmalama be oğlum!" Emre'nin sesi her zamanki gibiydi. Yalan söylese bile, dünyanın en doğru cümlelerini kuruyor gibi hissetiyordu. "İyiyken kim kimi arıyor bizim yaşımızda?" Güldü. "Oğuz hariç," diye ekledi hemen. "Geçen gün beni arayıp bir saat boyunca kahkaha attı. Kahkahasını değiştirmek istiyormuş, benimle pratik yaptı. Oğuz işte..." Gülerken, Ali'nin nefes alış verişinden onun ruh halini anlayabilen Emre birden durdu. "Ali hadi..." dedi içtenlikle, onu ikna etmek için. "Anlat artık."
Ali, cebinden sigara paketini çıkardı. Bırakmaya söz verip sürekli yeniden başladığı sigarayı parmaklarının arasına sıkıştırırken, "Gökhan..." dedi usulca. "Yaprak'la bizi öpüşürken gördü."
Emre, konuşmadan evvel derin bir nefes çekti içine. Ali'nin sigarasına, temiz bir nefesle eşlik ediyor gibiydi. "Siz daha söylememiştiniz kimseye değil mi" diye sordu. Cevabını bildiği için, Ali'yi beklemeden "Kötü olmuş" dedi. "Ne tepki verdi?"
"Kızdı." Yanındaki boş alkol şişesini küllük olarak kullanıp, içine sigarasının külünü döktü. "Haklı da..."
"Ali ne olur her konuda kendini suçlamayı bırak artık. Bazen bazı şeyleri en yakınımıza bile söyleyemeyebiliriz. Zor gelir, zamanı değildir... Ne bileyim, ama yani-" Ali, Emre'nin konuşmasını "Onları kaybetmek istemiyorum" diyerek böldü. Gözleri doldu birden. "Zaten Yaprak'ı kaybedecekmişim gibi geliyor bazen. Bir de Gökhan artık benimle konuşmak istemediğini söyleyince..." Kafasını, ağlamamak için geri attı. Gökyüzüne bakarken, sigarasından bir nefes daha çekti. "Ben onlarsız bir hayat düşünemiyorum" dedi usulca.
Emre, "Kimseyi kaybettiğin yok, o konuda bir anlaşalım" dedi kendinden emin bir şekilde. "Yaprak'la aranızda ne oldu ki? Onu neden kaybedecekmişsin gibi geliyor?"
"Bilmiyorum." Gözlerini kapattı. Elini göğüsüne koydu. Hislerini orada tutmaya, düşündüklerini dışarı yansıtmamaya öyle alışıktı ki... O an dışarı taşmak için göğüs kafesindeki kemikleri kırar gibi olan hislerini ile başa çıkamıyordu. Güçlükle, "Bazen bana aşık değilmiş gibi hissediyorum" dedi. Sesi, fısıldar gibi çıktı. Sanki, kendisi bile duymak istemiyordu söylediklerini. "Sanki bana karşı hisleri arkadaşlıktan öte değilmiş de, kafasını karıştırmışım gibi..."
"Yine başladık..." Emre ilk kez sinirlendiğini çaktırmaya uğraşmadı. Sesini yükseltip, "Yine kendini suçluyorsun. Yapma artık şunu!" diye bağırdı telefona.
"Kendimi suçlamak en kolayı sanırım, o yüzden..." Biten sigarasını boş içki şişesine atarken, kendi kendine konuşur gibiydi. "Kendimi suçlarsam kimseye kızmam. Kimseye kızmazsam, onlarla aram hep iyi olur..." Bir anlık sinirle, yanındaki şişeye vurdu ve devirdi. "Kaybetme korkusunu sikeyim gerçekten. Bütün hislerim birbirine girdi."
"Dostum... Dürüstçe bir şey söyleyeyim mi sana?" Telefondan gelen sesler, Emre'nin oturduğu yerden kalkıp pencereyi açtığını belli ediyordu. Sanki, arkadaşı ile aynı manzaraya bakmak istermiş gibi... "Sen daha on yedi yaşındasın. Yasalara göre hala çocuk sayılıyorsun farkındasın değil mi? Çocuksun ve bir grup çocuğa anne-babalık yapıyorsun." İçini çekti. Şefkat ve sitemi birbirine katıp "Bir de bunu yaparken onları hayal kırıklığına uğratmaktan korkup stres oluyorsun" diye kızdı.
"Kendi ailemin bana yaşattığını onlara yaşatmak istemiyorum sanırım."
"İşte şimdi gerçek seninle konuşmaya başladık. Bunu daha önce hiç itiraf etmemiştin."
"İki kızım olsun istiyorum..." Dudakları yukarı doğru kıvrıldı. "Birine ablamın adını koymak istiyorum. Diğerinin ismini annesi seçsin istiyorum." O çok küçükken ölen ablasını düşünmek, kıvrılan dudaklarının usulca titremesine sebep oldu. Ayaklarını, karnına çekip banka dayadı. "Onları büyütürken siz de hep yanımda olun istiyorum." Alnını, dizlerine dayadı gözlerini usulca kapatırken. "Biri onların kalbini kırdığında, Gökhan devreye girsin istiyorum. Mutsuz olduklarında Oğuz güldürsün onları istiyorum. Birinden hoşlandıklarında Sinan onlara taktik versin, ben de Sinan'a kızayım istiyorum." Durdu. "Yaprak..." derken, içini çekti usulca. "Anneleri olsun istiyorum." Ancak ne zaman bir hayal kursa, hemen kötü bir senaryo yazmaya meyilli olduğu için "Ama eğer olur da ilerde ayrılırsak..." dedi. "Eğer ayrılırsak da..."
Kurduğu kötü senaryo, arkadaşı tarafından kesildi. "Ali... Tamamlama o cümleyi" dedi Emre sertçe. "Eğer bir gün ayrılırsanız o gün düşünürsün. Sürekli geleceği düşünmekten, şu anını yaşayamıyorsun. Başkalarını düşünmekten de kendini düşünemiyorsun." Söylediklerinin doğru duyulduğundan emin olmak istiyordu. Sesini alçaltıp, "Ali..." dedi. "Artık biraz kendini düşünmeye başlaman lazım."
"Kafamın içinde sürekli başkalarının sesleri var... Onların seslerinden, kendi sesimi duyamıyorum sanırım."
"Bağır."
"Ne diye bağırayım?"
"Aklından ne geçiyorsa."
Ali, hiç düşünmeden en çok haykırmak istediği şeyi tüm gücü ile sokağa haykırdı. "Yaprak ile sevgiliyiz ve ona yıllardır aşığım!"
"Devam et."
"Arkadaşlarımı çok seviyorum ve onları kaybetmek istemiyorum!"
"Nasıl geldi?"
"Çok iyi geldi!"
Emre, "Artık bağırmana gerek yok tamam" dedi gülerek.
Tam o anda kırmızı bir arabanın siren sesi çıkararak parkın önündeki sokaktan geçmesi ile dikkati dağıldı Ali'nin. "Bu sefer ben bağırmadım" dedi şaşkınlıkla. "Garip bi' polis arabası geçti." Sesi, daha sakindi. "Polis arabaları kırmızı olabiliyor muydu ya?"
"Sesin daha iyi gelmeye başladı. Sevindim!"
"Emre..." Ayaklarını tekrar yere indirip, toprak zemine bastı. "İyi ki varsın" dedi tüm içtenliğiyle. "Söz, bir sonraki sefere Oğuz gibi sadece kahkaha atmak için aracağım."
"Siktir git," derken alay eder gibi güldü Emre. "Seni hiç kahkaha atarken duymadım. Gamzen görünsün diye çarpık bir gülümseme yapıyorsun sadece." Ali, onu yalancı çıkarmak ister gibi küçük bir kahkaha attı. Emre de ona eşlik etti. "Bak," dedi heyecanla. "Bu da bir gelişmedir!"
"Eee, sende ne var ne yok? Bir kızdan bahsetmiştin... Konuşmayı başarabildin mi?"
"Hiç sorma... Sinan'ı aradım taktik almak için. Bana dedi ki hıyar herif-"
Emre'nin sesi birden kesildi. Ali, kulağına dayadığı telefonu indirip ekranına baktığında "Siktir ya..." dedi kendi kendine. Şarjı bitmişti. "Konu çocuğa gelince yüzüne kapatmışım gibi oldu." Telefonun siyah ekranına bakarken, gülerek kafasını iki yana salladı. Emre'nin cümlesinin devamı duymasa da, Sinan'ın aşağı yukarı ne taktik verdiğini tahmin edebiliyordu. "Sinan'ı dinlememeliydi" dedi kendi kendine.
Telefonunu cebine atıp, kafasını tekrar geriye attı yıldızlara bakmak için. Yıldızlar, çocukluklarındaki gibi görünüyordu. Yıldızlar aynı kaldıkça, bizde aynı kalacağız diye geçirdi içinde. Usulca gülümsedi. İçindeki korkular biraz azalmış, yerine tanıdık ince bir huzur dolmuştu.
27.06.25 geçen sene bu hikayenin finalledigini duyup kitap çıkınca okumakta karar kılmıştım, dayanamadım. Yorganın altında gece gizlice wattpadden bu hikayeyi okumaya çalışan o küçük kızın buna ihtiyacı var. Çok heyecanlıyım ay ay ay!
satır arası yorum gelmiş başka bir yerde hayrılayamazdım.... özgür ve yosun için yeni bölümlerde tartışacağız tekrar okumaya gücüm yok son bölüm sağ olsun🤡
Geleneği bozmayalım… 4n1knın ilk bölüm ilk satırına tarih atılır :,) bu da satır arası yorum yapabilmemizin şerefine yapacağım rereadingin tarihi olsun bari (staj işleri ve bütlerle boğuşuyorum da mlsf… burdan geçmişteki küçük serz’e bir not, büyümek o kadar da eylenceli değilmiş annem 🥲🥲🥲)
EVET REREADİNG TARİHİ VERİP KAÇIYORUM ŞİMDİ STAJ İÇİN GÖRÜŞMEM VAR 😭😭😭: 29 Haziran 25’
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
Lgs ye hazırlanıyordum en son şimdi fakülte sınavım var, vay be
EVET REREADİNG TARİHİ VERİP KAÇIYORUM ŞİMDİ STAJ İÇİN GÖRÜŞMEM VAR 😭😭😭: 29 Haziran 25’