Çemberde

“Stresten karnıma ağrı girdi.” Ayça, elini karnına bastırıp, kafasını arabanın camına yasladı. Sanki duyduklarının gerçek olmasını istemiyormuş gibiydi. “Karanlıkta görmüşsün hem, belki karıştırmışsındır…” Hiç uyumadığı için gözleri kapanan Ege, “Ayça yeter,” diye bağırdı. “Belki Defne’dir gördüğüm, belki değildir! Öğrenmek için sabahın altısından beri sapık gibi milletin evini gözetliyoruz ya işte!” Ege’nin birden yükselmesi, Ayça’yı şaşırttı. Sesini alçaltarak, “Ne bağırıyorsun ya,” dedi çocuk gibi. “Daha iki saat olmuştu yatalı sabah beşte uyandırıp üstüne bir de şoka soktun beni. Delirmem normal değil mi?” “Hiç değilse iki saat uyumuşsun, ben hiç uyumadım!” Gözündeki büyük gözlükleri indirip, arabanın aynasından kendine baktı. “Şu halime bak, gözlerimin altı mosmor, saçlarım geceki peruk yüzünden kafama yapışmış!” Kucağına koyduğu şapkayı kafasına geçirerek dua eder gibi konuştu. “Kimse görmese bari…” “Pendik’te paparazzi olmaz canım, merak etme,” diye çemkirdikten sonra dikizledikleri eve doğru döndüğü an, kapının açıldığını gördü Ayça. “Birileri çıkıyor!” Ege panikle, “Kafanı eğ,” diye bağırınca, ani bir refleksle koltukta kayabildiği kadar aşağı kaydı. Sanki söylediklerini duyabilirlermiş gibi, kısık bir sesle sordu. “Onlar mı?”

“Rüya’yla geldiğimiz ev buydu.” Defne’nin dışarı çıkardığı tekerlekli sandalyeyi ve sandalyeye oturmasına yardım ettiği bitkin görünen adamı görünce, “Bence onlar,” dedi. “Baksana!” “Deniz o mu?” “Galiba. Yüzünü daha önce hiç görmedim. Ama kesin odur.” Kız tekerlekli sandalyeyi iterek aksi yönde ilerlemeye başlayınca Ayça koltukta doğruldu. “Böyle uzaktan olmaz,” dedi homurdanarak. Hâlâ tam siper oturan Ege’yi dürttü. “Hadi sür, takip edelim!” “Ciddi misin sen?” “Çok ciddiyim, hadi!” Kendi kendine, “İnanmıyorum ya…” diye söylenerek arabayı çalıştırdı. Olabildiğince yavaş gitmeye özen göstererek, “Gerçekten inanmıyorum,” diye tekrarladı kendini. “Üç milyon liralık araba ile tekerlekli sandalyedeki bir adamı takip ediyorum resmen. Dünyanın en korkunç insanı gibi hissediyorum!” “Adamı arabayla ez, demedik. Abartma! Takip edip, kızın yüzünü net görebileceğimiz bir fırsat bulacağız sadece!” “Bu yana doğru dönse yüzünü… Stresten midem ağzımda resmen!” Birkaç yüz metre, oldukça yavaş bir hızla takibi sürdürdüler. İkilinin, mahallenin kocaman parkına doğru yöneldiğini görünce, “Parka giriyorlar,” diye bağırdı Ayça. “Arabayı bırakalım bir yere, peşlerinden gidelim!” “Arabadan mı ineceğiz bir de… Ya biri beni tanırsa?” “Ne mızmızlandın arkadaş ya… Kimse yok etrafta zaten, kim görecek!” Yol kenarındaki boş yerleri işaret ederek emreder gibi konuştu Ayça. “Şuraya çek, hadi!”

“Gazetelere, hasta bir adamı takip eden manyak oyuncu, diye manşet olacağım senin yüzünden!” Arabayı, bulabilecekleri en tenha yere bıraktıktan sonra parkın kapısına doğru dikkatle yürüdüler. Yanlarından geçen insanlar yüzünden gerginliği iyice artan Ege şapkasını becerebildiği kadar aşağı çekti. “Yüzüm gözüm kapalı değil mi?” Parkın içine doğru bakınan Ayça, ona dönmeden, “Annen görse tanımaz, merak etme,” diye geçiştirdi. Az ileride, bir bankın önünde duran Defne ve Deniz’i görünce, “Şuradalar,” diye fısıldadı. Vücudunu duvara dayayıp, elini gözüne siper ederek dikkatlice baktı ama kadın bir türlü yüzünü dönmüyordu. “Böyle olmayacak,” dedi kendi kendine. “Göremiyorum böyle!” Kapının hemen yanındaki büyük ağaca yaslanan Ege çaresizce, “Mert’i arasak? O gelip baksa,” diye bir tavsiye verince Ayça birden sinirlendi. “Saçmalama,” diye azarlayıp Ege’nin yanına geldi. “Defne değilse büyük hayal kırıklığı yaşar. Önce emin olmamız lazım.” Parkın karşısındaki diğer girişi gösterdi. “Şuraya gidip, çalıların arkasına oturalım. Oradan rahatça gözetleyebiliriz.” Ege’yi yaslandığı ağaçtan zorla çekip koluna girdi ve gösterdiği yere kadar sürükledi. Deniz ve Defne’nin oturduğu bankın karşısındaki uzun çalıların arkasına tünediler. Ege, tam kamufle olmak için yüzünü dalların arasına iyice gömdü. Ayça, ince dalları eliyle hafifçe aralayıp karşısındaki genç kadına odaklandı. Tekerlekli sandalyedeki adamın dizlerine örtülü battaniyeyi düzeltmek üzere eğildiği için yüzünü hâlâ göremiyordu. Çalıların arasında, güçlükle nefes alan ve bu takip olayından iyice bunalmış olan Ege, “O mu?” diye sordu merakla.

“Kız hareket ediyor, bir dursun anlayacağım.” Ayça’nın kalbi ağzında atıyordu. Uzun saçlı ve kumral diye bildiği Defne’nin aksine küt siyah saçları olan kadına bakarken, kendi kendine, “Saçı ilandakilerden çok farklı ama değiştirmiş olabilir tabii,” diye mırıldanıyordu. Aynı anda kadın aniden arkasını dönüverince nefesi kesildi. Gördüğü yüz, Defne’nin yüzüydü. Birden vücudundaki bütün enerji çekilmiş gibi, kendini yere bıraktı. Ayça’nın yığılması üzerine yüzünü çalılardan çıkaran Ege panikle, “İyi misin?” diye bağırdı. Titreyen elleri ile ona tutunan Ayça, “Tansiyonum düştü…” diyebildi sadece. Usulca yutkundu. Yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmişti. “Kendine gel,” diye telaşla fısıldadı Ege, bildiği tek ayıltma yöntemini kullanıp gözleri bir noktaya sabitlenmiş olan Ayça’nın yanaklarına vurmaya başladı. “Lütfen bayılma, kendine gel… Bak çok yanlış anlaşılabilir şu an! Pendik’te bir parkta kadın tokatlıyorum, ikinci skandal!” Telaşı daha da büyümüş, artık omuzlarından tuttuğu kızı sarsmaya başlamıştı. Birden kendine gelerek, “Kes be,” diye bağırdı Ayça. “Gözüm karardı birden, yok bir şeyim.” Ege’nin elinden kurtulup geri çekilmeye çalıştı ancak, “Olamaz…” diyerek olduğu yerde durdu. “Bacaklarım tutmuyor!” “Ya korkutmasana beni!” “O… O kız, Defne!” diye tereddütle tekrarladı. İnanmak mı istemiyordu yoksa olası sonuçlardan mı korkuyordu bilmiyordu ama “Bir daha kontrol edeceğim,” diyerek tekrar doğruldu. Hareket kabiliyeti iyice azalan bedenini bir türlü toparlayamadı. “Beni azıcık ittirsene,” dedi kendisine hayretle bakan Ege’ye. “Her geçen dakika, kariyerim için yeni bir yara açılıyor,” diye söylenerek onu çalılara doğru hafifçe ittirdi

Ege. Dizlerinin üstünde güçlükle duran Ayça, cebinden telefonunu çıkarıp kamerayı açtı. Genç kadının yüzünü kameradan izleyerek, görüntüyü yakınlaştırıp fotoğraf çekti. Tekrar kendini yere bırakırken, “O galiba ya,” dedi üzüntüyle. Cebinden kayıp ilanını çıkarıp, ilandaki yüz ile telefonundaki yüzü yan yana getirdi. Kendi içinde bir savaşa girmiş gibi, “Belki de Defne’ye çok benziyordur,” dedi. “Sonuçta kızı hiç yüz yüze görmedik… Belki fotoğraflarda, olduğundan farklı çıkıyor.” “Niye inanmak istemiyorsun Defne’yi bulduğumuza? Mert ona dönecek diye mi?” “Aptal!” deyip, Ege’nin koluna vurdu. “Defne’yi nasıl ve nerede bulduğumuzu düşün? İşin ucu bize bile dokunuyor! Eğer doğruysa, karmakarışık bir durumun içine düşeceğiz!” “E, ne yapacağız şimdi?” Ayça, kendini iyice yere bıraktı. Kayıp ilanındaki yüze bakarken, kafasından geçenler ile hislerini karıştırmamak için çaba harcıyordu. En sonunda pes edip, “Ben işin içinden çıkamam,” dedi. “En iyisi Cenk’i çağıralım buraya. O da bir görsün. Bu kesin Defne derse… O zaman bir şeyler düşünürüz.” İkinci çalışta açılan telefondan cevap gelmesini bile beklemedi. “Şu an her neredeysen koşarak buraya gel. Çok acil!” “Mert’e bir şey mi oldu?” diye bağırdı Cenk panikle. “Yok olmadı, ama olabilir! Çok acil hemen buraya koş!” deyip telefonu Cenk’in suratına kapattı Ayça. Ege’ye dönüp, “Hemen gelsin diye biraz korkuttum,” diye açıklama yapıyordu ki telefonu çaldı. “Lan nereye geleyim, onu demedin! Konum atsana!” On beş dakika kadar telaşla beklediler, en büyük korkuları Cenk gelmeden Defne’nin oradan gitmesiydi.

Böyle bir durumda ne yapacaklarını düşünerek kapıya doğru yürüdüler. Bir taraftan da tekerlekli sandalyeyi ve kızı gözden kaçırmamaya çalışıyorlardı. Kapıya yaklaşan taksiden apar topar inen kişiyi gören Ayça şaşırdı. Üstündeki spor şortu ve atleti ile kan ter içindeydi Cenk. “Ne oldu?” diye bağırdı panikle. “Mert nerede?” Ayça’nın gözü Cenk’in elindeki iki kiloluk ağırlıktaydı. “O ne be?” “Spordaydım aradığında,” dedi elindeki ağırlığı sallayarak. “Eşyalarımı toplarken yanlışlıkla bunu da çalmışım… Sen şimdi bırak bunları, olay ne anlat,” diye bağırdı. “Yolda bin tane senaryo kurdum kafamda!” “Sanırım Defne’yi bulduk.” “Pardon?” “Şimdi uzun uzun anlatamayacağım,” deyip, koluna girdi. Onu parkın içine sürüklerken, “Sakın bağırma ama tamam mı?” diye uyardı. “Sadece sana gösterdiğim kişiye bak ve Defne mi değil mi söyle...” Çalılara yaklaştıklarında, Cenk’i çekiştirerek yere çömelmesini sağladı. Hızlı gelişen olayları takip etmekte zorlanan Cenk, pek bir şey düşünmesine fırsat kalmadan, çalıların arasından birkaç yüz metre ilerisindeki Defne’ye bakarken buldu kendini. “Hasiktir…” dedi şaşkınlıkla alıp kızgınlıkla verdiği bir nefeste. “Defne bu!” Kendini yere bıraktığı için Ayça ile birlikte devrildiler. “Ne yapıyor ki burada? O adam kim?” “Biz de tam bilmiyoruz,” diyebildi Ayça. Cenk’in onayı üzerine, reddetmeye çalıştığı gerçek ile yüzleşmeye uğraşıyordu. Derin bir soluk aldı. “Ama sanırım adamın evinde kalıyor bir süredir...” Kafasındakileri toparlamakta güçlük çeken Cenk, başını ellerinin arasına aldı. “Mert’i aramam lazım,” dedi sayıklar gibi. Birkaç saniye gözlerini kapatıp düşündü.

“İyi de, ne diyeceğim… Sevgilin mafya tarafından kaçırılmamış ya da başını çarpıp hafızasını kaybetmemiş kanka, adamın birine kaçmış mı diyeceğim?” Öfkeyle dizine vurdu. “Hay sikeyim ya… Bunu hep hissediyordum ama yaşamaktan da çok korkuyordum!” Aynı anda birçok şey hakkında endişeli olan Ege, yavaşça Cenk’e sokuldu. Onu biraz olsun sakinleştirmeyi umarak, “Tam öyle olmayabilir,” dedi. “O adam hasta, Defne de ona bakıyor gibi bir şey…” Birkaç saniye buz gibi bir suratla Ege’ye baktı. “Tamam ya, bu Mert’i rahatlatır…” dedi sertçe. Elini hayali bir telefon gibi kulağına dayayıp, “Kanka, sevgilin seni metroda sik gibi ortada bırakıp hasta bi adama bakmaya kaçmış iyi mi?” dedi öfkeyle. Hayali telefon vazifesi gören elini, yumruk yapıp şakaklarına vurdu. “Ben dayanamıyorum,” deyip, ayağa kalkmaya yeltendi. Ayça, kolunu tutup onu yeniden aşağı çekerken, sinirden burnundan soluyan Cenk, “Hesap sormam lazım, bırak,” diye gürledi. Ayça, elini onun ağzına bastırıp, “Sessiz ol, duyacak seni,” diye uyardı dişlerini sıkarak. “Hesap sormaya hakkı olan tek kişi Mert… Şu an olayı en doğru şekilde çözüp, ona nasıl söyleyeceğimizi düşünmeliyiz. Yanlış bir adım atmayalım.” Cenk’in kasılan bedeninin gevşediğini fark edince, onu ikna ettiğini düşünüp elini ağzından çekti. Birkaç saniye endişeyle birbirlerine baktılar. “Doğru söylüyorsun,” dedi Cenk. “Mantıklı düşünmemiz lazım...” Bir Ayça’ya bir Ege’ye baktı sonra. “Ki o da bizde yok!” “Bence şimdi eve gidelim. Kaldığı yeri biliyoruz zaten. Bizi görmesin. İfşa oldum diye ev falan değiştirir neme lazım…”

Birkaç saniyeliğine sakinleşen Cenk, tekrar parladı. “Lan benim arkadaşım mafya mı, tefeci mi? Niye ev değiştiriyor kaçmak için!” Kızgın bir boğa gibi üstüne üstüne gelen Cenk’i, alnına elini dayayarak durdurdu Ayça. “Bana ne kızıyorsun ya?” diye sordu hayretle. “Şaşkınlıktan ne dediğimi biliyor muyum ben?” Ege ikisinin arasına girip, “Bence de eve geçsek daha iyi olur,” diye sakinleştirmeye çalıştı. “ Daha bilmediğin çok garip şeyler de var Cenk…” “Eyvah… Evlenmişler mi yoksa?” “Yok öyle değil” dedi Ayça, Ege’nin koluna yapışıp ayağa kalkarken. “Defne’yi bulduğumuz gerçeğini sindirelim önce, hepsini tek tek anlatacağım.” “Bizi dersten çıkarıp buraya getirecek kadar önemli ne oldu acaba, çok merak ediyorum.” Serkan, ilk kez geldiği Ayça’nın evinde, koltuğun ucunda emanet gibi oturmuş, meraklı gözlerle Cenk’e bakıyordu. En az onun kadar endişeli görünen Yeliz, kucağında tuttuğu çantasını yere bırakıp, “Mert nerede?” diye sordu. “Bir sorun yok değil mi?” Halının tam ortasında bağdaş kurmuş olan Cenk, “Anlatacağım, iki dakika soluklanın,” diye bağırdı. “Benim gibi tansiyonunuz düşsün istemiyorum.” Gamze, kocaman gözlerini Ege’den ayırmadan, “Benim zaten düştü,” dedi. “İnsan bir haber verir.” Üzerindeki pijamayı kast ederek, “Bu halde geldim buraya,” diye sitem etti. Duştan çıktığı belli olan Ege, ıslak sarı saçlarını geriye atıp, utangaç bir tavırla konuştu. “Kusura bakmayın, emrivaki gibi oldu herhalde.”

Hafiften flörtüz bir tavırla, “Çok büyük hayranınızım,” diyebildi Gamze kıkırdarken. “Televizyondakinden daha yakışıklıymışsınız.” Gökalp, Gamze’ye çimdik atarken bir yandan fısıldıyordu. “Sonra asılırsın çocuğa! Olaya odaklan!” “Ne o, kıskandın mı?” “Niye kıskanayım, sen kıskan! Senden güzel çocuğun yüzü!” “Geri zekâlı, aksini iddia eden mi oldu?” “Kesin be,” diye bağırdı Cenk. “Hiç sırası değil!” “Kanka sırası neyse onu anlat o zaman, meraktan kafayı yiyeceğim şimdi!” Cenk, “Defne’yi bulduk,” diye bombayı patlattı aniden. Herkes bir anda sustu, duyduklarını idrak etmeye çalışıyor gibiydiler. “Defne’yi bulduk!” diye bağırdı tekrar. Yeliz, elini ağzına kapatarak, “Çok şükür,” dedi ağlamaklı bir halde. “Nerede? Nasıl? İyi mi?” Bu duygusal tepkiye sinirlenen Cenk, “İyi, iyi merak etme,” dedi öfkeyle. “Hem de çok iyi!” “Mert’e haber verdin mi? Defne’nin yanında mı şu an?” “Hayır. Henüz haberi yok.” “Neden? Çocuk kafayı yedi aylardır, niye söylemedin?” Cenk, sinirden yapılmış sahte bir gülümsemeyle cevap verdi. “Çünkü Defne bir adamla birlikte yaşıyor şu an canım.” Hepsi, ağızları bir karış açık bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı ki Ayça, “Tam olarak öyle demeyelim bence,” dedi. “Hasta bir adamın bakıcısı olarak yanında yaşıyor.”

“Kanka, hasta ya da değil hiç fark etmez. Aylardır Mert’e haber vermeden başka bir adamın evinde kalıyor mu? Kalıyor. O kadar.” “Ne söylediğinin farkında mısın sen?” dedi Serkan inanmak istemiyormuş gibi. “Nasıl olabilir böyle bir şey?” “Konuştun mu Defne ile peki? Bir açıklama yaptı mı?” “Yok Gamzeciğim, Ayça engel oldu.” “O anki suratını görseniz Cenk’in, siz de engel olurdunuz,” dedi Ayça. “Hem, olayı tam anlamadan hesap sormak hakkımız değilmiş gibi geldi bana.” Sinirlerini yatıştırmaya çalıştığı belli olan Gökalp dayanamayıp, “Kusura bakma ama bal gibi de hakkımız,” diye çıkıştı. “Üç aydır Mert’in ne çektiğini biz biliyoruz! Bir telefon açıp iyi olduğunu söyleyemiyor muymuş hanımefendi?” Ayağa kalkıp, sinirden ellerini yumruk yapıp bacağına vurdu. “Abi kafayı yiyeceğim, biz de neler düşünüyorduk? Resmen başkası için Mert’i terk edip gitmiş!” Yeliz, ayaktaki Gökalp’in kolundan tutup yanına çekti. “Sakin ol,” dedi. “Yargısız infaz yapmayalım. Belki geçerli bir sebebi vardır.” Serkan, Gökalp’e hak verir gibi, “Kanka başlama istersen yine polyannacılığa…” dedi. “Ne olmuş olursa olsun... Bir telefon etmek ne kadar zor olabilir? Hayır abi başkasına âşık bile olsan, ara söyle. En kötü, mesaj at!” “Âşık olduğunu ne biliyoruz ki?” Yeliz, içlerinde sakin kalabilen ve olaylara tarafsız yaklaşabilen tek kişi olarak yine görevini yerine getirmeye çalışıyordu. “Bilmediğimiz bir şey olabilir. Defne’yi tanıyorduk, çok tatlı bir kızdı! Böyle bir şey yapacağını asla düşünmüyorum ben şahsen.”

“Ben de senin gibi düşünmeye zorluyorum kendimi ama beceremiyorum,” dedi Gamze suskunluğunu bozup. “Empati kuramıyorum. Özür dilerim.” “Özür dilemesi gerek kişi sen değilsin, Defne,” diye bağırdı Cenk. “Evlenmelerine birkaç ay kala ortadan kaybolup, çocuğa cehennem azabı çektirdi üç ay boyunca!” Ayça, giderek gerilen ortamdan rahatsız olmuştu. Sanki olanlarda kendi suçu varmış gibi hissediyordu. “Benim pek haddime değil biliyorum ama…” dedi çekinerek. “Şu an odaklanmamız gereken şey, Mert’e bunu nasıl söyleyeceğimiz bence.” Herkes Ayça’ya hak vermiş gibi duruldu. Serkan, “Doğru,” dedi. Derin bir nefes alıp, oturduğu kanepede sırtını geriye yasladı. “Ne denir ki böyle bir durumda?” “Bana yine kızmayacaksanız bir şey söyleyeceğim,” dedi Yeliz bozulduğunu belli ederek. “Bence Mert’e ne anlatacağımıza karar vermek için olayı anlamamız lazım önce.” Sırtını dikleştirip, elini dizlerine vurdu. “Bunun için de yanında kaldığı adam kim, aralarındaki ilişki nedir, onu bilmemiz lazım.” Cenk, histerik bir kahkaha attı. “İşte şimdi asıl meseleye geldik,” dedi. “Asıl şimdi sıçtınız.” Ayağa kalkıp, köşeye ittirdikleri beyaz yazı tahtasını halının ortasına çekti. Arkadaşları gelmeden önce, olayı anlamak için çizdikleri tabloyu gösterdi. “Alın size ikinci bomba.” Tahtanın üzerindeki isimleri ve yanlarındaki okları takip etmeye ve anlamlandırmaya çalışan Serkan ve Gökalp aynı anda, “Bu ne?” diye sordular merakla. “Cinayet mi çözüyoruz?” “Aynen kanka. Ama bu tabloda ölen bir insan değil, Mert’in duyguları.”

Sakin tavrını korumakta güçlük çeken Gamze, bir anda çıldırdı. “Yemin ederim düşüp bayılacağım şimdi,” diye bir çığlık attı. “Düzgünce anlatsana be!” “Lan delirtme beni manyak,” diye çemkirdi Cenk. “Sanki ben bir bok anladım da, sana mı anlatacağım!” Ege ve Ayça’yı işaret edip, “Siz gelmeden önce iki buçuk saat anlattılar bana, çize çize anlattılar, tane tane anlattılar, yine de beynim almıyor şu durumu!” “Sakin olun lütfen!” Ayça, ayağa kalkıp tahtanın yanında durdu. “Ben size de anlatmaya çalışırım.” Cenk’i ittirip, “Sen otur, sakin ol iki dakika,” diye fısıldadı kulağına. Ayça karşısına dizilmiş, ağzından çıkacak cümleleri bekleyen yeni arkadaşlarına, “Tamam, başlıyorum,” dedi sakince. “Ama önce bir şey sormam lazım; Rüya Ergün’ü tanıyan var mı?” “Hangi Rüya Ergün?” “Oyuncu olan değildir inşallah.” “Tam olarak o,” dedi Ayça. “Hepiniz tanıyor musunuz?” Gökalp, ağlamaklı bir sesle, “Aklımı kaçıracağım,” dedi kendi kendine. “Lan koskoca Rüya Ergün’ün bu olayla ne alakası olabilir!” “Koskoca Ege Karadağ saçında havlu ile burada oturuyor geri zekâlı! Buna mı şaşırıyorsun şu an?” “Gamze valla kavga ederim seninle… Yemin ederim şu an kavga ederim!” “O nasıl bir tehdit be?” Cenk elindeki yastığı kavga eden arkadaşlarına doğru fırlattı. “Susun lan iki dakika!” Gözlerini birbirinden zorla ayıran ikili nihayet susunca Ayça, boğazını temizler gibi öksürüp, “Evet,” dedi. “Tanıyorsunuz demek ki…” Tablodaki Rüya ismini yu

varlak içine alırken bir uzman edasıyla sordu. “Peki, geçen hafta çıktığı programı izleyeniniz var mı?” Gamze hemen elini kaldırıp, “Ben,” diye bağırdı. “Ege için izlemiştim.” Ege, mahcup bir şekilde gülümseyince bakışlarını güçlükle ayırdı onun güzel yüzünden. “TT olmuştu, siz görmediniz mi?” Serkan ve Gökalp, hayır, der gibi kafalarını salladılar. Yeliz, “Ben de bilmiyorum valla,” derken Ege’ye döndü. “Kusura bakma, ana akımla aram iyi değil de…” “O zaman ilk önce programı izlemeniz lazım.” Ayça, yazı tahtasını çekip televizyonun önünü açtı. YouTube’tan videoyu aratırken, meraktan gözleri fal taşı gibi açılmış Serkan, “Ne çıkacak bu işin sonundan o kadar merak ediyorum ki…” dedi. “Al benden de o kadar…” Programın videosunu bulup, açan Ayça, “Çok uzun değil,” dedi. “Önce bir izleyin, anlatacağım.” Yirmi dakikalık bir özet niteliğinde olan video bittiğinde, olayda nereye odaklanması gerektiğini bilemeyen kafası karışmış Yeliz, “Çok üzücüymüş,” dedi. “Yazık adama…” Serkan, “Tamam ben de üzüldüm ama biz niye izledik şimdi bunu?” diye sordu. Gökalp, birden parçaları birleştirmiş gibi Ayça’nın cevap vermesine fırsat vermeden, “Oha!” diye bağırdı. “O hasta adam, bu hasta adam mı yoksa?” Kafasını köşedeki tabloya çevirdi ve Rüya’nın adının yanındaki okun Deniz’e doğru uzandığını gördü. “Oha, evet!” Serkan kendini yere atıp, “Ne diyorsunuz siz ya?” diye bağırdı. “Nasıl olabilir bu!” Ayça sessiz olmalarını işaret ederek, “Mert gelebilir her an, sessiz lütfen!” dedi ağlamaklı sesiyle. “Bizi böyle basarsa durumu açıklayamayız…”

“Abi böyle bir tesadüf nasıl olabilir?” Hepsi birden dönüp kendisine bakınca, Yeliz ellerini kaldırdı. “Valla benim spritüal tarafımı bile aşar bu durum.” Cenk daha fazla kenarda oturamayıp ayağa kalktı ve tabloyu tekrar ortaya çekti. “Şimdi anladınız mı absürt kısmı?” Eline aldığı kalemi tahtadaki adına vurup, “Mert’in sevgilisi Defne ortadan kayboluyor,” dedi ciddiyetle. Kalemi, Ayça’ya doğrultup, “Sonra Ayça ile Mert komşu oluyor. Peki, bu Ayça kim?” Herkesle tek tek göz teması kurup, “Kim?” diye kendini tekrarladı. Kalemi, bu bilgi hâlâ onu şaşırtıyormuş gibi hayretle Ege’ye doğrultup, “Bunun eski sevgilisi!” diye bağırdı, sonra tablodaki Rüya yazısının üstüne vurarak, “Ya bu kim?” yüksek sesle sordu. Artık kendini iyice kaptırmıştı. “Ünlü bir oyuncu ve de Ege’nin dizideki partneri!” Kalemi yere fırlattı. “Peki, onun yıllar önce ayrıldığı sevgilisi Deniz kim?” diye ikinci bir çığlık attı. “Defne’nin baktığı hasta adam! Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?” Yeliz ayağa kalkıp, yazı tahtasının önünde durdu. Okları parmağı ile takip edip minik bir hayali çember çizdi. Şaşkınlık ve hayranlıkla, “Resmen kader çemberi,” dedi. “Mucizevi bir şey bu!” “Neresi mucizevi be, resmen korkunç!” “Sosyal deney falan mı yapıyorlar bize lan yoksa?” “Ne deneyi geri zekâlı?” “Mühendis adamım ben oğlum! Anlamam böyle spritüal şeylerden! Ne bileyim ben?” “Anladığım kadarıyla Deniz denen adam aziz gibi bir şey… İnsan olamayacak kadar iyi biri. Bence onun manevi gücü böyle ilahi bir kader çarkına sebep olmuş olabilir.”

“Çarkına da, çemberine de başlatma şimdi…” Yeliz’i itip, “Mert’e de çark çember mi diyeceğiz. Herif yan dairede acısından geberiyor farkında mısın?” diye bağırdı Cenk. “Olaya hayran olmanın vakti değil!” “Nasıl olmayayım? Şuna baksana…” Eliyle tekrar minik bir çember çizdi. “Tesadüfler silsilesi… İnanılmaz bir şey bu!” “Evrenin çekim gücü işte,” diyerek kafasını salladı Gamze. “Tamam kanka, Mert’e de aynen böyle açıklayın.” Dudaklarını büzüştürüp, kollarını göğsünde bağlayarak kafasını çevirdi Cenk. “Evrenin çekim gücü yüzünden telefonu çekmemiş, seni bu yüzden arayamamış dersiniz…” “Sanki ben terk ettim Mert’i be! Bana ne kızıyorsun?” diyerek somurtan Gamze koltukta bağdaş kurup, arkasına yaslandı. “Olayı anlamaya çalışıyoruz şurada!” Ayça kendi kendine, “İlk kez sinirlerine hâkim olabilen tek kişiyim, biraz garip hissettiriyor ama neyse…” diye mırıldanıp, “Şöyle yapsak olur mu?” diyerek dikkatlerini çekmeye çalıştı. Tüm gözler merakla ona dönünce devam etti. “Şu an öğrenmemiz gereken tek şey Defne ve Deniz’in arasında romantik bir ilişki olup olmadığı ve Defne’nin Mert’i neden aramadığı… Değil mi?” Onay almak ister gibi tek tek göz teması kurduğu herkes kafa sallayıp ona hak verince, parmağını birden Ege’ye doğrulttu. “Ege bize yardım edebilir!” Dakikalardır sessizce kenardan olayı izleyen Ege şaşırmıştı. “Ben mi?” “Evet sen! Rüya ile iletişimde olan tek kişi sensin. Sen öğrenemezsen, kim öğrenecek?” “Elimden geleni yaparım ama o da pek bir şey bilmiyor bence… En son Deniz’i görmeye gitmiş, Defne görüşmelerine izin vermemiş.”

Birkaç dakikalığına sakinleşmiş olan Serkan kendini tekrar yere atıp, “Ne alaka abi?” diye söylenmeye başladı. “Böyle bir şeyi yapabilecek kadar… Nasıl bir yakınlık bu?” Cenk, kaşlarını çatıp, “Bilmiyorum,” dedi sertçe. “Ama şu an umurumda olan tek şey, işin aslını öğrenip Mert’in acısını bir an önce dindirmek.” “Çok özür dilerim, ben bir tuvalete gidiyorum. İki saattir olayın şokuyla kendimi sıkıyordum.” Gamze, koşar adım odadan çıkarken, Cenk, “Birkaç gün içinde bir şekilde öğrenebildiğimiz kadarıyla söyleyeceğiz artık,” diye devam etti. Serkan, Gökalp ve Yeliz’e bakarak parmağını salladı. “O zamana kadar ağzınızdan kaçırmayın. Tamam mı?” “Kanka, bırak ağzımdan kaçırmayı şu an bana olayı baştan anlat desen, dilim dönmez.” Kendilerini tembihleyenin Cenk olduğunu yeni idrak etmiş gibi, “Ayrıca ağzında bakla ıslanmayan sensin, biz değil,” diye gürledi Serkan. “Sen de en az benim kadar boş boğazsın! Sen de dikkat et.” “Ben aranızda ağzı en sıkı olan kişiyim!” Yanında oturan Gökalp’i işaret edip, “Gökalp’in lise boyunca Gamze’den hoşlandığını bildiğim halde kimseye dememiştim. Yedi yıldır da kimseye söylemedim!” Konunun birden nasıl kendine geldiğini anlamayan Gökalp, Serkan’ın omzuna sıkı bir yumruk geçirdi. “Şimdi niye söylüyorsun orospu çocuğu?” Hemen arkasına dönüp Gamze’ye baktı. Çoktan odadan çıktığını anlayınca rahatlayıp, sesini kısarak, “Kaç yıllık mesele, bitmiş gitmiş,” diye söylendi sinirle. Duydukları yüzünden ikinci bir şok yaşadığı belli olan Yeliz, sayıklar gibi, “Olamaz,” dedi ve sesini iyice

alçaltarak devam etti. “Gamze de lisede senden hoşlanıyordu bir tek ben biliyordum.” Gökalp ve Serkan aynı anda, “Ne?” diye bağırdılar. Konu değiştiği için rahatlamış olan Cenk, geriye yaslanıp Ayça’ya, “Bana söyleselerdi böyle olmazdı,” dedi gururla. “Ben hemen ikisine de yetiştirirdim…” Sonra asıl konu aklına gelmiş gibi, “Gerçekleri öğrenene kadar Mert’e bir şey söylemem ama…” dedi. “O farklı, bu farklı.” Aniden çalan kapı zili ile herkes oturduğu yerde sıçradı. Tuvaletten çıkan Gamze, boş bulunup, “Ben bakarım,” diye bağırdı ve hızla kapıyı açtı. “Mert!”

Büyük kanepeye yan yana dizilmiş sessizce oturuyorlardı. Karşılarındaki pufa oturup, dirseklerini dizine dayanan Mert sorgu odasındaymış gibi bir tavırla, “Ne oluyor burada? Kim anlatmak ister?” diye sordu. Yerde bağdaş kurmuş, tedirgin gözlerle Mert’i izleyen Cenk, “Nasıl yani kardeşim?” diye sordu saçma bir şekilde gülerek. “Nasıl yani mi?” Cenk’in gülüşüne sinir olan Mert, tek kaşını kaldırdı. “Normal bir durum mu yani bu?” Salağa yatmaya devam edecekti belli ki, kafasını yana attı. “Neden normal olmasın?” diye sordu sakince. Durumun tuhaflığını Cenk’e göstermek ister gibi, kenarda şaşkın gözlerle onları izleyen Ege’ye döndü Mert. “Merhaba Ege,” dedi gülümseyerek. Onun cevap vermesini beklemeden bakışlarını pijamaları ile oturan Gamze’ye çevirdi. “Yeni bir akım mı?” diye sordu iğneleyici bir tavırla ve kendisiyle göz teması kurmaktan

çekinen Cenk’e dönüp üstündeki spor şortunu ve atletini işaret etti. “Seninki de bambaşka bir akım herhalde, değil mi?” “Spordan çıktım ben…” dedi Cenk ağzında geveleyerek. “Sonra da kıyafetlerim dolapta kilitli kaldı da…” Mert, inanmamış gibi, “E? Sonra?” diye sordu. “Sen de herhalde güvenliğe haber vermek yerine bu halde bir Ayça’ya geleyim dedin. Gelmişken de herkesi buraya topladın.” Şüphelendiğini belli etmek ister gibiydi. “Ve bana da hiç haber vermedin…” “Tam olarak öyle oldu,” dedi Cenk daha fazla yalan uyduramayıp. “Aklım bu kadar çalışıyor benim!” Ayça, ayakucunda oturan Cenk’e küçük bir çimdik atıp durumu kurtarmaya yeltendi. “Şaka yapıyor yine…” dedi gülerek. “Yolda karşılaştık biz… Ben de sen uyanmamışsındır diye bana çağırdım. Hem Ege ile yakından tanıştırmak istedim,” dedi. “Seni de çağıracaktım da, uyandığından emin olamadım.” Kolundaki saate baktı Mert. “Saat akşamın altısı…” Ardından ağızlarını bıçak açmayan diğer arkadaşlarına, “Siz niye geldiniz?” diye sordu. “Biz sana gelecektik…” diye bir yalan uydurdu Serkan hızlıca. “Cenk dedi ki ben karşı komşudayım, siz de buraya gelin… Sonra birlikte geçeriz.” “Umarım yine bana sürpriz yapmak peşinde değilsinizdir. Çünkü pek havamda değilim.” Herkes, Mert’in şüphelendiği şeyin sürpriz olduğunu anlayınca rahatlama bakışmaları döndü aralarında. Cenk, “Ama olmaz böyle ya,” dedi. “Yakalandık, tüh!” Onun berbat oyunculuğuna dayanamayan Ayça, ayağı ile dürttü tekrar. Mert’in gözlerine bakıp, “Senin bir şeyin yok değil mi?” diye sordu konuyu dağıtmak için.

“Rüyamda Defne’yi gördüm dün gece,” derken derin bir nefes aldı. Gözlerini halıya dikmiş, kimseye bakmıyordu. “Göğsüm sıkışıyor uyandığımdan beri.” Canının ne kadar sıkkın olduğu, ses tonundan bile belli oluyordu. Ortamın sessizliğinden huzursuz olup, “Özür dilerim,” diye ekledi. “Sizin de canınızı sıkıyorum sürekli.” Cenk, önündeki yastığı ona fırlatarak, “Ne alakası var aptal herif,” diye bağırdı. “Sadece mutlu anlarımızda mı arkadaşız biz?” “Keşke her şey lisedeki gibi kalsaydı,” dedi Mert iç çekerek. “Tek derdimizin eğlenmek olduğu zamanları özledim.” “Liseye dönelim o zaman,” diyerek yerinden fırladı Cenk. “Bir geceliğine on altı yaşımıza dönüp bugünün sorunlarını unutalım.” Diğerlerine de destek olmaları için gözüyle işaret çaktı. Gökalp de birden, “Varım ben,” dedi. “Bir geceliğine de olsa tekrar liseli olmak iyi fikir.” “Bence de süper fikir,” diye katıldı Yeliz. “Bugünün sorunlarını çözemiyorsak, zamanda yolculuk yapmışız gibi davranabiliriz. Vicdan azabı da çekmeden eğleniriz bir geceliğine!” “İşte ruh,” diye bağırdı Cenk heyecanla. “Tamam, bu gece zaman makinemizi kuruyoruz… Ve geçmişe gidiyoruz!” Sessiz kalan Mert’e baktılar. Birkaç saniye kafasının içinde kaybolmuş gibi donuk bir şekilde durdu. Düşünürse hayır diyeceğini biliyordu. Heyecanlanan arkadaşlarını kırmamak için düşünmekten vaz geçip, “Tamam ulan,” dedi. “Bir geceliğine geçmişe gidelim. Şimdiki zamanda yaşayamıyorum zaten.” Birkaç dakika sonra, evden getirdiği buzdolabı büyüklüğündeki karton kutuyu odanın ortasına yerleş

tiriyordu Mert. “Zaman makinesi yapmak için bunu kullanabiliriz.” Kutunun kapağını açıp, içini kontrol etti. Neler yapabileceklerini düşünürken, elini yanağına dayamış onu izleyen Ayça’ya döndü. “Evde alüminyum folyo var mı?” “Olması lazım. Hemen bakıyorum!” Koşar adım mutfağa giderken, kapının önünde üstlerine çeki düzen vererek dışarı çıkmaya hazırlanan Cenk ve Serkan’ı gördü. Cenk, “Ege’yle sen ne içersiniz?” diye sordu neşeyle. Ardından, Mert duymasın diye sesini iyice alçalttı. “Bugün herkes çok sarhoş olsun istiyorum. Yoksa stresten bomba gibi patlayacağız…” “Ama en önemlisi Mert’in sarhoş olması,” dedi Serkan da. “Belki kafası güzel olursa gerçekten eğlenir.” “Bana hiç fark etmez. Kendinize ne alıyorsanız bana da ondan alın.” Kafasını eğip, içeride Mert’i izleyen Ege’nin çocuksu yüzüne baktı Ayça. Birkaç saniye düşündükten sonra, “Ona da fark etmez,” dedi. “Bünyesi çok zayıftır. Bir çay kaşığı alkolle bile sarhoş olur zaten.” Cenk, kapıdan çıkarken Ayça’ya göz kırptı. “Tamamdır. Biz marketi boşaltıp geliyoruz hemen.” Ayça arkalarından gülümseyerek mutfağa koştu. Mert ile birlikte bir şeyler yapma fikri dahi onu o kadar heyecanlandırmıştı ki, eli ayağına dolaşıyordu. Ne yaptığını bilmeden bütün dolap kapaklarını açıp kapattıktan sonra durdu. “Sakin ol iki dakika,” dedi kendine kızarak. “Senin mutfağın burası!” Kendine kızması işe yaramış gibi, eli doğru çekmeceye uzandı. İki kutu alüminyum folyo kuzu gibi yatıyordu. Ellerini birbirine çarpıp neşeyle şakıdı. “Buldum.” Sinsice kendisine yanaşan Ege’yi fark etmemişti. Arkasını dönüp, onu görünce küçük bir çığlık attı. Yüzüne çarpık bir gülümseme yerleştiren Ege, “Mert’i çok sev

dim ben,” dedi sesini alçaltıp. “Umarım Defne olayı kapandıktan sonra aranızda bir şeyler olur.” Utançtan ve duyduğu şeyden hissettiği rahatsızlıktan gözleri kocaman açıldı Ayça’nın. “Saçma sapan konuşma! Şöyle bir durumda bunu düşünmenin sırası mı sence? Neyim ben, fırsatçı mı?” “Heyecandan yerinde duramıyorsun resmen. Nesi yanlış ki? Hem kız gayet iyiymiş bak. Artık vicdan azabı çekmeden yürüyebilirsin çocuğa!” Çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Elindeki folyo kutusunu Ege’nin kafasına geçirdi. “Eğer sarhoş olup da Mert’in yanında da böyle saçmalarsan yemin ederim elimdeki bütün ergenlik fotoğraflarını ifşa ederim her yerde… Yemin ederim yaparım!” Ege, parmaklarıyla ağzına görünmez bir fermuar çekti. “Söz, ağzımdan kaçırmam,” dedi panikle. “Ama sen bana kalmadan kendi kendini belli ediyorsun zaten. Mert’e nasıl baktığını görmüyorsun tabii!” “Eğer bir daha öyle bir bakış yakalarsan, çekmeceden bir çatal al kör et beni. Tamam mı?” Ege’yi omzuyla ittirip yanından geçti. Kapıdan çıkmadan, arkasını dönüp, “Şu an en son istediğim şey, birilerinin beni yanlış anlaması,” diye fısıldadı. Ege, mutfaktan çıkan ve yakalandığı için gerilen Ayça’nın arkasından kıkırdadı. “Doğru anlaması,” diye düzeltti kendi kendine. Odaya döndüğünde, kutuyu alüminyum folyoyla kaplamaya başladıklarını gördü. Ayça’nın yüzünde yine, kontrol edemediği duygularını belli eden aptal bir gülümseme vardı. Ege, onunla göz göze gelince kendini tutamayıp güldü. Panikleyen Ayça halini anlayıp yüzündeki ifadeyi değiştirmeye çalıştı. Kaşlarını çatıp, elindeki folyoyu kutuya yapıştırmaya devam etti.

Onun suratının asıldığını fark eden Mert, “Bir şey mi oldu?” diye sordu. “Yok yok,” diye geçiştirmeye çalıştı Ayça. Rahatsız oturuş pozisyonunu yalanına alet edip, “Ayağıma kramp girdi de…” diye uyduruverdi. Elindeki folyoyu bırakan Mert, ona doğru eğilip kalçasının altına doğru kıvırdığı ayağını tutup çekerek uzatmasını sağladı. Ayak parmaklarını yavaş bir hareketle geriye ittirip, “Böyle kal,” dedi tatlı tatlı. “Birazdan geçer…” Ayça, bu küçük jestle mest oldu. Kalbi birden ağzında atmaya başladı. O an Ege ile göz göze gelmemeye özen gösterdi, aksi takdirde utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Mert, “İyi misin şimdi?” deyince kafasını salladı. “İyiyim iyiyim, hiç gerek yoktu, ama çok iyi geldi.” Mert, Ayça’nın ayağını bırakıp elindeki folyoyu onun önüne ittirdi. “Sen benim yaptığım gibi devam et. Ben evden ışıklandırma için bir şeyler getireceğim,” deyip kalktı. “Ege de yardım ederse birlikte hallederiz …” “Ederim ederim,” diye atıldı Ege, yüzünden silinmeyen çarpık gülümseme ile hemen. “Ne bulursan getir sen.” Mert, çıktığında evde yalnız kaldıkları için rahatlayan Ayça ellerini yüzüne kapatıp küçük bir çığlık attı. “Dünyadaki en mükemmel insan ya…” dedi ağlamaklı. “Böyle bir çocuğu nasıl üzebilirler, aklım almıyor!” “Sen iyileştir diyedir belki…” der demez omzuna yediği yumruk üzerine, “Yeter, vurma artık bana,” diye sızlandı Ege. “O kadar kum torbası yaptırdım sana, hâlâ beni dövüyorsun!” “Sana vurmazsam, kendi kafamı vuracağım duvarlara…” Elindeki folyo parçasını buruşturup yere fırlattı. “Neden hep yanlış zamanda, yanlış aşklara tutuluyorum ki…”

“Sabret… Birkaç güne bu işi çözeceğiz.” “Belki de Defne’nin geçerli bir sebebi vardır. Mert de ona geri döner.” “Belki de yoktur ve bir daha asla birleşmezler. Nereden bilebiliriz ki?” Ege’nin söylediği şey, Ayça’nın vicdan muhakemesini tekrar alevlendirdi. Kendini o kadar kötü hissetti ki, konu kapansın diye cevap vermeden kutu kaplama işine devam etti. “Eğer Defne’ye geri dönerse omzumda ağlamana izin vereceğim,” dedi Ege şefkatle. “Ama eğer onu affetmezse de, aşkına sahip çıkman için seni cesaretlendirmeye devam edeceğim, tıpkı şu an yaptığım gibi.” Ayça, yine cevap vermedi. Sadece gülümsemekle yetindi. İçten içe hoşuna gitmişti söyledikleri. Kafasının içinde kocaman bir duygu yumağı vardı ve giderek daha da düğüm oluyordu. Midesini bulandırıyor, ama giderek de büyüyordu. Elini zaman makinesine dönüştürmeye çalıştıkları kutuya koydu ve gözlerini kapadı; bu gece bana yardım et, bu gece kalbimdeki ağırlık geçsin ve bir günlüğüne de olsa eğlenelim, diye geçirdi içinden

Oturma odasındaki kanepe ve koltukları kenara çekip, ortada kocaman bir alan açmışlardı. Alüminyum folyo sayesinde metal bir kutu gibi görünen sahte zaman makinesi, bir sürü ışıkla süslenmiş, filmlerdekini aratmaz hale gelmişti. Birkaç saat içinde toplayabildikleri bütün kostümlerle eve dönen Yeliz, Gamze ve Gökalp herkes için ayrı birer torba hazırlamışlardı. Üstlerine, isim yazdıkları etiketleri yapıştırarak zaman makinesinin yanına özenle dizdiler hepsini.

Işıkları kapattılar. Yarattıkları loş ortama lisede dinledikleri şarkılardan oluşturulmuş liste eşlik ediyordu. Eskiye dönmeye hazır olduklarında satın aldıkları içkileri küçük bardaklara doldurup, zaman makinesinin önüne çember şeklinde oturdular. Heyecanlı ekip, geceye resmi olarak başlamak için birinin konuşma yapmasını bekliyordu. Cenk, konuşmaları kimseye kaptırmadığından bir başkasının söze girmesine fırsat vermeden, “Kural şu,” diye bağırdı. “Sırası gelen herkes bir shot içip, zaman makinesine girecek. Yeliz ve Gamze’nin seçtiği kostümleri içeride giyecek.” “Sonra içerideki butona basacak!” Yeliz, gözlerini kısıp oldukça mistik bir tavırla devam etti. “Ama içinizden gerçekten ona altı yaşına döndüğünüzü hayal edin. Tamam mı?” “İlk kim girmek ister?” Yeliz heyecanla elini kaldırıp, “Ben,” diye bağırdı. Yerdeki dolu bardaklardan birini alıp, arkadaşlarının tezahüratları eşliğinde kafasına dikti. Ayağa kalkıp, köşede duran poşetlerden kendisine ayrılmış olanı aldı. “Gamze bana göstermedi benim için seçtiğini,” dedi gülerek. “Çok heyecanlı!” O, zaman makinesinin içine girerken, Serkan Gamze’ye sokuldu. “Ne olur düşündüğüm şey olsun,” dedi gülerek. Kendilerini yabancı hissetmesinler diye Ayça ve Ege’ye döndü, “Yeliz metalciydi lisedeyken,” dedi. “Şimdiki halinin aksine!” Ayça, “Gerçekten mi?” dedi gülerek. “Evet! Bulduğum bütün siyah gotik kıyafetleri ve metalleri doldurdum torbaya. Yüzünü kapatacak kadar uzun bir kâkülü olan peruğu da tabii!” Gamze’nin cümlesi bittiği an, daha gülmelerine fırsat kalmadan, “Butona basıyorum,” diye bağırdı Yeliz.

Hemen zaman makinesinin ışıklarını yaktı Mert. Işıl ışıl parlayan makinenin kapısı açıldı ve simsiyah kıyafetler içinde Yeliz çıktı. “Lise üçte bırakmıştım ben gotik olmayı,” dedi. “Ama olsun, kabulüm. Bu gece isyankâr ve asi Yeliz olacağım tekrar.” Kahkaha atan arkadaşlarının yanına oturduğu an Cenk heyecanla yerdeki bardaklardan birini alıp hemen içti. “Sıra bende,” diye bağırıp poşetini kaptığı gibi kutuya girdi. Gamze ve Yeliz o içeri girer girmez kendilerini yere atıp gülmeye başladılar. “Ağzımıza sıçacak,” dedi Gamze kahkaha atarken. “Niye? Ne yaptınız ki?” “Bu ne lan?” diye bir çığlık geldi içeriden. Kahkahadan nefesi kesilen Gamze, “Önce o şişme tulumu giy, sonra kıyafetleri üstüne geçir” dedi. “Lisede yüz yirmi kiloydun, seni ancak böyle geçmişe götürebiliriz!” “Lan pişerim bununla!” “Oyunbozanlık yok, çabuk giy!” “Çok kötüsünüz,” dedi Gökalp gülerken. “Nereden buldunuz şişme tulumu?” “Mert’in kayağa giderken giydiği vardı ya, onu getirdik!” Üstünü değiştirmek için içeride nasıl debeleniyorsa, hayali zaman makinesi sallanıp duruyordu. “Çok zor bunu giymesi,” diye çığlık atarken, birden kutuyla birlikte yere yuvarlandı. Yere devrilen kutuyu kaldırmak yerine karınlarını tutarak kahkahalar atan ekip, önce ortalıktaki bardakları kurtardı. Tulumun ve kutunun içinde mahsur kalmış gibi görünen Cenk, “Kaldırın lan beni!” diye bağırıyordu. İçlerinde en sakin olan Mert idi, gülümseyerek arkadaşını kaldırıp ezilen kutuyu düzeltti. Kozasından

çıkmaya çalışan bir tırtıl gibi görünen Cenk, “Giydirin beni,” diye bağırmaya devam ediyordu. Gökalp ve Yeliz koşup ona yardım ettiler. Nihayet zaman makinesi kurtarılmış, ortam sakinleşmişti. Gecenin konsepti doğrultusunda devam ettiler. Herkes tek tek lisedeki tarzına dönerek kanepedeki yerini aldı. Ege ve Ayça oldukça eğlenen ekibi gülümseyerek izliyorlardı. Onları da olaya dâhil etmek için, “Siz seçtiniz mi bir şeyler?” diye sordu Cenk. Yüzü kıpkırmızıydı ve şakaklarından terler akıyordu. Kanepenin yanındaki iki poşeti ayağı ile ortaya ittirdi Ayça. “Bende liseden kalma bir şeyler vardı. Onları koydum poşete.” Parmağını, bir yudum içki içtiği için burnu kızaran Ege’ye doğrulttu. “Ama önce Ege!” “Bana da mı buldun bir şey? Ne buldun?” Yerden aldığı içki bardağını eline tutuşturup, “Önce iç, sonra git giyin,” dedi gülümseyerek. “Görürsün ne bulduğumu.” Ege, heyecanlandı. Hızlıca elindeki bardağı kafasına dikti. Alkolden nefret ederdi. Yüzünü ekşitip, “Tamamdır,” dedi ve poşetini kaptı. Zaman makinesine girerken uzun boyu yüzünden güçlük çekmişti. Poşeti açtığı an, herkesin duyabileceği şekilde güldü. “İnanmıyorum,” diye bağırdı kutunun içinden. “Hâlâ saklıyor musun sen bunu?” Herkes, merakla Ayça’ya döndü. Keyfi yerine gelmişti, “Hadi çık,” dedi gülerek. Kutudan muz kostümü ile çıkan Ege sırıtıyordu. “Cidden inanamıyorum.” Yeliz, “Olayı nedir bu muzun?” diye sordu heyecanla. “Dur, ben de ışınlanayım o yıla, anlatırız.” Kendisi için hazırladığı poşeti kapıp, kutuya girdi. Hızlıca üstü

nü değiştirip, gururla kapıyı açtı. Ege’nin tahmin ettiği üzere kocaman bir portakal olmuştu. Kostüm yüzünden yere güçlükle otururken, girerken içmeyi unuttuğu içkisini içti tek yudumda. Hikâyeyi merakla bekleyen arkadaşlarına, “Mezuniyet zamanı giyecek düzgün kıyafet bulamamıştım,” diye anlatmaya başladı. “Beğendiğim hiçbir kıyafetin fermuarı kapanmamıştı. Lisede biz sevgiliyken o uzun ve zayıf, ben de kısa ve şişkoydum. Portakalla muz gibisiniz yan yana, diye dalga geçerlerdi benimle. Ege de onlara inat olsun diye bu kostümlerle gidelim demişti mezuniyete.” “Şaka?” “Gittiniz mi cidden?” “Gittik,” dedi Ege gülerek. “İnanılmaz eğlenceliydi!” “İnanamıyorum! Çok havalı!” Gamze, muz kostümü içinde bile yakışıklı görünen Ege’ye dönüp, “Daha ne kadar hayran olabilirim sana bilmiyorum,” diyerek elindeki içkisini tek seferde içti. Alkolün etkisiyle epeyce gevşediği için daha rahat davranabiliyordu. Köşede oturup, surat asan Gökalp, “Sen lisedeyken, bu çocuk ortaokuldaydı,” dedi homurdanarak. “Şu an on altı yaşındayız unutma!” “Salak, hepimiz liseye döndük. O da şu an bizimle yaşıt!” Gamze’nin henüz bilmediği, ortaya çıkan küçük sırrı yüzünden kafası karışmış olan Gökalp kendine hâkim olamıyordu. Bunu fark eden arkadaşları hemen konuyu kapatmak için, “Hadi hadi kadeh kaldıralım,” diye boşalan bardakları doldurmaya başladılar. Herkes bardaklarını kapıp, halının ortasına dizildi tekrar. Kadehler kalkarken hep bir ağızdan, “On altı yaşımıza,” diye bağırdı Cenk.

Herkes, aynı anda, “On altı yaşımıza,” diye bağırıp bardakları tokuşturdu. Müzik, komşuları kızdıracak kadar yüksekti. Kendi yaşlarında bu sorumsuzluğu yapmazlardı, ancak o an herkes lisedeki gibi davrandığından bunu umursamıyor deli gibi dans ediyorlardı. Kötü espriler havada uçuşuyor, kar tulumunun içinde yüzünden terler boşalan Cenk yerde yuvarlanıyor, Ayça ve Ege yeni yeni içine girdikleri arkadaş grubuna ayak uydurmaya çalışıyordu. Ege’nin dibinden ayrılmayan Gamze’ye kitlenmiş olan Gökalp, sarhoşluğun da etkisi ile birden, “Ben dayanamıyorum,” diye bağırıp yanındaki sehpaya çıktı. Üstünde, ona iki beden küçük gelen lise forması ve kafasına bağladığı kravat ile ciddiye alınamayacak kadar komik görünüyordu. “Lan Gamze, bak liseye geri döndük. Şu an bana âşık mısın lan?” Gözleri kocaman açılan Gamze, kendini yere atıp, “Ne?” diye bir çığlık patlattı. Kanepede siyah kıyafetleri içinde yarı baygın şekilde yatan ve peruğu yüzünden suratı neredeyse görünmeyen Yeliz’e döndü. “Sen mi söyledin?” Eliyle ağzına kadar giren saçları geriye atıp yüzünü açarak, “O da sana âşıkmış lisede! Valla önce ben söylemedim,” diye bağırarak cevapladı yattığı yerden. Kalkmaya çalıştı ama beceremedi. “Özür dilerim!” Gamze, bir Yeliz’e bir Gökalp’e baktı. “Söyle!” diye bağırdı Gökalp, Ayakta zor duruyordu, sehpadan düşecek gibiydi. “Atarım kendimi buradan yoksa!” diye bağırdı ağlamaklı bir sesle. Kırk beş santim yüksekliğindeki sehpadan aşağı devrilmesine ramak kala, “Saçmalama Gökalp,” dedi Gamze yalvarır gibi. “Arkadaşız biz!” Elleri ile yerden destek alıp, ayağa kalktı. “Lisede bir ara öyle bir şeyler oldu. Ama şu an kardeşim gibisin sen!

“Nasıl yani ya…” derken dengesini sağlayamadı ve yere yuvarlandı. Gamze hariç herkes dayanamayıp kahkaha atmaya başladı. Yerde iki büklüm yatan Gökalp, “Unuttun mu lan beni hemen?” diye yakardı. “Ben hâlâ aşığım sana!” Şaşkınlık ve utançtan elini ağzına bastıran Gamze, Mert ve Cenk’e yardım edin der gibi baktı. İkisi de, yayıldıkları kanepede alkolle mayalanmış hamur gibi yatıyorlardı. Yerde kendisine doğru sürünen Gökalp’e bakıp, “Ay, delirme lütfen! Ağlayacağım utançtan şimdi!” dedi Gamze. “Kızım bak, şu an yirmi üç yaşında değiliz. Şu an on altı yaşındayız!” Bileğinden tutmuş, ağlamaklı gözlerle yalvarıyordu. “Bu gece bari sev lan beni yeniden!” “Geri zekâlı,” diye çemkirdi Gamze. Ayağı ile Gökalp’i ittirip, “Lisede köpek gibi âşıktım, sen her gün başka kızlarla takılıyordun,” dedi sertçe. “Seni unutana kadar canım çıktı benim! Şimdi gelmiş, kaç yıl sonra ne söylüyorsun!” “Ben, sen kıskan diye her gün başka kızları anlatıyordum sana. Sen de sürekli ‘Aynen kanka, kesin o kızla sevgili ol’ diye tavsiye veriyordun. Ne bileyim senin de beni sevdiğini?” “Anlasaydın o zaman! İş işten geçti, kusura bakma!” Reddedilmenin hezimeti ile sırt üstü yere uzandı. “Ya ama olmaz öyle ya…” dedi mızıkçı çocuklar gibi. “Hani zaman makinesiyle geçmişe gitmiştik… Niye sevmiyor bu kız beni şimdi?” “Liseli âşık draması da yaşandığına göre cidden döndük on altımıza,” dedi Serkan gülerek. Siyah poşetten kaptığı yeni bir şişeyi açıp, “Hadi hadi, boş yapmayın,” diyerek herkesi tekrar gaza getirdi. Müziğin sesini biraz daha yükseltip yerde debelenen Gökalp’i ve tulumunun

içine serinlemek için buz dolduran Cenk’i ayağa kaldırdı. Kuru gürültü, müziğin gölgesinde kaldı hızlıca. Şikayete gelen komşular, giderek boşalan şişeler, eski şarkıların yarattığı nostaljik hava… Arada kavgaya tutuşan ve neden kavga ettiğini bilmeyen ikililer… Yarını düşünmeden edilen danslar, birkaç küçük sakarlık ve moraran dizler… Hepsi, tıpkı lisedeki gibiydi. Akılları küçük, enerjileri büyük… Sabaha karşı, beşti saat. Herkes bulduğu yere sızmıştı. Ege’ye geceden beri bebek bakıcılığı yapan Ayça onu kendi yatağına Cenk’in yanına yatırırken, yere dökülmüş çerezlere bastı yanlışlıkla. Ege’yi Cenk’e doğru yavaşça ittirip yerdeki çöpleri toplamaya başladı. Hayatının ilk ev partisini vermişti. Bir yandan yorgunluktan ölecek gibiydi, bir yandan da garip bir şekilde mutluluktan uçuyordu. Küçük evinin yeni bitki örtüsü olan ve bulduğu yere sızıp garip pozisyonlarda uyuyan insanların yanından geçerken kendini bu gurubun gerçek bir parçası gibi hissetti. Gereğinden fazla iyi hissetti ama bu his korkuttu onu. Kendini kaptırmak istemiyordu. Oturma odasının girişinde, Cenk’in o gece giydiği şişme tulumun üstünde uyuyakalan Gamze’yi kendi hırkasıyla örttü. Uykusunda gözlerini yarım yamalak açıp, “Çok tatlısın,” dedikten sonra dönüp mışıldamaya devam etti arkadaşı. Duyduğu küçük iltifatla yanaklarını acıtan bir gülümseme kondu yüzüne. Birkaç saniye içinde tekrar uykuya dalan Gamze’nin alnında bir post-it vardı. Gecenin tuhaflığına dair hiçbir şeyi sorgulamaması gerektiğini biliyordu ama dayanamadı. Dikkatlice eğilip, üstünde yazanı okudu: “Dün geceyi unutma

büyüsü.” Gökalp’in yazdığını anlayıp, kendi kendine kıkırdadı. Odanın ortasına kadar gelip herkesi tek tek kontrol ettiğinde Mert’in ortalıkta olmadığını fark etti. Endişelendi. Evin her yanına baktı onu bulmak için. Hiçbir yerde yoktu. Kapının önüne bakıp ayakkabısını kontrol etti. Oradaydı. İçeriye döndüğünde, odanın köşesine çektikleri zaman makinesine kaydı gözü. Derin bir nefes alıp, kutunun yanına gitti. Önünde diz çöküp, “Mert…” dedi fısıldayarak. “İçeride misin?” Kutunun kapısı yavaşça açıldı. Orada öylece oturan Mert, eliyle içeri gelmesini işaret etti. Birlikte sığıp sığmayacaklarından emin olmadan, çekinerek, güç bela içeri girdi Ayça. Kapkaranlık kutunun içinde, telefonunun flaşını açtı Mert’in yüzünü görmek için. Tahmin ettiği gibi, gözleri kıpkırmızıydı. Sözde zaman makinesinin içine, sözde gidecekleri tarih olarak yazdıkları 2015 yazısının üstünün çizildiğini fark etti. Yerine Defne’nin kaybolduğu günün tarihini yazmıştı. Birden göğsü sıkıştı. “Keşke gerçek olsa bu makine,” dedi Mert. “O güne dönüp, onun elini sımsıkı tutardım. Su almaya giderken, ben de yanında giderdim. Belki o zaman, şu an yanımda olurdu.” “Belki de olmazdı,” diye kaçırdı ağzından Ayça. Halâ biraz sarhoş olduğu için normalden daha zordu susmak. Rahat konuşabilmek için karanlığa ihtiyaç duydu, telefonunun fenerini kapattı. “O gün tam olarak ne olduğunu bilmeden emin olamazsın ki…” Sinirlendiği sesinden belli olan Mert, “Sen sanki emin gibisin…” dedi iğneleyici bir tavırla. “Defne’yi tanımadığın çok belli!”

“Evet, onu tanımıyorum… Ama seni tanıyorum artık. Ve kendini suçlaman benim bile ağırıma gidiyor.” Öyle derin bir nefes aldı ki Mert, Ayça’nın içi titredi. “Çok canım acıyor…” dedi acıyla. “Artık gücüm kalmadı. Hayatta hiçbir şeyi bu kadar sevmemiştim ben. Bazen aklımı kaçırmışım gibi geliyor. Sanki gerçek olmayan bir rüya gördüm ve uyandım…” Acıyla güldü. “Her ne kadar şu an yaşadıklarım kâbus gibi olsa da…” “Yakında kâbustan da uyanacaksın.” Yanlış anlaşılmaktan korkuyordu, ama kendine hâkim olamadı. Mert’in elini tutup sıktı yavaşça. “Ama bana söz ver…” dedi fısıldar gibi. “Her kâbus, uyandığımız günü de berbat eder. Her ne kadar bittiğini bilsek de, bizi etkilemeye devam eder… Lütfen, uyandığında da acı çekmeye devam etme… Ne olursa olsun yoluna devam et. Tamam mı?” “Ne demek istediğini anlamıyorum.” “Anlaman gerekmiyor. O gün geldiğinde sadece söylediğimi hatırla. Tamam mı?” Mert, hiçbir şey söylemedi. Kafası her zamankinden daha karışıktı. Vücudu yorgun, beyni daha da kötü haldeydi. Birkaç saniyelik bir sessizlikte iyice ağırlaşan gözlerini daha fazla açık tutamadı. Sırtını, duvara yaslanmış kartona doğru dayayıp uykuya daldı. Ayça, Mert’in uyukladığını fark eder etmez kutudan çıkmak ve onu düzgün bir yere yatırmak istedi ama o gecenin kuralını hatırladı: Yarını düşünme. O da içinden geleni yapıp, uyuklayan Mert’i izledi dakikalarca. Ta ki, kendisi de uykuya yenilip kafası Mert’in omzuna düşene kadar…

Korkunç bir ağrı ile gözlerini açtığında alışık olmadığı alçak bir tavanla göz göze geldi. Birkaç saniyelik

afallamanın ardından, kendi evinde değil, Ayça’nın evinde olduğunu hatırladı. Parmaklarını şakaklarına bastırıp, yanına doğru döndü. Kendinden geçmiş gibi uyuyan Cenk ile burun buruna geldiğinde panikle geri çekildi. Yatakta doğrulduğunda, aynalı komodininde kendini gördü. Hâlâ muz kostümü vardı üstünde. İçinden, “On altıda kalmışım,” diye geçirdi. Baş ağrısı, vücut ağrısı, üstündeki komik kostüm, uyandığı küçük ev, yanında uyuyan tuhaf yeni arkadaşı… Her şey güzel geldi birden ona. Uzun zamandır hissettiği yalnızlığı uçup gitmiş gibiydi. Yataktan kalkarken kendine şaşırdı. Son iki yıldır her gün yaşadığı endişeler yoktu. Görüntüsünü dert ederek uyandığı sabahların aksine, aynada gördüğü tek şey bir önceki gece eğlenmiş bir gençti. Mutluydu. Üstündeki muz kostümünden kurtulup, uyuyanları uyandırmamak için dikkatli adımlarla salona gitti. Henüz tam açamadığı gözlerine rağmen Ayça’yı bulmaya çalıştı. Düşündüğünün aksine bir koltuk tepesinde değil zaman makinesinin içinde gördü onu; Mert ile kafaları birbirine değecek şekilde, oturur gibi uyuyakalmışlardı. Yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamadan telefonunu çıkarıp birkaç fotoğraflarını çekti. Ayça’nın ağzı açık uyuması komiğine gitti. Görüntüyü iyice büyütüp bir poz da öyle çekti. Fotoğraflara bakıp, kendi kendine gülerken kulağının dibinde bir fısıltı duydu: “Ne yapıyorsun sen?” Korkudan kıçının üstüne düşerken Cenk’e yakalandığı fark edip panikledi. Kimse uyanmasın diye olabildiğince sessizce, “Hiiiiççç…” dedi suçlu gibi. “Hiçbir şey yapmıyorum. Ayça’nın uyanmasını bekliyorum da…” Uyku sersemi olan Cenk, Ege’nin ne dediğini anlamadı. Birkaç saniye boş gözlerle ona baktıktan sonra Ayça

ve Mert’i fark etti. Gözlerini kırpıştırarak, “Burada nasıl uyumuş bunlar böyle ya?” dedi kendi kendine. “Gerçi Mert alışıktır saçma sapan hallerde uyumaya da, Ayça’nın her yeri tutulmuştur.” Ege, birden boş bulunup, “Onun keyfi yerindedir, merak etme,” diye kaçırdı ağzından. Yaptığı boşboğazlığı fark edip Cenk’e döndüğünde kısılan gözlerinden şüphelendiğini anladı. “Nasıl yani?” “Nasıl, nasıl yani?” diyerek yutkundu. Vakit kazanmaya çalışıyordu. Ancak bu cevap, Cenk’in durumu daha çabuk anlamasına sebep oldu. Kocaman açılan gözlerine, ağzı da eşlik ediyordu artık. “Yoksa…”dedi istemeden bağırarak. Elini ağzına bastırıp çığlığını örtmeye çalışsa da olmadı, herkes aynı anda uyandı. Ayça ve Mert yerlerinden sıçrarken kafaları birbirine çarpmıştı. Bir kutunun içinde, üstelik Mert’in yanında uyandığını fark eden Ayça kendini hızlıca dışarı atarken panikten ne yapacağını şaşıran Ege, “Şey, benim tuvalete gitmem lazım,” deyip apar topar odadan çıktı. Ağzı bir karış açık vaziyette kendisine bakan Cenk’le kısacık bakıştıktan sonra hızla uyanan Ayça’nın içinde bir savaş çığlığı duyuldu: Sen öldün Ege! O hışımla banyonun kapısına varması bir saniye bile sürmedi. “Ege aç şunu!” On beş dakika boyunca ayağını sinirle yere vurarak ve dişlerini sıkarak bekleyen Ayça ne yapacağını şaşırmıştı. Az önceki gürültüye uyanıp bir şeyler atıştırmak için mutfağa gidenlerin duymasını istemediği için ağzını kapı deliğine yaklaştırıp sesini olabildiğince alçalttı. “Eğer hemen açarsan acı çektirmeden öldüreceğim seni, söz!”

Daha fazla saklanamayacağını düşünüp kapının kilidini açtı Ege. Küçük bir aralık bırakıp, “Yemin ederim ben söylemedim! Kendisi anladı,” diye fısıldadı korkuyla. “Neyi anladı? Kim anladı?” “Cenk anladı… Senin Mert’ten hoşlandığını…” Çığlık atmamak için kendini zor tuttu Ayça. Sinirden kasılan ellerini kapının aralığından Ege’ye doğru uzatmış tam yakasını kavrayacaktı ki, köşede saklanan Cenk, “Bastım sizi,” diye önüne atladı. Ayça’yı ittirerek banyoya sokup kendisi de peşinden girdikten sonra kapıyı içerden kilitledi. “Kimse duymasın diye tıktım sizi buraya… Mert’ten mi hoşlanıyorsun sen bakayım?” “Hayır, yok öyle bir şey…” Küçücük banyoda üçü neredeyse burun burunaydılar. Cenk, “Emin misin?” diyerek üstüne doğru eğilince Ayça küvetin içine bırakıverdi kendini. “Gözüme bak…” Kenarda duran havluyu alıp yüzüne bastırdığı için boğuk çıkıyordu ağlamaklı sesi. “Bakamam…” Durumu anlayınca kendini banyo halısının üstüne bırakıp, “Çünkü bakarsan yalan söyleyemezsin,” dedi Cenk. “Utançtan öleceğim şimdi!” “Ayça…” Uzanıp, ayak bileğini tuttu. “Bana bak.” Yüzündeki havluyu yavaşça çekerken, “Özür dilerim,” dedi Ayça, kendinden utanır gibi. “Mert bu haldeyken ona bir şeyler hissetmem çok yanlış biliyorum. Kendi içimde çözeceğim bir şekilde, söz!” “Salak mısın kızım sen?” “Özür dilerim… Salağım.” “Özür dileyip durma! Bu mükemmel bir şey… Çok mutluyum şu an!”

Beklemediği bir tepkiydi bu. Şaşkınlıkla önce Cenk’e, sonra duvara yaslanmış panikle onları izleyen Ege’ye baktı. “Nasıl mükemmel yani?” diye sordu güçlükle nefes alırken. “Dalga geçiyorsun değil mi?” Cenk, ciddiye alınmak için sırtını dikleştirdi. “Şu ana kadar Mert’in sevgilisi olan hiçbir kızla anlaşamadım. O yüzden hep korktum.” Derin bir nefes çekti içine. Ciddi konuşmaları pek beceremediği için söyleyeceklerini toparlamaya çalıştı. “Biz anaokulundan beri arkadaşız. Onsuz bir hayat düşünemiyorum bile,” diyerek başladı anlatmaya. “O yüzden ne zaman anlaşamadığım, kafamın uyuşmadığı biriyle sevgili olsa korktum. Ya işler ciddileştiğinde beni artık yanında istemezse, ya beni değil sevgilisini seçerse diye. Defne’nin bana bir zararı yoktu, tamam… Ama onunla sevgiliyken de böyle hissediyordum.” Kafasını önüne eğip, söylediği şeylerden çekiniyormuş gibi devam etti. “Defne ile aynı odada bir hafta kalsak, üç cümle ancak edebilirdik. O kadar alakasızdık yani… Üç yıldır ortak bir noktada buluşmaya çalıştım onunla, ama çok zorlamaydı her şey. Hatta bazen kendimi uyumsuzlukla suçladım. Yani dostun için, normalde arkadaş olmayacağın biriyle bağ kurmak çok da zor olmamalıydı…” Kafasını kaldırıp, dokunsa ağlayacakmış gibi duran Ayça’nın gözlerine baktı. “Ama seninle tanışınca anladım,” dedi gülümseyerek. “Daha bir aydır tanışıyoruz ama on yıldır arkadaşımmışsın gibi geliyor. Demek ki sorun bende değil. Bazı insanlarla kimyan bir saniyede tutar, bazıları ile on yılda tutmaz. Bu kadar.” Gözleri dolan Ayça, “Cenk…” diyebildi sadece fısıldar gibi. “Uzun lafın kısası… Ben seni destekliyorum. Eğer bir gün Mert de sana karşı bir şeyler hissederse, bir araya gelmeniz için elimden geleni yaparım!”

Önündeki havluyu tekrar yüzüne bastırdı. “Utançtan midem bulanıyor!” “Ne utanıyorsun manyak kadın!” Ayağa kalkarken, havluyu çekip aldı. “Aşkın utanılacak bir yanı yok! Bak, o içeride uyuyan embesil ikili, liseden beri birbirlerini seviyorlar ama o saçma utançtan kaç yıl kaybettiler. Hâlâ da kaybetmeye devam ediyorlar!” Gözlerindeki yaşlar, birbirine daha fazla tutunamayıp yanaklarından süzülmeye başladılar. “Hayatımda ilk kez sevildiğimi hissediyorum… O yüzden Mert beni sevmese de, bana kazandırdığı bu şeye…” derken, yanaklarını elindeki havluya kuruladı Ayça. “Hep minnettar olacağım.” “İşte bu yüzden seninle anlaştık,” deyip, küvetin yanına diz çöktü. Elini Ayça’nın omzuna koydu yavaşça. “Hamurumuz aynı bizim. İkimiz de insanların sevgisini kolay kolay kazanamayan, genelde yanlış anlaşılan gürültücü tipleriz. Birinin bizi sevmesi için, dışımızdaki o duvardan geçmesi gerekiyor.” O ana kadar, aynanın önünde sessizce onları izleyen Ege, “Casper gibi,” dedi. “Casper gibi,” diye onayladı Cenk gülerek. “Mert anaokulundayken huysuzluktan her gün herkesle kavga eden bu çocuğu, beni, arkadaşı olarak seçmeseydi okul hayatım boyunca dışlanırdım herhalde. Bazen bir kişinin sevgisi, gerçek seni herkesin görmesini sağlıyor,” deyip Ayça’ya döndü. “O yüzden seni anlıyorum. Gerçekten.” Elini, kalbinin üstüne koydu Ayça. Ağlıyordu. “Duygu yoğunluğundan şuram patlayacak şimdi… Bir şey söyleyin de kendime geleyim.” “Evden nasıl çıkaracaksınız beni kimse görmeden?” diye sordu Ege, biraz da konu değişsin diye. “Akşamüstü set var da… Artık çıkmam lazım.”

Tuvalet kapısı bir kere tıklatıldı. Serkan, “Dolu mu?” diye bağırınca Cenk ayağa fırladı. “Önce tuvaletten üç kişi nasıl çıkacağız onu düşünelim!” dedi fısıldayarak. “Sonra seni de evden çıkarırız.”

Yolu uzatma pahasına, tenha olduğu için tercih ettikleri ara sokaklardan yürüyorlardı. İkisinden de uzun olan Ege’yi çocuklarıyla yürüyen ebeveynler gibi ortalarına almış, dikkatlice etrafı kolluyorlardı. Ege’nin gümüş rengi lüks otomobilinin yanına geldiklerinde Cenk heyecanla, “Arabaya bak,” diye bağırdı. Sanki sıcak bir sobaya değiyormuş gibi çekinerek, aracın kaputuna dokunup minik bir çığlık attı. “İlk kez bu kadar pahalı bir arabayı elliyorum, çok heyecanlı!” “İstediğin zaman veririm kullanman için,” diye içten bir cevap verdi Ege. “Söylemen yeter.” “Manyak mısın sen?” derken kocaman açmıştı gözlerini. “Bu araba verilir mi arkadaşa?” “Verilmez mi?” “Veril

Yorumlar

Yorum yapmak için giriş yapın.