“Bugün nasılsın Defne?” “Bilmiyorum…” “Nasıl hissettiğini anlamıyor musun? Yoksa... “ “Aynı anda hem mutlu hem de mutsuz olabilir mi bir insan? Yani... Hem dünyanın en mutlu kızıyım. Hem de en mutsuz… Buraya gelme sebebim de bu aslında. Kafam karmakarışık, neden böyle hissettiğimi bile bilmiyorum. Mutsuz olmak için bir sebebim yok... Aksine, son bir haftada çok güzel şeyler oldu hayatımda… Üç yıldır birlikte olduğum erkek arkadaşım, bana evlenme teklif etti.”
Önünde açık duran bilgisayarı ve masanın üzerine dağılmış kitapları ile kütüphanedeydi. O kadar yorgundu ki, artık taşıyamayacağı kadar ağır gelen başı kitabının üzerine düştü. Gözlerini kapatıp birkaç saniye öylece durdu. Bilgisayarından yükselen bildirim sesi ile kafasını kaldırdı. Ekrana baktığında bir mail geldiğini gördü. Merakla kaşlarını çatıp, bilmediği bir adresten gönderilmiş iletiyi açtı. “Merhaba. Mail adresinizi internetteki ilanınızdan aldım. Eğer ilgilenirseniz bir fotoğraf çekimi işi için sizinle çalışmak istiyorum. Olumlu ya da olumsuz cevap verirseniz çok sevinirim. Deniz Ertürk.”
Şaşırmıştı, kafasını yana eğerek birkaç saniye ekrana baktı. Omuzlarını silkip, hızlıca cevap yazdı. “Merhaba. Detayları öğrenebilir miyim?” Gönder tuşuna bastığı anda Yeliz yanına oturmuştu. “Selam güzellik! Nasılsın bakalım?” Bilgisayarını kapatıp Yeliz’e gülümseyerek önündeki kitap yığınını gösterdi. “Sınavlar…” Sözcük ağzından neredeyse bir oflama gibi çıkmıştı. Kitaplarını masanın üstüne bırakan arkadaşı sevimli bir bakış atıp göz kırptı. “Keyfini yerine getirecek bir şey yapalım mı?” “Neymiş o?” “Sana tarot bakayım,” diyerek elini çantasına atıp içinden bir deste kart çıkardı. “Belki hayatının değişeceği bir gündür bugün, kim bilir?” dedi imalı imalı. Defne pek istekli değildi. Nezaketen gülümsedi. “Eğer sınav sorularını göstermiyorsa o kartlar, hiç almayayım.” “Aaa, hadi ama, hadi, hadi… “ diye ısrar etti Yeliz kartlarını sımsıkı tutarak, heyecanlı görünüyordu. Defne kolay kolay hayır diyemezdi. Pes etti. “Tamam,” dedi, Çok istiyorsan…”
“Defne’yle evlenmeye karar verdik.” “Ne!” Mutfakta, yemekleri hazırlarken içeriden gelen bağırışları işitiyorlardı. Defne gülerek Yeliz’e dönüp, “Tarot işi numaraydı değil mi?” dedi. “Mert söyledi kesin.” Salatayı tabağa koymaya çalışan Yeliz sırıttı. “Evet. Mistik bir hava yaratmak için küçük bir tarot numarası yapalım dedik.” Tabağın kenarına bir dilim limon yerleştirip, parmağını yaladı. “Ama kartları açtığımda gerçekten değişim çıktı.”
“Yalancı.” “Aşk olsun! Doğru söylüyorum,” diyerek tabakları alıp mutfaktan çıktı. İçeriden Cenk ve Mert’in sesleri geliyordu hâlâ. “Hani otostopla dünya duruna çıkacaktık?” “Yine çıkarız.” “Tabii ya... Balayınızda tur otobüsüyle gezeriz artık dünyayı!” Defne kendi kendine sırıtarak işine devam ederken telefonuna bir bildirim düştü. Tezgâhın üstünde duran telefonunu alıp, yeni gelmiş olan maili açtı. “Dönüşünüz için teşekkür ederim. Normal bir fotoğraf çekimi istemiyorum. Haberim yokken, hayatın olağan akışında yakalanmış enstantaneler istiyorum. Günlük rutinim çok bellidir. Haftada bir ya da iki kez uzaktan beni fotoğraflamanız yeter. Ücret olarak talep edeceğiniz her tutar, benim için uygun olacaktır. Sevgiler.” Okuduklarını anlamakta güçlük çeken Defne, “Habersiz mi?” diye mırıldandıktan sonra emin olmak için bir kez daha sormaya karar verdi. “Yani siz bana rutin hayatınızın uygun saatlerini vereceksiniz ben de size çaktırmadan fotoğraflarınızı çekeceğim. Doğru mu anladım?” Mert mutfak kapısından kafasını uzatıp gülümseyerek, “Yardım lazım mı?” diye sorduğu anda gönderdi mesajı. Telefonunu hızlıca cebine yerleştirip, “Aslında evet…” diye gülümsedi. En üstteki rafı işaret ederek, “Bardakları indirsene...” dedi. “Neden her seferinde oraya koyuyorsun şunları hiç anlamıyorum.” “Çünkü bensiz hiçbir şey yapama istiyorum.” “Ukala.”
Mert, arkası dönük olan Defne’yi bir anda omzuna aldı. “Hadi kendin al bakalım bardakları…” “Ne yapıyorsun? Dur! Düşeceğim...” dese de işe yaramamış, çoktan ayakları yerden kesilmişti. Mert’in kafasına hafifçe vurduktan sonra tutunup dengesini sağlamayı başardı. Rafa elini uzattığı an kadehlerden birinin içinde duran yüzüğü fark etti. Şaşkınlıkla önce bardağı sonra içindeki yüzüğü aldı. “Bu ne?” “Neye benziyor sevgilim?” Mert, onu dikkatlice yere indirip kollarını beline doladı. Defne’nin gözü hâlâ elindeki minik halkadaydı. Klasik yüzükler gibi değildi. Taşı yoktu ve üzerinde üst yarısından kesilmiş gibi duran bir yazı vardı. “Yüzüğü unuttum sandın değil mi?” “İtiraf et, unutmuştun.” Mert yakalanmış gibi çocuksu bir tavırla omuzlarını düşürdü, sırtını mutfak tezgâhına dayadı. “Evet… Aldığım gün sen göremeyesin diye en üst rafa saklamıştım. Okulda geldi aklıma.” Tıpkı onun gibi sırtını tezgâha dayayıp gülerek yüzüğü inceledikten sonra kafasını iki yana salladı. “Ne yazıyor üstünde? Hiçbir şey anlamadım. ” Mert zarif bir hareketle elinden aldığı yüzüğü Defne’nin ince, uzun parmağına geçirirken, “Henüz bir şey yazmıyor,” dedi. “Nasıl yani?” “Bu, nişan yüzüğümüz. Evlendiğimizde diğer parçasını da vereceğim. İkisi bir araya geldiğinde yazı tamamlanacak.” “Tamamlanınca ne yazacak?” “O güne kadar öğrenemeyeceksin.”
Kafasının üstünde duvak gibi duran tül perde ile aynaya bakıyordu. Yüzündeki sırıtışa takıldı. Kendi kendine gülümsemekten nefret ederdi, buna engel olmak için alt dudağını ısırdı. Gecenin soğuğunda, suya atladıkları için sırılsıklamdı, üşüyordu… Ama yine de gülümsüyordu. Birden hapşırdı. Hemen aynalı dolabı açıp bir havlu aldı ve elini yüzünü kuruladı. Perdeden yapılma duvağını çıkarıp kirli sepetine attı. O kadar yorgundu ki, daha fazla ayakta duramayıp kapalı klozetin üstüne oturdu ve saçlarını havluyla sardı. Yaşadıkları eğlenceli akşam yüzünden saatlerdir kontrol edemediği telefonunu çıkarıp baktığında yeni bir mail geldiğini gördü. “Evet, doğru. Teklifime hâlâ sıcak bakıyorsanız, günlük planımı ekte bulabilirsiniz.” Defne burnunu çekip, eklentiyi açtı. İş çıkış saatleri, yemek molası için gidilen restoranın adresi gibi detaylar listelenmişti. Okurken bir yandan düşünüyor ve durumu epey tuhaf buluyordu. Sonunda, “Düğün için ben de para biriktirsem fena olmaz,” diyerek ikna etti kendini ve işi kabul ettiğini belirten bir cevap yazdı.
“Ertesi sabah, işe başlamak üzere, verilen adrese doğru yola çıktım. Parmağımdaki yüzüğe bakıp duruyor, eksik cümleyi çözmeye çalışıyordum. Çözmeye çalıştığım sadece o muydu, yoksa içimde hissettiğim eksikliğin sebebini mi anlamaya çalışıyordum bilmiyordum… Zaten ikisini de başaramadım…”
Durakta tek başına beklerken, ayaklarını sallayıp duruyordu. Gözü parmağındaki yüzükteydi. Edebiyat bölümünde okumasına ve sözlüğü yalayıp yutmasına rağ
men yazıyı çözememesi aklına başka bir olasılığı getirdi; belki de bilmediği bir dildeydi. Telefonunu çıkarıp saate baktı. On bire çeyrek vardı. Birkaç dakika içinde gelecekti otobüs, kalkıp kaldırımın en ucuna gitti. Gizemli müşterisi tam on ikide öğlen yemeğine çıkacaktı. Birden, onu nasıl tanıyacağını bilmediği geldi aklına. Hızlıca yeni bir mail yazdı. “Merhaba, dün sormayı unuttum. Sizi nasıl tanıyabilirim? Fotoğrafınızı yollayabilir misiniz?” Birkaç dakika sonra gelen otobüse bindi. Pek kalabalık değildi, en arkaya gidip boş bir koltuğa oturdu. Başını cama yasladı. Mailine cevap geldiğini görünce açtı. “Pek fotoğrafım yok. O yüzden kimliğimdekini yolluyorum. Kusura bakmayın.” Defne, kaşlarını çatıp fotoğrafı açtı. Oldukça çekingen görünen gözlüklü bir erkek görünce şaşırdı. Kendi kendine, “Erkek miymiş?” diye mırıldandı hayretle. Nedenini bilmese de gizemli müşterisinin kadın olduğunu varsaymıştı. Ekranı iyice büyütüp detayları incelemeye başladı. Fotoğraftaki yüz, onda garip bir his uyandırıyordu baktıkça. Adını tam koyamadığı, biraz rahatsız edici bir duyguydu. Daha fazla düşünmek istemediğinden küçük bir hareketle omuz silkti ve telefonun tuş kilidini kapattı.
“O bankta geçirdiğim yirmi dakikayı şimdi düşünüyorum da, normal hissettiğim son dakikalardı galiba.”
Deniz’in çalıştığı şirketin önündeki bankta oturuyordu. Yoldayken gecikeceğini düşünüp gerilmiş ama tam zamanında gelince rahatlamıştı. Çantasından defterini alıp çalakalem bir harita çizdi. İş yeri olarak çizdiği kutucuğa 12:05 yazıp bir ok çıkararak restoranı gösteren kutucuğa kadar uzattı ve oraya da 12:15 yazdı.
Defterini kapatıp, fotoğraf makinesini kucağına aldı. Beklerken garip bir heyecan vardı içinde. Mert’in yönlendirmesiyle merak saldığı ve çok sevdiği fotoğrafçılık uğraşında ilk kez bu kadar ilginç bir iş alıyordu. Her ne kadar Mert, sabah konuşurlarken hafiften dalga geçtiyse de, Deniz’in fotoğrafını gördükten sonra bunun basit bir Instagram mevzusu olmadığını anlamıştı. Sebebini henüz bilmiyordu ama bu his bile işini ilginç kılıyordu. Önünde oturduğu şirket binasının kapısından insanlar çıkmaya başladığında neredeyse aynı renk takım elbiseler giymiş onlarca kişinin arasında Deniz’i aradı gözleri. Bakması gereken yerin, kalabalık değil tenha olması gerektiğini bilmiyordu henüz. Herkesten ayrı, çekingen bir tavırla yürüyen genç adamı görünce hemen tanıdı. Makinesine uzak çekim yapabileceği bir lens takıp elindeki çantasını sımsıkı tutmuş olan Deniz’in bir kare fotoğrafını çekti.
“Düğün parası biriktirmek için kabul ettiğim tuhaf bir işti sadece. Ama o adamı... Yani Deniz Bey’i öyle görünce… Tanıdık bir hüzün omuzlarıma çöktü birden.”
Restoranın dışında bir ağaca yaslanmıştı. Aradaki mesafeye rağmen, içeride yüzü duvara dönük bir şekilde yemek yiyen Deniz’in fotoğraflarını çekmeye çalışıyordu. “Hem fotoğraf için bana para ödüyorsun, hem de sırtını dönüyorsun…” diye söylendi kendi kendine. İşini doğru dürüst yapabilmek için kamerasını saklayarak restorana girdi. Deniz’in herkesten uzak masasının hemen arkasındakine, sırtı ona dönük olacak şekilde oturdu. Yanına gelen garson, “Hoş geldiniz efendim. Ne arzu edersiniz?” diye sordu.
“Ben bir sütlü kahve alabilir miyim?” Garson gülümseyerek yanından ayrılırken, sandalyesini usulca geriye ittirerek Deniz’in sandalyesine yaklaştı. Onun duyabileceği bir sesle, “Yüzünüzü duvara dönerseniz, fotoğraflarınızı çekemem,” dedi. Cevap yerine öksürük sesi duyunca, “İyi misiniz?” diye sordu endişeyle. Böyle bir şeyi beklemiyor olacak ki içtiği çorba genzine kaçmıştı Deniz’in. Öksürürken, “İyiyim,” demeye çalıştı yarım yamalak. Bir yudum su içerek öksürüğünün kesilmesini sağladı. Adamın iyi olduğundan emin olduktan sonra aynı kısık sesle devam etti. “Beş dakika sonra restorandan çıkacağım. Böyle olmasını istediğinizi düşündüğüm için direkt yanınıza gelmedim ama rica etsem kapıya dönük oturur musunuz? ” “Kusura bakmayın Defne Hanım. Ben hep böyle otururum da…” Sesi de tavırları kadar çekingendi. “Neden ki?” “Alışkanlık.” Garson sütlü kahveyi getirip masaya bırakırken, Deniz, “Teşekkür ederim,” dedi belli belirsiz. Sırt sırta, birbirlerinin yüzünü görmeden oturuyorlardı hâlâ. “Ne için?” “İsteğime bu kadar saygı gösterdiğiniz için.” “Garip bulmadım desem yalan olur, ama sonuçta işverenimsiniz. Siz nasıl arzu ederseniz öyle yapacağım görevimi...” Kahvesinden bir yudum aldı. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra dayanamayıp, “Yine de insan merak ediyor tabii,” dedi. “Kimliğinizdeki dışında fotoğrafınızın olmaması... Duvara dönük oturmanız... Karşıdan karşıya geçerken bile insanlardan ayrı durmanız... Hepsi…” “Kalabalıkta pek rahat olamıyorum.”
Ona acıdığını düşünmesini istemiyordu. Rahatlamasını sağlamak için, “Çok doğal,” dedi içtenlikle. “Kalabalıkta ben de pek rahat edemem.” Konuyu değiştirmek istedi içgüdüsel olarak. “Çektiğim fotoğrafları nerede kullanacaksınız? Kendiniz için mi istiyorsunuz?” “Bilmiyorum.” “Nasıl yani?” “Sadece, öldüğüm zaman, yaşadığımın bir kanıtı olsun istedim.”
“Cevabı beni neden bu kadar etkiledi bilmiyorum ama Mert ile tanışmadan önce derinlere gömüp susturduğum yalnız ve mutsuz kız çocuğu o anda tekrar dirildi ve isteğini en güzel şekilde yerine getirmek için ona söz verdi sanki.”
Beş dakika sonra dışarı çıkmış, masasından kalkmak üzere olan Deniz’in çok da net görünmediği birkaç kare fotoğrafını çekmişti. Aynı çekingen tavırlarla yere bakarak şirket binasına doğru yürürken de peşinden gitti. Ancak büyük döner kapıdan girmek yerine hemen yandaki dar sokağa saptı adam. Elindeki torbada bulunan kemikleri çöp kutusunun yanında duran köpeğin önüne döktü. O, köpeğin başını okşarken, Defne bir kare daha çekti.
“Hayatının büyük kısmını yapayalnız geçirmiş biri olarak, yalnız birini görünce anlardım. Ama daha önce bu denli yalnız birini görmemiştim… Daha doğrusu, uzun bir süredir görmemiştim, Mert ile tanışmadan önceki Defne de böyleydi çünkü... Yalnız ve dünyaya uyum sağlayamayan… Onun fotoğraflarını çekmeye başladığım hafta içinde… Sanırım sergiden birkaç gün
sonrasıydı, arkadaşlarımız bize gelecekti ama Mert’in işi uzayıp da eve gelemeyince planı iptal ettiler. O kadar kötü hissettim ki kendimi…” “Bu duygu tanıdık mıydı? Daha önce hiç öyle hissetmiş miydin?” “Annemle babam öldüğünde… Onlar hayattayken sürekli dolu olan evimiz, birden bomboş kalmıştı. Öz teyzemler, amcamlar… Abileri ablaları ölünce sanki ben hiç kimseymişim ve artık önemli değilmişim gibi davrandılar. Sanki artık hep böyle olacakmış gibi hissettim. Sanki var olmam için sürekli yanımda birisi olmalıymış gibi... Sanki bir kere yalnız kalanın kaderi hep yalnız olmakmış gibi… Yaşadığım aşkın büyüsüyle gözüm kör olsa da… Sonum bir şekilde o zavallı adam gibi olacak diye düşündüm…” “Mert’i ailenin yerine mi koydun sence? Onun arkadaşlarını arkadaşın saydın ve o gittiğinde onların da gideceğini düşündün?” “Sadece arkadaşları değil… Mesela geçen gün ailesinin evine gittik, evleneceğimizi söylemek için… Annesi çok tatlı bir kadın, Mert’e de çok düşkün. Çok sevindi haberi duyunca… Birkaç akrabaları vardı yemekte… Beni onlarla tanıştırırken, ismimi söylemedi; Mert’in sevgilisi, dedi. Biliyorum, kötü bir niyetle yapmadı. Gerçekten… Dünyanın en tatlı insanı Tülay Teyze… Ama o an, burnumun direği sızladı. Ben sadece birilerinin kız arkadaşı, birilerinin kızı mıyım? Benim bir ismim var mı? Ben tek başına sevilmeye, saygı görmeye yetmiyor muyum, diye düşünmeye başladım. Her şey bu kadar güzelken neden böyle hissediyorum ki? Nankör müyüm ben? Onu ailesiyle, arkadaşlarıyla mutlu görünce tamamlanmış gibi hissediyorum. Çünkü benim öyle bir şansım hiç olmadı… Ama bir yandan da iste
meden de olsa bana kendimi çok eksik hissettiriyor… Aslında o, yani sevgilim, dünyanın en harika insanı… Şu an burada böyle şeyler anlatmak bile bana kendimi berbat hissettiriyor.” “Mert ile paylaştın mı hislerini? Yani seni kötü hissettiren, üzen, endişelendiren şeyleri? Mesela buraya geldiğinden haberi var mı?” “Hayır.” “Neden?” “Beni yanlış anlamasından korkuyorum. Ben bile anlamıyorum ki kendimi, bunu ondan nasıl beklerim?” “Bak Defne... Bazen geçmiş travmalarımız en mutlu anlarımızı baltalar. Bu, şimdiki zamanın problemi olmak zorunda değil, geçmişimizle ilgili olabilir. O yüzden bunu evleneceğin adamla paylaşman onu senden uzaklaştırmaz. Uzaklaştırmamalı… Öyle değil mi?” “Onu kaybetmekten çok korkuyorum. Ama kendimi kaybetmekten daha çok korkuyorum.” “Seni tetikleyen kişi… Yani, Deniz... O günden sonra fotoğraflarını çekmeye devam ettin mi?” “Evet. Sürekli olarak sadece benzer kareleri yakalayabilsem de söz verdiğim gibi çekmeye devam ettim. Ama sonra başka bir şey yapmaya karar verdim…”
Deniz, yine aynı restoranda her zamanki masasına yürürken hep oturduğu duvara dönük duran sandalyesinin tam karşısında neredeyse insan boyutunda pelüş bir oyuncak ayı gördü. Şaşkınlıkla etrafına bakınıyordu ki restoranın sahibi güleç kadın, “Bir arkadaşın bıraktı,” dedi. “Sürekli burada yemek yediğini biliyormuş.” Kadına usulca gülümseyip masaya oturdu. Kocaman ayının üstündeki notu alıp, okudu.
“Bugün size bu arkadaş eşlik etsin. Parasını faturaya ekleyeceğim. :) Defne.” Restoranın kuytu bir köşesinde gizlenmiş olan Defne’nin fotoğraf makinesinin vizöründe o an, dev bir oyuncak ayıyla karşılıklı oturmuş yemek yiyen ve gülümseyen bir adam görünüyordu. Deklanşöre bastı. Başı dönüyordu, midesinde korkunç bir bulantı vardı. Zaman algısını yitirmiş gibiydi. Mert ile buluşacaktı ama aklı psikiyatristin verdiği ilaçların yan etkisi yüzünden öyle karışıktı ki mesajlara girip teyit etmek zorunda hissetti. Mert, üçte geleceğini yazmıştı ve saat tam üçtü. Ayakta durmaya dayanamayıp kaldırıma oturdu. İlaçların bedenindeki etkisini nasıl saklayabileceğini düşünüyordu. Ona psikiyatriste gittiğini ve ilaç kullandığını söyleyememişti. Evlilik için gün sayan, her gün eve şen şark gelen, hayatının en güzel günlerini yaşadığını her fırsatta söyleyen sevgilisine iyi hissetmediğini, hatta kötü hissetmekten de öte şeyler yaşadığını anlatmak her şeyden daha güç geliyordu. Üstelik konuşmadan geçen her gün, konuşmak daha da zorlaşıyordu. İlaç saati için kurduğu alarm çaldı. O rahatsız edici sesi susturmadan sokakta yankılanmasına izin verdi. Sanki içten içe, Mert gelsin duysun da neden alarm kurduğunu sorsun istiyordu. Ama onu köşede görür görmez telefonun sesini kapatıp ayağa fırladı. Yüzüne kocaman bir gülümseme kondurup, son kalan enerjisini sevgilisi bir şey anlamasın diye harcadı. Mert koşarak yanına gelmiş, onu kucaklayıp coşkuyla havaya kaldırmıştı bile. Boynuna küçük bir öpücük kondurup, “Çok beklettim mi sevgilim?” diye sordu.
“Yok, ben de yeni geldim.” Ele ele tutuştular ve usul usul, acelesiz yürümeye başladılar. “Cenk’le beraber ortaokuldan arkadaşlarla buluştuk. Bırakmadılar bir türlü…” derken şikâyet eder gibi konuşuyordu Mert. “Herkesle arkadaş kalmayı nasıl başarıyorsun anlamıyorum.” “Ben bir şey yapmıyorum ki... Onlar bir şekilde yapışıp kalıyorlar. Bak mesela Cenk…” dedi gülerek. “Anaokulundan beri belalım gibi peşimde… Bu arada Cumartesi günü de lise buluşması var. Sen de gelirsin değil mi?” “Yok, ben kendimi pek rahat hissetmiyorum öyle ortamlarda,” derken rahatsızlığının aslında çok daha geniş kapsamlı olduğunu haykırmak istediğini düşünüyordu. “O neden?” “Ne bileyim.” Konuyu değiştirmek ister gibi hızlıca ekledi. “Zaten o gün annemin ölüm yıldönümü. O yüzden…” “O zaman ben de gitmem.” “Hayır. Sen git ve eğlenmene bak.” “Sensiz eğlenemem ki…” “Konu kapanmıştır.” Kahve hazırlamak için mutfağa gitmiş ama çoktan kaynamaya başlamış olan suyun altını bir türlü kapatamamıştı. Mutfağa yayılan buharı izlerken düşüncelerinin de aynı şekilde dağıldığını görüyordu sanki. Mert’in, yaptığı iş ile ilgili hiçbir şey sormaması buna rağmen sürekli kendi işinden ve yoğunluğundan bahsetmesi canını sıkıyordu. Psikiyatriste gittiğini de söyleyememişti henüz. Az önce çat kapı gelen Cenk de sıkıntılarının üstüne tuz biber ekmiş, birlikte eğlenceli planlar yapmaya
başlamışlardı. Bir türlü kendisini ait hissedemediği bu yakın arkadaşlık, aslında ne kadar yalnız olduğunu hatırlatıp duruyordu Defne’ye. Onlar içeride gülüp konuşurken psikiyatrist konusunu yine açamayacağını anladı. Mert ve Cenk’e kahvelerini verdikten sonra kendi fincanını alıp sabah gireceği son sınavına hazırlanmak üzere odaya gitti. Ertesi gün sınavdan sonra buluştuklarında metronun gelmesini beklerken çok susadığını hissetti Defne. Mert’in yanından ayrılıp istasyonun diğer ucundaki otomata gitti. Su almak için otomata para atmıştı ki Metronun geldiğini duydu. “Kaçırdık,” dedi kendi kendine. Koşsam yetişebilir miyim, diye düşünürken metrodan inen kalabalığın arasında Deniz’i gördü. Onun kıpkırmızı olmuş yüzünü ve dehşete düşmüş gibi açılmış gözlerini fark edince şaşkınlığı, yerini endişeye bıraktı. Nefes almakta güçlük çekiyor gibi görünüyor, kalabalığın arasından koşarak uzaklaşmaya çalışırken eliyle göğsünü tutuyordu. “Deniz Bey,” diye bağırdı arkasından ama sesini duyuramadı. Sarsak adımlarla merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile Deniz, sendelediğini görünce iyice telaşlanıp peşinden koşmaya başladı. İnsanları yara yara ona ulaşmaya çalışıyor ve seslenmeye devam ediyordu. Metrodan çıkar çıkmaz nispeten tenha bir ara sokağa girip kendini yere bıraktığını gördü. Nefes nefese kalmış olsa da hızlanıp yetişti. “İyi misiniz?” diye sordu panikle. Deniz kafasını kaldırıp bakmıyor, soluk alamıyormuş gibi görünüyordu. “Ben Defne...” dedi çaresizce. “Fotoğraflarınızı çeken hani…” Çantasını bir kenara fırlatıp, yerde yatan adamın gömleğinin üst düğmesini
açtı. “Göğsünüz mü sıkışıyor?” diye sordu, cevap alamayınca daha da korktu. Titreyen elleri ile yere bıraktığı su şişesinin kapağını açtı. “Biraz su içseniz?” Deniz’in, ağzına dayanmış su şişesine verebildiği tek tepki kafasını iki yana sallamaktı. Bütün vücudu korkudan zangır zangır titreyen Defne, hızla ayaklandı. Ambulans çağırması gerektiğini düşünerek elini cebine attı ama telefonu yoktu. Yere çöküp çantasını olduğu gibi boşalttı ama orada da değildi. “Telefonum yok,” diye bağırdı çaresizce. Giderek kötüleşen Deniz’e bakıp, “Ben yardım çağırıp geliyorum,” diyerek caddeye doğru koşturdu. Kalabalığa yaklaşır yaklaşmaz, “Arkadaşım kalp krizi geçiriyor galiba, ne olur biri yardım etsin,” diye bağırmaya başladı. Yoldan geçen birileri durup, “Ambulans çağırdınız mı?” diye sordular. “Nerede arkadaşınız?” Defne, ara sokakta yerde öylece yatan Deniz’i işaret etti. Yardım etmek için duran adamlardan biri yanındakilere, ”Siz şuraya kadar taşıyın ben taksi bulayım, en hızlısı o,” deyip caddeye dönerek elini kaldırdı. Acil serviste, olanların şokunu atlatmaya çalışırken endişeliydi Defne. Telefonu yoktu ve Mert’e haber veremeden kendini acilde bulmuştu. Resepsiyondaki hemşirenin yanına gitti çekinerek. “Telefonu kullanabilir miyim acaba? Arkadaşımı apar topar buraya getirirken düştü galiba benimki, bulamıyorum… Erkek arkadaşıma haber vermem gerekiyor.” Güler yüzlü hemşire telefonu uzatıp, “Tabii. Buyurun,” dedi kibarca.
Defne birkaç tuşa bastıktan sonra durdu, yüzünde tuhaf bir ifade belirdi. “Numarasını bilmiyorum ki…” dedi kendi kendine. Şaşkınlıkla kendisine bakan hemşireye açıklama yapması gerekiyormuşçasına, “Sürekli birlikteyiz de...” dedi. “Ezberlemek hiç aklıma gelmemiş.” “Kendi numaranızı aramayı deneyin. Belki biri bulmuştur. Oradan numarayı da alırsınız.” “Doğru!” Kendi numarasını çevirdi hızla. “Kafa kalmadı ki…” diye kızdı kendine. Defalarca çalan telefonun açılmasını ümit etti ama olmadı. “Cevap yok…” dedi hemşireye bakıp. “Yine de teşekkür ederim.” Sandalyeye bıraktı kendini, ne yapması gerektiğini düşünerek etrafa bakınıyordu. Gözü, Deniz’in çantasına takıldı. Çantayı kucağına alıp açtı. Eski model, kapaklı bir telefon gördü. Belki ailesinden birine ulaşırım, diyerek rehbere girdi. Doktor Emel Uygur ve yanına “iş” diye not düşülmüş birkaç isim vardı sadece. Şaşırmıştı rehberinde bu kadar az isim olmasına. Telefonu kapatıp yerine koyduktan sonra çantadaki diğer şeye baktı. “Belki numaralar buradadır…” Ümitle alıp açtığı defter bir günlüktü. Bir an tereddüt etse de, rastlayacağı bir ismin rehberdekilerden biri olması ihtimaliyle okumaya başladı.
Bugün, benim için pek bir umut kalmadığını söyledi doktor. İçten içe bunu hep bilsem de, çok üzüldüm. Öleceğim gerçeğinden ziyade, öldüğümde hiç yaşamamış gibi olacak olmam üzdü beni. Ben gittikten sonra kimsenin hafızasında bana dair bir anı olmayacak. Buhar olup göğe yükseleceğim. İçinde yaşadığım dünya, benim dünyam değil. Hiç olmadı. Keşke bu dünyaya dair birkaç güzel anım olsaydı.
Annemle babam o kadar erken ölmeseydi, acaba ben de uzun yaşar mıydım? Ya da, içinde boğulduğum bu yalnızlık… Onlar hayatta olsaydı yine böyle hisseder miydim?
Bazen kendime kızıyorum. İnsanlardan korkup aralarına giremiyorum. Ama yalnız kaldığımda da üzülüyorum.
Bugün internette bir ilan gördüm. Bir fotoğrafçının ilanı... Aklıma bir fikir geldi, yaşadığımı kanıtlayacak fotoğraflar olsa…
Bugün öğle yemeğimi kocaman bir oyuncak ayı ile yedim. Fotoğraflarımı çeken Defne Hanım, bana sürpriz yapmış. Uzun zaman sonra aldığım ilk hediyeydi. Çok mutlu oldum. Keşke bu oyuncak ayı konuşabilseydi. Belki o zaman, ev bu kadar sessiz olmazdı.
“Çok teşekkür ederim. Zahmet verdim,” dedi Deniz her zamankinden daha çekingen bir tavırla. Acil servisin önünde ne yapacaklarını nereye gideceklerini bilmez gibi duruyorlardı. “Olur mu öyle şey… Kalp krizi olmadığına sevindim ama… Çok korktum sizi öyle görünce.” “Metro çok kalabalık oluyor diye hiç binememiştim. Ölmeden yapılacaklar listemde vardı... Ama tabii inmem bir durak sürdü…” derken kafasını azıcık kaldırdı. Düştüğü durumdan mahcup olmuş, açıklama yapma ihtiyacı hissetmişti. “Panik atak geçirdim.” Defne üzüldüğünü belli etmemek için kafasını çevirdi. Önlerine doğru yanaşmakta olan taksiyi görünce, “Hadi... Eve bırakayım seni,” diyerek elini kaldırdı. “Ben kendim giderim. Bir şeyim yok, gerçekten…” “Olmaz. Hem, evde de birkaç kare çekmiş olurum. Sürekli aynı yerlerde olmasın fotoğrafların.”
Oldukça eski eşyalarla döşenmiş iki katlı evin oturma odasında, yeşil eski bir koltukta oturuyorlardı. Defne etrafa, Deniz ise şaşkınlığını gizlemeye çalışan kıza bakıyordu. “Babaannemle dedemin eviydi burası,” dedi kısık bir sesle. Defne gülümseyerek koltuktan kalkıp, halıya otururken, “Çok şirinmiş, çok sevdim,” diyerek gülümsedi. Makinesini çıkarıp koltuğun kenarına misafir gibi ilişmiş olan Deniz’in fotoğrafını çektikten sonra , “Sana bir şey sorabilir miyim?” dedi kısık bir sesle. Sanki bu evde yüksek sesle konuşulamazmış gibi hissetmişti. “Sor…” “İstemeden hasta olduğunu öğrenmiş bulundum…” diye mırıldandı. “Hastalığın…”
“Pankreas kanseri,” dedi Deniz yere bakarken. Yüzünde tebessüme hiç benzemeyen bir gülümseme vardı. “Umarım en kısa zamanda sağlığına kavuşursun.” “Sanmıyorum. Pek umudu olan bir hastalık değil.” Kafasını kaldırıp Defne’ye bakarken sıradan bir şeyden bahsediyor gibiydi. “Doktorum açık açık söyledi zaten. Birkaç aydan uzun yaşarsam şanslıyım.” “Söyleyecek bir şey bulamadığım için özür dilerim.” “Söylenecek bir şey yok ki…” Üzerine oturduğu halı birden bacaklarına batmış gibi kalkıp, koltuğa, Deniz’in yanına geçti. Büyük bir sırrı ifşa edercesine, “Hastanede seni beklerken belki ulaşacak bir numara bulurum diye defterine baktım,” dedi. “Özür dilerim.” Kafasını yere eğdi, tırnağının kenarından çekiştirerek uzattığı deri parçasını kopardı. “Ben… Yazdığın birkaç cümleyi gördüm... Bir tanesi, beni çok sarstı.” Kafasını kaldırdı, şaşkın gözlerle kendisini izleyen Deniz’e baktı. “İçinde yaşadığım dünya benim dünyam değil, yazmışsın. Geçenlerde psikiyatristime buna benzer bir şey söylemiştim. Saatlerdir aklım orada. Neden öyle bir cümle kurdun?” “Sen neden kurdun?” Sorusuna soruyla cevap verilmesini hiç beklemiyordu ama bu soruya cevap vermek için çok uzun zamandır bekliyordu sanki Defne. Konuşmak için yutkunmadı bile. “Kendime ait hiçbir şeyim yokmuş gibi hissediyorum son günlerde. Kendi hayallerim yok. Kendi ailem yok. Kendi arkadaşlarım yok. Çevremdeki herkes... Hayatımdaki her şey bir başkasına bağlı…” “En azından bunu değiştirebilecek bir ömrün var.”
Deniz henüz cümlesini bitirmeden keskin bir ışıkla aydınlandı yüzü. Bitmek üzere olan ömrünün bir anı daha ölümsüzleşmişti patlayan flaşla birlikte. “Ya yoksa?” dedi Defne, çektiği fotoğrafa gülümseyerek bakarken, “Bu kare gerçekten çok güzel oldu…” Koltuğun üzerine atıverdiği çantasına uzanıp içinden aldığı fotoğrafları Deniz’e uzattı. “Bak bunlar da daha önce çektiklerim. Hepsi bitince gösterecektim ama... İstersen sende kalsınlar.” Uzanıp aldığı fotoğraflara bakmadı bile... O sırada çantasını alıp ayağa kalkmış olan Defne’ye dönüp, “Teşekkür ederim,” dedi sadece. “Ben artık gideyim de, sen de dinlen.” Üst kata çıkan merdivenleri fark edince, “Odana çıkacaksan eğer yardım edeyim gitmeden,” diye ekledi. Deniz, eli ile yeşil kanepeyi işaret edip gülümsedi. “Odam burası,” “İki katlı evde, burada mı uyuyorsun?” “Dedem ve babaannemle yaşarken burada uyurdum. Onlar gittikten sonra da yatağımı değiştirmek istemedim.” Kapıya doğru attıkları iki adımdan sonra Defne bir an duraksadı, “Son bir soru sorabilir miyim?” dedi merakla. “Eğer geçmişe dönebilseydin, neyi değiştirirdin?” “Yatağımı…” Eski evin eski kapısı kapandıktan sonra kapının iki yanında iki farklı şekilde gülümseyen iki genç insan vardı. Gülümsemeye devam ederek yürümeye başladı. Hava kararmış kafası karışmıştı. Bu halinden kurtulmak ister gibi başını salladı. Biraz daha hızlı yürümeye başladı. Deniz’i gördüğü yerden itibaren yeniden yürüyüp telefonunu bulmayı umuyordu.
Deniz’in peşinden metrodan çıktığı yere vardığında, onca insanın geçtiği merdivenlerin az ötesinde mucize gibi bir şey oldu. Çalılıkların arasında yanıp sönen bir ışık gördü. Kolunu uzatıp aldığı telefonunda o sırada gelen bir mesajla birlikte, kaydı düşmüş onlarca cevapsız çağrı ve sesli, yazılı yüzlerce mesaj gördü. Kalabalıktan uzaklaşıp tenha bir sokağın başında yere çöktü. Açtığı sesli mesajlar boş sokakta yankılanmaya başladı. Sırtını duvara yaslayıp ayaklarını uzatarak başını geriye attı. “Defne neredesin? Meraktan öleceğim şimdi.” “Defne ne olur ara beni, korkmaya başladım.” “Metronun girişinde bekliyorum.” “Beş dakika içinde aramazsan polise gideceğim.” “Defne yalvarırım artık neredeysen ara beni!” Mert’in telefondan yükselen sesindeki endişe gittikçe artıyordu. Çantasından ilacını çıkarıp ağzına attığı an bu kez arkadaşlarının sesini duymaya başladı. “Defne, senin bu sevgilin kafayı yedi. Neredeysen çık ortaya vallahi polise falan gidecek gece gece.” “Defne… Mert gerçekten iyi değil. Şakaysa hiç komik değil bak.” “Defne, neredesin güzelim? Mert çok endişeli... Korkutma çocuğu.” O an, elinde sıkmakta olduğunu fark ettiği telefonun sesini kapattı. “Gerçekten başıma bir şey gelseydi kaçınız bana üzülürdünüz acaba…” dedi kendi kendine. “Hepiniz Mert’in üzülmesine üzülüyorsunuz.” Yanında, 168 cevapsız çağrı, yazan Mert’in isminin üstüne dokundu. Tam o sırada söndü şarjı biten telefonun ışığı. “Teşekkür ederim,” diye mırıldandı rahatlayarak. Gözlerini kapattı. Kendi iradesi dışında gerçekleşmişti yapmak istediği şey. Sessizliğine minnettar olduğu telefonu cebine atıp otobüs durağına yürüdü anlamsız bir yorgunlukla.
Son otobüsün gelmesini beklerken oturmuş, başını nispeten soğuk demire yaslamış bu serinlik sayesinde biraz daha iyi hissetmişti kendisini. Onunla birlikte durakta bekleyen bir çift daha vardı. Ayakta durmuşlar, giderek yükselen bir gerginlikle tartışıyorlardı. “Dayanamıyorum artık, anladın mı? Bunaldım!” “Neyden bunaldın? Sevgimden mi?” “Anla artık, aşk her şey demek değil! Sadece kendime ait bir hayatım olsun istiyorum. Senin arkadaşlarınla takılıyoruz. Senin iş sıkıntılarını dinliyorum. Sürekli senin istediğin yerlere gidiyoruz… Bir kere olsun bana senin işin nasıl diye soruyor musun?” “Ne alakası var? İşimin ne kadar stresli olduğunu biliyorsun. Seninki gibi kolay değil…” “Bak, yine yaptın! Benim işim senin için önemli değil. Varsa yoksa senin işin, senin arkadaşların, senin hayatın!” “Otobüs geliyor…” “Sen bin. Ben yürümeye karar verdim.” “Pınar! Gel şuraya, saçmalama!” “Gelme peşimden!” İşittiği bu tartışmanın aklında tetikledikleriyle ne gelen otobüsü gördü Defne, ne de sevgilisiyle tartışan adamın, uzaklaşan kadının arkasından koşup koşmadığını. Sanki o an kapanan bir perde geceyi bitirmiş günün ilk ışıklarına açılmıştı. Ağrıdığını fark ettiği boynunu çevirip başının altına yastık niyetine koyduğu sırt çantasını çekiştirdi. Bir gün önce, evleneceği adamla sıcacık yatağında uyurken, şimdi bir kaldırımda yatıyordu. Bir gece önce, en sevdiği yüze bakarken, şimdi neredeyse hiç tanımadığı yalnız bir adamın evinin duvarına bakıyordu. Daha yirmi dört
saat bile geçmemişti aradan, işler bu noktaya nasıl gelmişti, aklı almıyordu. Genel olarak zihnini kontrol edemediğini düşünüyordu ama bu kez bedenini de kontrol edememişti sanki. Eve gidemiyor, Mert’i arayamıyordu. Eve gitse, açıklaması gereken tek şey neden ortadan kaybolduğu olmayacaktı belki de... İçinde savaştığı, bucak bucak kaçtığı tüm o düşüncelerin de hesabını vermek zorunda kalacakmış gibi hissediyordu. İstemiyordu. Yüzleşmek, yanlış anlaşılmak ve deli gibi korktuğu o yalnızlığa sonsuza dek hapsolmak yerine, olduğu yerde kalmak bu sert ve soğuk kaldırımda gözünü kırpmadan yatmak daha mantıklı geliyordu işte. Hava artık alacakaranlıktı. İzlediği evin penceresinden parlayan ışık, gözünde biriken yaşlarda kırıldı ve rengârenk bir bulut oluşturdu. Bulut dağılsın diye kırpıştırdı gözlerini, yanağından burnundan süzülüp kaldırıma düştü birkaç damla yağmur. Küçük pencerede hareket eden siluete, “Erkencisin,” dedi kimsenin duyamayacağı bir sesle. “Seni de mi uyku tutmadı Deniz Bey?” Yattığı yerden yavaşça doğrulup, yanaklarından kontrolsüzce boşalan yaşları umursamadan çantasından fotoğraf makinesini çıkardı. Penceredeki kırık ışıkla oyun oynar gibi görünen gölgenin fotoğrafını çekti. Daha makinesini gözünden çekemeden biri siyah biri sarı iki kedi belirdi pervazda. Onların sesiyle açılan pencerenin önüne, bir mama kabı çıkardı Deniz. Tabağa yumulan kedilerin başlarını usulca okşayıp camı kapattı aynı sükûnetle. Tam karşısındaki kaldırımda duruyordu… Kendisini orada, öylece, ona bakarken görmesinden çekinmemiş; aksine, fark edip içeri çağırmasını istemişti.
Perdesi aralık kalan pencereden yarım yamalak görünen Deniz’i fotoğraflamaya devam etti. Mutfaktı görünen yer, kahvaltı hazırlıyor, diye düşündü. Acıktığını fark etti. O kediler gibi yapmak, teklifsizce onun yanına gitmek istedi. Nedenini bilmiyordu ama bu adamın evi de tıpkı kendisi gibi tanıdık, güvenilir ve huzurlu geliyordu tuhaf bir şekilde. Hava yavaştan aydınlanırken, mutfağın ışığı kapandı. Her ihtimale karşı, oturduğu yerden doğrulma ihtiyacı hissetti. Artık kontrol etmeye bile uğraşmadığı yaşlara, yüzüne konan sinek muamelesi yapıyor elinin ucuyla savuşturuyordu. Çantasını sırtına geçirip, elinde tuttuğu fotoğraf makinesi ile bir arabanın arkasına sindi. Beş dakika geçmedi ki Deniz omzuna taktığı kocaman çantası ile kapıda göründü. Ürkek adımlarla, karanlığın yavaşça silindiği sokağa doğru yürümeye başladı. İşe gitmek için erkendi. Bir gece önce hastanelik olmuş bir adam için daha da erkendi. Defne, endişe ve merakla, biraz da zihnini meşgul eden can yakıcı hislerden kurtulabilmek için Deniz’in peşine takıldı. Birkaç adım önünden her zamanki gibi yere bakarak yürüyordu. Çantasının saplarını sımsıkı tutuyor, kaldırımın en sağından duvarlara değerek geçiyordu. Kendi sokaklarında, hiçbir şey olmuyormuşçasına yürüdüğü bu en doğal halleri de birkaç karede sabitlendi. Birkaç yüz metre gitmişlerdi ki durdu Deniz. Fark edilmemek için yine park halindeki bir aracın arkasına geçip eğilerek onun ne yaptığına baktı Defne. Çantasından çıkardığı bir kabı posta kutusuna koyuyordu. Anlamadı. Ama o anın fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmedi. Yeniden yürümeye başladığında takibe devam etti. Her hareketinin bir anlamı varmış gibi geliyordu. Bir
kaç kez yerdeki çöpleri alıp, çöp kutusuna attı. Gördüğü hayvanların başlarını okşadı. Bir apartmanın giriş katındaki pencerede duran, solmuş saksı çiçeklerini kendi şişesindeki su ile suladı. Kendi ritmindeki sakin yürüyüşü sırasında, şehrin karmaşasında belki de kimsenin fark etmediği şeyleri görüyor onlarla ilişki kuruyordu Deniz. Kimse tarafından fark edilmemeye çalışan bir adamın, her şeye dikkat edebilmesine hayran kaldı. Birkaç defa yorulup dinlendi, birkaç kez tökezledi ve neredeyse iki saat yürüdü. Otobüs ile kolayca gidebileceği işyerine her gün iki saat yürümesine içerledi Defne. İzlediği adamın kendisinden birkaç yaş büyük olduğunu bilmesine rağmen onu bir çocuk gibi görüyordu. Yanına gidip elinden tutmak, ona destek olmak ve her şeyin güzel olacağını söylemek istiyordu. Ancak, yapabildiği tek şey onun son arzusunu yerine getirmekti; yaşadığına dair gerçek kanıtlar toplamak… Deniz çalıştığı binaya girdikten sonra, ilk gün oturduğu banka bıraktı kendini Defne. Her zaman tanıdık şeyleri daha çok severdi. Daha önce oturduğu bir bank varsa başka banka oturmaz, daha önce yediği bir yemek varsa yenisini denemezdi zaten. Hâlbuki o an, ikinci kez oturduğu bank dışında bu özelliğine dair tek bir belirti bile yoktu hayatında. Çok iyi tanıdığı ve sevdiği adamı korkutuyor olma ihtimaline rağmen, tanımadığı ama ona anlamsızca yakın gelen bir hissin peşine düşmüştü... Belki kendi kendine yarattığı bir histi bu, belki de sadece kendi kaçışına uydurduğu bir kılıf... Belki kimse o adama onun fotoğraf makinesinin objektifinden baktığı gibi bakmamıştı, hatta sadece oydu onu öyle gören… Bilmiyordu. Kafası karışıktı. Yorgundu. Zihni o kadar bulanıktı ki sık sık yaşlarla dolan gözlerine biri baksa içerideki bulanıklığın resmini görebilecekmiş gibi geliyordu.
Saatin kaç olduğunu bilmese de vücudundaki tepkiler, ilacını alması gerektiğini söylüyordu. Açtı. Suyu yoktu. Yanında çok az nakit para vardı. Birkaç adım ötesindeki simitçiden bir simit, bir de su aldı. Simidinin yarısını bile yiyemeden, ilacını içti hemen. Midesini bulandırmıştı yarı aç mideye ilaç içmek… Bulanan sadece zihni değildi artık. Vücudunun her parçası tepki veriyordu. Kocaman bir karmaşaydı bedeni. Hislerini, mantığından ayrı tutmak; zihni ile kalbini ayrı odalara koymak ve birkaç saat dinlendirmek istiyordu. Ellerini yüzüne kapattı önce, sonra yanaklarını tokatladı. “Ne yapıyorum ben?” dedi yakarır gibi kendi kendine. “Neden yapıyorum?” Bu defa kafasının içinde yankılandı sorusu. Aklına psikiyatristi ile konuştuğu şeyler geldi. “En iyi anında ortaya çıkan ve şimdiki zamanını baltalayan geçmiş travmalar…” diye geçirdi içinden. “En iyi anımda beni avladılar.” Yanından gelip geçen insanların görmesini umursamadan hıçkırarak ağlamaya başladı. Anne ve babasını düşündü. On iki yaşındayken ansızın kaybettiği annesini, onun ölümünden sonra hastalanan babasını… Babasının ebeveyni olmak ve ona bakmak zorunda kaldığı günleri düşündü. Onu beslediği, temizlediği, uyurken nefesini kontrol ettiği zamanları… Deniz’i bir çocuk gibi görüp ilgilenmek istememin sebebi budur belki, diye düşündü. Onu görünce o günlere gitmemin, zihnimde kilitli bir sandıkta duran ıstırap ve çaresizlik dolu günleri hatırlamamın sebebi… Belki de onun da ailesini kaybetmiş olmasıydı hislerini tetikleyen. Sonunda, karşısına onu anlayabilecek biri çıkmış olabilir miydi? Onunla aynı acıları çekmiş, onunla aynı korkulara sahip biri… Sorgulamaktan yoruldu. Cevaplar en az önemsiz kısmıydı aslında. Çünkü sebebi her ne olursa olsun hissettiği şeyleri ve kaçma isteğini değiştirmiyordu.
Mert geldi aklına… Alt dudağını ısırdı ağlarken. Isırmasa, ismini çığlık çığlığa bağıracaktı. Kendinden nefret ediyordu. Hissettiği şeylerden nefret ediyordu. Herkes gibi olmak, mutluluğunu doyasıya yaşamak; sonsuza kadar mutlu etmek istediği adamla bir ömür geçirmek istiyordu. Ne kadar zor olabilirdi ki? Çok, çok zordu işte. Hissettiği şeyler doğru olmasa bile ordaydı. Elinden ne gelirdi, bilmiyordu. Mert’i kaybetmekten öylesine korkuyordu ki, bu korkuyla yüzleşmek için üstüne üstüne yürüyordu sanki. O an kalkıp, ona koşabilirdi ama ayakları gelecekteki güzel günlere değil, çözemediği geçmişine doğru ilerliyordu. Oradaki düğümler ayaklarına dolaşmış, geleceğine yürümesine izin vermiyordu. Çantasını oturduğu banka koyup, kafasını arkasına yasladı. Uykusuzluk ve ilacın etkisi yüzünden oracıkta uyumaktan korkuyordu ama yalnızca birkaç saniye bakabildi gökyüzüne. Bedeni, biraz daha düşünürse dayanamayacakmış gibi, ondan izin bile almadan uykuya geçti.
“Defne Hanım?” Gözlerini açtığında, tepesinde parlayan güneşi engelleyen bir siluet vardı önünde. Arkasından vuran güneş yüzünden karşısındaki yüzü seçemedi önce, ancak burnuna dolan lavanta kokusundan tanıdı onu. “Defne Hanım, iyi misiniz?” Gözlerini güçlükle açıp, “Saat kaç?” diye sordu doğrulmaya çalışarak. Aklına söyleyecek başka bir şey gelmemişti. “On bir,” dedi Deniz saatini gösterip. “İyi misiniz siz?”
İyi değildi. Birkaç saat, bir tahtanın üzerinde uyumak daha da yormuştu onu belli ki. Göğsündeki korkunç ağırlık, sırtındaki ve boynundaki ağrılarla birleşmişti şimdi, zihni öncekinden daha bulanıktı. “İyiyim,” diye bir yalan uydurdu zorlanarak. Ne halde olduğu yüzünden belliydi muhakkak ama Deniz’i endişelendirmek istemiyordu. Nihayet adamın gözlerine bakabildiğinde çoktan endişelendiğini fark etti. “Fotoğraf çekmeye geleceğini düşünmemiştim bugün,” dedi yanına otururken. “İyi oldu seni görebildiğim, boşuna bekleyecektin yoksa.” “Erken değil mi öğle arası için?” diyebildi Defne, saatin kaç olduğunu ancak idrak edebilmişti. “İşten ayrıldım,” diyerek ayakucuna bırakmış olduğu kutuyu işaret etti. “Eşyalarımı almaya gelmiştim bugün.” “İşi mi bıraktın?” Çok da şaşırmamıştı aslında ama ne tepki vereceğini bilemedi. Onu rahatlatmak ister gibi, “İyi yapmışsın,” dedi sadece. “Önünde sonunda bırakmam gerekiyordu zaten. Ama dünkü olaydan sonra vaktin geldiğini hissettim.” Başını yere eğdi. Cılız bir gülümseme vardı yüzünde. “Daha ne kadar yaşayacağımı bilmeden, günümün yarısını işte geçirmek istemedim.” “Ne yapacaksın bundan sonra? Bir planın var mı?” “Bilmem,” Gülümsedi. “Dünkü başarısızlığımdan sonra ölmeden önce yapmak istediklerimi tekrar gözden geçirmem gerekiyor.” “Neler var listende?” “Komik şeyler,” dedi utanarak. “Otobüse binmek, İki metreden yüksek herhangi bir yerden şehri izlemek… Anlayacağın üzere yükseklik korkum da var…” diye ekledi açıklama yapar gibi. “Sokakta dans etmek…” Ka
fasını iki yana salladı, gözlerini kapattı. “Çok sıradan şeyler…” Bir başkası için sıradan olabilir ama bunları hiç yapamamış biri için ne büyük ve ne heyecanlı şeylerdir kim bilir, diye düşündü Defne. İstemsizce gülümsedi. “Her birini fotoğraflamak isterim,” dedi. “Sen de istersen tabii…” “Ne güzel olurdu.” “Olduralım o zaman.” “Vaktini bu kadar çalmak istemem ama…” “Vaktimi doldurabileceğim başka ilginç bir şey yok.” Deniz’in, parmakları ile oynadığını fark edince onu rahatsız ediyor olmaktan korktu. “Israr etmem elbette, ama sen de istekliysen ben gerçekten çok isterim.” Deniz, başıyla onayladı sadece. Cılız gülümsemesi, yüzüne yayıldığı an Defne büyük bir rahatlama hissetti. “Nereye şimdi peki?” “Eve gidiyordum.” “Yürüyecek misin yine?” Deniz başıyla onayladı. “Uzun bir yolculuk olacak. Kutunu taşımana yardım etmemi ister misin?” “Hiç gerek yok, ben hallederim,” dedi hızlıca. “O kadar ağır değil…” “O zaman sana eşlik edeyim. Belki bir kaç kare fotoğrafını yakalarım. Olmaz mı?” “Vaktin varsa…” Sözünün gerisini dinlemeden hızlıca ayaklandı Defne. Çalıştığı binayı işaret edip, “Tam önünde dur, son iş gününü fotoğraflayalım,” dedi gülümseyerek. “Güzel bir anı olur.” Yüzüne vuran güneşten kısılmış gözleri ve kızaran yanakları, elinde sımsıkı tuttuğu kutuyla birlikte bir küçük kareye daha girdiler.
Sabah ayrı ayrı yürüdükleri yolu bu kez yan yana ama aynı sessizlikte yürüyorlardı. Saksıdaki solmuş çiçekleri suladığı evin önünden geçerlerken, açık pencereden aniden uzanan bir baston önlerini kesti. Deniz birden donakaldı. Defne, pencereye baktığında oldukça yaşlı bir kadının gülümseyerek onlara baktığını gördü. “Sonunda yakaladım seni,” diye bağırdı kadın. Onun şirin yüzünü ve gülümsemesini gören Defne, korktuğu için başını yerden kaldıramayan Deniz’i dürttü, “Sana diyor…” Görünüşünden hiç beklenmeyecek bir cıvıltı çıktı kadının ağzından. “Çiçeklerimi sulayan çocuk sensin değil mi?” Deniz başını yavaşça kaldırıp kadınla göz göze geldiğinde, kırış kırış olmuş yüzündeki bütün çizgilerin dudaklarından yayılan tebessümle iyice belirginleştiğini fark etti. “Sayende neredeyse çiçek açacak bu haylazlar, teşekkür ederim yavrum benim.” Bastonu içeri çekip, “Az bir durun bakayım orada,” diyerek içeri girdi. “Ne güzel, değil mi?” diye sordu Defne fısıltıyla. “Fark etmiş seni demek ki…” “Birden kızacak sandım ama…” “Neden kızsın?” derken dirseği ile Deniz’in koluna dokundu. “Çok sevimli bir şey yaptığın!” Yaşlı kadın tekrar pencerede belirip bastonuna astığı bir poşeti dışarı uzattı. “Torunum pişirdi bunları. Yersiniz!” Deniz, çekinerek uzanırken, “Hiç gerek yoktu,” diye geveledi. Kadın birden, “Al bakim,” diye bağırınca da panikle alıverdi torbayı. “Güzelce yiyin, tamam mı?” Deniz, tamam, diyen uslu bir çocuk gibi salladı kafasını. Defne hemen makinesini çıkarıp, “Birlikte bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?” diye sordu.
“Çek çek, ama dur başımı bağlayım,” deyip omuzlarındaki başörtüsünü kır saçlarına doladı Kadın. “Hadi çek!” Defne, yaklaşmasını işaret etti Deniz’e. Suladığı yarı canlanmış çiçekler, yaşlı kadın ve Deniz’in ürkek tavrı… Deklanşöre bastığı an, çektiği kareye âşık olmuştu bile. Gözleri doldu. Kadına hızlıca veda edip, yürümeye devam ettiklerinde poşeti kutusunun içine düzgünce yerleştiren Deniz’e, “Hayatımda çektiğim en güzel fotoğraflar seninkiler,” dedi hâlâ nemli olan gözlerle. “Hepsi bir kareden öte… Öyle derin ki…” “Teşekkür ederim… Mutlu oldum.” “Asıl ben mutlu oldum! Kaç fotoğrafçıya denk gelir ki böyle güzel hikâyesi olan fotoğraflar?” İçindeki boşluğa giden, anlamsız derin bir nefes aldı. “Kaybolmuştum,” dedi birden. Cümlesi dudağından dökülene kadar ne düşündüğünü bile bilmiyordu. Bir nefes daha aldı. “Seni görene kadar, kaybolduğumun farkında değildim ama…” diye itiraf etti. İnsanlara içini açamazdı normalde, ancak yanındaki adamın onu asla yargılamayacağını ve tuhaf bulmayacağını bildiğinden söylediklerinden pişman olmayacağını düşündü. “Nasıl hissettiğimi bilmediğimden, içimde neler olduğunu da çözemiyordum. Yalnız hissetmeye hakkım yokmuş gibi, içimdeki boşluğu bir sürü kalabalık ile dolduruyordum. Ama sonra…” Birden olduğu yerde durdu. Deniz’e bakmasa da onun da durduğunu fark etti. “Sonra farkına vardım ki, başkasının dünyasında yaşamak yalnızlığımızı alıp götürmüyor. Kendi dünyam olmadan, kendim de var olamam ki… Kendim bile yoksam, nasıl yalnız hissetmem?” Deniz’in gözlerine baktı. Kirpiklerinin arasında öyle derin bir parıltı vardı ki, söylediği her şeyi tam olarak anladığını hissetti.
Deniz, sımsıkı tuttuğu kutuya parmaklarını iyice geçirip, “Teşekkür ederim,” dedi. “Ne için bu teşekkür?” “Yirmi yedi yaşındayım. İlk kez biri benimle, anladığım dilden konuşuyor.” Defne, hazırlıksız yakalandı bu cevaba. Yere çöküp, ellerini yüzüne kapattı. Sanki bambaşka bir dünyadaydı. Sanki iki kişilik bu dünyada başka bir dil konuşuyorlar, başka da kimse o dili bilmiyordu. Birkaç haftadır uzaktan fotoğraflarını çektiği, yirmi dört saatten az bir süredir hayatına girdiği bu yalnız yabancı, rüyasında kendini başka bedende görüyor gibi hissettiriyordu ona. Uyanması gerektiğini biliyordu. Köşeyi döndüklerinde onu evine bırakıp, ilk otobüse atlayıp kendi evine gitmesi gerekiyordu. Ama buna ne gücü, ne cesareti ne de hevesi vardı. İçinde yaşadığı ıstırapları saklayarak insanları kandırmaktansa, bir anda içine çekildiği bu garip rüyaya devam etme isteği ile yanıp tutuşuyordu. Kaç dakika öyle kaldı, Deniz kaç dakika korkarak onu izledi bilmiyordu. Derin nefesler alıp, yanaklarından akan yaşları kuruladıktan sonra kendini toparladı. Ayağa kalkıp birden, “Bugün sende kalabilir miyim?” diye sordu. “Emrivaki gibi olsun istemiyorum ama… Bugün misafirin olmayı çok isterim.” Deniz, şaşırmıştı. Hiç yatılı misafiri olmamıştı. Daha yeni tanıştığı birinin evinde kalma isteği, onun için o kadar anlaşılmaz bir şeydi ki ne cevap vereceğini bilemeden öylece durdu. “İstemiyorsan sorun değil, sadece uzun uzun sohbet edebiliriz diye düşünmüştüm.” Onu ikna etmek istese de rahatsız olacağı hiçbir şeye zorlamak istemiyordu. “Olur,” dedi birden Deniz. Çok isterdi. Biriyle uzun uzun konuşmak, yapılacaklar listesinde vardı zaten. An
cak yapabileceğini hiç düşünmemişti. Aynı dili konuştuğu, ilk andan itibaren güvenini kazanan hatta belki de hayatının biraz daha uzamasına vesile olan bu genç kadından ne zarar gelirdi ki… Tuhaftı ama başkalarından çekindiği gibi çekinmiyordu ondan. “Eğer ailen sorun etmezse kal tabii, üst katta babaannemlerin odasında uyuyabilirsin.” Kocaman bir gülümseme yayıldı Defne’nin yüzüne. Yine sessizce yürümeye devam ettiler. Köşeyi dönene kadar konuşmadılar hiç ama sanki yol boyu bir şeyler paylaşıp durmuşlar gibi geldi ikisine de. Sessizliğin genellikle yarattığı tuhaf his, aralarında oluşmadı. Sabahki posta kutusunun önüne geldiklerinde Defne dayanamayıp, “Sabah da seni takip ettim,” diye itiraf etti. “Gece meraktan duramadım, buraya geldim kontrole. Sonra da yol boyu gizlice fotoğraflarını çektim. Umarım kızmamışsındır.” “Hayır, kızmadım. Ama keşke zahmet…” “Şunu söyleyip durma,” diye sözünü kesiverdi. “Zahmet değil, harika bir deneyim bu fotoğraflar!” Defne artık onun utangaç sessizliğine alıştığı için karşılık beklemeden devam etti. “Posta kutusuna ne bıraktığını çok merak ettim ama…” “Yiyecek bırakıyorum… Evsiz dostlarım var. İki kişiler. Onlar da benim gibi pek konuşkan değiller. Birkaç kere sabah kendime sandviç hazırlarken, onlara da yapmıştım. Sonra rutinimiz oldu. O saatte daha uyuyorlar diye posta kutusuna bırakıyorum… Kalkınca gelip alıyorlar.” Defne, onu övmek istedi. Ne kadar iyi biri olduğunu kendisine de söylemek, saatlerce hayranlığını anlatmak… Değil aklından geçenlerin tamamını söylemek, buna dair tek kelime etse mahcup olacağını bildiğinden gülümsemekle yetindi.
Yaz akşamının, geç gelen karanlığı tüm şehre yayılırken; bahçedeki masaya hazırladıkları mütevazı akşam yemeğini yiyorlardı. Öğlenki karşılaşmalarından akşamın o saatine kadar, ikisi de pek alışkın olmadıkları halde, bir saniye bile susmadan muhabbet etmişlerdi. Her zaman iyi bir dinleyici olsa da, konu açmakta ve kendini ifade etmekte hep zorlandığını hisseden Defne için oldukça tuhaf bir durumdu. İnsanlarla nadiren iletişim kurabilen Deniz için ise tarifi dahi mümkün değildi. Yine de bu olağanüstü durum her ikisinin de çok hoşuna gitmişti. Tabağındaki yemeği son lokmasına kadar yiyen Defne, suyundan bir yudum içtikten sonra derin bir soluk aldı. “Çok yedim…” dedi bir elini karnına koyup. “Bu kadar yetenekli bir aşçı olduğunu düşünmemiştim!” “O kadar uzun süredir yemeğimi kendim pişiriyorum ki, ister istemez biraz ustalaştım sanırım. Çok sevindim beğenmene.” Boş tabakları üst üste koyup masayı toparladılar. Defne kendine kahve demledi, Deniz de bitki çayı… Bahçedeki ikili salıncağa yan yana oturup, sohbetlerine yıldızların nadiren belirdiği gökyüzüne bakarak devam ettiler. Defne, çekinerek hastalığını sordu; kötümser cevaplar alınca konuyu değiştirdi. Deniz, okulu ile ilgili sorular sordu; farklı senelerde aynı okulda okumuş olduklarını fark ettiler. Sadece yirmi dört saattir gerçek anlamda tanışıyorlardı ama on iki saattir kesintisiz sohbet ettiklerinden sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi geliyordu. “İşin komik tarafı ne biliyor musun?” derken yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı Deniz’in. “Cennette, bu dünyadakinden daha çok tanıdığım var.” Gözlerini gökyüzündeki en parlak yıldız kümesine dikti. Sokak
lambasının yüzüne vuran ışığı altında, olduğundan daha hüzünlü görünüyordu. “Annem, babam, dedem, büyükannem…” diye saydı yıldızları sayar gibi yapıp. “Onlara anlatabileceğim güzel anılarım olsun istiyorum.” “Bir sürü var…” dedi Defne sıcacık bir ses tonu ile. “Birçoğunu da yaratacaksın.” “Fotoğrafları yanımda götürebilir miyim acaba?” “Orada gerek olmaz bence. Onlar bizi izliyordur zaten.” “Korkunç…” Gözlerini yıldızlardan çekip, elinde çevirip durduğu boş bardağa dikti. “Büyükannem, annemle babam için; gökyüzünden seni izlemeye devam edecekler, demişti. İyi niyetle söyledi ama çocukken beni çok korkutmuştu bu…” Sesini daha da alçalttı. “Sürekli izlendiğimi düşünmek hoşuma gitmemişti.” “Özel anlarımıza saygı duyuyorlardır bence,” dedi Defne şakacı bir kıkırdamayla. “Gözlerini kapatıyorlardır en azından.” Deniz gülümsedi. “Say ki şu an bizi izliyorlar, ne söylemek istersin ailene?” Defne’nin neşesi yerini hüzne bırakıverdi bir anda. Kafasını gökyüzüne çevirip, “Özür dilerim. Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için…” dedi. “Uğratmadın…” Elini kulağına dayamış, sanki gökyüzünden birisi ona bir şeyler fısıldıyormuş gibi dinliyordu. “Öyle söylüyorlar.” Deniz’in bu ufak şakasıyla çok mutlu olmuştu. Yüzüne yerleştirdiği cılız gülümseme ile ona döndü. “Sen ne söylemek istersin peki?” “Yakında görüşürüz,” dedi Deniz göğe bakıp gülümseyerek. Burnunun direği sızladı Defne’nin. O iki kelime, yeryüzünün en büyük haksızlığıydı sanki. Daha ömrünün yarısında dahi değildi. Dünyaları hak ettiği halde,
dünyada yeterince uzun kalamıyordu bile. Biraz daha düşünürse o iki kelimenin ağırlığı altında ezilecekti… Kendini toparladı hemen. Son birkaç saattir istemsizce aklına gelen ve düşünürse mantıksız bulacağı için hemen konuşmak istediği konuyu açtı. “Sana bir şey soracağım. Ama reddetmeden önce bir gece düşün. Olur mu?” dedi çekinerek. Göz temasından Deniz kadar korkmasa da, o an gözlerini kaçırmak zorunda hissetti. “Kaybolmuştum seninle tanışmadan önce, demiştim ya…” Stresli hissettiği her anında yaptığı gibi tırnaklarının kenarlarıyla oynamaya başladı. “Kendime ait olmayan bir dünyada, sadece başkalarını mutlu etmek için yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Kendime ait hayallerim, arkadaşlarım, hiçbir şeyim yoktu. Ailem zaten yok…” Kanattığı parmağının üstüne işaret parmağını bastırıp, kanı yok saydı. “Kendime ait bir dünya yaratmak istiyorum. Belki bencillik diyeceksin ama seninle tanışmam kaderin işiymiş gibi geliyor bana. Sanki benim kendi yolumu çizmem ve içimdeki o derin yarayı iyileştirmem için sana, senin de yaşadığının kanıtlarını yalnızca fotoğraflarda değil benim zihnimde de biriktirmeme ihtiyacın varmış gibi geliyor.” Daha fazla dayanamayıp, Deniz’e baktı. Şaşkınlıkla dinlemesinden konunun nereye varacağını tahmin edemediği belliydi. Söyleyeceklerinin onu rahatsız edebileceğinden çekiniyordu ama sormanın başka bir yolu da yoktu. Birden, “Eğer sen de kabul edersen, bir süre yanında kalabilirim,” dedi cesaretini toplayıp. “Hem sana arkadaşlık ederim, hem de sağlığın kötüye giderse yardımcı olurum…” Donup kalan Deniz’e fırsat vermeden, onu ikna etmek ister gibi devam etti. “Babam hastayken ona iki yıl ben bakmıştım, tecrübeliyimdir. Hem de, yaşadığın son ana kadar fotoğraflarını çekerim.” Yan
lış anlaşılmaktan korktu. “Umarım çok uzun yaşarsın da, benim çektiğim fotoğraflar amacına erken ulaşmaz ama… Ola ki söylediğin gibi erken ayrılırsan bu dünyadan, yaşadığını tüm dünyaya kanıtlamak için bu çektiğim fotoğraflarla bir sergi açarım. Hem senin son isteğin gerçek olur, hem de benimki…” Hâlâ sessizdi Deniz. Defne, giderek alçaltıyordu sesini. “Ev zaten iki katlı, istemediğinde ayakaltında da olmam… Ben vazgeçtim bıktım senden, dersen de hemencecik giderim…” Gözlerini kapatıp kendine kızar gibi, “Biliyorum,” dedi, “ Biliyorum haklısın susmakta, çok saçma bir istek bu ama…” “Kabul,” dedi Deniz onun daha fazla devam etmesine izin vermeden. “Kabul ediyorum.” Defne’nin kalbi ağzından dışarı çıkmaya çalıştı o an. “Gerçekten mi?” diye sordu inanamayarak. Onun bu kadar kolay ikna olmasını hiç beklememişti. İçten içe belki de reddedilmek istiyordu. Böylesi daha kolay olacaktı. Ama Deniz, kararlı bir şekilde, “Evet, çok isterim,” dedi. “Son birkaç ayımda yalnız kalmaktan o kadar korkuyordum ki… Birkaç gün önce burada annemle babama senin aldığın oyuncak ayıyı gösterdim.” Utanıp, gözlerini kapattı. Sırtını salıncağın arkasına yasladı. “Biraz utanç verici ama… Keşke canlansa da, evde bir ses olsa… Çok korkuyorum yalnız ölmekten, dedim.” Hâlâ kapalı olan gözleri, gülümsemesi ile birlikte çizgi haline geldi. “Seni bana onlar mı yolladı acaba… Yoksa aklımı mı kaçırıyorum?” “Kim yolladı ben de bilmiyorum ama… İyi ki yollamış. Arkadaşın olabilmek beni çok mutlu edecek.” “Ama sana ödeme yapmaya devam etmek şartı ile…” “Bana kalacak ev, yemek ve sonrasında paha biçilemez bir fotoğraf koleksiyonu bırakacaksın. Ekstra bir ödemeye gerek yok.”
“Olmaz öyle…” “Tamam, sonra konuşuruz bunu.” Deniz’in elindeki boş bardağı çekip aldı. “Saat geç oldu. Uyuman lazım.” “Odanı hazırlayalım, çarşaf falan serelim yatağa…” “Ben hallederim. Odayı kendim keşfetmek istiyorum,” diyerek ayağa kalktı. “İznin olursa tabii…” Deniz kabul ettiğini belirtmek için başını sallayınca ayaklandılar. Birlikte eve doğru yürürlerken Defne birden durup, “Yalnız…” dedi. “Yarın fikrini değiştirmiş olursan çekinmeden söyleyeceksin bana. Tamam mı?” Deniz gülümsedi. Tebessümünün içinde yalnızlık, çaresizlik ve umut vardı. Defne o an anladı; asla “git” demeyeceğini. Birbirlerine iyi geceler dedikten sonra gidip, kapısını arkasından kapattığı oda en az yarım asırlıktı. Öyle keskin bir kokusu vardı ki, gerçekten bambaşka bir dünyaya geldiğini hissetti. Onu çocukluğundaki güzel günlere götüren bir koku olsa da, o anda genzini yakması hoşuna gitmedi. Elinde sımsıkı tuttuğu çantasını bir kenara fırlatıp odayı incelemeye başladı. Merakını uyandıran ilk şey kıyafet dolabı oldu. Koyu kahverengi, işlemeli kapağını açtığında, Deniz’in büyükannesine ait olduğunu düşündüğü, uzun ve bol elbiseler gördü. Çoğu basma ve pazen olan kumaşlara dokunurken, “Pişman olmayacağım…” diye mırıldandı. Dolabı kapatıp, yatağın başucundaki birkaç kitabı karıştırdı. “Pişman olmayacağım…” Kitapları bırakıp yatağa oturdu, cebinden telefonunu çıkardı. “Pişman olmayacağım,” dedi tekrar tekrar. Elindeki cihaz, o anda bulunduğu odaya da buradaki nostaljik ve gerçek dışı görünen dünyaya da o kadar tersti ki görmeye dahi tahammül edemedi. Telefonu kitapların arasına sakladı... Görmezse, kaçabileceğini sanıyordu.
Ayağa kalkıp, üstüne giyebilecek bir şeyler bulmaya çalıştı. Ölü birinin kıyafetlerini giyme fikri hoşuna gitmese de başka çaresi olmadığından dolabı tekrar açıp içindekilere baktı. Ona en az on beden büyük gelecek uzun kollu yakaları dantelli bir gecelik buldu. Giymek için ayaklandığında başı döndü. İlaç saatini kaçırdığını anladı. Çantasından ilaç kutusunu alıp, odanın içindeki banyoya girdi. Eski olsa da, sık sık temizlendiği belli olan banyoda küçük bir de küvet vardı. Kıyafetlerinden anladığı kadarıyla epeyce iri bir kadın olduğunu düşündüğü büyükannenin, o küvete nasıl sığabildiğini düşündü istemsizce. Küvetin içindeki tabureyi görünce cevabını almış oldu… “Sığamıyormuş demek ki…” Aklının ara ara başka şeylere kayması hoşuna gitse de, başının dönmesiyle yeniden kendine odaklandı. Elindeki kutudan iki tane hap çıkarıp yutarak ağzını musluğa dayadı. İçtiği su ilaçları midesine gönderdikten sonra aynada gördüğü, yorgunluktan çökmüş suratına bakıp, “Doğru olanı yapmıyorum… Ama pişm
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.