Paspasın Altında

Araları bozulduğu günden beri duyduğu her seste yaptığı gibi, kapı deliğinden karşı daireyi gözetliyordu Ayça. Elindeki kayıp ilanlarını koltuğunun altına yerleştirmiş vaziyette ayakkabısını giydiğini gördü. Bu sabah erkenci, diye geçirdi içinden. Yine her dışarı çıkışında yaptığı gibi, Defne için paspasın altına anahtar bıraktığını fark edince içi acıdı. Merdivenlerden aşağı indikçe, küçük yuvarlağın kadrajından çıktı Mert. Ama o, bir türlü gözünü çekemedi delikten. Aklı paspasta ve o paspasın temsil ettiklerindeydi. Kafasının ve düşüncelerinin içinde kaybolmak üzereyken duyduğu şıpıdık terlik sesi ve dürbünden görünen bigudilerle kendine geldi. Bu iki işaretin tek bir anlamı olabilirdi. Üst komşusu Cemile… Gözünü delikten çekip, çaresizce zilin çalmasını bekledi. Üç saniye sonra da zoraki bir gülümsemeyle açtı kapıyı. “Günaydın Cemile Hanım.” “Günaydın,” dedi komşu gülerek. “Ayrıca ne hanımı canım, abla de bana!” “Olur,” dedi Ayça, sonra kadını mutlu etmek için ekledi. “Abla…” “Apartman toplantısına geliyorsun değil mi?” diye sordu Cemile Hanım neşeyle. Ayça isteksiz olduğunu çaktırmamak için sahte bir üzüntüyle, “Ah, bugün müydü o? Kusura bakmayın, evden çıkmamam lazım,” diye bir yalan uydurdu.

“Aa niye ayol? Mert de aylardır aynı şeyi söylüyor. Gençler arasında yeni moda mı bu?” “Yok şey... Şey gelecek…” diye gevelerken düşünüyordu ki buldu. “Kargo gelecek!” Sahte bir gülümsemeyle, “Evdeyken bile, geldik bulamadık, diyorlar. Ben de balkonda nöbet tutuyorum,” dedi. Hayal kırıklığı yaşayan komşu, kaşlarını çattı. “Ama bir sürü börek çörek yaptık.” “Apartman toplantısı için mi?” “Canım nasılsa erkekler katılmıyor. Biz de son birkaç aydır börekli çörekli güne çevirdik toplaşmaları, bir taşla iki kuş...” “Size iyi eğlenceler. Gelecek aya inşallah…” Pes eden Cemile merdivenlere doğru yönelip, “Kargon gelirse gel ama bak... Tamam mı kuzum?” diye tembihledi anaç bir tavırla. “Tabii tabii,” diye mırıldandı Ayça isteksizce. Komşunun terlikleri tıkırdayarak merdivenleri çıkıp gözden kaybolunca derin bir nefes aldı. Tam kapıyı kapatıp içeri girecekken, merdivenlerden bir ayak sesi duydu. Kapıyı kapatmadan oyalandı birkaç saniye kimin geldiğini görebilmek için. İçten içe Mert’in geri dönmüş olmasını ve tesadüfen karşılaşmalarını istiyordu. Ancak ayak seslerinin sahibi o değildi. “Cenk,” diye bağırdı birden, hiç hesapta yokken. Onu görmeyi beklemediği belli olan Cenk, bir şey söylemeden evvel bir Mert’in kapısına, bir Ayça’ya baktı. Ardından tırabzanlara yaslanıp, “A, nasılsın? Ne var ne yok?” diye sordu nefes nefese. “Bildiğin gibi işte, aynı... Mert’e mi geldin?” “Aynen. Bir kontrol edeyim dedim.” “Az önce çıktı ama. Kayıp ilanları ile birlikte…”

“Aşağı kapıya taş koymuş zaten. Anlamıştım,” dedi kendi kendine. “Siz arayı düzelttiniz mi?” “Maalesef… Kapı deliğinden gördüm gittiğini,” dedikten sonra kapıyı sonuna kadar açıp, “Gelsene içeri,” dedi. “Mert gelene kadar laflarız.” Cenk daveti ikiletmeden içeri girdiğinde ilk gördüğü şey kum torbasıydı. Fotoğrafla göz göze gelecek şekilde yüzünü yaklaştırıp, “Şu oyuncu lavuk değil mi bu?” diye sordu. “Aynen... O lavuk.” Cenk, Ege’nin kum torbasındaki suratına sağlam bir yumruk geçirdi. “Sinir oluyorum bu herife. Hoşlandığım kız fena hayranı bunun.” Sallanan kum torbasını durdurup yanında poz verir gibi durdu. “Sence ben mi daha yakışıklıyım, bu mu?” Birkaç saniye Cenk’e ve kum torbasına baktı. Alaycı bir ifade ile “Eğer kum torbası haliyle kıyaslarsam baya eşit sayılırsınız,” dedi gülerek. “Aşk olsun!” “Kahve demlemiştim yeni. Getireyim, içeriz,” deyip gülümseyerek odadan çıktı. Cenk kendini kanepeye atarken, Ege’nin büyük boy karton maketi ile göz göze geldi. Yüzünü ekşiterek mutfaktaki Ayça’ya, “Sen de mi bunun manyak fanlarındansın birisin?” diye bağırdı hayal kırıklığıyla. “Senden hiç beklemezdim!” Elinde kupalarla içeri giren Ayça, kahvesini uzatırken, “Kendisi eski sevgilim olur,” deyip kanepeye Cenk’in yanına oturdu. Endişeli bir tavırla elindeki kahve kupasını önündeki orta sehpaya bırakıp Ayça’nın omuzlarından tuttu Cenk. “Sakın salma kendini… Bak, biliyorum, zor günler geçiriyorsun ama hayal dünyasında yaşaman işleri değiştirmez.”

“Ne diyorsun be?” Kızın omuzlarını bırakıp, “Ciddi miydin sen?” dedi şaşkınlıkla. “Evet. Olamaz mı?” Hayretini gizlemeye çalışarak, “Hadi ya... Pardon. Bir an…” diye geveledi ağzının içinde. “Sıkıntı yok,” dedi kahvesinden bir yudum alıp. “Sevgiliyken bizi yan yana görenler bile benim hayal dünyasında yaşadığımı düşünüyordu. Problem değil.” “Ondan değil canım,” dedi Cenk kırdığı potu düzeltmeye çalışarak. “Ben senin böyle erkeklerden hoşlanabileceğini hiç düşünmezdim. O yüzden…” Bir süre sessiz kalıp konunun kapanması için bekledi Ayça. Cenk de kırdığı potun verdiği mahcubiyet ile daha samimi bir iletişim kurmak istediğinden, tam karşısına oturmak için halıya çöktü. Göz teması kurmaya çalışarak kahvesini sehpadan alıp büyük bir yudum içti. “Nefis olmuş,” dedi gülümseyerek. “Afiyet olsun.” Aklında konuşmaya çekindiği konu dönüp dururken birden cesaretini toplayıp, “Mert’le o geceden sonra hiç konuşabildin mi?” diye sordu Ayça. “Kapı deliğinden görmedin mi geçen akşam geldiğimi?” “Sürekli gözüm kapı deliğinde mi sanıyorsun?” dedi kızarak. “Ses çıkınca bakıyorum sadece.” Cevap vermek yerine yüzüne gülümseyerek baktığını görünce mecburen devam etti. “Tamam be, gördüm… Nasıl peki? Daha iyi mi? Bana hâlâ çok kızgın mı?” “Biraz depresif ama sana kızgın olduğunu sanmıyorum.” Kahve kupasını sehpaya bırakıp, ellerini halıya dayadı. “Sadece artık yoruldu sanırım.” “Ona çok üzülüyorum…” diyerek içini çekti. Kanepeden aşağı kayıp tıpkı Cenk gibi halıya oturdu. “Keşke elimden bir şey gelse, yardım edebilsem.”

“Yarın akşam bir işin var mı?” diye sordu aniden Cenk. “Yok.” “Bizim çocuklarla Mert’e sürpriz yapacağız. Sen de gel istersen. ” Ayça, heyecanla, “Nasıl bir sürpriz?” diye sordu. “Herkes çok özledi onu. Küçük bir parti verelim di- yoruz.” “Gelir mi sence?” “Sürpriz orada işte… Onu kandırıp bir şekilde götüreceğim. Eminim bütün arkadaşlarını bir arada görünce eskiden nasıl biri olduğunu biraz olsun hatırlayacak.” Ayça gülümsedi. Buruk bir ifade ile “Eskiden nasıl biriydi?” diye sordu. “Arkadaşlarıyla olmaya bayılan, eğlenmesini bilen biriydi. Ben de ona bunu hatırlatacağım.” “Sen çok iyi bir arkadaşsın. Biliyorsun değil mi?” “Tabii ki öyleyim,” dedi Cenk gururla. “Keşke kendi- min de arkadaşı olabilsem.” Aniden çalan zil yüzünden Ayça’nın gülümsemesi yarım kaldı. “Bu kim şimdi?” Kahve kupasını sehpaya bırakıp ayaklandı. Panikle, “Mert mi geldi yoksa?” diye sordu. “Ayakkabını dışarıda mı çıkardın? Bizde olduğunu mu gördü acaba?” “Sakin ol yahu... Aç kapıyı da öğrenelim.” Neden bu kadar paniklediğini anlamayan Ayça koşarak kapıyı açtı. Ancak beklediğinin aksine karşısında Mert’i değil apartman teyzesi dörtlüsünü gördü. Kıvırcık kısa saçları ile üst komşu Cemile, oldukça kalın gözlükleri ile alt komşu Gülizar, kolları ve boynu incik boncukla dolu Şükran ve kısacık boylu giriş kat komşusu Ferda… Ellerinde pasta börek tabaklarıyla hep bir ağızdan, “Baskına geldik,” diye bağırdılar.

“Madem sen evden çıkamıyorsun, biz de toplantıyı senin evde yapalım dedik.” Cemile elindeki tabağı Ayça’ya uzatıp, “Tut bakayım şunu,” dedikten sonra kolundaki örgü çantasından çıkardığı terliklerini ayağına geçirip içeri daldı. Diğer üçü de tıpkı Cemile gibi yaparak ekip halinde içeri girdiler. Ayça şaşkınlığını üstünden atamadan, “Geçseydiniz…” diye homurdanıp kapıyı kapattı ve peşlerinden odaya girdi. Oturma odasına giren Cemile ne olduğunu anlamaya çalışan Cenk’i fark etti. “A a! Mert’in Kankası Bey de buradaymış,” dedi şakıyarak. Etrafı inceleyen Şükran, Cenk’i görmemişti bile. “Ay burası daha ferah sanki bizim evlere göre…” dedi arkadaşına. Gözlerini kısıp eşyaları incelerken Ege maketi ile göz göze geldi. “Bu ne ayol?” dedi kaşlarını çatıp. Ayça koşarak gidip maketi devirdi. Ağzında geveleyerek, “Ödev için…” diye bir yalan uydurdu. Şükran, hiçbir şeyi umursamadan tavanı inceliyordu o sırada. “Vallahi daha geniş bu ev…” “Daha az eşya var ondan öyle gelmiştir sana. Senin ev zücaciyeci gibi hınca hınç dolu,” deyip şuh bir kahkaha attı Cemile. “Ne yapayım anacım, biliyorsun huyumu. Kıyıp da atamıyorum hiçbir şeyi,” dedikten sonra evi incelemeyi kesip Cemile’nin yanına oturdu. Ne olduğunu hâlâ idrak edememiş olan Cenk ise halının ortasında oturmuş, korkulu gözlerle Ayça’ya bakıyordu. Ayça, ben de anlamadım, der gibi ellerini kaldırdı. O esnada odaya giren Ferda, “Mutfak dolapları hâlâ eski,” dedi arkadaşlarına. Ayça’ya dönüp, “Ayşen Hanım bunları yaptırmadı mı çocuğum? Söyle sen ona,” diyerek tekli koltuğa oturdu. Hemen arkasından Gülizar

geldi. “Banyoyu da yaptırmamış. Ben demedim mi yalan söylüyor diye? Ayol tavanım kabardı burası yüzünden,” dedi sinirle. Ayça evini incelemeye gelen apartman dörtlüsüne sahte bir gülümsemeyle, “Sanırım bu ayın konusu benim evim,” dedi. “Ne güzel.” Kadınlar, onu ve söylediklerini zerre umursamadan getirdikleri yiyecekleri yiyerek kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. “Kendisi yalılarda otursun, bize şakır şakır üst kattan sular damlasın. Arayalım şu kadını bugün…” “Arayalım vallahi,” diyen Şükran, ayağının tam ucundaki Cenk’i fark edip elindeki poğaçayı uzattı. “Yemez misin çocuğum?” Dakikalar sonra tabaklar boşalmış, muhabbet demlenmiş, kahve içmeye balkona çıkılmıştı. Cemile, aralarına aldıkları Cenk’e kahve falı bakıyordu. Gözlerini kısarak baktığı fincanda, önemli bir şey görmüş gibi, sırtını dikleştirdi. “Biri var…” dedi. “Böyle kumral saçlı, kısa boylu…” Cenk heyecanlı bir şekilde, “Hülya,” diye bağırdı. “Hoşlandığım kız!” “Ondan uzak dur. Bu kız hiç göründüğü gibi biri değil.” Fincanı Cenk’e çevirdi. “Bak... Katran gibi bir şey çıkmış yanında. Hah, işte o onun kötü kalbi.” “Hadi ya…” derken, hiçbir şey anlamadan fincanın içine bakıyordu. Dört örümcekle beraber örümcek ağına takılmış bir sinek gibi görünmesine rağmen, falına bakan kadına heyecanlı bir şekilde cevap vermesini oturduğu köşeden şaşkınlıkla izliyordu Ayça. “Bak sor ablalarına...” dedi Cemile gururla. “Ben bir şey dersem, çıkar.” Kadınlar hep birlikte kafalarını sallayıp onayladılar. “Çocuğum sende çok nazar var bak. Yemin ediyorum göz göz olmuş fincan!”

Şükran, Cenk’in omzuna eline koyup, “Kurşun dökelim sana bir gün,” dedi. “Her ay apartman toplantımız var, gel sen de, hallederiz…” “Maşallah pek efendi çocuk,” derken bir yandan gülüyor, bir yandan da usul usul yanağına vuruyordu Ferda. Cenk aldığı ilgi ve övgü ile hoşnut bir şekilde gülüm- serken, yan balkona ilişti gözü. Mert, şaşkınlıktan açılmış ağzı hayretle kısılmış gözleriyle tam karşısında duruyordu. “Cenk?” Arkadaşına bakıp anlamsız bir ses tonu ile kendi cümlelerinde kaybolarak, “Çok göz varmış bende Mert,” dedi. “Kurşunlayacaklar beni. Muhtemelen katran kalpli Hülya yapacak.” Mert’in mutfağındaki dağ gibi yığılmış bulaşıkları yıkarken kendi kendine “Vay be…” diye söyleniyordu Cenk, “Hülya’ya bak sen.” Mutfak masasında oturmuş arkadaşının şapşal halini izleyen Mert, Ayça’ya dönüp gülerek, “Sen niye kapıyı açıyorsun ki onlara?” diye sordu. “Ben apartman toplantısı saatlerinde evde bile durmuyorum.” “Ben ne bileyim toplaşıp başıma çökeceklerini... Baskın yapar gibi gelip, saatlerce evimi incelediler. Litrelerce çay içtiler. Bir tanesi bana zorla ev sahibini arattı.” Olanları unutmak istercesine kafasını iki yana salladı. “Çok korkunçtu!” “Keşke seni uyarsaydım.” Cenk kendi kendine, “Vay be Hülya... Melek yüzlü şeytan…” diye söylenmeye devam ederken Mert tekrar güldü ona. “Neyse…” dedi yeniden Ayça’ya dönüp. “Evinin her köşesini inceledilerse bir süre rahat bırakırlar seni.”

“Umarım,” diyerek iç geçirdi Ayça. Sonra kafasını yere eğdi istemsizce. Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden konuyu açmak için güç toplamaya çalıştı. Derin bir nefes alıp kafasını kaldırdı sonra. “Geçen gün için özür dilerim,” dedi sesini alçaltarak. “Salaklık ettim.” Mert, başıyla balkonu işaret edip, “Gelsene…” diyerek cevapladı onu. Balkonda, aralarında mesafe bırakarak yan yana oturdular. Ayça, özrünün kabul edilip edilmediğini anlamak için kaçamak bakışlar atıyor, ancak Mert hiçbir şey söylemeden balkonda yere serili olan fotoğraflarla oynuyordu. İçlerinden birini eline alıp gösterirken gülümsedi. “Arkadaş grubum…” Fotoğraf karesinde en dikkat çeken kişi komik bir poz vermiş olan Cenk idi. “Şuna bak…” dedi sırıtarak. “Birkaç ay öncesine kadar bu fotoğraftaki herkes sürekli etrafımdaydı. Her anımda...” Sırtını duvara yaslayıp, yüzünü sokağa çevirdi. “Defne gittikten sonra hepsini kendimden uzaklaştırdım. Farkında olmadan…” Sakin bir tebessümle Ayça’ya döndü. “Geçen akşamki tatsız olay aslında aklımı başıma getirdi. Bana yardımcı olmaya çalışan insanları gereksiz yere üzdüğümü fark ettim.” Kendine kızarak, “Böyle biri değildim,” dedi. “O yüzden asıl ben özür dilerim. Suçsuz olmana rağmen üzdüm seni.” “Hayır, hayır! Ben sadece seni üzdüğüm için üzüldüm. Gerçekten!” “Keşke daha önce tanışsaydık. Defne de çok severdi seni. İyi arkadaş olurdunuz.” Ayça gülümseyip, fotoğrafları incelemeye devam etti. Mert ve Defne’nin birlikte gülümsedikleri bir kareye bakarken ne kadar eski olduğunu kestirmeye çalışıyordu. “Kaç yaşındasın burada?” diye sordu merakla.

“Yirmi.” “Hâlâ aynı görünüyorsun, ama... Yine de sanki yirmi yaşındaki Mert başka biriymiş gibi hissettim.” Fotoğrafı yer bırakırken daha kısık bir sesle ekledi. “O halini de tanımak isterdim.” “Yaş aldıkça değişmedim ki...” Aynı fotoğrafı eline alıp, içini çekti. “Defne’den önceki Mert ve Defne’den sonraki Mert var.” Üzüntüsünü bastırmak ister gibi usulca gülümsedi. “Sen Defne’den daha sonraki Mert’e denk geldin” “Burada niye bu kadar uzak duruyorsunuz,” diye sordu bir başka fotoğrafı göstererek. “İlk randevumuzdu,” dedi Mert gülümseyerek. “Anlatmak ister misin?” “Neyi?” “Nasıl tanıştığınızı.” “Neden anlatmak isteyeceğimi düşündün?” “Az önce fotoğrafa bakarken o güne gittin ya bir an... Farkında olmadan gülümsedin. Bu fotoğraftaki gibi…” Sırtını duvara yaslayıp, olduğu yerde biraz aşağı kaydı. “Geçmişin hep kötü taraflarına takılıp kalıyoruz ama…” dedi gözünü sokağa dikip. “Güzel anıları hatırlamak aslında ilaç gibi bir şey…” “Tanışmamız biraz tuhaftı aslında,” dedi Mert birden. “Hatta epey tuhaftı.” Ayça dinlemeye hazır olduğunu belli etmek için ona doğru döndü. “Azıcık geriden al ama,” dedi. “Defne’ye tanışmadan önceki Mert’i de çok merak ediyorum.” Elindeki fotoğrafa, içine girmek çekildiği ana geri gitmek ister gibi baktı Mert. Gülümseyerek anlatmaya başladı. “Defne’den önce pervasız, sadece anı yaşayan normal bir gençtim. Fotoğraf çekmeyi sadece iş olarak görmü-

yordum, güzel ya da ilginç olan her anı sonsuza kadar saklamak istiyordum. Sıcak fotoğraflar çekmeyi seviyordum. İnsanlar, doğa, taş, böcek... Güzel olan her şey… Sıcak ve güzel kavramlarım farklıydı tabii o zamanlar; tek bir kadının gülüşüne takılıp kaldığım o güne kadar…”

3 YIL ÖNCE

Yaklaşık otuz kişinin katıldığı ev partisinde; kalabalığın tam ortasında duran Mert bir yandan bir şeyler içiyor, bir yandan da eğlenen arkadaşlarının doğal hallerini fotoğraflıyordu. Cenk, bünyesi alkole dayanıksız olduğundan içtiği üçüncü birada neredeyse bayılmıştı ve yerde yüz üstü yatıyordu. Yine de partilemeye devam edebileceğini kanıtlamak ister gibi, yattığı yerde elini halıya vurarak müziğin ritmini yakalamaya çalışıyordu. Bu duruma oldukça alışkın olan arkadaşları, ona orta sehpa muamelesi yapıyor, üstünden atlıyor, hatta bazen içeceklerini sırtına koyuyorlardı. Mert, beş dakikada bir yaptığı gibi ayağı ile Cenk’in çenesini hafifçe ittirip nefessiz kalmasını önledikten sonra odanın köşesinde güzel bir kadın ile muhabbeti koyulaştırmış olan Gökalp’e seslendi. “Bana yardım et de şunu yatak odasına taşıyalım.” Gökalp gözlerini kocaman açıp, şu an olmaz, der gibi bakınca durumu anlayıp, küçük fotoğraf makinesini cebine koydu. Cenk’i koltuk altlarından tutup sürükleyerek en yakın yer olan mutfağa götürdü. Arkadaşını mutfakta boş içki şişeleri ve pizza kutularının üst üste dizildiği ve muhtemelen altında minik bir çöp kutusu

olan köşeye yerleştirip, “Sabaha kadar burada uslu uslu uyu,” dedi. “Kötü koku seni hayatta tutar.” Cenk, kendi kendine anlaşılmayan kelimeler mırıldanırken de onun bir kare fotoğrafını çekti. Salona döndüğünde daha önce fark etmediği birine takıldı gözü. Üzerinde kırmızı saten bir gömlek vardı. Uzun kızıl saçları, gömleğinin içinde kalmıştı. Partinin loş ışığında o kadar güzel görünüyordu ki, hiç düşünmeden onun yanında buldu kendini. Geldiğini fark etmeyen genç kadın elindeki karton bardaktan bir yudum alacakken Mert birden, “İçme,” dedi. Kadın, bardağı dudaklarından çekip, şaşkın ve sert bir şekilde dönüp, “Nedenmiş o?” diye sordu. Ama Mert’in suratını görünce yüzündeki ifade yumuşadı. Bunu olumlu bir tepki olarak okuyup biraz daha yaklaştı genç kadına. “Fotoğraf çekmek için kendimce birkaç şartım var,” diyerek bardağı alıp, yere bıraktı. “Bir... Modelim kesinlikle ayık olmalı.” “Modelin mi? Sana modellik yapacağımı nereden çıkardın?” “Az önce birkaç fotoğrafını çektim.” Yarım yamalak bir nefes alıp gözlerine baktı. “Hepsi o kadar güzel ki…” “Fotoğrafımı mı çektin? Ne zaman?” “Görmek ister misin?” Cevap olarak usulca kafasını salladı genç kadın. Mert sevimli bir gülümsemeyle işaret parmağını şakaklarına dokundurdu. “Hepsi burada. Sana gösterebilmem için…” dedi cebindeki fotoğraf makinesini çıkarıp sallarken. “Bunu kullanmam lazım.” Kendi tişörtünü yeni tanıştığı genç kadına veren Mert, üzerine geçirdiği bornoz ile lavabonun kenarına ilişmiş,

fotoğraf çekiyordu. Kızıl saçları, giydiği beyaz tişörtten aşağı salınan güzel kadın, çamaşır makinesinin üzerine oturmuş elindeki dergiyi okur gibi poz veriyordu. Çamaşır makinesinde, duru suyun içinde, tek başına dönüp duran kırmızı gömlek fotoğrafın önemli bir parçasıydı ama Mert bu bilgiyi kendine saklamış, ona söylememişti. Kilitli olmayan banyo kapısı açıldı, içeriye tanımadıkları sarışın güzel bir kadın girdi. Gördüğü manzara karşısında şaşırarak, “Bölmüyorum umarım,” dedi imalı bir tonda. Mert kapıdaki kadına bakıp onun da fotoğrafını çekti bir anda. Çektiği kareye bakıp “Bayıldım,” dedi kendi kendine. Eli kapının kolunda kalakalan kadın ne yapacağını bilemez halde bir Mert’e bir diğer kadına bakmaya devam etti. “Geçsene şöyle…” dedi Mert eliyle, çamaşır makinesinin yanını işaret edip “Ne yapayım, pardon?” “Ben hemen geliyorum siz bekleyin,” deyip oturduğu yerden hızla atlayarak banyodan çıktı Mert. “Ne oluyor burada tam olarak?” diye sordu sarışın. “Mert fotoğrafçı. Çekim yapıyoruz.” “Model misin?” “Hayır. Ama Mert olabileceğimi söyledi.” Bir dakika sonra geri geldiğinde, Mert’in elinde bir tomar kâğıt vardı. “Geldim,” diye bağırdı. “Onlar ne ki?” diye sordu çamaşır makinesinin üzerindeki kadın. “Yarın sınavım vardı. Belki çalışırım diye çantama ders notlarını falan almıştım.” Öteki, alaycı bir ifade ile “Ders mi çalışacaksın şimdi?” dedi tek kaşını kaldırarak.

Mert notları küvetin içine attı. Kâğıtlarla dolu küveti işaret ederek, “Sen şöyle geç,” dedi sarışın olana. “Küvetin içine mi?” Mert ona cevap vermeden heyecanla kapalı klozeti işaret etti diğerine. “Sen de şuraya…” Her iki kadın da söylenenleri yaptılar. Sarışın, ayakları küvetten sarkacak şekilde oturup, “Böyle mi?” diye sordu. “Evet evet…” dedi Mert coşkuyla. Tuvalet kâğıdı rulosunu alıp küvetin içine yuvarladı, ucunu çekip klozetin üstünde oturan kadının eline tutuşturdu. Cebinden bir kalem çıkardı ve klozette oturan kadına uzattı. “Tuvalet kâğıdına bir şeyler yazıyormuş gibi yap!” “Peki, ben ne yapacağım?” diye sordu küvetteki kadın, “Geriye yaslanıp gözlerini kapat.” “Neden yapıyoruz ki bunu?” “Çünkü çok güzelsiniz ve fotoğraf harika olacak,” diye bağırdı Mert deklanşöre art arda basarken. “Serinin adı, sınav haftasında parti, olacak!” Sınav kâğıtları ile dolu küvette tanımadığı birkaç kişi ile birlikte uyuyan Mert’i gören Cenk, arkadaşını dürterek uyandırdı. “Bu ne şimdi? Yeni bir çalışma tekniği mi?” diye sordu iğneleyici bir tavırla. Gözlerini güçlükle açan Mert, vücudunda formüller yazan yarı çıplak kıza bakarak, “Sayılır,” dedi. Küvetten zar zor çıkıp kendine gelmeye çalıştı, elini yüzünü yıkamak için musluğu açacakken lavabonun içindeki not kâğıdını gördü. Kâğıdı alıp, kenara koydu ve musluğu açtı. “Saat kaç?” diye sordu yüzüne su çarparken.

“On.” “Siktir... Yarım saate sınav başlıyor!” Koşar adım içeriye, insanların buldukları yerde uyuduğu dağınık odaya geçip çantasını toparlamaya çalıştı. Cenk de homurdanarak peşinde dolaşıyordu. “Madem sınavın bu kadar erkendi ne bok yemeye geldin buraya? Bir saat uykuyla ne yapacaksın?” “Sınav çıkışı dağ evine gidiyorum. Dinlenecek koca bir hafta sonum var. Beni merak etme.” “Dağ evi mi? Nereden çıktı şimdi o?” “Proje ödevim için fotoğraf çekeceğim.” Dış kapıya doğru hızlı hızlı giderken, “Pazartesi görüşürüz,” diye bağırdı. “Doğum günümde beni yalnız mı bırakacaksın yani?” Cenk arkasından söylenirken, merdivenleri ikişer üçer atlayarak indi. Kapıdan dışarı adım atar atmaz loş ışığa alışık gözleri, parlayan güneşin etkisi ile kısıldı. Derin bir nefes aldı. Kaldırımın kenarında kendi kendine oynayan sokak kedisinin fotoğrafını çekmek için maki- nesini çıkardığında gülümsüyordu. Birden aklına sınav gelmiş gibi zıplayarak kalktı çöktüğü yerden. Saatine baktı. Yalnızca yirmi dakikası kalmıştı. Koşmaya başladı.

Sınıfı doldurmuş olan öğrenciler sınavın başlamasını bekliyordu. En ön sırada oturan Defne, ders notlarını çantasına kaldırdı. Gözetmen, sınav kâğıtlarını ters bir şekilde sırasına bırakıp, “Arkaya doğru ilerlet,” deyince üstteki kâğıdı önüne çekerek kalanını arkasındaki öğrenciye uzattı. Kürsünün üstünde duran büyük cam fanusu eline alıp, “Geçen seferki gibi bazı öğrencilerin kopya çek-

mesini önlemek için telefonları toplama kararı aldık,” diye bağırdı Gözetmen. “Herkes telefonlarını buraya getirsin!” Fanus türlü çeşit telefonla dolarken, ders notları yüzünden çantası karmakarışık olan Defne, telefonunu güçlükle buldu. Kimseyi bekletmeme telaşıyla kalkıp fanusun içine bıraktı. O yerine geçtiği anda, Mert koşarak içeri girdi. “Özür dilerim,” deyip koşarak arka sıraya doğru yöneldiği an, gözetmen, “Telefon,” diye bağırdı arkasından. Mert aniden durup, sırıttı. “Tabii,” dedi gülerek. Telefonunu sessize alıp, fanusun en üstüne bıraktı. Boş bulduğu ilk yere oturdu, sınav kâğıdını aldı. Sorulara bakarken gözleri kapanıyordu. “Son on dakika arkadaşlar…” sesini duyduğunda yerinden sıçradı Mert. Daha ilk soruda başını sıraya koymuş, uyuyakalmıştı. Zorla açtığı tek gözüyle saatine bakıp, “Siktir, otobüs kaçacak,” diye söylendi. Kâğıdının boş olmasını umursamadan, kalemini cebine atıp koşar adım kürsüye gitti. Sessizce, “İyi günler,” dediği Gözetmen boş kâğıda bakıp başını sallarken, Mert fanustan telefonunu kapıp uçarak çıktı sınıftan. Otobüse yetişmek için koridoru geçip kapıya yürüyecek kadar bile vakti olmadığının farkındaydı. Birinci katta olduklarından, hiç düşünmeden, açık pencereden aşağı atladı.

Küçük bir kulübe olan dağ evine girdiğinde sırt çantasını ve ceketini yatağa fırlattı. Saatlerdir fotoğraf çeke çeke yürüdüğü için ne kadar yorulduğunu ancak fark ediyordu. Kendini yatağa yüz üstü atıp birkaç saniye kıpırdamadan durduktan sonra, dönüp sırt üstü uzandı. Ceketinin cebinden telefonunu çıkarıp tuş kilidine bastı

ve telefonun ekranındaki tuhaflığı fark etti. Tanımadığı orta yaşlı bir çiftin fotoğrafı vardı. Kaşlarını çattı. O an yaptığı hatayı fark edip “Hayır ya…” dedi. “Hayır, hayır, hayır!” Uçak moduna alınmış telefonu açtı hızla. “Böyle bir şeyi yapmış olamam!” Menüde galeriye girmeye çalıştı ancak galeri şifreliydi. “Kimin telefonunu çaldım lan ben?” Tam o anda telefon çaldı. Arayan kendi numarasıydı. Yatakta doğrulup heyecanla telefonu açtı. “Alo?” “Sonunda!” diye bağırdı karşıdan gelen ses. ”Hem telefonumu alıp gidiyorsun hem de beş saat boyunca açmıyorsun!” Mert, mahcup bir sesle, “Yoldaydım, otobüste uyuyakalmışım,” dedi. “Şimdi fark ettim ben de…” “Neredesin söyle, telefonumu almaya geleyim.” “Gelebileceğini pek sanmıyorum.” “Ne demek bu şimdi?” “Bu saatte Bursa’da bir dağ başına gelebilirim, diyorsan başka tabii...” ”Of ya…” diye sızlandı karşıdaki ses. “Ne yapacağız şimdi?” “Pazartesi dönüyorum. İki gün telefonsuz ölmezsin herhalde?” “Ben ölmem de, senin bu telefonun sabahtan beri susmuyor! Bin kişi mesaj attı, on bin kişi aradı…” Homurdanır gibi, “Nesin sen, bakan sekreteri falan mı?” diye sordu. “Sevilen biriyim diyelim,” dedi Mert gururla gülümseyerek. İsmini bile bilmediği kadın, “Bana kimse mesaj falan atmış mı?” diye sordu çaresizce. Sesi, öncekine göre daha sakin geliyordu. Mert, “Bakalım…» deyip, hızlıca genç kadının mesajlarını kontrol etti. Telefonu tekrar kulağına tutup, “Sıfır,” dedi.

“Neyse…” dedi ses. “Biri ararsa falan söylersin.” Telefonu kapatmaya niyetlendiğini anlayan Mert, “Şifren ne?” diye sordu hızla. “Sana ne?” “Ya lazım olursa?” “Niye lazım olsun ki… Biri arayınca ya da mesaj atınca görebiliyorsun.” Mert, yatağa uzandı. “Anladım. Telefonunda özel fotoğraflar var,” dedi sırıtarak. “Benim şifrem iki, iki, bir, üç. Galerimde istediğin kadar dolaşabilirsin.” Kadın, “Kapatıyorum,” dedikten sonra aklına bir şey gelmiş gibi, “Ha, unutmadan,” dedi birden. “Seni beş yüz defa arayarak rekor kıran arkadaşın Cenk’in numarasını atarım. Benim telefonumdan arayıp ölmediğini sadece salaklık edip başkasının telefonunu aldığını söylersin. Çünkü bana inanmıyor.” Bu, Mert’i güldürdü. “Ayrıca, seni GPS programından takip ediyormuş. Hâlâ şehirde olduğunu ve kızlarla âlem yaptığını düşünüyor. Kaldığım yurdu basmadan önce acilen dediğimi yaparsan çok mutlu olurum.” “Tamam, sen numarasını at, ben ararım onu,” deyip gülerek kafasını iki yana salladı. “İsmim Mert. Tanıştığıma memnum oldum,” dediğinde telefonun çoktan kapanmış olduğunun elbette farkındaydı. Konuştuğu kadının ismini öğrenebilmek için mesajlara girdi tekrar. Hızlıca aşağı inip, adının geçtiği bir mesaj aradı. Defne müsait misin, arayabilir miyim, yazıyordu birinde. “Defne,” dedi kendi kendine. “Güzel…” O esnada ekrana düşen mesajda Cenk’in numarası vardı. Yatakta doğrulup, arkadaşını aradı. Telefon tek çalışta açıldı. “Mert ben,” dedi hızlıca.

Cenk, onun sesini duyar duymaz sinirle, “Seni alçak, yalancı hain herif,” diye bağırmaya başladı. “Bana dağ evine gidiyorum deyip kız yurduna gelirsin ha?” Kelimeler ağzından çıkar çıkmaz, söylediği şeye şaşırdı. “Lan! Kız yurduna nasıl girdin sen? Tutuklatacak mısın kendini?” “Cenk, ne saçmalıyorsun…” diyordu ki paniğe kapıldı Mert. “Kızın yurduna mı gittin yoksa?” “Aşağı in çabuk. Yoksa ben girerim içeri!” “Delirdin mi ruh hastası? Dağ evindeyim ben. Sınavda telefonlarımız karışmış kızın biriyle. Yeni fark ettim!” “Yalanlara bak yalanlara…” dedi Cenk. “Hem do- ğum günümde beni yalnız bırak, hem de…” “Kaç oldun şimdi sen?” “Yirmi bir…” dedikten sonra normal cevap veremeyecek kadar sinirli olduğunu hatırladı ve “Bırak şimdi…” diye bağırdı. “Odana hiç girmedin değil mi?” “Ne odası?” “Hediyeni oraya bırakmıştım.” Cenk birden sakinleşmiş gibi, sesini alçalttı. “Sen şimdi cidden dağ evindesin yani?” “Evet, hasta herif... Evet!” “Mert… Galiba telefonunun karıştığı kız şu an bana bakıyor.” “Nasıl görünüyor?” “Ne bileyim... Düz kız işte.” “Tarif et... Ne var üstünde?” “Ne şimdi bu, dolaylı yoldan sapık bir fantezine mi alet oluyorum?” “Hayır. Kız şifresini söylemedi. Telefonum kiminkiyle karıştı diye merak ediyorum.”

“Pembe bir hırka var. Saçları uzun, kumral… Bir de korkudan ölecekmiş gibi bakıyor bana.” Mert ayaklandı. Mutfak tezgâhına doğru yürürken, “Kıza dik dik bakmayı kesip yavaştan uza oradan... Yoksa içeri atılan ben değil, sen olacaksın.” Telefonu kapatıp, kenara bıraktı. Çantasındaki hazır sandviçlerden birini alırken, beklediği telefon geldi. Açar açmaz, “Sanırım az önce o manyak arkadaşını gördüm,” dedi Defne korkuyla. Elindeki sandviçten büyük bir lokma alıp, “Korkma, zararsızdır. Beni merak etmiş sadece,” diye yatıştırmaya çalıştı onu. “Konuştum az önce, problem yok.” “Ne biçim arkadaş bu…” “Doğum gününde onu kandırıp kızlarla partilediğimi düşünmüş. O yüzden delirmiş. Normalde bu kadar manyak değildir.” “Gece gece ödümü kopardı…” Mert bir yandan yemeğini yerken, elindeki telefon titredi. Cihazı kulağından çekip, gelen bildirime baktı. Hoparlörü açıp, “Emre diye biri mesaj attı şu an,” dedi telefonun ucundaki Defne’ye. “Ne yazmış?” “Sınav bahanesine seni yokluyor.” “Ne demek o şimdi?” Mert, hızlıca üstteki diğer mesajlaşmalara da göz gezdirdi. “Bu herif sana dümdüz yürüyor söyleyeyim,” dedi alaycı bir tavırla. “Ne alakası var? Bölümden bir arkadaşım. Sadece iyi bir çocuk, sınavlarda yardım ediyor bana.” Mesajları okumaya devam ederken epey eğleniyormuş gibi, kahkaha attı. “Sen öyle san, bildiğin yürüyor!” Emre’nin mesajlarını taklit ederek, “Sınav nasıldı Defne? Çalışabildin mi Defne? Birlikte çalışalım mı

Defne, bizim çocuklar evde yok. Rahat oluruz Defne… Sana ders yoluyla yürüyorum ama neden hâlâ anlamadın Defne? Ben senin rehber öğretmenin miyim Defne?” “Mesajlarımı bir daha sakın... Ama sakın okuma,” dedi kız karşı taraftan. Dişlerini sıktığı sesinden belli oluyordu. “Cevap vermiyorum yani hızlı Emre’ye?” “Sakın!” “Şifreyi de söylemedin. Emre ile de yazışamıyorum. Sıkıcı bir gece olacak,” dese de söylediğini kendi işitti, telefon çoktan kapanmıştı. Gece yarısını biraz geçe, uykusu kaçan Mert evin önüne bir sandalye atıp oturdu. Çocukluğundan beri, babası ile ara sıra geldikleri dağ evinin, uçsuz bucaksız manzarası her zaman en sevdiği şey olmuştu. Saatlerce izlese sıkılmaz, dünyadan bir anlığına da olsa kopardı. Ama o gece, içinde anlam veremediği bir his vardı. Telefonu yanında olmadığı için huzursuz muydu, yoksa garip bir deneyim yaşadığı ve yüzünü bile görmediği bir yabancının telefonu ile koca bir hafta sonu geçireceği için heyecanlı mıydı çözemedi. Düşünmekten ve düşüncelerinde kaybolmaktan nefret ettiği için buna fırsat vermeden Defne’yi aradı. Telefon açıldığı an, alaycı bir tavırla, “Şifreni Emre olarak denedim olmadı. Hoşlanmıyorsun sen bu çocuktan,” dedi. Defne, cevap dahi vermeden soğuk bir sesle, “Annen aradı, açmadım,” dedi. “Mesaj atmış, iyi misin, diye. Ne yapayım?” “İyiyim anne ders çalışıyorum yaz... Bolca emoji kullan ki onu geri aramadım diye üzülmesin.”

“Hallettim.” “Bir de fotoğraf yolla. Şifremi biliyorsun zaten.” “Ne fotoğrafı?” “Anne klasörüne gir. Orada annem için çektiğim ve ders çalışmaktan bayılacak gibi durduğum fotoğraflar var. Onlardan birini yolla işte.” “Yazık kadına …” dedi Defne. “Onu da hallettim. Başka emrin?” “Şarkı söylesene bana…” “Ne?” “İnternetin çekmiyor. Müzik dinleyemiyorum. Şarkı söyle bana…” “Şansını fazla zorlama istersen,” dedi sertçe. “İyi geceler.” Telefon bir kez daha suratına kapanmıştı. Kendi kendine gülümsedi. Kilometrelerce uzakta, sadece bir sesten ibaret olan bir hayalet ile iki gün geçireceğini düşünürken tekrar başa döndü ve kendi sorusunu cevapladı kafasının içinde. Hissettiği şey, huzursuzluk değil, heyecandı. Güneş tam tepede parlarken, dağın etrafında turlayarak fotoğraflamak için bir şeyler arıyordu. Normalde canlı, cansız her şey onun için bir malzemeydi ve elinde makinesi varken her saniye fotoğraf çekebilirdi. Ancak o an, sanki hiçbir şey yeterince ilginç değildi. Olduğu yere çöküp, sırt üstü uzandı. Cebindeki telefonu çıkarıp, görebildiği tek fotoğraf olan ekrandaki çifte baktı. Annesi ve babası olduğuna emindi. İkisinin yüzünü kafasında birleştirmeye çalışarak Defne’nin nasıl göründüğünü hayal etmeye uğraştı. Beceremedi. Hayatı boyunca kafasında binlerce fotoğraf canlandırmış biriydi hâlbuki… Tuhaf hissetti.

Galeriye girip, bir şifre uydurdu. Ama yanlıştı. Pes edip, telefonu yanına bıraktı. Bir süre boş boş gökyüzünü izledi. Zihni Defne’nin yüzünü yaratmaya çalışmakla meşgulken ödevi için ne fotoğrafı çekeceğini de düşünmeye uğraşıyordu… Birden iki düşünce birleşti. Heyecanla oturduğu yerde doğrulup, “Buldum,” diye bağırdı. “Fotoğrafı çekilemeyecek tek şey, göremediğin şeydir!” Ayağa kalkıp “Evet, evet,” diye bağırdı kendi kendine. “Daha önce çekilmemiş tek şey, bu!” Kamerasını eline alıp, önündeki kocaman boşluğun fotoğrafını çekti. Proje ödevindeki tek fotoğraf bu olacaktı. Çantasından defterini çıkarıp, o anki heyecanı ile projesine yazacağı yazıyı karaladı hızlıca. “Yirmi yaşındayım. Hayatımdaki en önemli şey, gözlerim. Gördüğüm kadar varım, çünkü varlığımı tanımlayan şey olan fotoğraflar, gördüğümden öte değil. Projem için özel bir fotoğraf çekmek için geldiğim bu dağ başında, telefonumun karıştığı ve sesinden başka hiçbir şeyini bilmediğim bir kızın neye benzediğini bilmeden onu düşünüp durdum. Aklımda onun fotoğrafını çekmeye çalıştım, ekran fotoğrafındaki anne ve babasının görüntülerini kafamda birleştirmeye çalıştım… Olmadı. Ben de, daha önce hiç çekilmemiş fotoğrafı çektim. Görememenin huzursuzluğunu ve göremeden görmeye çalışmanın heyecanını…” O hafta sonu, başka fotoğraf çekmedi. Geri kalan zamanının tamamını türlü bahanelerle Defne’yi arayarak geçirdi.

Sözleştikleri gibi, okulun önündeki banklara doğru yürürken hâlâ Defne’nin neye benzediğini zihninde canlan-

dırmaya çalışıyordu. Yüzlerce öğrencinin olduğu bahçede, gözleri Defne’yi buldu. Görür görmez anladı o olduğunu. Defalarca denemesine rağmen kafasında bir türlü canlandıramadığı yüz, birkaç metre ötesindeydi, olduğu yerde durup, “İşte bu yüzden canlandıramadım yüzünü,” diye geçirdi içinden. Gördüğü en güzel şeydi onun için. Aklında canlandırdığı hiçbir yüz, yanından bile geçemezdi. Kalbi hızlandı. Gülümsedi kendi kendine. Büyülenmiş gibi, gözünü bile kırpmadan, ona doğru yürümeye başladı. Her zaman ne yapacağını bilen biriydi. Ama o an, ne yaptığı ya da yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Kendisine doğru gelen biri olduğunu gördüğü an ayaklandı Defne de. Yanına yaklaşınca, “Selam,” dedi gülümseyerek. Güldüğü an, Mert ikinci defa çarpıldı. Elinde tuttuğu telefonu hemen cebine sıkıştırdığını fark etti ama yaptığı şeye anlam veremedi. “Onu,” dedi elindeki telefonu uzatırken, “Cebine koymayacaksın. Bana vereceksin.” “Eğer akşam benimle buluşacağına söz verirsen veririm.” Şaşıran Defne, kaşlarını çattı. Mert’in elini tutup telefonu avucuna sertçe bıraktı. “Telefonumu alayım!” Gözünü bile kırpmadan, “Önce sözümü almalıyım,” dedi Mert. Defne avucunu açıp, uzattı. “Telefonum!” Mert birkaç saniye hiçbir şey söylemeden kızın yüzüne baktı. Kafasının içinde öyle kaybolmuştu ki, mantıklı davranamayacağının farkındaydı. Biraz vakit kazanmak ve kendini toparlamak istiyordu ama telefonu geri verdiği an her şeyin biteceğinden korkuyordu. Birden, ilk aklına gelen şeyi yapıp hızla fakülteye doğru koşmaya başladı. “Yakala o zaman!”

Neye uğradığını şaşıran Defne, “Bekle…” diye bağırarak peşinden koşmaya başladı. Biri önde biri arkada koşarlarken hâlâ bağırıyordu. “Dursana be, deli misin?” Nihayet Mert’e yetiştiğinde onu yakalamak için bir hamle yaptı ve havaya kaldırdığı eline doğru zıpladı. “Ver şunu dedim.” Mert, pencere pervazına doğru geri çekilip telefonu daha da yukarı kaldırdı. Etraftan geçen ve onlara bakan bir grup öğrenciye doğru bakıp, alaycı bir tonda, “Telefon numaram için iki saattir peşimde koşuyor,” dedi gülerek. Defne hayret ve utançla, kendilerine gülen öğrencilere baktı. “Tamam, tamam yaz hadi, veriyorum numaramı,” dedi. Mert alaycı tavrını sürdürerek Pes eden Defne, “Derse geç kalacağım, ne olur ya…” dedi yalvararak. “Hangi ders?” “Edebiyat…” Mert bunu duyunca sinsice sırıttı. “Derslik 303,” deyip tekrar koridorda koşmaya başladı. Defne arkasından endişeyle bağırıyordu. “Hayır ya… Dur! Bekle beni!” Sıralarına yerleşmiş öğrencilerin doldurduğu sınıfa hızla dalan Mert, öğretmen kürsüsünün yanında durdu. Koşarak içeri giren Defne, dolu sınıfa bakınca yine utandı ve adımlarını yavaşlatıp hiçbir şey olmamış gibi dikilen Mert’in yanına gitti. Dişlerini sıkarak fısıldadı, “Sınıf arkadaşlarıma rezil etme beni.” Sınıftaki herkese tek tek bakıp, “Emre hangisi?” diye soru Mert sesini alçaltarak. Tam o esnada sınıftan içeri elinde çantası ile öğretmen girdi. Defne iyice panikledi. “Selim Hocam,” dedi gülümsemeye çalışarak.

Selim, “Gençler yerlerinize geçin lütfen,“ deyince Mert, gülerek boş sıralardan birine doğru yürüdü, Defne ise endişeyle olduğu yerde kalakaldı. “E hadi, sen de geç yerine…” diye uyarılınca Mert’i takip edip arka sıraya kadar yürüdü ve yanına oturdu Defne. Öğretmen kendi kendine, “Birinci sınıflar cidden lise beş gibi oluyor,” diye söylenerek elindeki çantayı kürsüye bıraktı. Defne sinirden çatlamak üzereydi, Mert ise onun aksine, sanki kendi sınıfındaymış gibi rahattı. Ön sıralarda oturan birinin arkasına dönüp dönüp kendilerine baktığını fark edince, “Emre şu mu?” diye sordu Defne’ye iyice sokularak. “Sana ne?” “Kesin o. Nasıl bakıyor, baksana.” “Niye girdin derse sen? Başımı belaya sokacaksın.” “Söz, ders çıkışı vereceğim telefonunu.” “Çıkar çıkmaz polise gitmemi istemiyorsan vereceksin zaten.” Mert’in gözü hâlâ onları kesen çocuktaydı. “Emre’nin boynu kopacak birazdan bize bakmaktan,” dedi gülerek. “İşine baksana sen!” “Olur,” deyip, sıraya başını yasladı ve Defne’yi izledi uzun bir süre. Yol yorgunu olmasının da etkisi ile dersin ortalarına doğru uyuyakaldı. “On dakika ara verelim. Sonra devam ederiz.” Defne, defterini kapatırken sınıf da yavaş yavaş bo- şaldı. “Uyan!” diyerek dürttüğü Mert, gülümseyerek gözlerini açtı. “Galiba okulu bir süre uzatmış oldum az önce…” dedi rahat bir tavırla.

“Ne?” “Devamsızlığım sınırdaydı. Kendi dersim yerine seninkine girince…” Defne kızmakla şaşırmak arasına kaldı. Konuşmak yerine tıpkı Mert gibi kafasını sıraya koydu, bir süre gözlerinin içine baktı. “Neden yaptın böyle bir şeyi…” “Bilmem. İçimden öyle geldi.” “Hep kafana estiği gibi mi yaşarsın?” “Yaşamanın anlamı bu değil mi zaten?” Sessiz geçen birkaç saniye boyunca öylece, göz göze bakıştılar. Defne birden utanıp kafasını sıraya gömdü. “Sana bir şey itiraf edeceğim,” dedi çekinerek. “Sınav çıkışı benim telefonumu aldığını fark etmiştim aslında. Bilerek bir şey söylemedim.” “Nasıl yani?” dedi Mert, gülerek. Defne kafasını masadan kaldırıp, derin bir nefes aldı ve Mert’e bakmadan konuştu. “Şehir dışına çıkacağını bilmiyordum. Tanışmak için güzel bir bahane olur diye düşünmüştüm…” “Güzel bir bahane oldu…” dedi Mert onu rahatlatmak ister gibi. Cebinden Defne’nin telefonunu çıkarıp masaya bıraktı. “Akşam işin var mı?” “Hafta sonu telefonum sendeydi. Sence pek bir işim varmış gibi mi duruyordu?” “Sekizde alırım seni,” diyerek ayağa kalkarken güldü. “Yurdunun adresi Cenk’te vardır.” Defne’nin attığı kahkaha kısa sürse de, yüzündeki gülümseme hemen solmadı. Mert kendini tutamayıp telefonunu çıkardı ve o gülümseyen yüzün fotoğrafını çekti. Bu, belirsizliğin fotoğrafının yanına, proje ödevine ekleyeceği kareydi.

“Onun gülümsemesini ilk kez o gün çektim.” Önündeki fotoğraf yığınını eliyle karıştırdı. Bahsettiği fotoğrafı bulup, Ayça’ya uzattı. “Bu, benim küçük saplantılı koleksiyonumun ilk parçasıydı.” Dinlediği hikâyeye kendini o kadar kaptırmıştı ki bütün detayları bir film izler gibi canlandırmıştı zihninde Ayça, buna rağmen Defne’nin gülümseyen yüzünü tam olarak hayal edemediğini fark etti. Fotoğrafı dikkatle incelerken, Defne’nin gülümsemesinde derinlik aradı. Mert’in o an tam olarak nasıl hissettiğini, onu neyin bu denli büyülediğini çözmeye çalıştı... Ama bulamadı. İçten içe, Defne’ye imrendi. Birini, tek bir gülümseme ile bu denli etkileyebilmek ona sadece filmlerde olabilecek bir şeymiş gibi geldi. Kafasını kaldırıp Mert’in yüzüne baktı. Gözlerindeki hüzün, geçmişin tatlı anılarının bıraktığı ince tebessüm ile birleşmişti. O an anladı neler hissetmiş olabileceğini… Çünkü kendine henüz tam olarak itiraf edemese de, o ince ve buruk tebessümden aynı şekilde etkileniyordu tanıştıkları günden beri. Bu incecik farkındalık yüzünden paniğe kapıldı. Elindeki fotoğrafı Mert’e uzatırken, “Çok güzel,” diyebildi sadece. İltifatı her zamanki gibi Defne’ye yorup, “Dünyadaki en güzel şey bence,” dedi Mert aynı tebessümle. Fotoğrafı alıp, düzgünce yerine bıraktı. “Onu tekrar gülümserken görmek için ne yapmam gerekiyorsa yapacağım.” Üzerindeki mutfak önlüğü ile balkona gelen Cenk, yanlarına çöküp, “Sen niye benim dalgın anımdan faydalanıp bana bulaşık yıkatıyorsun,” diye sordu homurdanarak. “İki saattir tencere dibi kazıyorum!” “Ben yıkatmadım ki. Sen birden Hülya’ya söylene söylene bulaşık yıkamaya başladın.”

Cenk, neyse ne, der gibi omuz silkerek yerdeki fotoğraflara baktı. “Siz ne yapıyorsunuz bakalım burada?” “Ayça, Defne ile tanışma hikâyemizi merak etti de... Onu anlatıyordum.” “Şey kısmını anlatmadın umarım…” diye fısıldayan Cenk’i duyan Ayça gülümsedi. “GPS ha…” “Başına bir şey falan gelir diyeydi o…” dese de ikisini de inandıramadığını bakışlarından anladı. Birden, “Eh sen de beni kandırıp kandırıp partilemeye gitmeseydin o zaman,” diye yükseldi. Mert, gülerek kafasını çevirince Cenk birden duraksadı. Şaşkın bir şekilde Ayça’ya dönüp sessizce fısıldadı. “Gülüyor!” Perdenin arkasında, yüzü cama dönük bir şekilde gizli gizli telefonda konuşuyordu, “Ne yaptınız?” diye sordu sesini alçaltarak. Bir süre dinledikten sonra, “Süper,” dedi, “Ben Mert’i ikna edebilirsem bir saate orada oluruz.” Telefonun ucundaki ses hiç durmadan konuşuyordu. “Ya tamam, sus kapat,” diye çemkirip telefonu kapadı Cenk. Perdenin altından çıkıp yüzüne ciddi bir ifade yerleştirdi ve odanın ortasında halıya uzanmış vaziyette tavanı izleyen Mert’in yanına çöktü. “Hadi kalk geç kaldık,” dedi inandırıcı bir telaşla. “Ne?” “Fotoğraf sergisine gidecektik ya... Geç kalacağız, hadi.” “Su an bilinçli mi saçmalıyorsun, yoksa farkında olmadan mı?”

“Of ya, ne yapayım... Boşluğuna denk gelir belki diye şansımı denedim.” Mert, “Kimin sergisiymiş peki,” diye sorunca birden heyecanlanıp, “Anonim,” diye bağırdı. “Anonim?” “Konsept bir sergiymiş anladığım kadarıyla,” diye bir yalan uydurdu. “Daha önce böylesi hiç yapılmadı diyorlar.” “Hadi ya…” “Gidiyor muyuz?” Ne düşündüğü yüzünden anlaşılmayan Mert, “Bilmiyorum,” dedi ellerini ensesine yerleştirerek. “Aslında gitmek istemiyorum hiçbir yere ama…” Kesinlikle reddedileceğini düşünen Cenk, “Hadi hadi... Bir saat durur döneriz,” diye ısrar etmeye devam etti. “Ne olur ya,” diye yalvarıyordu Mert’e bakmadan. “Lütfen!” “Eh iyi bari gidelim…” “Ya ne olur Mert yemin ederim çok istiyorum gitmek!” “Tamam dedim.” “Bir saatçik ya…” “Tamam dedim ya!” Birden kendine gelen Cenk, “Gerçekten mi” diye bağırdı heyecanla. Hızlıca ayağa fırlayıp, “Sen giyin,” dedi. “Ben Ayça’ya da haber vereyim. O da gelsin bizle.” “Ayça ile iyi anlaştınız siz ha…” Kapıda durup, ”Biriyle ilk görüşte iyi anlaşmam çok garip cidden. Sen söyleyince fark ettim,” dedi. Sonra umursamaz bir şekilde omuz silkti. “Hadi sen hazırlan.”

Ağaçlı ve karanlık bir yolda sözde sergiye ulaşmak için yürüyorlardı. İki aydır ilk kez ilan dağıtmak dışında dışarı çıktığı için huzursuzdu. Taksiden indiklerinden beri konuşmamıştı. Evi boş bırakıp çıkmış olmaktan duyduğu suçluluk hissini, susarak bastırıyordu kendince. Ormanın içine doğru yöneldiklerinde daha fazla dayanamadı. “Doğru yolda olduğumuzdan emin misin?” Cenk, onun omzuna vurdu sakinleştirmek ister gibi. “Konsept bir sergi dedim ya… Açık alanda.” Sesini çıkarmadan yürümeye devam etti. Birkaç adım arkasında kalan Cenk, cebinden telefonunu çıkarıp, planlandığı üzere ormanın içinde onları bekleyen arkadaşlarına, “Yaklaştık. Hazır mısınız?” diye bir mesaj yolladı. Evden çıktıklarından beri gergin görünen Mert’le iletişim kurabilmek için, “İlk kez böyle bir sergiye gidiyorum. Heyecanlandım,” dedi Ayça. Cevap yerine ağzının içinde bir şeyler mırıldandığını duydu ama pes etmedi. “Bir gün senin sergini de görebilirim umarım.” Mert sessizce önüne bakarak yürümeye devam edince Ayça’nın yüzü düştü. Yapacakları sürprizin işe yaramasını diliyordu. Cenk, telefonuna gelen, her şeyin hazır olduğuna dair mesajı okuyunca bir adım önündeki Ayça’yı çaktırmadan dürtüp göz kırptı. Ormanın içinde, yoğun bir ışık gördü Mert. İsteksizce arkasını dönüp, “Şurası galiba,” dedi. Cenk, sırtından ittirip ,“Evet orası hadi,” dedi neşeyle. “Bitmeden yetişelim!” Işığı takip ederek ağaçların kapattığı alana geldiklerinde Mert küçük bir şok geçirdi. Yeliz, Serkan, Gökalp ve Gamze’nin de aralarında olduğu yaklaşık on arkadaşı, süslenmiş ve ışıklandırılmış ağaçların ortasında,

kartondan yapılmış büyük çerçevelerin arkalarına teker teker dizilmiş, hiç kıpırdamadan tıpkı birer fotoğraf karesi gibi duruyorlardı. Mert, ne hissedeceğini şaşırmış bir halde öylece durmuş arkadaşlarına bakarken yanına yaklaşan Cenk, omzuna dokunup, “Beğendin mi sergiyi?” dedi. O sırada yan yana poz veren Serkan ve Gökalp durdukları zor pozisyona daha fazla dayanamadılar ve çerçeveleriyle birlikte devrildiler. Bu Mert’i güldürdü. Onun gülümsemesiyle hepsi komut almış gibi fırlayıp koşarak Mert’e sarıldılar. Kollarını aynı anda on kişiye birden dolamaya çalışırken. “Çocuklar…” diyebildi. “Özür dilerim!” “Dileme,” diye bağırdı herkes aynı anda. Gamze, Mert’in koluna yüzünü yapıştırıp, “Seni çok özledik,” dedi ağlamaklı bir sesle. Yeliz de, “Çok ama çok özledik,” diye onayladı arkadaşını. Mert, duygusallaştığını hissettiği an, on kişinin ortasında yere bıraktı kendini. Hep birlikte ona uyup yere yuvarlandılar. “Ben de sizi çok özledim,” dedi dolu gözlerle. “Özür dilerim…” “Orospu çocuğu özür dileyip durma,” diye kızdı Cenk. “Teşekkür edebilirsin ama tabii, ayılar götümüzü yemeden böyle bir şeyi organize ettiğimiz için!” “Teşekkür ederim,” dedi bu kez gülerek. Sonra bununla yetinmeyip, ellerini dudaklarının kenarına yerleştirerek avazı çıktığı kadar bağırdı. “Teşekkür ederim…” “Ayıları başımıza toplama,” diyerek onun omzuna vurdu Cenk. Ayağa kalkıp üstünü silkeleyen Serkan, “Valla,” deyip müziği açtı. “Onlar da gelsinler, dans ederler bizimle!” Ağaçlardan birine yaslanmış imrenerek ve tatlı bir heyecanla yerdeki sevgi yumağını izleyen Ayça ile göz göze gelince, “Millet,” dedi Cenk bağırarak. “Ayça ile tanışın… Kendisi meşhur yan komşu!” Gökalp heyecanla, “Oha sen miydin o?” diye bağırıp yerden kalktı. Koşa koşa Ayça’nın yanına gidip onu da ortaya çekti. “O sesler senden çıkıyorsa böyle sessizce duramazsın burada!” Ayça, bir anda hepsinin ortasında buldu kendini. Herkes ona gülümsüyordu. Ağlayası geldi. Daha önce hiç kalabalık bir grubun parçası olmamış ya da bir ortama bu kadar hızlı ayak uyduramamıştı. Mert ve arkadaşlarının mucizevi enerjisine saniyesinde âşık oldu. Çalan müziğe hepsi yavaştan ayak uydurdu. İçkiler içildi, yemekler yendi, danslar edildi. Uzun zaman sonra ilk kez yaşadığını hisseden Mert, bir saatliğine de olsa eskisi gibi olabilmenin verdiği mutluluğa bıraktı kendini. Bedük’ün söylediği, Bi’ Dans Etsek şarkısı çalmaya başladığında, herkesle birlikte deli gibi dans eden Mert, şarkıda geçen, “Bi’ dans etsek döner geri... Dönsün geri... Söyleyin ona...” cümlelerine eşlik ederken birden durdu. Unutmaya çalıştığı şeyi, şarkı yüzüne vurmuş gibiydi. Yüzündeki gülümseme yerini hüzne bıraktı. O, ağlamamak için kendini zor tutarken, durumu fark eden arkadaşları hemen yanına koşup yapabildikleri tek şeyi yaptılar ve ona sımsıkı sarıldılar. Arkadaşları onu kucaklarken çalmaya başlayan eğlenceli şarkıda hüngür hüngür ağlıyordu.

Yorumlar

Yorum yapmak için giriş yapın.