"Kuklalar ve Kabuslar"
0%
I. KISIM
“Canavarlarla savaşan kişi, kendi de canavar olmamaya bakmalıdır. Ve uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.”
- Friedrich Nietzsche
Kafamın içinde, küçücük bir toz tanesi gibiydim. Bana ait gibi durmayan bedenimi kontrol edemiyor, neredeyse hissedemiyordum. Aynı anda hem havada süzülen boş bir poşet kadar hafiftim, hem de tüm hücrelerim tonlarca ağırlığında birer kaya gibiydi. Kendi zihnimde oradan oraya savrulurken değil parmağımı oynatabilmek, göz kapaklarımda sıralı duran kirpiklerim hafifçe kıpırdasa gücüm tükenirdi.
Zaman algım yoktu. Kaç dakikadır zihnim ayılmaya çalışıyordu ya da saatlerdir mi çabalıyordum bilmiyordum. Nefesimi hissetmiyor, bedenimin doğal saatini sayamıyordum. Dış dünyada dakikalar saatleri kovalıyor ben yakalayamıyordum.
Kafamdaki toz zerresi kilometrelerce uzunluğunda bir labirentte başıboş dolaşırken, dış dünya ile küçük bir bağlantı kurdum. Bir ses, usulca çınlıyordu. O sese doğru savruldukça, şiddeti giderek arttı. Biraz çabaladıktan sonra, çınlama sesi kelimelere dönüştü. Ancak bildiğim, hakim olduğum bir dil değildi. Sanki anlamamam için tersten konuşuyordu biri. Şeytani bir ayinin ortasında kalmışım gibi hissettim. Ensemden aşağı bir ürperti indi. Ama bu korktuğum için değildi. Birinin nefesine aitti.
Yüzünü yüzüme yaklaştıran biri vardı, hissediyordum. Giderek hislerim bana geri dönerken, titrediğimi fark ettim. Hava buz gibiydi. Yüzümün yakınındaki kişinin sıcak nefesine bile muhtaçmışım gibi anında tepki verdi zihnim. Yavaş yavaş çözülüyor gibi hissettim.
Bir türlü hissetmeyi beceremediğim minik nefesler giderek büyümeye ve ciğerlerime doldurmaya başladı. Zihnimde pus çözülecek gibi durmasa da, algılarım giderek güçleniyor gibiydi. Yolumu kaybetmemek, zihnimi tekrar siyaha düşürmemek için nefesime odaklandım ve saymaya başladım içimden.
Onuncu nefesimde, kıpırdatmaya gücümün yetmediği kapalı gözlerime rağmen beynimi deldiğini hissettiğim güçlü bir ışık yüzümde patladı.
Biri fotoğrafımı mı çekiyor?
Yüzümde patlayan flaşlar öyle güçlüydü ki, gözlerimin bir bantla yapıştırıldığını fark etmemi sağladı. Flaşın ısısı sanki o bantların yapışkanını usulca eritmiş bantlar yavaş yavaş kirpiklerimden kayıyordu. Ya da ağlıyordum farkında olmadan, bantları ıslatıyordum.
Birisi, yine bir türlü zihnime ulaşıp anlam kazanamayan bir dizi kelime sıralarken ellerimin kasıldığını hissettim. Biri ellerimi mi tutuyordu, yoksa ellerimi kırmaya mı çalışıyordu anlayamadım. Belki de emir veremediğim ve sanki kontrol onda değilmiş gibi davranan beynim sonunda toz zerresi olan bana kulak kabartıyor ve hareket etmeye uğraşıyordu.
Tırnak diplerim usulca sızladı. Parmak uçlarıma iğne batırılıyor gibi hissettim. O küçük hissi takip etmeye zorladım kendimi çaresizce. İğnenin bıraktığı sızı sanki bedenimi tekrar kontrol etmem için bir fener tutmuş gibi, acıya rota oluşturmaya çalıştım. Parmak uçlarımdan, ellerimdeki boğumlara… oradan avuç içlerime… Hissetme yetimi geri kazanmak için var gücümle koluma odaklandım. Başımda dikilen kişinin bunu fark etmesinden korktuğumdan ellerimi kıpırdatamıyordum bile. Kolum giderek ağırlaşırken, ayak parmaklarımın arasında benzer bir sızı hissettim. Ancak bu defa sadece bir iğnenin bıraktığı sızıyı değil, bir sıvının da usulca damarlarıma karıştığını rahatlıkla hissedebiliyordum.
Odadaki ayak sesleri giderek daha da belirgin olmaya başlarken, kalp atışlarım daha da hızladı. Göğüs kafesimi delip, dışarı çıkmak ister gibiydi. Sanki bedenim bir et yığınıydı da, kalbimin artık orada yeri yokmuş gibi… Odadaki kişinin ayak sesleri giderek benden uzaklaşır gibi olduğunda, zihnimin bana oyun oynama ihtimalini düşünmem gerekti bir süre. Sanki tüm dünya tersine dönmüş gibiydi. Sanki, gözümü açtığımda tavandan yere bakıyor olacakmışım gibi… Sinir bozucu bir kapı gıcırtısı dengemi tekrar bulmamı sağladı. Gerçekten de, yanımdaki her kimse odadan çıkıyordu.
Kapının gürültüyle kapandığını duyduğum an, bir süre odadaki sessizliği dinledim. Yalnızlığın sesini de, kokusunu da iyi bilirdim. Zihnim ne halde olursa olsun, o an yanımda kimsenin olmadığına emindim. Tonlarca ağırlığında gibi hissettiren elimi hareket ettirmeye çalıştım. Giderek açılan algım, bedenimdeki buzun da çözülmesini sağlamış gibiydi. Yerden yalnızca birkaç santim kadar kaldırabildiğim elim öyle çok titriyordu ki, birkaç başarısız denemenin ardından güç bela yüzüme kadar yaklaştırabildim. Gözümün üstündeki bantları çekmek için dakikalarca uğraşmam gerekti. Yapışkan bant, gözlerimden ayrılıp parmak uçlarıma tutunurken göz kapaklarım yerinden kıpırdamayı red ediyordu. Sanki ilk kez gözlerimi açacakmışım da, nasıl yapacağımı bilmiyormuşum gibi…
Yanaklarımın ıslandığını hissettim. Hislerim bana geri dönerken, bu tanıdık his bana güç vermiş gibi yattığım yerde doğrulmayı denedim. Ama beceremedim. Derin bir nefes çekmeye çalıştım içime ama gücüm sadece çeyrek nefese yetti. Az önce odada olan kişinin tekrar gelmesinden öyle çok korkuyordum ki… Zihnimdeki sesleri bile, onun sesi sanıp irkiliyordum.
Dişlerimi birbirine geçirip, tüm gücümle çattığım kaşlarımı serbest bırakmaya çalıştım. O an, gözlerimde biriken yaşlar sicim gibi buldukları ilk aralıktan sızarak yanaklarıma düştü.
Bir cesaret, gözlerimi tamamen açtığımda gördüğüm ilk şey tepemde yanan kocaman ışık oldu. O kadar büyük ve o kadar parlaktı ki ne kadar süredir kapalı olduğunu bilmediğim gözlerim o güçlü ışık yüzünden ateşe tutulmuşçasına yanmaya başladı. Işık, beynimi eritir gibi parlarken gözlerimi daha fazla açık tutamayıp hızla geri kapattım.
Birkaç saniye, zihnimi serbest bırakmaya çalıştım nerede olduğumu anlayabilmek için. Ama bedenim alarm veriyor, sakinleşmem için nefes aldırmıyordu.
Ev olamazdı… Depo değildi. Tepemde yanan ışık, hiçbir yere ait görünmüyordu.
Gözlerimi tekrar açmadan önce, başımı becerebildiğim kadar sağa çevirdim. Tek umudum, ikinci denememde gözlerimi ışıktan uzaklaştırıp bir müddet açık tutabilmekti.
Gözlerimi korkarak tekrar aralığımda vücuduma örtülen cam yeşili örtüyü fark ettim. Odanın soğukluğu ile alay eder gibi, incecikti. Yanımda duran masada, parlayan metal renkli bir tepsinin üstünde bazı nesneler vardı. Metalin parlaklığı bile o kadar rahatsız ediciydi ki, içindekileri anlamak için odaklanmam epey bir zaman aldı.
Neşter… İğne… Sargı bezi… Hastanede miyim?
Kafamın üstündeki kocaman ışığı, üstümde yeşil örtüyü ve yanı başımdaki nesneleri düşününce hala normal hızda çalışamayan beynim güç de olsa cevabı buldu.
Ameliyathanedeydim.
Üstümdeki örtüyü üst bedenimden yavaşça sıyırdım. Işığa yavaştan alışmaya başlayan gözlerimi kırpıştırarak kafamı becerebildiğim kadar kaldırıp, bedenime bakmaya çalıştım. Yaralanmış mıydım, neden ameliyata alınmıştım hiçbir fikrim yoktu. Ameliyat oldum mu, olacak mıydım… Anlayamadım. Görüş açıma giren çıplak bedenimde neredeyse hiç kesik ya da yara yoktu.
Çok saçma… Her şey çok anlamsız…
Ameliyattaysam neden doktor ya da hemşire yoktu? Zihnim saniyesinde binlerce kötü senaryo ile doldu. Düşünme yetimi tamamen kazanamamış olmama rağmen, kötü senaryoları bu kadar hızlı üretebilmem şaşırtıcı değildi. Benim, hala her şeye rağmen ben olduğumu gösteriyordu. Bu çirkin alışkanlığımın bana iyi hissettireceğini hiç düşünmezdim.
Bendim. Yosun…
Ama neden buz gibi bir ameliyathanede tek başıma yatıyordum?
Hala zangır zangır titreyen ellerimi şakaklarıma dokundurdum. Sanki bütün uzuvlarım bağımsızlığını ilan etmiş ve bir araya gelmek için çabalıyordu. O yüzden bu minik temas birden zihnimi harekete geçirdi. Hatırladığım son anıda, Özgür ile yanan Cehennem Evi’nin dışındaydık. Ve polis sirenleri duyuyorduk…
Özgür’ün o anki yüzü gözümün önüne geldiği an, can havli ile sedyede doğruldum. “Özgür…” Sesim çıkmadı. Ben bile zar zor duyabildim. Ama tek söylemek istediğim onun adıydı. “Özgür…”
Ağladığıma emindim, ama hıçkırıklarımın bile sesi yoktu. Gözüm karardı. Zihnimin düştüğü karanlıkta bile gördüğüm tek yüz onun yüzüydü. Kin, nefret ve acı ile tuğlalarını diktiği ev kül olurken; yüzüne yansıyan alevler kısık gözlerindeki yaşları parlatıyordu. “Özgür…” Ayağa kalkmaya gücüm olmadığı için kendimi yere attım. Dizlerimin üstüne düştüm. Acı hissetmiyordum. Kollarımı kendime doladım. Buz gibi bedenim, birkaç dakika öncekinden daha soğuktu.
Yakalandı mı? Çatışmaya girildi de, yaralandı mı? Yoksa, ben de o esnada yaralandım da hala farkına mı varamıyordum?
Morluklarla dolu çıplak bedenimde, bir dolu iz vardı. Ama yaralandığıma dair hiçbir kanıt yoktu. Ellerimi vücudumda dolaştırırken, hatırladığım son ana dair tüm görüntüler zihnime hücum ediyordu.
Yoksa… Polislerden önce Özgür’ün düşmanları mı buldu bizi?
Kapıda bir hareketlenme duydum. Aklımdaki tüm kötü senaryolar iç içe geçti, bütün o kötü adamlar birden hayalet olup ensemde bitmiş gibi korkuyla irkildim. Dizlerimin üstünde sürünerek, masaya yaklaştım. Elimi, metal tepsiye uzatıp kendimi koruyabileceğim bir şey bulmayı umdum. Ama birbirine geçen parmaklarım, herhangi bir şeyi kavramayı beceremedi ve tepsi yere devrildi. İlaç tüpleri yere değdiği gibi patlarken, etrafa saçılan malzemelerden neşteri kaptığım gibi sürünerek kapıya doğru ilerledim.
Titreyen bedenimi güçlükle kontrol altına alıp, kökünden kesilmiş tırnaklarımın açıkta bıraktığı parmak uçlarımı duvara geçirip ayağa kalkmaya çalıştım. Ayak sesleri giderek yaklaşırken, kanımda aktığını hissettiğim adrenalin göğüs kafesimi yumrukluyordu. Kapının dışındaki ayak sesleri, göğsümün üstündeydi. Nefesimden aldığım güçle doğrulmayı başarıp bedenimi duvara yasladım. Çıplak bedenim, soğuk ve gri duvara değdiği an taşlaştı. Elimdeki neşteri sımsıkı tutarken tek korkum içeri girecek kişinin ben henüz bir hamle yapamadan beni yakalamasıydı.
Kapı, rahatsız edici derecede yavaş bir şekilde açılırken gıcırtısı beynimi delmeye yetti. Yeşil bir önlük, bone ve maskesi olan ve neredeyse hiçbir yeri görünmeyen uzun boylu bir adam içeri girdiği an sadece birkaç saniyemin olduğunu bilerek hiç düşünmeden arkası dönük adamın koluna neşteri geçirip kendimi açık kapıdan dışarı attım.
Bacaklarımı sürüyerek, boş koridorda koşmaya çalışırken arkamda ayak sesi yoktu. O kadar yavaş ilerliyordum ki, içerideki adam yürüyerek bile beni yakalayabilirdi. Ama nedendir bilinmez, bir türlü peşime düşmüyordu. Bu, korkumu perçinledi. Belki de güvendiği bir şey vardı. Belki de hastane gibi görünen yer, onlarındı. Belki köşeyi döndüğüm an başka bir kötü adam beni yakalayacaktı. Belki de…
Adımlarımı becerebildiğim kadar büyütürken, sessiz hıçkırıklarımın arasında “Yardım edin…” diye bağırdım. Kimin yardıma geleceğini bilmeden… Birilerinin olup olmadığına bile emin değilken… Kesik kesik aldığım nefesler, kelimelerimi düğümlemiş gibiydi. “Kimse yok mu?!”
Bitmeyecekmiş gibi gelen, çok da uzun olmayan koridorun sonunu gördüğümde arkamı dönüp peşimde biri var mı diye kontrol ettim. Ama hala kimse yoktu. Kabus mu görüyorum yoksa? Gerçeklikle bir bağım yokmuş gibi geldi birden. Koridorun sonuna gelip, köşeyi döndüğümde göğsüm korkuyla sıkıştı. Ama düşündüğüm gibi, ne kabustaydım ne de beni bekleyen başka kötü adamlar vardı. Sadece dik bir merdiven çıkmıştı karşıma.
Merdivenin ilk basamağına adımımı attığım an, gözüm karardı. Birkaç saniye gövdemi tırabzanlara yasladım. “Özgür,” dedim içimi çeke çeke. “Nerdesin…” Ellerimi yüzüme bastırıp kendime gelmek için küçük bir tokat attım. Elimi bir anlığına dayanağımdan çekmek bile yalpalamama sebep oldu. Hemen tekrar kavradım tırabzanları. Öyle sıkı tutundum ki, kanı çekilmiş ellerim neredeyse şeffaf görünüyordu.
Gücümü tekrar toplayıp, dik merdivenleri tırmanmaya başladım. Bayılmamak çok güçtü. Yere bakmamaya çalıştım becerebildiğim kadar. Hastanenin sessizliği çok ürkütücüydü, tekrar yardım istemek için bağırmak bile istemedim.
Temkinli ve yavaş iki ayak sesi sessizliği böldüğünde bir anlığına dinen titremem öyle bir şiddetlendi ki merdivenlerden yuvarlanacağım sandım. Son birkaç adımı ayaklarımı sürüye sürüye attıktan sonra karşıma bir asansör çıktı. Peşimdeki adam beni yakalayamasın diye tek çaremdi. Kendimi hiç düşünmeden asansöre attım.
Kapı hemen kapansın diye rastgele bir tuşa basıp artık beni taşıyamayan bacaklarımı serbest bıraktım ve yere kapaklandım. Karşımdaki aynada kendimi gördüm birden. Beynimdeki çınlama, çığlığa dönüştü. Hiçbir rengin kalmadığı yüzüm, kurumuş bembeyaz dudaklarım, birbirine girmiş kısa saçlarım… O kadar kötü görünüyordum ki, gören birkaç saniye önce cehennemde olduğumu ve kaçtığımı düşünürdü.
Hoş… Cehennemdeydim zaten. Özgür de benimleydi.
Asansör sarsılarak durduğunda, farkında olmadan asansörün zeminine geçirdiğim parmaklarımla yeri kazıyarak ayağa kalktım ve nereye vardığımı bile görmeden tekrar koşmaya başladım. Birkaç metre ilerlemiştim ki, bir kapı çıktı karşıma. Kapıdan içeri süzülen rüzgar, bir sebepten görünür haldeydi. Çırılçıplak olduğum gerçeğini tek bir saniye bile önemsemeden kendimi o kapıdan dışarı attım.
Gerçekten de dünya tersine dönmüş…
Asansörle yukarı çıkıp, aşağıya inmeyi ummuştu aptal zihnim. Hastanenin terasında herkesin tepesindeydim tek başıma. Bana kimliğimi hatırlatmak isteyen yağmur damlaları tutunacak bir şey bulamayıp çıplak bedenimden akıp giderken, ayağıma dolandı. Ben de onlara eşlik eder gibi sırt üstü yere düştüm. Kalkamayacağımı bildiğimden çaresizce pes ettim. Gözlerimi kapatmak ve kabus olmasını dilediğim o andan uzaklaşmak istedim ama gökyüzü hipnotize etmiş gibi beni bir süre öylece yukarıya bakakaldım.
Gökyüzünü ne zamandır görmüyorum sahi? Gri bulutlar, bana niye tuzak kurdu? Birbirimize benziyorduk halbuki… Ayağıma doladıkları iplerin ucunu, peşimdeki kötü adama mı vereceklerdi gerçekten?
Gözyaşlarım yağmur damlaları ile birbirini kucaklarken, ben de kendimi kucakladım. Yana dönüp, dizlerimi karnıma çektim. Zihnimdeki uğultu, ıslak ve çıplak bedenim, cenin pozisyonunda oluşum bana anne karnındaki halimi hatırlattı. Her şeyi bilerek geldiğimiz dünyada, her şeyi unutup yaşama başlamamız gibi…
Biliyorum ama anlamıyorum.
Yağmur acımasızca üstüme yağarken, biri ceket ile üstümü örttü. O kişinin yüzünü görme fikri o kadar korkutuyordu ki beni, gözlerimi sımsıkı yumdum. Üstümü örten kişi, ellerini belimin altına yerleştirip beni kendine çekti. Ceketi, kundak gibi sımsıkı sardı bana. Zangır zangır titreyen bedenimi göğsüne bastırdı. Yüzüme değen nefesi, usulca kulağımı okşadı. “Benim…” dedi. “Benim, Yosun.”
Gözlerimi açtığım an, O’nu gördüm. Dağılmış saçları, yorgun göz altlarının iyice küçülttüğü kısık gözleri, yağmurun usulca okşadığı çıplak kolları ile beni sımsıkı tutan ve usulca gülümseyen Özgür’ü…
“On dakika daha uyanmaman lazımdı. Yine her şeyi mahvettin Yosun…” Elleri, şoktan kaskatı kesilmiş ıslak yüzüme dokundu. Parmaklarını iyice yüzüme geçirip, usulca kendine yaklaştırdı ve dudağımın kenarına bir öpücük kondurdu. “Otuz saniye…” dedi kaşlarını çatıp. “Sadece otuz saniyemiz var. Birkaç nefes daha al. Sonra gözlerini kapat ve ben aç diyene kadar açma. Tamam mı?”
Gözlerimi nefes dahi almadan sımsıkı kapattım. Rüyaysa da, hayalse de umurumda değildi. Çünkü ne olursa olsun, bu dünyadaki tüm gerçeklere bile, yalancı bir hayalet olan Özgür’den daha çok güvenmiyordum.
Yorumlar
Yorum yapmak için giriş yapın.
Sen de bize döndün Büşü 🤧
Özgür'u ozlemiske
Bana kitap okumayı sevdirdiğin için teşekkür ederim, öfa’
burayı ABARTMAK İSTİYORUM